@yesilkutuphane61
|
Zeynep sandığının başında oturmuş, çeyizindeki bebek patiklerine bakıyordu. Ne kadar da küçüktüler, hele sarmalayacağı ayaklar... Düşünmek bile kıpır kıpır ediyordu insanın içini. Sanki mis gibi bir koku doluyordu odaya. Renkler canlanıyordu. Hep böyle taze kalır mıydı bu sevinç? Hayır, bu gün bir buğu vardı pencerelerde. Minik bebeğin annesi, içli içli ağlamak isterken dişlerini sıkıyordu. Odasında minik bir canın sedasını duymayı her kadın isterdi. Yumuşak yanaklara dokunmak, minik bir burnun nefes alış verişini seyretmek, gün geçtikçe büyüyen bir hayatın peşinde koşturmak güzel bir düştü. Nimetti, hediyeydi. Zeynep'e de bu hisleri yaşamak nasip olmuştu. Fakat çomaklarını hazırlamış çenesi düşükler de çoktu. Er ya da geç, yorucu süreçlerden ve korkulardan sonra bir bebek haberine şükretmek yerine zamanını sorgulamak ne kadar ayıptı! Mutluluğun bir damlasını bile kana kana içen Zeynep'in sevincini baltalamak zalimlikti. Konuştuklarını biliyordum, diye geçirdi aklından. Hep konuşuyorlar, her adımımızı eleştiriyorlar. Susturamam onları, kulaklarımı kapatırım, odama çekilirim, sımsıkı sarılırım Mehmet'e, elimi tutar kimsenin görmediği yerlerde. Gıybetimi ediyorlar diye ağlamıyorum. Korkularım var, saklanmak istiyorum, kimsenin beni tanımadığı, sorgulamadığı, bilmediği yerlerde yürümek istiyorum. Yorgunum fakat yürümekten değil, sevinçlerimin önünü kesen uçurumlardan. Düğünümde atılan kurşundan, bir ay içinde Mehmet'in nükseden hastalığından, beklemekten, evime dönünce anne babamdan nefret görmekten, çay ikram ettiğimin arkamı dönünce ettiği sözden, bir bebeği severken ondan ayrılmaktan, bebeğim olacağını öğrendiğimde sevinir gibi yapıp üzenlerden, ince bir su gibi akıp içime yer etmiş korkulardan yorgunum. Meğer ne çok birikmiş içimde. Ben görmemek için başımı öne eğmişim ama tüm köylü konuşmuş. Annemin kulağına da gitmiştir, ondan dolayı soruyordu "torun sevmeyecek miyiz" diye. Her seferinde yüzümü çevirdim. Mehmet iyileşiyordu, mutluyduk birlikte. Azize pek sarılmazdı bana ama gülerdi yüzüme. En çok nankör olmaktan korkarım, çokça istemekten, doymamaktan. Eğer öyle yaparsam elimdeki de benden alınır zannederim. Bu yeni yaşamım bana kocaman bir lütufken, Mehmet beni seviyorken niye sabırla başka nimetleri beklemeyeyim de isyan edeyim? Hiç isyan etmedim Allah'ım, hiç sorgulamadım merhametini. İnsanlara kulaklarımı tıkadım. Bir adamın sol yanında bana yuva açtın, oraya sığındım. Şimdi bir can emanet ettin bana, ona da teşekkürüm sonsuz. Alma benden onları. Hırslı değilim, rahmetinden bir damlaya kanaatim var. Fakat büsbütün güllük gülistanlık değil içim. Kendi kabahatlerini hiçe sayıp, mutluluğum yüzünden hayatının mahvolduğunu düşünen bir babam var. Nefretini yük ediyor omzuma, nefret ediyorum bakışlarından. Kalbimi karartır böyle hissetmek değil mi? Rahime anne, annemden daha çok sahip çıkıyor bana. Zehirli söylemlerden koruyabileceğini zannediyor beni. Azize'nin annesinden üstün tutuyor. Üstünlük değil meramım fakat bazı hadiseler var ki tuz serpiyor yaralarıma. Kaybolup gittiğini sandığım korkularıma meşale tutuyorlar. Eskilerde sırtına sepetini, yüreğine gizli sevdasını almış, dilini susturup kalbine toprak atmış kızı görüyorum kuytularda. Yine boynum bükülecek gibi hüzünleniyorum. Her nimet benden gidecek gibi korkuyorum. İçimde ayrık otları