@yesilkutuphane61
|
Yolcuları uğurlayınca ev halkı günlük işlerini yapmaya koyuldu. Merak içindeydiler ve soruları cevapsızdı. Ne Hasan bey söylemişti bir şey ne de Mehmet. Rahime hanım kendi kendine konuşuyor, çalı süpürgesini sertçe yere sürtüyordu. "Ne olurdi yani bi şey desanuz?" Tülbendini savurup süpürmeye devam ediyordu. Emine kaynanasına yakın yapıyordu elindeki işi. Herkes kadar o da meraklıydı. Bir laf duyarım umuduyla kadının gözüne bakıyordu. Ama beyler dönene kadar, yalnızca kaynanasının söylenmelerini dinleyeceğini anlaması geç olmadı. Zeynep rahat rahat dökemiyordu aklındakileri diline. Mutfakta bir iskemleye oturmuş, kucağında taze fasulyelerle dolu tepsiyi tutuyordu. Fasulyeleri kırarken kaşlarını çatıyor, bu yolculuğa neyin sebep olduğunu düşünüyor, cevap bulamıyordu. Sonra kendini rahatlatmaya çalışıyordu. Mehmet mutlu olduğunu söylemişti ne de olsa. Çabucak gidip gelecekti. Ama insan karısından sır saklar mıydı? "Saklıyor işte" diye söylendi farkında olmadan. Hasan bey bu yaşta karısından sır saklıyorsa, Mehmet de saklardı tabi. "Ne dedin canım?" Selvi elindeki tabağı bırakıp Zeynep'e döndüğünde, şaşkın yüzünden kendi kendine konuştuğunu anlamıştı. Elini kurulayıp mutfağın köşesindeki iskemleyi aldı. Küçük eltisinin yanına oturdu. Yüzünde bir tebessüm vardı. Önce gelişigüzel kırılmış fasulyelere baktı, sonra Zeynep'in huzursuz yüzüne süzülen ve çemberinden firar etmiş bir perçem kıvırcık siyah saçı geriye attı. "Senun canın sıkıldı Mehmet abinin gidişine." Ufak bir onay alınca devam etti Selvi. "Niye İstanbul'a gittuklerini bilmiyorum. Kardeşlerine de bir şey demedi. Ama gördün da yüzleri gülüyordu. Babamın da keyfi yerindeydi. İki gün sabretsan gelince anlatırlar sana niye gittiklerini." "Tek tesellim yüzlerinin gülmesi zaten ama abla insan merak ediyor. Bir gecede karar aldılar, bir şey söylemeden da gittiler. Mehmet bana diyor ki sen rahat ol. Nasıl olayım? Aklımda türlü düşünceler dolaşıyor. Bir şey oldu, olacak diye korkuyorum. Mehmet rahat tabi! Herkesle kucaklaştı çıktı yola." Selvi gülmemek için dudaklarını birbirine bastırdı. Başıyla kapının dışındaki Rahime hanımı işaret etti. "Anamın da senden farkı yok ki. Baksana haline, yedi bitirdi kendini. Bir dönsünler burunlarından fitil fitil getirecek." Zeynep de dönüp baktı bir köşeye süpürgesini fırlatıp tülbendini çekiştiren kadına. Ayak altında dolaşan küçük Hüseyin'i azarlıyordu. Zeynep "Haksız da değil" dedi mırıldanır gibi. Sonra kucağındaki tepsi havalandı. Bunu yapan Selvi'ye çevirdi bedenini. Sorgular bakışlarını, kadının tebessüm eden yüzünde gezdirdi. "Bir kadın kocasını merak etti diye haksız olmaz. Ama çocuğuyla ilgilenmezse haksız olur. Sabah Mehmet abimi düşünmekten bir iki lokma yedin. Karnı acıkmıştır yeğenimin." Zeynep bunları duyunca utandı biraz. Önce meraklı halini belli ettiğine, sonra bebeğini düşünmüyormuş gibi göründüğüne. "Sıcacuk süt var, kaymağı üstünde. İçine bal koyayım iç taze taze." "Ocak şurada abla, ben alırım. Sen niye veriyorsun?" Selvi içinden geldiği için her zamanki gibi samimi davranıyordu. Ama bu gün Zeynep'in kafasını dağıtmayı, endişesini gidermeyi kendine görev bilmişti. Kimse söylediği için değil, iki çocuk annesi olduğu için yapıyordu bunu. "Tabi ben