@yesilkutuphane61
|
Hava sakin, insanlar telaşlıydı Samsun'da. Kezban halanın misafiri gelecekti. Karşı binada oturan ve eşinin işi sebebiyle üç yıldır Almanya'da yaşayan komşusu için hazırlık yapıyordu. Kolay kolay telaşlanan biri değildi ama gelecek misafirin kendini beğenmiş bir fıtratta olduğunu bildiğinden, kusur görülecek bir unsur bırakmak istemiyordu etrafta. Vitrindeki el dokuması dantellerden, masanın üstündeki örtülere kadar düzeltti. Çatal bıçak takımlarını çıkartıp gümüşleri parlattı. Evi baştan aşağıya yeniden temizledi. Dışarıya çıkıp, hazırladığı ikramlara ek olarak kurabiye bile aldı. Bunları öylesine hızlı ve kuvvet uygulayarak yapıyordu ki yorgunluktan bedenine yerleşecek ağrıları akşam yatınca fark edecekti. Normalde okul dönüş saatini takip eder, Azize'yi camda beklerdi mutlaka. Bir emanetin yükü vardı omuzlarında ve dakik olmak, vicdanını bir nebze rahatlatıyordu. Fakat bu gün o kadar dalgındı ki kızı, ancak zile basıldığında hatırladı. Koşturup kapıyı açtı. Karşısında duran saçı dağılmış, rengi solmuş Azize'yi kolundan tutup içeriye çekti. "Hoş geldin" dedi aceleyle. "Hemen ellerini yıka, o sırada sana yiyecek bir şeyler hazırlayacağım. Sonra yarım saat içinde yıkanıp elbiselerini giymen ve hazır olman gerekiyor. Tamam mı? Yorgun gözüküyorsun gerçi ama bu gün biraz dik durmalısın." Kızın omuzlarını tutup eğri bir demiri düzeltmeye çalışır gibi kuvvet uyguladı. Azize şaşkınlığından sıyrılamadan dikleştirdi omuzlarını. "İşte böyle" diye mırıldandı Kezban hala. "Bir yere mi gideceğiz hala?" "Hayır, misafirlerimiz gelecek. Her şeyi hazırladım. Bir tek sen kaldın geriye." Duydukları Azize'yi memnun etmemişti. Bu gün gerçekten yorgundu ve misafirler için hazırlanamayacaktı. "Ben odamdan çıkmam hala, hem ödevlerim de var zaten. Söyleme evde olduğumu." "Olur mu öyle şey" diye çıkıştı kadın. Dönüp arkasını mutfağa girdi. "Hem gelenlerin seni görmesi şart!" "O niyeymiş?" Kezban hala bu gerekçeyi sununca meraklandı Azize. Yoksa köyden gelenler mi vardı? Babaannesi, dedesi, belki... Olur ya babası... "Çünkü kibirli insanları ağırlayacağız. İki üç yıl Almanya'da yaşamış ve bunu uzun uzun anlatıp çalımlı çalımlı oturacak komşum gelecek. Yaptığım hazırlıklarla ağzına laf vermeyeceğim gibi, herhangi bir görgüsüzlüğünde senden yardım alacağım. O memleketi iyi bilirsin sen. Bilirsin değil mi?" Kezban hala bir tabak koydu sofraya. Azize'ye oturması için işaret etti. Kız ellerini yıkamayı bile unutmuştu. Misafirin köydekilerden biri olmadığını öğrenmek de hevesini kırmıştı zaten. "Ben bilirim de... Sen bu kadar hazırlığı komşun için yaptığından eminsin değil mi?" "Tabi ya, kimin için olacak başka?" "Hala sen bu kadını sevmiyorsun belli ki. Kibirli biri olduğunu söylüyorsun ama bir sürü hazırlık yapmışsın. Madem hoşlanmıyorsun, niye davet ettin?" Kezban hala, kızın bu tespitine gülmemek için kendini sıktı. Karşısında sevdiğine yanaşan, sevmediğinin yüzüne bile bakmayan Azize varken bu davet elbette sorgulanacaktı. Önce açıklamak istedi. Dışarıda karşılaştığı komşusunun ayaküstü kendini davet ettirmesini, bunu kibirli bir edayla yaptığını anlatabilirdi. Bu davetin