@yazarperest
|
Sincan mı? Doğu Türkistan mı? Kafamın içinde yankılanan bu sorunun cevabı her ne olursa olsun, aynı acıyı barındırıyordu. Her şeyin başlangıç noktası, kim olduğumun cevabı o topraklarda saklıydı. Ama şimdi, çok daha farklı bir sorumluluğun ağırlığı omuzlarımdaydı.
“First Lady Mei Ling sizi çağırdı,” dedi koruma, soğuk ve ifadesiz bir yüzle. Gözleri bir an bile benden ayrılmadı. Söylediklerine önce inanamadım, şaşkınca bakışlarımı ona çevirdim. Beni mi çağırmıştı? Kalbim hızla atmaya başladı. İlk şokun ardından, yutkunarak derin bir nefes aldım. Mei Ling, Doğu Türkistanlı bir askeri mi çağırmıştı? Sebebini düşünmek bile istemiyordum. Ama biliyordum ki bu, basit bir davetten çok daha fazlasıydı.
Hastanenin koridorları sessiz ama tedirgin edici bir atmosferle doluydu. Beyaz duvarlar soğuk bir duyguyla üzerime geliyordu. Her adım, taş zeminde yankılanıyor, zihnimdeki karmaşayı daha da büyütüyordu. Koruma, beni geniş bir kapıya doğru yönlendirirken arkamdan gelen bir sesle irkildim.
"Astsubay’ım, Allah gazanızı mübarek eylesin, sizi iyi bilirdik,” dedi Tırpan, o iğrenç sırıtışıyla. Yüzünde alaycı bir ifade vardı; tam anlamıyla sansar gibi, sinsilikle karışık bir eğlenceyle gülümsüyordu.
Bu adamın neye güldüğünü anlamıyordum. Bu kadar ciddi bir anda, bu kadar kritik bir durumda nasıl bu kadar küçültücü olabilirdi? Öfkemi belli etmemek için çabaladım, ama içimde bir yer, tıpkı o sırıtışı gibi, kaynıyordu. Ben savaşta bile bu kadar korkmamıştım. Ancak şimdi, düşmanın nereden ve nasıl saldıracağını bilmediğiniz bir cepheye yürümek gibiydi bu. Düşüncelerim karışmıştı, ama dışarıya hiçbir şey yansıtmamaya kararlıydım.
Adımlarımı sıkılaştırdım, içimde yükselen korkuyu bastırarak Mei Ling’in karşısına çıkmaya hazırlandım. Duvarların daraldığını, her şeyin üzerime geldiğini hissediyordum. Ama ne olursa olsun, o kapıyı açıp bu savaşı tek başıma vermeye kararlıydım. Korku benim lüksüm değildi. Kapıyı hafifçe tıklattım. İçeriden yükselen ses tüylerimi diken diken etti. "Gel, Asker," dedi Mei Ling Hatun, o alışıldık, soğuk ve iç ürperten tonuyla. Her defasında beni diken üstünde hissettiren bu ses, bir tür güç gösterisi gibiydi. Zaten o kadın, zulmeden tarafın en güçlü figürlerinden biriydi. Babamın hikayesinde adı geçen her zulüm, onun gölgesini taşırdı.
Derin bir nefes aldım ve kapıyı yavaşça açtım. İçeriye adım atarken sahte bir gülümseme yerleştirdim yüzüme, tıpkı bir maske gibi. Kalbim hızla atıyor, ama dışarıdan bu belli olmasın diye tüm dikkatimi kendimi kontrol etmeye verdim.
“Beni çağırmışsınız, First Lady'm?” dedim, sesimi olabildiğince sakin ve resmi tutmaya çalışarak. Karşımda duruyordu; dimdik, her zamanki otoriter duruşuyla. Gözlerinde soğuk bir alay vardı, yüzündeki ince tebessüm, sahte bir kibarlığın arkasında gizlenen üstünlük duygusunu yansıtıyordu.
Bir adım öne çıktı. Adımları sert ve kararlıydı, tıpkı söyledikleri gibi. “Baban Sincanlıymış?” dedi, kelimeleri keskin bir hançer gibi ağzından dökülüyordu. Sesindeki alay ve küçümseme, neredeyse havayı bile zehirlemişti.
Gülümsememi bozmadan, aynı yapmacık tavrıyla cevap verdim: “Evet, leydim. Babam Doğu Türkistanlıydı.” Sözlerim bilerek vurguluydu. Özellikle Doğu Türkistan diye düzelttim, onun yüzündeki tepkiyi görmek için. Çünkü siz isteseniz de istemeseniz de, biz doğunun çocuklarıydık. Bundan asla utanmazdık.