vereceğim, yeğenim doğduğunda yengesini çok sevsin. Şöyle doya doya kucağıma alıp yanaklarını sıkayım. Hüseyin'den sonra eve gelecek ilk bebek. Aradan da uzun zaman geçti. Güzel karşılamak lazım!" Güldüler birlikte. Taze bir heyecan yayıldı kalplerine. Her an bir kıpırtı, bir yenilik hissinin verdiği tatlı sancıyla boğuşuyordu zaten Zeynep. Ama başkasından duyunca ancak yaşananların rüya olmadığından emin oluyordu. İlgili bir anne düşü kuruyordu böyle zamanlarda. Menfaati olmadıkça evladının yüzüne bakmayan kadının tablosundan uzaktı bu hayal. Elleriyle çeyiz hazırlayan, kızının saçlarını tarayan, duvağını başına örten, düğün günü hep yanında olan ve ne olursa olsun arkasını dönmeyen bir anne insanın kalbine ne kadar da iyi gelirdi. Sonra torunu olacağını öğrendiğinde, samimi bir şekilde kızına sarılan, yüzüne tebessüm yerleşmiş bir yaşlı hanım geliyordu gözünün önüne. Daha dün dizinin dibinde oturan kızının anne oluşunu tatlı bir sevinçle tebrik ediyordu bu düş. Zeynep bir iç geçirdi Selvi'ye bakarken. Gözlerinin dolduğunun farkında bile değildi. Ayağa kalktı yutkunarak. Beraber ne kadar vakit geçirmişlerse, bu kadın hep bir abla ve destekçi olmuştu. Selvi, cömertçe sevgisini dağıttığı ve paylaştığı için o kadar minnettardı ki Zeynep. Bu eve gelmekle sadece hayallerine değil, bir aileye de kavuşmuştu. Kavgası gürültüsü az, akşam vakti herkesin odalarına çekildiği, yemeklerin sakince yendiği, yanlışların şiddetle düzeltilmeye çalışılmadığı, çocukların haylaz seslerinin yankılandığı bir evdeydi artık. Belki bir on yıl daha geçse bu taze sevinçle dolu olacaktı içi. Önceki yaşamı gelmeyecekti aklına. Geride özleyeceği kimse bırakmamıştı ne de olsa. "Hayırdur Zeynep? Duygusallaşmak için daha erken değil mi kız?" Selvi bir yandan sarıldığı kızın sırtını sıvazlarken bir yandan da ağlamasından endişe ediyordu. "Etma böyle da." Zeynep geriye çekildi çabucak. Burnunu çekti. "Yok, ondan değil." Gözlerini dolaştırdı etrafta. Kısaca nasıl anlatsa bilemedi. "Sen iyi davranıyorsun ya bana. İçimden geldi sarılmak." Selvi ufak bir kahkaha attı. "İyi davranmayıp da ne yapayım? Kötü eltiler gibi kavga mı edelum? Güldürdün beni Zeynep, alemsun! Hem ben bu eve geldiğimde sen saçları iki yandan örgülü bir kızdın. Irmağa giderduk birlikte çamaşır yıkamaya. Daha o zamandan severduk birbirimizi. Ne bilelim aynı eve gelin olacağız? Allah bana merhamet etti de huysuz bir gelin getirmedi Mehmet abim. Bu yaştan sonra bir de elti kavgası mı etsaydum?" Kıkırdadı Zeynep'in omzuna vurup. Sonra aklına gelenle kaşlarını çattı. "Niye oyaladun beni sen da! Süt soğuyacak, yeğenimle arami açacaksun." "Açılmaz endişe etma, ben anlatırım ona seni." "İyi anlat ha, beslenmene de dikkat et. Ha bole tatli bir bebek sevelum." İkili konuşurken mutfağa Azize girdi. Yüzünde silemediği bir gülümseme vardı. Hareketleri heyecanlıydı. Yürümek yerine zıplıyordu adeta. Saçlarını örmüştü iki yandan. Ucuna da uzun zamandır kutusunda saklı olan kurdeleleri takmıştı. Anlı açılmış, canlılıkla parlayan büyük yeşil gözleri ortaya çıkmıştı. Sık ve uzun kirpikleri sürmeli gibi duruyordu. Sevinç, yanaklarına renk taşıyordu. Pembe dudakları tüm yasaklara rağmen kıvrılıp duruyordu. Halası gelene kadar sır saklayacağı konusunda babasına verdiği sözü