var, biçtikçe çoğalıyorlar, belki gizliden büyütüyorum onları. Kır çiçeklerinin arasında yetişiyorlar. Zehirliyorlar toprağımı. Yine kabahat buluyorum kendimde, asılıyor yüzüm. "Ah Zeynep" diyorum. "Ah ki talan rüzgârlara hep açık şu virane kapın!" Biri var her şeye rağmen içeriye giren. Bilmiyor bile nereye geldiğini. Uzaktan görmüş, ne zaman olduğunu anlamamış ama sevmiş. "Rüzgâr da olur" diyor "çamur da. Haydi biz şuradaki tepeciğe çıkalım, birbirimize sarılalım." Tutuyorum elinden. "Bana sen öğrettin" diyerek gülümsüyor. Ben mi? Ben de umutla nimetlenmiş olmalıyım. Umut da nimettir ya. Böyle elimden gittiği zamanlarda anlıyorum. Şükrünü az etmişim! Başını sandığın kenarına koymuş usulca elini patiğin üstünde gezdirirken kapı açıldı. Gidişinin dördüncü gününde Mehmet girdi içeriye. Zeynep'i yerde görünce, yorgun yüzünde bir keder dalgası daha dolaştı. Kaşları çatıldı. Ne işi vardı yerde? Hüzünlüydü çehresi. Siyah gözlerine yağmur uğramıştı belli. Elindeki patikleri bıraktı bohçanın üzerine. Kalktı yerinden. Hiç konuşmadı, sesine uğrayacaklardan çekindi. Mehmet bir sandığa baktı bir Zeynep'e. Uzanıp sarılmak istedi, eli varmadı. Layık olmadığını düşündü. Oysa o an ikisi de muhtaçtı teselliye. Hiç konuşmadan, hoş geldin diyecek kadar bile oynatmadan dudaklarını kucaklaşmalıydılar. Zeynep bir adım attı. İnsan içindeki kuyuya düştü mü çıkmak zor olurdu, bilirdi. Mehmet hangi kuyudaysa, Zeynep de oradaydı. Yaklaşıp sarıldı adama. Sırtında kavuşunca kolları, o vakit güvende hissedebildi ancak. Niye böyle geciktin Mehmet? İhtiyacımız vardı sana. Dört gün ne kadar uzun geçtiyse, kavuştukları dakikalar da öyle kısa oldu. "Geldin nihayet" diye mırıldandı Zeynep. Başı hâlâ adamın kalbinin üstüne yaslıydı. "Çok uzundu yol." "Yoruldun o zaman?" "Çok..." İkisinin de gözleri doldu. Kendi içlerine ağlamak istediler. Birbirlerine hesap soracak da değildiler. Mehmet böyle sessiz gelmişse, alt katta sevinçten ağlayanlar yoksa Çiçek'i bulamamış demekti. Saklanmış zannedilen sırlara gözyaşı akıttılar bir süre. Sonra Mehmet geriye çekildi. Kaşları hâlâ çatıktı, Zeynep'inse başı eğik. Tutup çenesinden kaldırdı. Islaktı ikisinin de kirpikleri. "Dinlenebilecek miyiz Zeynep'im? Beri olacak mıyız tüm yorgunluklardan?" Umut dileniyordu sesi. Fakat beklediği cevabı alamadı. Dili tutulmuştu bu kızın. Ya da yanlış zamanda gelmişti adam. Kapısını çalmadan girmişti ya odaya, eşinin içe dönük mahrem düşüncelerine pat diye adım atmıştı. "Aç mısın?" "İştahım yok, yatayım biraz." Aslında sormak istiyordu Zeynep'e. Niye ağladığını, gözyaşına sebep olanı. Ama dili varmıyordu, zamanında kendince bir abilikle almadığı Almanya biletinin cezasını çekerken kimseyi teselli edemeyeceğini zannediyordu. Beceriksiz hissediyordu. Bu his heybesinden inmedikçe ağırlaşıyordu. Zeynep'in geriye çekilip yanaklarındaki ıslaklığı silişini seyretti. Sonra sandığın kapağı kapandı. Yatak örtüsünü çekti kız. Aslında bir duş alıp da girseydi şu yatağa, tertemiz çarşafları kirletmeseydi. "Tiksinir misin benden?" Zeynep duyduğunu idrak etmeye çalıştı bir süre. Düzelttiği yastığı yerine bırakıp kaşlarını çattı. Mahzun bakışlı adamın karşısına dikildi. "O nereden çıktı?" diye sordu. Cevap gelmeyince öfkelendiğini hissetti. Ortaya bir laf atıp susmak da neyin nesiydi? "Mehmet..." "Uzun yoldan geldim ya..." Boğazını temizledi adam. Kaçırdı