Beni küçümseyebilir, aşağılayabilir ama geçmişimi silip atamazdı. Odadaki hava gerginleşti; duvarlar daha da soğuk, ortam daha da baskıcı bir hale gelmişti. Ama ben o soğukluğun içinde bile ayakta kalmayı öğrenmiştim. Mei Ling Hatun, yüzünde Cheshire kedisini andıran, sinsice bir sırıtışla bir adım daha yaklaştı. O sırıtış, söylediklerinin basit bir soru olmadığını, altında başka şeyler sakladığını hissettiriyordu. Gözleri, alaycı bir merakla üzerime dikilmişti. “Baban nasıl öldü, asker?” dedi, sesi tüylerimi diken diken eden bir alayla doluydu. Sanki bildiği bir sırrı yüzüme vurmak ister gibi konuşuyordu.
Bulunduğumuz oda, bir salonun hemen yanındaki geniş bir oturma odasıydı. Küçük ve tek kisiye yetəcək kadar uzanan koyu ahşap kitaplık, odaya bir ağırlık katıyordu. Pencereden süzülen soluk güneş ışığı, odanın içindeki gergin havayı daha da belirgin hale getiriyordu. Büyük bir masa ve deri koltuklar, buranın bir güç merkezi olduğunu açıkça gösteriyordu. Mei Ling, odanın tam ortasında duruyordu; hem mekânı hem de konuşmayı domine eden bir figür gibi.
Derin bir nefes aldım ve sesimi titretmeden cevap verdim: “Doğu Türkistan görevinde soydaşlarımızı kurtarmaya çalışırken, Çin’in zulmünden dolayı öldü, First Lady'm.” Sözlerimde bir gurur vardı; babamın anısını onurlandırmanın verdiği bir güç hissediyordum. Yüzümde, hafif ama kararlı bir ifade takındım. Ne kadar güçlü görünmeye çalışsam da, içimdeki öfke ve gerilim dalga dalga yükseliyordu.
Mei Ling’in yüzündeki alaycı ifade bir an için değişmedi. O Cheshire kedisi sırıtışı, bir zafer işareti gibi yerli yerinde duruyordu. “Hımm…” diye mırıldandı. Gözlerini üzerimden çekmeden, her bir kelimemi tartar gibiydi.
Odanın sessizliği, aramızdaki gerginliği daha da yoğunlaştırıyordu. O, üzerimdeki baskısını artırmaya çalışıyordu; ama ben, babamın mirasıyla ayakta duruyordum. Ona karşı korkmamayı öğrendiğim bir hayatın içinden geliyordum. Biliyordum ki babamın gururunu, onun yüzüne karşı bir kez daha savunmuş olmak, bu odadaki en büyük zaferimdi. “Babanın mezarı var mı?” diye sordu First Lady Mei Ling, yüzünde insanın içini ürperten, sinsice bir gülümsemeyle. Sözleri, tıpkı hançer gibi keskin ve bilinçliydi. O biliyordu. Doğu Türkistan’da ölenlerin çoğunun bir mezarı olmadığını hepimizden daha iyi biliyordu. Ama yine de bunu söyleyerek, sanki acımı hatırlatmak ister gibi davranıyordu.
Bulunduğumuz oda, şatafatıyla göz dolduran ama içinde bir tür soğukluk barındıran bir yerdi. Kalın perdeler pencereyi tamamen kapatmıştı ve içeride sadece sarımtırak bir abajur ışığı vardı. Bu ışık, Mei Ling’in yüzündeki o tehditkâr ifadeyi daha belirgin hale getiriyordu. Aramızda hiçbir fiziksel mesafe olmasa da, duvarlar kadar kalın bir nefret vardı.
Derin bir nefes aldım ve gözlerimi onun gözlerinden ayırmadan, sesi kontrol altında tutarak cevap verdim: “Babamın bir mezarı yok, First Lady'm. Çin askerleri onları yaktı. Kemiklerini de köpeklerinize attılar.” Sözlerimi bilerek ağır söyledim, ama sesime duygu eklemekten kaçındım. Çünkü onun istediği tam da buydu; benim kırılmam, duygularımı açık etmemdi. Ona istediğini vermeyecektim.
Bir an için Mei Ling’in yüzündeki gülümseme derinleşti. O sırıtışı, zafer kazanmış bir avcıyı andırıyordu. Ama ben, öfkemi daha da bastırarak devam ettim: “Siz hiç 13 yaşında, babanızdan kalan bir parça kıyafet için yalvardınız mı?” Kelimelerim odanın içinde yankılandı, ama sesimde üzüntüden çok sert bir gerçeklik vardı. Çünkü ona kendi hikayemi zayıf bir şekilde anlatmayacaktım.