tutacaktı. Zeynep ablası ve yengesi onu şaşkınca süzerken raftan bir bardak aldı. Bu gün için giydiği keten kumaştan sütlü kahverengi elbisesi epey yakışmıştı. Selvi elini beline koydu. "Azize, hayırdur?" Suyunu alıp yengesinin yanından geçti ve iskemleye oturup içmeye başladı Azize. İçindeki ses, hiçbir şey belli etmemesi konusunda uyarıyordu onu. Ama haline tavrına söz geçiremiyordu. "Ne kadar güzel olmuşsun. Bayram değil, seyran değil." Suyunu bitirip ayağa kalktı ve neşeyle etrafında döndü. Bu hareketi ikinci kez yapıyordu bu gün. "Güzel olmuş muyum gerçekten yenge?" Selvi neler olduğunu anlayamadı ama kocaman gülümsedi. "Sen hep güzelsun da bu gün başka olmuşsun. Hazırlanmışsın sanki. Bir yere mi gideceksin?" "Hayır, evdeyim. Ama içimden geldi hazırlanmak. Saçlarımı da yaptım. Bekliyorum." "Kimi?" Azize pot kırdığını fark edince alt dudağını ısırdı. Gülmeye zorladı kendini. "Kimi... Babam... Babamı bekliyorum." Kaçamak bakışlarını etrafta dolandırınca inanırlar zannetti ama Zeynep de Selvi de anlamıştı Azize'nin bir şeyler sakladığını. "Baban bir iki gün sonra gelir ancak" dedi Zeynep. Azize'nin bu ayrılığa üzülmeyişini, sorgulamayışını hatta içine atıp hırçınlık yapmayışını bile fark etmişti. Öyle açıktan soramıyordu. Baş başa vakit geçirebilen, sırlarını paylaşan ve uzun sohbetler eden bir ikili değildiler. Azize'nin duvarlarını aşmak konusunda, bunca zamana rağmen çok yol kat edememişti Zeynep. Aynı evde, saygı çerçevesinde yaşayan iki kişiydiler o kadar. İkisi de geçimsiz ya da huysuz değildi. Yanlış zamanda birleştirmişlerdi hayatlarını. Zeynep, o kıvırcık saçlı sırtında sepeti olan abla olarak kalsaydı Azize için bu gün daha farklı olurdu ilişkileri. "Ben... Dedim ya içimden geldi, hazırlandım. Sen de beğendin mi Zeynep abla?" Zeynep gülümseyerek başını salladı. Baktı küçüğün güzel yüzüne. Biliyordu yaşadıklarının kolay olmadığını; gurbetini, özlemini, onu seven şefkatli ellere sığındığını ama bütün bunların annesizlikten kaynaklandığını. "Sen bir şey biliyorsun sanki?" Selvi doğrudan konuya girince ikisi birden kadına döndü. "Babanın ne için gittiğini biliyor musun?" Zeynep nefesini tutup bu soruya verilecek cevabı beklemeye başladı. Belki de Mehmet Azize'ye söylemişti sırrını. Neydi bu kadar önemli olan, saklanacak, gizlenecek? Sürpriz mi yapacaklardı? Ama o zaman niye babasıyla gitmişti? Yine zihninde sorular sıralanınca farkında olmadan çatıldı Zeynep’in kaşları. Azize yalan söylememek için dudağını dişliyordu. Yengesi gözlerinin ta içine bakarken saklanamayacağını hissetti. Onu kandırmak istemezdi, bu köyde en çok hürmet ettiği insanlardan biriydi o. Ustalıkla mevzunun seyrini değiştirmeye karar verdi. "Dönem ödevim... Benim dönem ödevim bitmek üzere, gideyim de onu yapayım." Konu biraz daha dağılsın diye, amcasının oğlundan içten içe özür dileyerek onu öne sürdü. "Mustafa'nın da ödevi var. Öğretmen dedi ki ödevi güzel yaparsan sana dersi geçirtirim. Ama daha başlamadı. İyi not alırsa sınıfı geçecek. Söylersin yenge, yapsın ödevini." Selvi bunu ilk kez duyuyordu. Bir elinin tersini diğer avucuna vurdu. Zayıf yüzüne bir gölge düşürdü şaşkınlık. Ela gözlerine merak koşturdu. İnce dudakları bir çizgi gibi göründü. "Bak sen haylaza, bir şey demedi bana." Azize omuz