kadınlar arası bir gösteriş savaşı olduğunu, Azize anlayabilir miydi acaba? Vazgeçti Kezban hala, büyükler arasındaki bu çekişmeli ve kimin kazanacağı belli olmayan oyundan küçük yeğeninin haberi olmasa da olurdu. Bu akşam bir araya gelip, ellerindekini anlatacak sonra da akşam kendi yalnız ruhlarının eksikliklerini nasıl tamamlayabileceklerini düşüneceklerdi. "Oyun işte" diye mırıldandı kadın, buruk bir tebessümle. Azize'nin sırtını sıvazlayıp çabucak yemesini söyledi. Bu güne dek biriyle savaşa girip pes ettiği görülmemişti. Komşusuyla anladığı dilden konuşmak istiyordu. Sakin ve olaysız geçen günlerin ardından, bu konuk ona keyif verecekti. Azize, düşünceler eşliğinde yemeğini yedi. Ne tadına vardı, ne normalden yavaş çiğnediği lokmalarına bir zaman saydı. Şu sıralar bir öğretmeni tarafından inancı sorgulanıyordu. Hatta hakaret işitiyordu. Pozitif ilimlerden başkasına inanmayan biyoloji öğretmeni, sene başından beri fırsatını buldukça bilimden başka bir hakikat olmadığını söylüyordu. Azize kâinata yerleştirilmiş kanunların gözle görülür gerçekler olduğunu elbette kabul ediyordu. Ama öğretmen yalnızca bilime ve maddiyata inandığını söyledikçe, manevi gerçekleri reddettiğini öğrencilere hissettiriyordu. Henüz üçüncü haftada Azize, maneviyatın ve inancın en büyük hakiki gerçek olduğundan bahsetti kadına. Çünkü artık bu redde kızmak ve doğruları haykırmak geliyordu içinden. Yaratılanı anlatıp, övüp de yaratana inanmamak nankörlüktü ve öğretmen bunu çok rahat ve kaygısız bir tavırla yapıyordu. Azize, düştüğünde kaldıran, karanlığı meleklerin varlığıyla yalnızlıktan kurtaran, her bahar mevsiminde yeryüzünü güzel bir sergi gibi açıp envaiçeşit nimeti, çiçeği, böceği yaratan birine ulvi bir inançla bağlıydı ve ne pahasına olursa olsun her seferinde öğretmenin karşısında duracaktı. Bu gün de bir tartışma yaşanmıştı. Öğretmeninin meydan okuyan bakışları karşısında dik tutmuştu başını. Yağmurdan bahsedilirken, yağmuru indirenin inkâr edilmesine sessiz kalmayacaktı. Keyfi bir muamele ile düşecek notları umurunda değildi ama kutsal bildiğine dil uzatılmasıyla zihnen yoruluyor ve üzülüyordu. Yine de halasının dediği gibi bir duş aldı, saçlarını tarayıp kendine geldi. Ne de olsa bir dahaki derse dinç bir zihinle katılmalıydı. Öğretmeni ikna etmek değildi niyeti, çünkü kadının inatçı ve pervasız tavırlarından, hür iradesiyle cehalete razı olduğu anlaşılıyordu. Azize doğru bildiğini anlatacaktı, Davut hocadan öğrendiklerini, bir ruha gıda olan kelimeleri söyleyecekti. Sindirim sistemini anlatırken, aslında insanın kendi vücuduna bile bir müdahalesi olamadığını ve sistemi işleten başka bir kudretin varlığını fark edemeyen bu kadının karşısında konuşmasının tek sebebi buydu. Dolabın karşısına geçip nemli saçlarını omzunun üstüne attı. Üstünkörü bir bakış attı etrafa. Elbiseler, kıyafetler, renkler... Karnı da toktu, müsaade olsaydı da biraz uyuyabilseydi. Ya da bir bardak çay içebilseydi. Evet, güzel olurdu. Köyde kapının önünde oturup temiz havayı soluduğu günleri hatırladı. İki aylık bir hasret vardı şimdi aralarında, görkemli ceviz ağacıyla. Oysa dağın bağın yeşili yansısaydı