gözlerini. Can atıyordu kat kat örtülerin altına girmeye. "Yıkanmadan yatacağım." Zeynep sıkıntılı bir nefes verdi. Oysa ne çok beklemişti Mehmet'i. Yıprandıktan sonra kavuşmak da böyle oluyordu demek ki. Başını salladı az bir hareketle. Sonra odadan çıkmak için kapıya yöneldi. Dinlenseler iyi olacaktı. Sonra konuşurlardı uzun uzun. "Zeynep..." Mehmet kolundaki saati çıkartacakken Azize'nin okuldan dönme saatinin geçtiğini fark ettiği için durdurdu Zeynep'i. "Azize nerde? Gelmesi lazımdı şimdiye dek. Aşağıda da göremedim." İkisinin de arkası dönüktü birbirine. Biri bilmediğinden, diğeri bildiğini dillendiremediğinden sustu bir süre. "Zeynep, Azize nerede?" Alçak perdeden çıkan ses yeterince gergindi. Yutkundu Zeynep, elini kapının pervazına yasladı. Kısa bir cümle de söylenebilirdi, uzunca izah da edilebilirdi. Bir kez daha adı telaffuz edilse, Mehmet'in endişesi buz gibi rüzgârlar estirecekti odanın içinde. "Annesinin yanında" dedi Zeynep kendini toplayıp. Dönüp baktığında Mehmet'in irkildiğini görebildi sarsılan omuzlarından. "Sen gittiğinde, annesi geldi." Ufak aralıklarla, odadaki havayı sakin tutmaya çalışarak kuruyordu cümlelerini. "Birlikte zaman geçirdiler biraz." Adam olduğu yere çakılmış halde dinliyordu. "Sonra o kadın..." Adını düzgün telaffuz edemediğinden söylemedi. Mehmet gelmeden gitmiş olması da bir şey değiştirmemişti zaten. Yine gerginlik, yine huzursuzluk... "Bu gün gitmeye karar verdi. Bir saat oluyor evden çıkalı." "Azize nerde Zeynep?" Mehmet'in bu hareketsiz sakinliğinden ürktü genç kadın. Söylemişti ya Azize'nin yerini. Annesinin yanındaydı işte. "Annesinin yanında" dedi sesinin duyulduğundan emin olamayarak. Mehmet'ten gelecek bir tepkiyi bekliyordu. Elini kapının pervazından çekip yatağın yanına yaklaştı. Bu hareketi yapmak kendi faydasına olmuştu. Çünkü adam yaydan çıkan bir ok gibi fırladı odadan. Geldiği gibi konuşmadan gitti. Dış kapıyı sertçe açıp duvara çarpmasına sebep oldu. Üstünde ince bir kazak vardı. Cebindeki cüzdanını henüz komodinin üstüne koymadığından, yol parası konusunda sıkıntı çekmeyecekti. Ayağına giydi ayakkabılarını. Arkasından seslenen birilerinin varlığını ya da kim olduklarını algılayamayacak haldeydi. Bacakları yürüme komutunu almış ilerlerken yeterli değil, dedi bir ses. Gidenlerin arkasından yetişmek için yürümek yeterli değildi hakikaten. Koşmak lazımdı. Ciğerleri patlayacak olsa da durmamak gerekirdi. Mehmet de köprüye kadar koştu. Annesinin yanında mıydı Azize? Annesi yolcuysa, sekiz yaşında bu köprüde veda ettiği kızı da yolcuydu. Köprünün başında, babası giderken Azize'nin gözyaşları içinde el salladığı yerde kesildi dizlerinin dermanı. Durdu hayalet anıları seyretmek için. Arabanın kapısı açılıyor, bir adam içine biniyor, küçük bir kız hem ağlıyor hem yalnızlıktan korkuyor, sonra uzun bir yolculuk başlıyor. Eline, yemeye kıyamayacağı bir çikolata tutuşturulmuş. Şimdi Mehmet'in ayağının altında da bir çikolata paketinin çöpü var. İçi boşaltılmış, ambalajı yırtılmış çöp anıların canlanmasına yardımcı oluyor. Adam sert bir tekme attı yere, kendine gelince. "Ben sana veda etme şansı vermiştim!" diye bağırdı. "Geriye döneceğimi ve beni bekleyeceğin süreyi söylemiştim!" İki gözünden birden yaşlar aktı. "Azize ben sana sarılmıştım be kızım! Bu baban hak ediyor her cezayı ama azıcık merhamet etseydin be