silkti bu hayrete karşı. Mustafa derslerine özen göstermiyordu. Sır gibi saklardı notlarını, sene sonu da birkaç gün azar işitmeyi göze alırdı. Azize onun sırlarını kimseye söylemezdi. Ama sınıfta kalmasını istemiyordu, zaten bu konuyu yengesiyle konuşacaktı. Onun iyiliği için bunu yapması gerektiğini hissediyordu. Hataların saklandıkça düzelmediğini, sevdiği insanların ayağına dolandığını görecek yaştaydı. Mustafa biraz kızardı belki. Ödev yapacağı için söylenirdi ama karnesinde güzel bir not görünce ve biraz da övgü alınca, iyi ki derdi. Azize elindeki bardağı çabucak yıkayıp yerine koydu ve mutfaktan çıktı. Zeynep fasulyeleri aldı yine kucağına. Selvi sütü unuttu. Mustafa'yı bulup o ödevi yapmasına yardım etmeliydi. Ağaç tepelerinde, kaya başlarında dolaşınca yüksek not alınmıyordu işte. Madem öğretmen bir fırsat vermişti, değerlendireceklerdi. Fakat hem yaramaz hem de inatçı bir oğlu olan Selvi, bununla nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. *** Yeni doğmuş civcivleri, samanların üzerine oturup seyrettiler. Şirindiler fakat bir o kadar da güçsüzdü hayvanlar. Yalpalıyor, üşüyor birbirlerine sokuluyorlardı. Annelerini çağırıyorlardı o incecik sesleriyle. Gülcan birine parmağını uzattı. "Bu benim civcivim, isim de koyacağım" dedi. Azize gösterilen civcive baktı ama yerlerinde durmuyorlardı ki. Hepsi de birbirine benziyordu. "Nasıl ayırt edeceksin?" diye sordu. "O diğerlerinden daha tombul, görmüyor musun?" İyisini seçmenin gururuyla yan bir bakış attı Gülcan. "Ben de, ben de" dedi Hüseyin. Azize'nin yamacında oturuyordu. Kız, oğlanı tutuyordu kolundan. Yoksa civcivleri kucağına almak isteyecek, belki de seveyim derken zarar verecekti. "Hangisini istersin Hüseyin? Seç birini." Hüseyin ne tombulu ne de güzeli seçebilecek kadar ayırt edebiliyordu hayvanları. "Hepsi" dedi "hepsini alalım Azize abla." Gülcan da güldü çocuğun tatlı konuşmasına. "Onlar daha bebek Hüseyin, annelerinin kucağında durmaları gerekiyor. Annesi onlara yemek verecek, sıcak tutacak. Böylece büyüyebilecekler." "Tavuk mu olacaklar?" "Evet, onları almazsan eğer..." Çocuğun aklına yatmışa benzemiyordu bu fikir. Gözü hâlâ küçük sarı civcivlerdeydi. Yine de Azize'nin yamacından kalkmadı. "Bebekler annelerinin kucağında mı olur hep?" Hüseyin başını kaldırıp annesine benzeyen ela gözleriyle ablasına baktı. Onun saçları abisi gibi sarı ve dik değildi. Kahverengi saçları beyaz tenli alnına dökülüyordu. "Evet, annelerinin kucağında olur." Hüseyin de öylesine sormuştu, Azize de öylesine cevap vermişti. Bu, çocukları oyalamak için anlatılan bir masaldı. Çocuklar hep annelerinin yamacında olmazdı. "Sen hâlâ inmiyorsun annenin kucağından." Gülcan yerdeki samanlardan biraz alıp ufak oğlana attı. “Kocaman oldun bir de!” Ahırda ufak bir kahkaha yankılandı. Çocuk, iki ablasının yanında mutluydu. İkisinin de mizacı farklıydı ama en nihayetinde Hüseyin'e sahip çıkıyorlardı. Abisi gibi çevik ve haylaz olmadığından dolayı vaktinin büyük çoğunluğunu büyüklerin yanında geçiriyordu. "Sen ödevini yaptın mı Azize?" Azize üstündeki samanları temizleyip olumsuz anlamda başını salladı. Gülcan'ın ses tonunda bir kendinden eminlik sezmişti. "Az kaldı." "Ben bitirdim. Hem de kimseden yardım almadan. Zaten ödev de tek başına