Oda sessizleşti, yalnızca ikimizin nefes alışverişi duyuluyordu. Bu sessizlikte, acımın gücünü hissetmesini istedim, ama zayıflık olarak değil. Çünkü bu acı, beni ayakta tutan şeydi; Mei Ling’in karşısında, onun tüm kibirine ve alaycılığına rağmen dimdik durabilmemin sebebiydi. First Lady Mei Ling'in gözleri parmağımdaki babamdan kalma ve Cumhurbaşkanın verdiği yüzüğü takıldı." Çok güzelmiş"dedi, sesindeki imayi sezmiştim. Aslında parmağımdaki yüzüğü istiyordu. First Lady Mei Ling’in gözleri, parmağımdaki yüzüğe takıldı. Babamdan kalan, onun anısını taşıyan o yüzüğe… Aynı zamanda Cumhurbaşkanının bana onur nişanı olarak verdiği bir hatıraydı. Gözleri, yüzüğü izlerken, dudaklarında alaycı bir tebessüm belirdi. “Çok güzelmiş,” dedi, sesi kadifemsi bir yumuşaklıkla ama aynı zamanda tehditkâr bir alt tonla doluydu.
O ne istediğini ima etmeden bile belli ediyordu. Bu yüzüğü istiyordu. Babamın mirası, hatırası olan bu yüzüğü ondan saklamam gerektiğini biliyordum. Derin bir nefes aldım ve tüm kararlılığımı sesime yükleyerek cevap verdim: “Hayır.”
Beni sinirlendirmeye çalışan gülümsemesi genişledi. Gözleri kısıldı, bakışları keskinleşti ve her zamanki sinir bozucu sırıtışıyla, “Sana seçenek sunduğumu mu söyledim, asker?” dedi, sesi buz gibi ve tehdit doluydu.
Her kelimesi odadaki sessizliği daha da ağırlaştırıyordu. Ama ben, omuzlarımı gerip, dik durarak ona meydan okumaya devam ettim. Benden her şeyimi isteyebilirdi: ruhumu, canımı, hatta kalbimi. Ama babamdan kalan, onun hatırasını taşıyan bu yüzüğü asla veremezdim. Bu, benim sınırım, benim direnişimdi. Onun gözlerine bakarak sessiz bir meydan okuma yolladım. Bu savaşın kazananı ben olacaktım. “O yüzüğü senden her türlü alırım, asker. Ya zorla verirsin ya da kendi isteğinle,” dedi Mei Ling, sesindeki tehdit odayı bir buz gibi doldururken. Sözlerini söylerken bir elini omzuma koydu, dokunuşu hem fiziksel hem de psikolojik bir ağırlık taşıyordu. Soğuk ve baskıcı bir dokunuştu bu; omzumdan sırtıma doğru bir ürperti yayılırken tüylerim diken diken oldu.
Gözlerim dolmaya başladı. Bu, sadece bir yüzük değildi. Babamdan kalan tek hatıra, onun ruhunu ve mirasını taşıyan bir semboldü. Ancak Mei Ling’in soğuk ve sarsılmaz kararlılığı karşısında, elim titreyerek yüzüğü parmağımdan çıkardım. Vermek istemiyordum. İçimdeki her hücre, buna direnmem gerektiğini haykırıyordu. Ama güçsüzdüm. Karşısında, o anda kaybetmiştim.
Yüzüğü ona uzattım, parmaklarım onu bırakmak istemez gibi yüzüğe sıkı sıkıya sarılmıştı. Ancak nihayetinde, avucuna bıraktım. Mei Ling, gözlerimin içine bakarak yüzüğe şöyle bir göz attı, ardından alaycı bir gülümsemeyle yere fırlattı.
O yüzüğün yere düşerken çıkardığı ses, içimde yankılandı. Kalbimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Ama asıl darbe, Mei Ling’in yüzüğün üzerine basmasıyla geldi. Topuğuyla yüzüğü ezerken, sanki babamın anısını da çiğniyordu.
Nefesim düzensizleşti, ama gözlerimi Mei Ling’e diktim. İçimde bir yanardağ gibi büyüyen öfkeyi bastırmaya çalışıyordum. Onun istediği gözyaşlarını göstermemeye kararlıydım. Bu savaşta her şeyimi kaybetsem de, ruhum onun karşısında eğilmeyecekti. Mei Ling, sanki zafer kazanmış gibi sırıtıyor, ama ben, o sırıtışın ardındaki korkuyu görmek istiyordum. Çünkü beni ezebileceğini düşündü, ama bu sadece daha da güçlenmeme neden olacaktı. “Sen sadece bir böceksin,” dedi Mei Ling Hatun, yüzündeki küçümseyici ifadeyle bana yukarıdan aşağıya bakarken. Sesi, insanın ruhunu delip geçen bir soğuklukla doluydu. O bakış, o ses... Dizlerimin bağı çözülmüş gibi hissettim. Zihnimde yankılanan bu kelimeler, omuzlarıma bir ağırlık gibi çöktü. Gücümü kaybediyor gibiydim, ama içimdeki gururla ayakta kalmaya çalıştım.