yavrum." Dizlerinin taşıyamayacağı kadar ağırdı gövdesinin üstündeki yük. Köprünün paslı demir korkuluklarına dayandı. Dere gürül gürül akıp gidiyordu. Fabrika dumanlarının semayı kapladığı İstanbul'dan memleketine döndüğü gün, köyünün temiz havasını içine çekemiyordu Mehmet. Küçük kız her gelen arabada babası var zannederdi. Adam da yürüyüp yola çıktı. Aklı başından gitmiş gibiydi. İki şeritli yola baktı bir süre. Hangisinde Azize vardı? Saat kaçtı? Zaman hep bu köprüde mi duruyordu? Bir korna sesiyle kendine gelene dek kaybetmenin dehşetli çılgınlığı gezindi gözlerinde. Sonra yanında duran Murat yüz yirmi dört marka aracın tanıdık şoförünün söyleyeceklerini dinledi. "Mehmet ne haber adamım ya? Sen ne zaman geldun İstanbul'dan? Sabah çarşıya giderken senin kızla anasını da götürdüm. Taksi çağırmasınlar diye..." Gerisini dinleyemedi Mehmet. Kapıyı açtı, ön koltuğa oturdu. Rota belliydi, onlar nereye gittiyse oraya gitmek istiyordu. *** "İstanbul... Almanya'ya gidecek uçak kalktı mı?" Trabzon'dan havalanan uçak önce İstanbul'a gittiğinden kafası da sözleri gibi karışıktı Mehmet'in. Görevli, perişan haldeki bu adama yardımcı olamasa da ifadesiz kalmayı başaramadı. "Bu günün uçağı yirmi dakika önce kalktı beyefendi. Bir saat sonra yeni bir sefer var fakat biletler tükendi." Tükenen sadece bilet değildi, Mehmet’in umudu da yitip gitmişti. Kimse yoktu etrafta, valizi başında bekleyen birkaç adamdan başka. Ellerini çekti dayandığı vezneden. Düşürdüğü omuzlarını yüklenmiş ayaklarını sürüdü. Tozu dumana katan uçak, havalanıp gitmişti demek. Azize de gitmişti, tutmuştu annesinin elini. Hayırsız evlattım ya ben, cezamı çekiyorum diye düşündü. Fakat ne zordu evlatla imtihan olmak! Nasıl dönecekti köye? Çiçek yoktu, Azize de yoktu artık. Kapısı daima yeniliklere açılan odadan içeriye nasıl girecekti Mehmet? Henüz tazeydi Azize'nin sıcaklığı. Hiç soğumasın diye, kapısına kilit vurup oturmak mı lazımdı? Halasının yokluğunu nasıl koruduysa, küçük kızı da öyle mi korumalıydı? "Baba?" Bir kız sesleniyordu, tanıdıktı sesi. O uçağa binip de gitmemiş olsa, Azize'm derdi Mehmet. Dönemedi arkasına, güçsüz birkaç adım daha attı. "Baba, beklesene!" Rüya mı görüyordu ne? Başını çevirdi usul usul. Daha kurumamıştı gözündeki yaş. Fakat koşturup gelen, eteği ayağına dolanmasın diye çekiştiren Azize'ydi. Ayakları çivilendi olduğu yere. Rüzgâr estikçe dalında salınan yaprakların coşkusu yayıldı her zerresine. "Baba ne zaman geldin sen?" Neşeli ses doldu uğuldayan kulaklarına. Sonra iki küçük kol sarıldı bedenine. "Azize... Sen gitmedin mi?" Küçük kız başını gömdüğü yerden kaldırmadan boğuk kelimelerle bir şeyler anlatmaya başladı. "Annemi getirdim buraya. Vedalaştık, sarıldık, bana kahve içirdi. Sütlü ve şekerli olandan ikram etti. Acı olanı da kendine aldı..." Mehmet zar zor anlıyordu söylenenleri. Her şeyi bıraktı bir kenara, gürültülü bir kahkaha attı. Azize geriye çekilip şaşkınca baktı babasına. Biraz daha mesafeli bir tepki bekliyordu. Belki kızardı, belki de uyarırdı. Sonra adamın kollarının arasında buldu kendini. Ayakları havalandı. Havaalanında bekleyenlerin arasında, kimse yokmuş gibi döndüler kendi etraflarında. "Baba, ne yapıyorsun?" Bir yandan da kahkaha atıyordu Azize. Oysa annesini çok zaman sonra görecekti. Henüz ayrılmışlardı. *** "E sonra?" Sahilde, bir bankta otururken Azize annesini