yapılır." Azize matematikte biraz zorlandığından, notu yükselsin diye dönem ödevini bu dersten seçmişti. Ve babasından büyük ölçüde yardım almıştı. Bilmediklerini sormuş, anlayamadıklarını anlatmasını istemişti. Mehmet de sabırla, kızının eksik olduğu konuları tespit etmişti. Bir müddet sonra ödevin büyük çoğunluğu bitince Azize şaşırmıştı. Hiç anlayamayacağını zannediyordu bazı konuları. Okuldayken denklem ve cebir problemleri en büyük kâbusuydu. Babası bir iki gün ilgilenip, güzel bir biçimde anlatınca meseleyi kavramıştı. "Yardım almak kötü bir şey değil" dedi Azize. Hatta fazlasıyla güzeldi. Babasına ne kadar teşekkür etse az geleceğini hissediyordu. "Kötü değil ama kendin yapmak daha güzel. Ben kendim yaptım." "Aferin sana!" Kızı tersleyip yerinden kalktı. Omzuna düşen saçını geri attı. "Ben çıkıyorum, tut Hüseyin'i" dedi. İki dakika huzuru çok görüyordu sanki. Kavga etmeden güzel güzel oturuyorlardı işte. Ödevi baştan sona kendisinin yapması güzel şeydi tabi. Ama babadan yardım almak kötü ve küçümsenecek bir şey değildi ki. Hatta babasıyla yan yana olmak okşuyordu yüreğini Azize'nin. Onu bilgili görmek, sorularına cevap almak gururlandırıyordu. Pişman değildi, yine olsa yine babasının yamacına oturur ödevi için yardım isterdi. Daha önce yapmıştı, yine yapardı. Yosun tutmuş taş merdivenleri çıkarken bir araba sesi duydu. Kısa süre sonra da araba kapıda durdu. Vakit ikindiye yakındı. Kimseyi beklemiyorlardı. Araç altmış bir plakaydı, taksiydi. Dirk ve Bertha gelmiş olamazdı. İçindeki her kimse hemen inmeyecek gibiydi. Azize adımlarını hızlandırdı. Babası daha İstanbul'a bile varmamıştı. Samsun'dan hala ya da amca gelecek olsa önceden haber verirlerdi. Bu davetsiz misafir her kimse ev halkını kapıya toplamıştı kısacık zamanda. "Ha bu kimdur?" dedi Rahime hanım. Azize alt dudağını büzüp omuzlarını kaldırdı. Sonra kapı açıldı ağır ağır. Başında büyükçe şapkayla bir kadın indi. Omzunda bez çanta vardı. Salaş bir elbise geçirmişti üstüne. Kolları ve ayak bilekleri açıktaydı. Buraların insanı değildi. Azize bir ayağının üstüne verdi bedeninin yükünü. Başını ağır ağır kaldıran kadını tanıyordu, yakından... Uzaktan. "Mama" diye fısıldadı. Yabancı ve içi boş bir kelimeydi bu. Zehrini akıtmak üzere bekleyen bir yılan yuva yaptı yüreğine. Ya da uyandı... "Ha bu kari..." Herkes tanıdı geleni. Ama cümlelerini tamamlayamadılar. Lisette zaman geçtikçe silikleşen buz mavisi gözlerini kapıdakilerin üzerinde gezdirdi. Bir kişide takılı kaldı bakışları. Altı yıl sonra gördüğü kızına gülümsedi aradığını bulmanın verdiği neşeyle. Ayağındaki sandaletleri sürüyerek kapının önüne yaklaştı. Sarı saçları omzuna dağılıyordu. Ufak bir hamleyle şapkasını geriye çekti. Daha net görüyordu şaşkınca bekleyen kızını. Azize'ye nutku tutulduğu nadir anları sorsalar, parmakla gösterirdi arabanın yanındaki annesini. Küçük kız bir rüyada olup olmadığını sorguluyordu. Altı yıl sonra, civcivler bile annelerinin yanındayken kendi annesi de çıkıp gelmişti. Ne yapmalıydı bu uzun ayrılık karşısında? İki yana açılan kollara yerleştirmeli miydi bedenini? Yoksa takınmakta pek maharetli olduğu o soğuk tavrını kullanmalı mıydı? "Sen unuttun beni?" Lisette Mehmet'le birlikteyken azıcık Türkçe öğrenmişti. Aklında kalan