gözlerine, pırıl pırıl olsaydı bakışları yine. Bir iç geçirdi, keşke bu günün misafirleri köyden gelenler olsaydı. İki hafta önce olduğu gibi, yine kapıyı çalsaydı dedesi. Of'tan sarı kurabiye de getirmişti üstelik. Sohbet ederken yemişlerdi birlikte. "Azize!" Hala bağırınca sıyrıldı düşüncelerinden. Elini dolapta asılan elbiselerin arasında dolaştırdı. Kahverengi, bordo, koyu yeşil... Sonra gülümseyip bir köşede katlı duran çiçekli basma elbiseyi eline aldı. Ufak kırmızı çiçekler, siyah renkli kumaşın üstündeki uğur böceklerine benziyordu. Babaannesiyle dikmişlerdi bu elbiseyi. Aslında etekleri pileli, kolları düğmeli bir elbise daha çok hoşuna giderdi. Çünkü Emine yengesi Gülcan'a öyle dikmişti. Kızın üstünde görünce özenip, belki de ilk kez yengesinden böyle bir ricada bulunarak aynı model elbise istemişti. Fakat birkaç mırın kırınla başka işleri olduğuna dair cevap almıştı. Üzülmekten çok kendine kızmıştı Azize. Birinden bir şey istemek de şart mıydı? Giyerdi çarşıdan ne alınıyorsa. Zaten artık o model elbise görünce aklına reddedilen isteğinin mahcubiyeti geliyordu. Babaannesi bu istekten haberdar olunca kızı yanına çağırdı. Elindeki kumaştan elbise dikeceğini söyledi. Ölçü aldı ama öyle şekilli bir kıyafet ortaya çıkartamayacağını peşinen dile getirdi. O gün epey eğlenmişlerdi. Azize kötü bir düşünceye kapılmamaya çalışırken haylazlık yapıyor, babaannesini gıdıklıyordu. Kadın da kızın yüzüne kumaş parçaları atıyordu. Hasan bey odadaki şen şakrak sesleri duydukça keyifleniyor, nene torunun neşesini bozmamak için yanlarına girmiyordu. "Hazır mısın?" Yine halanın sesi duyulunca elbisesini tutup gülümsedi Azize. "Hazırlanıyorum" diye bağırdı. *** Bu komşudan eksik bile bahsetmişti hala. Yaklaşık bir saattir aynı ortamda oturuyorlardı ve Azize kurtulmak isteyen gözlerle etrafına bakınıyordu. Önündeki ikramlıklarla oyalandı bir süre. Lezzete odaklanmaya çalıştı. Kurabiyeler taze, sarmalar lezzetliydi. Fakat kulaktı bu, duyuyordu konuşulanları. Bir de kızı vardı kadının, Azize'den bir iki yaş büyüktü. Sanki dünyaya konuşmak için gönderilmiş gibi hevesle annesinin söylediklerine katılıyor, büyüklerin sözünü bölerek konuşmaya dahil oluyordu. Çat pat öğrendikleri Almancayla cümle kurmaya çalışıyor, oturdukları semtten ve edindikleri arkadaşlardan söz ediyorlardı nefes almadan. Azize'nin bazen gülesi geliyordu, yanlış telaffuz ettikleri kelimeleri düzeltiyordu. Biraz utanan sıkılan insanlarla karşı karşıya olsa bunu yapmazdı fakat halanın onu haberdar etmediği bir savaşa çoktan katılmıştı. Misafir kızı kıyafetine eleştiriyle baktığında, hiç istifini bozmadan dilediği gibi giyinebileceğini söylemişti Azize. Tabi güzel bir Almanca kullanarak. Her kelimesini anlayamıyorlardı ve kadının, saçındaki buklelerle oynayıp kabarık kollu gömleğini çekiştirmesinden rahatsız olduğu anlaşılıyordu. Bir ufak kutu çikolata getirmişlerdi Kezban hala için. Kadın teşekkür etti yarım ağız. "Yesene, çok lezzetlidir. Babam bana her gün alır" diye normal davranmaya çalışarak Azize'ye ikram etti misafir kızı. Çayından bir yudum alırken üstünkörü bir bakışla kutuyu süzen Azize'yi maalesef tanıyamamış ve