anlatıyordu Mehmet'e. Sakin bir dinleyiciydi adam. Tüm duyguları, olayları ve konuşulanları bilmek istiyordu. Kızına dair hiçbir detayı kaçırmamak için bakışları yüzüne odaklanmıştı. "Ben elma ağacının altında biraz oturdum. Mamaya bağırdım diye üzüldüm. Sonuçta herkes ölen civcivleri görmeyi sevmeyebilir. Zeynep abla da istemedi mesela. Çok yorgun ve kafam karışmış gibi hissettiğim için öyle yaptığımı anlayınca eve döndüm. Mama yatmıştı. Babaannemin yanına gitmedim. Kapıyı açıp yatağıma yattım. Mamanın arkası bana dönüktü, ikimiz biraz sıkışacaktık ama bir gece de olsa birlikte yatmak istiyordum. Kolumu atıp beline sarıldım. O da uyandı, belki de uyumuyordu bilmiyorum ki. Duvara doğru çekilip bana yer açtı. Saçlarımı sevdi. Özür diledim ve sorun olmadığını söyledi. Bazen büyükanneye bağırdığını ve kavga ettiklerini anlattı. Baba, büyükanne iyi biri olsaydı mama da yanımda kalırdı değil mi?" Bu soruya cevap veremezdi Mehmet. Başını denize çevirdi. Çatık kaşlarının altındaki kahverengi gözlerinden kısa bir mazi geçti. Çok defa elini uzatmıştı mağrur, mavi gözlü kadının saçlarına. Fakat yerinde duramıyordu, hep bir kaçmak hep bir saklanmak vardı fıtratında. Ona adım atmak suyun üzerinde yürümek gibiydi, boğulmaktı sonrasında. Peşine takılmak kaybolmaktı, onun teslim olduğu ve korkmadığı kalabalıklarla boğuşmaktı. Böyle dağınık ve kaçak bir hayat Mehmet'e bile fazla geldi. Hele baba olduktan sonra işler iyice çığırından çıktı. Azize’ye ilgi ve bakım lazımdı. Kaçmak, dilediğince yaşamak devri son bulmalıydı! "Uyandığımda çantasını hazırlamıştı. Gitmesi gerektiğini söyledi. Önce üzüldüm. Daha yeni gelmişti baba, altı yıl sonra gördüm onu ama dört gün ancak vakit geçirebildi benimle. Bana da onunla gidebileceğimi söyledi defalarca. Bütün yıl birlikte vakit geçirebileceğimizden söz etti. Hatta iki yanağımdan bile öptü." Azize tatlı bir dokunuş anımsar gibi parmağını yanağının üstünde gezdirdi. "Sen ne dedin peki?" "Aslında onunla vakit geçirmeyi, birbirimizi daha fazla tanımayı isterdim. Ama odamı ve ailemi geride bırakma fikri hoşuma gitmedi. Babaannem, yengem, arkadaşlarım, evim... Her şeyim köyde. Bir tek mama eksikti. O da bazen ziyaretime geleceğini söyledi. Bir yere ait hissettiğim için şanslıymışım. Ben de böyle düşünüyorum baba. Hiç alışamayacağımı zannettiğim günler olmuştu ama değişti hislerim. Buraya aitim ben. Öyle olmasam mamanın peşinden giderdim değil mi? Ama gitmedim. Hem bir gün gideceksem bunu senden gizli yapmam. Sana söylerim ve o zaman yolculuğa çıkarım." "Doğrusu bunu duymak içimi rahatlattı. Peki, özlemeyecek misin anneni?" Babasından böyle bir soru beklemiyordu. Bir iç geçirdi Azize. Bu sefer de onun gözleri çevrildi denize. "Özleyeceğim" dedi. "O buradaki kadınlar gibi değil. Yengeme benzemiyor anneliği. Ya da babaannem gibi karnımın aç olup olmadığını sormuyor. Ama bizim aramızda bir bağ var. Ona saygı duymam gerektiğini düşünüyorum. İçimde bir his, çokça kızgın olmam gerektiğini söylüyor. Keşke diğerleri gibi olsa annen diyor. Ama değil. Yıllar sonra geldi ve beni bırakıp gitti. Yine de... İyi ki geldi baba. Aklımda kalmadı yokluğu. Kendi gözümle gördüm onu. Beni alıp buraya getirdin diye sana da kızamadım mesela. Çokça sevileceğim bir yer evim oldu. Mama... Belki beni seviyordur ama ben de buradaki insanları çok seviyorum. O yine yılda bir iki kere