kelimelerden bir kaçını sarf etti kızına. Beklenti içindeydi. "Nein." Başını salladı Azize. Yıllardan yaş aldığı yüzündeki çizgilerden belli olan annesini unutmamıştı. Yine de ustaca yapılmış bir makyaj tabakası hâlâ canlı ve diri gösteriyordu kadını. Bir adım attı küçük taş parçalarının biriktiği betonun üstünde. Sonra beceriksizce yanaştı annesinin kollarına. Hafifçe başını omzuna koydu. Sırtını okşayan elleri hissetti. Gözlerini kapattı. Kalbindekiler o karanlık boşluğa yükselsin diye bekledi. Bir anneye sarılmayı bilmediğini fark edince, dudaklarına kederli bir gülümseme yayıldı. Onu görenler sandı ki, Azize annesini gördüğüne sevindi. *** Sehpanın üstüne konulan çay soğumuştu. Lisette sevmezdi çayı. Kahve içerdi, Mehmet'in çay sevgisiyle de alay ederdi. Anne kız yalnızdı odada. Selvi ve Emine dışarıdaydı. İçeriye girip de yapacakları ne vardı ki? Anlamazlardı bu kadının dilinden. Bir önceki gelişinde de uzak oturmuşlardı. Emine aklına ne gelirse söylemiş, arkasından konuşmuş, içini dökmüş, rahatlamıştı. Selvi kul hakkından korkuyordu. Müslüman olmayan birine de hakkını helal et arkandan konuştum diyemezdi. Bu sebeple susmak için kendini zorluyordu. Fakat o da Lisette'yi sevmiyordu. Rahime hanım çıktı evden. Bunca sene evladını görmeye gelmeyen bir kadına anne vasfını yakıştırmıyordu. Oğluyla yan yana gelmeseydi bari. Uygun olmazdı hiç. Zeynep de odasına kapanmıştı. Hamile haliyle sıkıntı edecekti kendine. Elindeki baston niyetine kullandığı sopayı sertçe yere vururken kat ettiği mesafenin uzunluğunun farkında bile değildi. "Bana kalsa almazdum seni eve. Dua et ki o kızum var idi. Anasından da ayıramam ya. Ana da ana olsa, altı sene geçti aradan. Ne aradi ne da sordi." Bir taş bulup oturdu. Ayaklarının altındaydı yemyeşil çaylıklar. Kara lastiklerine bakındı. Zeynep üst katta koridorda bir sağa bir sola yürüyordu. Aşağıda Azize'nin annesi vardı. Bunca zaman adı geçmeyen puslu bir hayaletti o kadın. Mehmet'in yolculuğa çıktığı gün gelmişti. Habersiz bir ziyaret miydi bu, yoksa bilenler var mıydı? "Of!" dedi yüzünü avuçlarının içine alıp. Azize'nin sabahki heyecanı geldi aklına. Annesinin geleceğini biliyor muydu? Ama öyle olsa görünce şaşırmazdı. Kızın şaşkınlığına herkes şahitti. Belki de geçip giden altı yılın ardından karşılaştıkları için nutku tutulmuştu. Bu ziyaretten haberi olması ihtimalini kaldırdı rafa. Geçip yerdeki sedire oturdu. Ayakta durdukça başı dönmeye, ayakları karıncalanmaya başlamıştı çünkü. Koca katta tek başınaydı, Mehmet de yoktu. Belki de iyiydi yokluğu, Lisette'yle karşılaşmamıştı. Karşılaşsa ve aynı çatı altında otursalar... "Olmaz... Olmaz çok ayıp!" Zeynep tırnaklarını kemirmemek için kendini zor tutuyordu. Kadının ne kadar kalacağından kimsenin haberi yoktu. Bir tek Azize anlıyordu onun dilinden. Akşama sorarlardı ona. Bir de Mehmet konuşabiliyordu o dili. "Tabi, konuş... Anlaşın siz aranızda, kimse bir şey anlamasın!" Tek başına söylenirken kıskançlığın pençesine düştüğünü fark etmesi biraz geç oldu. İrkildi oturduğu yerde. "Tövbe tövbe" dedi. Henüz kesinleşmemiş şeyleri kafasında kurup kendince konuşmak, hatta Mehmet'e küsmek de ne oluyordu? Tabi onun bu ziyaretten haberi varsa küsecekti. Kimseye bahsetmeyişine, herkesi şaşırtmasına