Yine de dizlerim istemsizce yere değdi. Yüzük... Babamdan geriye kalan o tek şeyin yerde, toz içinde öylece yatmasına daha fazla dayanamadım. Parmaklarımı yüzüğe doğru uzattım, onu alıp kalbimin en derinine saklamak istiyordum. Ama tam o anda, Mei Ling Hatun’un soğuk bakışlarının eşliğinde, ayakkabısıyla elime bastı. Acının fiziksel olanı bir yana, ondan gelen bu aşağılama daha derindi.
Sanki zevk alıyormuş gibi bir sırıtışla bakıyordu bana. Güç gösterisi yapıyordu; benim acımı seyretmek onun zaferiydi. Ama ona istediğini vermemeye kararlıydım. Gözyaşlarımı tutmak için dişlerimi sıkıp nefesimi düzenledim. Çünkü ben bir Türk askeriydim. Gücüm sadece silahımda değil, duruşumdaydı. Ve şu an, dizlerimin üzerinde olsam da, ruhum asla eğilmiyordu.
Elim hâlâ yerdeydi, ama başımı dik tutarak onun gözlerinin içine baktım. Sözler dökülmedi dudaklarımdan; çünkü benim duruşum konuşuyordu. Sessizliğimle ona savaşı kazandığımı hissettirmek istedim. Gözlerimde bir damla yaş dahi göstermedim. Bu, onun hiç beklemediği bir zaferdi: sessiz ama sarsılmaz bir direniş. Ayağını çektiğinde, yavaşça doğruldum. Vücudum acıyla titriyor olsa da, başım her zamankinden daha dikti. Elimi kaldırdım, parmaklarımın arasında sadece yüzükten kalan küçük bir demir parçası vardı. Ona baktım; o küçücük şey, babamın anısıydı, şimdi kırılmış ve paramparça olmuştu. Elim morarmış, şişmişti. Parmaklarımda hala Mei Ling'in ayakkabısının baskısını hissediyordum. Ama bu acı, içimdeki direnişi azaltmaktan çok körüklemişti.
Derin bir nefes aldım, gözlerimi Mei Ling’in soğuk ve alaycı bakışlarına diktim. "Етімізді жарсаң да, өртеп жіберсең де, біз бұл істе бас тартпаймыз!(etlerimizi lime lime etseniz de, yaksaniz da biz bu davadan vaz geçmeyeceğiz!)" dedim, sesim bir savaş çağrısı gibi yükselirken. Sözcükler odanın her köşesinde yankılandı, o an sadece ben değil, atalarım da konuşuyor gibiydi. Ayağımın altındaki toprak, Doğu Türkistan’ın özgürlük hayallerinin üzerine kurulu bir meydandı artık.
Mei Ling, sözlerimi duyunca kaşlarını hafifçe kaldırdı, ama o sinsice gülümsemesi yüzünde yerini koruyordu. Beni alt etmeye çalışıyordu, ama ben sindirilmeyecek kadar kararlıydım.
“Neden Cumhurbaşkanına oy verdim?” dedim, sesimdeki kararlılık daha da güçlenmişti. “Çünkü ona baktığımda, özgür bir Doğu Türkistan gördüm.” Sözlerimi tamamladığımda, odadaki gerilim daha da yoğunlaştı. Bu, sadece bir yüzük meselesi değil, daha büyük bir davanın simgesiydi.
Mei Ling’in gülüşü daha da alaycı bir hal aldı. “Bense Abdurrahman’a baktığımda Çin’in damadı görüyorum,” dedi, her kelimesi bir bıçak gibi. Ne demek istediği açıktı: Özgür Doğu Türkistan hayali, ona göre sadece bir rüyadan ibaretti. Ama o an, Mei Ling’in gücünün bile erişemeyeceği bir yerden güç aldım.
Başımı daha da dikleştirip, gözlerimi onun gözlerine diktim. "First Lady'm, Metehan da Çin'in damadıydı ama Çin’e diz çöktürdü," diye cevap verdim. Sesim gurur ve inançla doluydu. Bu, bir halkın sesiydi. Mei Ling’in yüzünde kısa bir an için bir rahatsızlık belirtisi belirdi; kelimelerimin ağırlığını hissetmişti. Ama bu, bir anlıktı.
Ama o an odayı dolduran şey, benim kararlılığımdı. Çünkü özgürlük için verilen savaşta, fiziksel bir oda değil, bir halkın inancı daha büyük ve etkiliydi.
|
0% |