başımı okşayacak kadar yanımda kalabilir. Sonrasında biraz daha tatil planı yapması gerekiyor." Mehmet, Azize'nin alaylı sesinden sonra dudaklarını birbirine bastırdı gülmemek için. Fakat yaşı küçük, ruhu büyük kız gülerken çekinmedi. "Mamaya küs değilim baba. Her şeye rağmen, onun kimsesizliği belki, içimde bir merhamet lambası yakıyor. Büyükanne öldü ve kocasıyla da boşanacak. Arkadaşları da yok..." Adam bir iç geçirdi. Lisette'ye yardımı dokunmazdı bu saatten sonra. Fakat iyi ve düzenli bir yaşantısı olmasını isterdi. Ve şaştı kendine. Sorumluluktan kaçan kadına hep öfkeliyken, şimdi onun yalnızlığını dinleyebiliyordu bir başka ağızdan. Nefret ya da kızgınlık yoktu içinde. Azize de küs değildi annesine. Kızın bahsettiği merhamet lambaları mı aydınlatmıştı Mehmet'in yolunu? "Merhamet lambası mı? Nereden öğreniyorsun böyle büyük lafları?" Çocuğun omzuna vurdu hafifçe. Sonra yan bakışıyla attığı gülüşünü seyretti. Cevabını beklemeden çekti kolundan, sıkıca sardı. Saçlarına uzun bir öpücük kondurdu. "İyi ki gitmedin Azize. İyi ki bırakmadın beni." "Dedim ya; senden habersiz gitmem bir yere. Önce sana söylerim, sonra giderim." "Acaba bu haber vermek biraz eksik mi kalıyor? İzin almak da olsun mu cümlelerinin arasında?" Küçük kız sarmalandığı kollara tutundu. Ufak kelime oyununu anlayan babasının yüzüne bakmadan omuz silkti. "İzin vermezsen ne yapacağım? Gitmem gerekiyorsa gitmeliyim. Ya sen izin vermezsen?" "Öyleyse vardır bir bildiğim. Ah ah! Sen şimdiden beni bırakmaya niyetleniyorsun." "Ama büyüyünce izin almama gerek kalmayacak ki baba. Herkes ben gidiyorum, diyor ve gidiyor. Sen de öyle yaptın. Büyükler izin almaz ki." Aferin Mehmet. Çok güzel babalık yaptın, kızına hakiki evlatlığı öğrettin. Büyümeye başladığında arkasından öylece bakacağını söylüyor nazikçe. Aferin sana, ananın deyimiyle kot kafali! "Bak mama bana ne bıraktı?" Azize oluşan birkaç dakikalık sessizliği dağıtmak için geriye çekilip elini eteğinin beline götürdü. Cebi olmadığından metal anahtarlığı, kumaşın ipine sarmıştı. "Anahtarlık mı bıraktı sana?" "Sıradan bir anahtarlık değil bu. İki yıl önce mama bizim evin önünden geçerken pencereden bir çocuk görmüş. Bir anlık umutla geriye döndüğümüzü zannetmiş. Bu kısmı ona birkaç kez anlattırdım baba. Beni hayal edip sevinmesi hoşuma gitti çünkü. Sonra apartmana girmiş ve bizim kata çıkmış. Ne yazık ki başka bir aileye ait ayakkabıları görmüş. Tam geriye dönecekken yaşlı Bay Felix kapıyı açmış ve birbirlerini tanımışlar." Azize bu kısımda kendine engel olamadı ve gözleri doldu. "Beni sormuş, veda etmeden gidişime üzüldüğünden bahsetmiş ve eğer mama yanıma gelirse bu anahtarlığı bana vermesini söylemiş. Şu elinde çiçek tutan kadına bak baba. Bir keresinde Bay Felix bunu karısına hediye ettiğini ve onun ölümünden sonra yanından hiç ayırmadığından bahsetmişti. Dokunmadan uzun uzun seyretmiştim. Yani bu sıradan bir anahtarlık değil. Hem yaşlı adam için hem de benim için çok büyük anlamlar taşıyor." Azize durgunlaştı. Gülümseyecek gibi oldu ama bir şey bunu engelledi. "Vay be" dedi Mehmet kollarını göğsünde birleştirirken. "Sağlam bir arkadaşın var. Çok şanslısın." "Bence değilim... Arkadaşım ölmüş baba. Onu bir kez daha göremeden bu dünyadan ayrılmış." Bu sefer ikisi birden başını denize çevirdi. Eve gidene kadar da geçmişten konuşmadılar. Mehmet'in Azize için