kızacaktı. "Yok, tövbe. Mehmet yapmaz öyle şey. Neler düşünüyorsun Zeynep? İyice aklun gitti senun da. Tövbe estağfirullah!" Kalktı yerinden dikkatlice. Banyoya gidip abdest aldı, ensesini ıslattı. Odasına geçti biraz daha ferahlamış halde. Kenarları pembe plastikten olan el aynasından kendini görebileceği bir açıyla yatağına oturdu. Tıkılıp kalmıştı bu odada. Aşağıya inemiyordu. Bu ani ziyaretin ve belirsizliğin, evdeki herkesi yoracağını hissediyordu. Derin bir nefes alıp aynadaki yansımasına baktı. Aynalar, insana gözlerini gösterirdi. Gözler kimi zaman bir çocukluğu taşırdı. Çocukluk mahrum ve mahzunsa insan aynalardan kaçardı. Yutkundu Zeynep. Kaşları havalandı bir gerçekle yüzleşmiş gibi. "Kendimi düşündüm Azize. O, senin senelerdir özlemini çektiğin annen. Nasıl biri olursa olsun, bu gün geldi. Sana sarıldı. Belki de bütün özlemin dinip gidecek şimdi. Senin adına sevinmek yerine kaybetmekten korktuğum mutluluklar için bir korku çöktü kalbime. Aslında hep orada, bu gün dikenlerini batırdı bana. Ama kimseye bir şey demedim, demeyeceğim de. Senin yanında ağzımı açmayacağım. Umarım bu yaptığımla, hiç bilmediğin kabahatimi affedersin." Başındaki tülbendi çıkartıp örtünün üzerine koydu ve yatağa uzandı. Yorgunluğa, zamana ve düşüncelere iyi gelecek şeyi yapıp uyumaya koyuldu. *** Azize annesinin yüzüne bakıyordu sessizce. Kadın hayatına dair bir şeyler anlatıyordu. Bir evlilik yaptığını, sonra o adamla tartıştıklarını, annesinin hasta olduğunu, eskisi gibi eğlencelere vakit ayıramadığını ve bu seneki eylül ayında öldüğünü söylemişti. Azize bir kelimesini bile unutmadığı dilin, kıvrak harflerine aşinaydı hâlâ. Anlatılanları değil, kadının sesini dinliyordu. Gözünün önünden beş altı sene öncesi geçiyordu. Arkadaşları, öğretmenleri, eski evine dair anılar bu kelimelerde gizliydi sanki. Lisette'nin hayatına dair gelişen olaylar, Azize'ye boş vehimlerden başka hiçbir şey hatırlatmadı. Keyfi elinden alınan insanın mızmızlığı aksetmişti kadının yüzüne. İncecik biçimli kaşları daima havalanıyordu. Dolgun dudaklarını sağa sola çekiştiriyor, anlatmadığı bir şey kalmış mı diye düşünüyordu. Bu altı yılda kızına dair hiç anısı yoktu. Öyle ki çok sonra evladını özleyen bir annenin kimliğine büründü. Tırnaklarına kırmızı oje sürdüğü ellerini Azize'nin yanaklarına değdirdi. Özlediğinden, onu arayıp ulaşamadığından, kızın ne kadar büyüyüp güzelleştiğinden bahsetti. Mehmet'ten yakındı. Çocuğunu kaçırdığını söyledi. Ama anlattığına göre öyle meşguldü ki kızına iyi bakamazdı. Yani bir nevi Mehmet iyi olanı yapmıştı. "Konuşmuyor sen... Unuttun Alman?" Unutmak kolayca aşılırdı, yeniden hatırlanırdı bir şekilde. Azize doğru kelimeleri bulamayacak kadar şaşkın ve kırgındı. Özlediğini kimseye söyleyemediği, içinde hasretini büyüttüğü kadın karşısında bütün özgüveniyle kendi hayatından bahsediyordu. Bir anne gibi değildi. Uzakta kalan bir akraba, belki arkadaştı. Azize bir annenin neler yapabileceğini az çok öğrenmişti. Selvi yengesine bakıyordu mesela. Çocuklarıyla ilgilenen, yemek pişiren, kızan, seven, okşayan, öpen, varlığıyla huzur veren insanlar anne olurdu. Lisette bu niteliklere sahip değildi. Azıcık başını öne eğdi Azize. Belki daha çocuk olduğundan anlamadığını düşündü. Her anne aynı olmazdı, Lisette de