Almanya'ya gitme planı vardı ama araya hastalık girince iptal olmuştu. Böylece küçük kız, yaşlı dostunu görememiş ve elinde metal bir anahtarlıktan başka hatırası kalmamıştı. *** "Hiç üzülmedin mi ananun gittiğine?" Yasemin çayırda otururken bulmuştu Azize'yi. Hemen gitmişti yanına. Hiçbir şey olmamış gibi davranmasını inceliyordu merakla. "Üzüldüm tabi ama yine gelecek ya..." "Sen da bir garipsin. Kari bir anda geldi, bir anda gitti. Ne sevinebildin ne üzülebildin arkasından." Azize yanlışlıkla bir çiçek kopardı yerden. Mayıs ayının yerdeki renklerine el uzatmayı sevmezdi. Bütün kış baharı beklemişken, o nazenin yaprakları yolmak da neyin nesiydi? Başını kaldırıp önünde uzanan çaylığa baktı. Ağaçların muhafızlığını yaptığı derenin sesi geliyordu kulaklara. "Şu derenin sesi, müziklerden daha güzel değil mi?" "O da nerden çıktı?" "Hiç..." Yasemin sıkılıp ayaklarını uzattı. Bazen anlayamıyordu arkadaşını. Kafasının içine, o büyük metal el fenerleriyle bakmak lazımdı. Ancak o zamanlar, bu durgun kelimeleri anlam kazanırdı. "Biliyor musun Yasemin, kendimi teselli edebileceğim bir haber almıştım. Ama o da gerçekleşmedi." "Ne haberi?" "Boş ver artık bir önemi yok." Halasının gelemeyişinden söz ediyordu elbette. "Of Azize sen da... Hiç, boş ver, önemsuz... Bazen hiç konuşulmuyor senle. Nasıl anlayacağım ne demek istediğini?" Yasemin'in sabırsız ve çabucak sinirlenen kimliğini bildiğinden, ona sezdirmeden güldü Azize. Ah benim arkadaşım, konuşulmayacak benimle. Konuşma da zaten. Biraz bırak beni. Yakama vedaların, güç yettiremediğim ayrılıkların eli yapışmış. Daha iyi anladım imkânsız olanları. Bana zulüm ama mamaya hak verdim. Ona hiç anne demedim üstelik. Anne desem anlamaz, ben bilirim böyle seslensem ona yakışmaz. Bir ziyaretçi, arkadaş, özleyeceğim kadın olabilir o. Dilimde hesaba çekilmeyeceğim bir kelime vardı. “Mama!” Babamın yanında defalarca kullandım ama hiç uyarmadı. Belki o benim aradığımı bulamadığımı anladı. Mama, Alman yanıma ait olsun. Ben yine annesizim. Üzülmüyor muyum? Kan ağlıyor içim. Fakat yatağıma yatınca, o sigarayla karışık parfüm kokusu hoşuma gitmese de çarşaflarımı değiştirmediğime pişman olmayacağım. İyi ki geldi, iyi ki gördüm onu. Aklım bana hiç veremeyeceği, onun da almadığı şefkatinde kalmadı. Özlemin bilinmezliğe karışıp artan sancısı dindi. "Sana deyirum!" Azize irkilerek sıyrıldı düşüncelerinden. Yasemin öyle sert dürmüştü ki kolunu, canı yanmıştı. "Ne diyorsun ya" diye çıkıştı. "Dinlemeyisan gidiyorum ben. Senle uğraşamam." "Bekle, ben de gidiyorum!" "Beklemiyorum!" Yasemin koşturmaya başladı. Patika yolu inip bir zamanlar küçük bir kızın atlamaya çekindiği suyun üstünden atladı. Azize ettikleri kavgayı umursamadan peşinden gitti arkadaşının. Değil yarına, akşam ziyaretine gitse bile güle oynaya oturacaklarını biliyordu çünkü. *** Sessiz yendi akşam yemeği. Herkesin aklı başka yerlerdeydi. Hasan bey gidiş dönüşü hakkında hâlâ suskundu. Başı önde, çatık kaşlı bir ifadeyle yemeğini yiyip kalktı sofradan. Kapının önünde bir çay içti. Yanına yaklaşana homurdanarak cevap verdi. Sonra odasına geçti. Bu gece sorgu sual biraz çetin geçecekti. Konuşacak takatini de sabrını da Rahime hanıma sakladı. Azize erkenden odasına geçti. İnsan ne garip varlıktı böyle. Alışıyordu birkaç gecede varlığını sevdiklerine. Halasından sonra annesi de ayrılmıştı bu odadan. Azize sonsuza kadar bu odada yaşayacağını ve her gelenin gideceğini hayal etti. Tutsak prenseslerin masalları fazla meşgul ediyordu zihnini. Fakat masalların sonunda mutluluk vardı. Azize yolun sonunu görmeden uykuya dalacak kadar yorgundu. Başını yastığa koyup gözlerini kapattı. Birkaç dakika içinde sırılsıklam oldu yanakları. Bu kendine tarif edemediği bir ağlama şekliydi. İlk zamanlar hastalığa benzetirdi. Hiçbir belirti yokken ortada, gözlerini kapatıyordu. Ve iradesi dışında, üzülmediğini zannederken gözyaşları akıp gidiyordu. Yaz günlerinde, etraf sessizken atıştıran yağmur damlalarından farkı yoktu. Mehmet sıcak bir duştan sonra geçti odasına. Elindeki havluyla bir süre saçlarını kuruladı. Zeynep arkasını dönmüş yatıyordu. Uyumuyordu ama konuşmak da istemiyordu. Mehmet konuşmadıysa, gidip döndüğü süre içerisinde sessiz kaldıysa o da aynısı yapabilirdi. Bunun için de kendini hiç zorlamadı. Gönlü çekmiyordu. "Işık açık kalsın mı biraz daha?" Adamın sorusu cevapsız kaldı. "Hemen uyuyacaksan kapatayım." "Uyuyorum ya zaten" diye çıkıştı Zeynep. "Hı hı belli..." Havluyu sandığın üstüne koyup yatağın kenarına oturdu. Yüreği ağzına gelmişti bu gün. Neyse ki Azize alt kattaydı hâlâ. "Bu sene para biriktirip amcamdan evdeki haklarını satın alacağım." Bu akşamın gündemi bu olmamalıydı tabi ama giriş gelişmeyi anlatmadan sonucu söyleyivermişti. Zaten ev halkı da alışıktı Mehmet'in bir anda aldığı kararlara. Şaşkınlıkları uzun sürmezdi. Gerçi uzun zamandır bunu söyleyip duruyordu ama elinde birikmiş parası yoktu. "Bu katta bir tane odamız var. Amcamın haklarını alınca bir oda bir salon daha ekleniyor. Azize de yukarıya gelir, kardeşini de yanına alır..." Makul bir fikirdi kendince. Boşluğa onaylayan bir bakış attığında, Zeynep hareketlendi. "Şimdi bunu konuşmanın zamanı mı Mehmet?" Doğruldu yattığı yerden. Sırtını koyu ahşap yatak başlığına yasladı. Saçları pembe geceliğinin üstüne dağılmıştı. Sırtı dönük adama bakmıyordu inatla. Sesi sertti. "Ben konuyu şimdiden açayım, amcama da biraz fazla para vermek lazım. Sonra da odaları dayarız döşeriz. Uzun zamandır aklımdaydı bu fikir, abim de düşünüyor aşağıdaki odaların yetmediğini. Destekleyecek beni. O da mustarip bu dağınıklıktan. Çocuklar büyüyor. Azize'ye güzel bir kütüphane de..." "Ya Mehmet inadına mı yapıyorsun?" Kendine hâkim olamadan bağırdı Zeynep. Sonra kenetledi dudaklarını birbirine. Sesi de titremişti değil mi? "Kaç gündür ortalıkta yoksun, halin perişan. Benim içim bin parça. Yine de nasıl düzeliriz diye tek kelime etmiyorsun. Dinlemiyorsun bile kimseyi. Aklın... O kadar dağıtmışsın ki kendini..." Dizlerini karnına çekip üstüne dirseklerini yasladı. Yüzünü kapattı on parmağının arasına. "Beceriksizliğimle baş etmeye çalışıyorum" dediğini işitti Mehmet'in. "Sormasam söyleyecek miydin Çiçek'i bulamadığınızı?" "Kimden öğrendin?" "Azize söyledi. O senin aksine düşünüyor etrafındakileri. Üzülmeyeyim diye paylaştı sırrını." "İyi yapmış..." "Bu kadar mı?" "Ne bu kadar mı Zeynep? Mahvoldum bu gün, öldüm öldüm dirildim. Daha fazlası olmadığına şükrediyorum. Evet, bu kadar. Böyle kalsın her şey." Mehmet daha ses alamadı arkasındaki Zeynep'ten. Aynı odada habersizlerdi birbirlerinden. Kalkıp yerinden, ışığı kapattı. Sonra da dönüp arkasını yattı. Günlerin yorgunluğunu uyuyarak atmaya niyetlendiyse de başaramadı. |
0% |