başka türlü seviyor olmalıydı. Zaten Almanya'da da senede bir iki kez görüşürlerdi. Bu uzaklık normal sayılırdı onlar için. Hem arayıp ulaşamadığını söylüyordu. Telefon yoktu ya evde, babasına almaları gerektiğini söylemişti ama erteleyip durmuştu Mehmet. Çarşıdakilerin evinde telefon olduğunu biliyordu küçük kız. Alsalardı, annesini arayabilirdi. Gerçi babasına niyetini söyleyemezdi. Çocukluktan kalma bir alışkanlığı varsa Azize'nin, içindeki sandıkların kilitlerini elinde tutabilmesiydi. "Unutmadım" dedi başını iki yana sallayıp. Sonra koltuğa ellerini bastırarak annesine yaklaştı. Arıyordu o hissi, bulacaktı, bulmalıydı. Beklediğine, gizlice özlediğine değmeliydi bu kavuşma. Kadının göğsüne yaslayıp başını, kollarını bedenine sardı. Hayat maceralarının arasında adı hiç geçmemiş olsa da altı yılın ardından annesine sarılıyordu. Teselli aramanın küçük kalbine ağır gelen yanını görmezden gelmeye çalıştı. Bu kolların arasında, kadının sol kaburgasının altında o kutsal his olmalıydı. Babasının sorumsuzluğa ve boş vermişliğe olan kızgınlığını bilirdi Azize. Az konuştuğu zamanlarda bile sorumsuz bir anneye çocuk emanet edilmeyeceğinden bahsederdi. Küçük kız dünyada onun için uğraşan ve gözünü yanında açtığı tek insanı, babasını kızdırmamak için uzun uzun sorgulayamazdı. Ailesi boşanmış diğer çocukları görme fırsatı da olmuştu. Bunun normalleştiği bir ortamda yaşamıştı bir dönem. Annesinin yanına gidince yapılan gelişigüzel ikramları, bir çanta gibi götürüldüğü gezileri de keyifli bulurdu. Türkiye'ye gelene ve toplumun aile yapısını görene kadar üzücü olsa da normal bir hayat yaşadığını zannediyordu. Burada babalar ev için çalışır, anneler çocuklarla ilgilenir, akşam hep birlikte yemek yenirdi. Sohbet edilirdi ve çay içilirdi. Aileler kalabalıktı, dedeler nineler ve amcalar vardı. Yine bu düzgün toplumun içinde, adapte olmakta zorlanan Mehmet ve Azize'ydi. Bocalayan ruhları bir ipin üzerinde yürüyordu. Aile yapısı destekleri olmuştu. Onları salim bir caddeye çıkartmışlardı. Babaannesini, yengesini, Meryem teyzeyi, eşi öldükten sonra çocuğuyla ilgilenmekten geri durmayan Latif'in annesini bile gördükten sonra babasının kültür ve aile yapısını çabucak kavradı Azize. İki kişilik hayatlarında tesis etmeye ve kızına göstermeye çalıştığı düzen buydu. Fakat köyünden kaçan da Lisette'yle evlenen de Mehmet'ti. Aklı erdikçe sorguluyor, kişilerin haklılık paylarını hesaplamaya çalışıyordu Azize. Fazla üstüne gelirse de düşündüklerini özetleyen ters bir cevap veriyordu babasına. Tercihlerin ve değişen mekânların suçlusu değildi ki. Adapte olmak için elinden geleni yapmıştı ama hiç mi yara almamıştı? Hiç mi kâbuslarla cebelleşmemişti küçük dimağı? Büyüklerin tercihlerinin bedellerini ödediğini kavradığı yaşlardaydı. Zaman geçtikçe, kelime elbiselerini giyebilecekti düşünceler. İnsan annesini seçemezdi ama bir adam karısını seçebilirdi. Yalnızca bu sebeple bile davranışların farklılık göstermesi normaldi. Azize biraz daha sokuldu parfümle karışık sigara kokan kadına. Onu seçmemişti, varlığı kocaman bir bağdı aralarında. Kim ne derse desin, bu kadın ne kadar sorumsuz olursa olsun Azize birkaç dakika daha öyle kalacaktı. Kimsenin öfkesine de boş vermişliğine de kurban etmeyecekti annesini. |
0% |