ne anlatsa onun ilgisini üstüne çekememişti. "Ben bunları sevmem" dedi Azize. "Fındıklısı daha çok hoşuma gider. Kaliteli ve pahalı olan da odur zaten. Babam da bana ondan alırdı sürekli." Temelsiz bir kibri yıkacak kadar dikti omuzları. Misafirlere de pek fazla söz bırakmadı. Çikolatadan elbiseye, okuldan semte kadar Almanya Azize'nin aklındaydı. İlk başta o bile şaşırmıştı kendine, istifini bozmamıştı ama çocukluğunun geçtiği parkları özlediğini fark etmişti. Niye bir komşu kızından, doğduğu ülkeyi dinleyecekti ki? Kıskanmadığını söyledi kendine ama yabancı birinden işittiklerini kabullenip omuzlarını da düşürmeyecekti. Hem artık çikolatalar da ilgisini çekmiyordu, nereden gelmiş olurlarsa olsunlar. "İzninizle" dedi nihayet "benim ders çalışmam lazım. Odama geçeyim." "Evet, kızım sen çalış dersini. Hemşire olmak da kolay değil. Hayırlısıyla tamamlarsın okulunu, gururlandırırsın bizi." Azize, Kezban halayı tanımasa onu daima kibar ve sevecen tavırlı biri zannederdi. Gülesi geldi kadına bakarken ama tuttu kendini. Ne de olsa sabahtan beri bu sahneye hazırlanıyordu, bozmak olmazdı. Ayaklandığında komşu kızına verdi dikkatini. Ülke değiştirdiği ve dil öğrenme sürecinde olduğu için okul konusunda sıkıntı çektiğini kısa bir cümle içinde söylemişlerdi. Her ne kadar bunun üstesinden kolaylıkla gelebileceklerini anlatıp aldıkları maaşa konuyu getirseler de Azize, kızın ilk kez bir konuda sıkıntıya düştüğünü fark etmişti. Belki kibirli ve gösteriş seven bir karakterleri vardı. Onlar anlattıkça Azize ve halası sözlerine ehemmiyet vermeyerek, gururlarını kırmışlardı. Ama biri elinde olmayan bir konuya üzülüyorsa, Azize o kişinin üstüne gitmeyi uygun görmezdi. Bir zamanlar ülkesi ve yaşamı değişen, tesellisi olmayan gurbete doğrı yolculuğa çıkan küçük bir kız tanıyordu çünkü. Onun da okuldaki ilk yılı zevkli ve muhteşem geçmemişti. Diğer öğrencilerden fazla çalışması gerekmişti. Kızın karşısına geçip elini uzattı. "Tanıştığıma memnun oldum, umarım dili çabucak öğrenip öğrenimini tamamlayabilirsin." İki kadın da şaşırdı en az misafir kızı kadar. Kısa bir an tüm kötü hisler defedildi odadan. Uzatılan el sıkıldı, ufak bir tebessüm kondu yüzlere. Sonra Azize odasına geçti. Uzun ve yorucu bir günün ardından sırtını yatakla buluşturdu. Ne ders çalışacak akıl kalmıştı ne kalem oynatacak kuvvet. Neyse ki yarın biyoloji dersi yoktu! *** "Ama rengi ne fena oldu gördün değil mi?" Hala ekmeğin üstüne tereyağı sürerken keyifle salındı yerinde. Aklı hâlâ dün olanlardaydı. Azize’nin kültürlü tavırlarıyla da gurur duyuyordu. Kültürlü çocuk, hamurunda asalet var. "Yine de iletişimi kesmeniz daha iyi olur" dedi Azize. "Yani... Karışmak için söylemiyorum ama huzursuz bir akşamdı. Bir şey kazanmadık ama çokça vakit kaybettik." "Merak etme, ay sonunda gidiyorlar. Bir sene daha görüşmeyiz." Azize kendini ifade edemediğini düşünerek vazgeçti konuyu uzatmaktan. Tabağındaki zeytinlerden birini ağzına attı. "Böyle çeşit çeşit insan çıkacak karşına. Nasıl davranacağını da onlarla yaşayarak öğreneceksin. Ha şart mı diye soracaksın, değil. Ama ben ömrünün ahirinde bir kadınım, biraz rüküş tokatlamaktan keyif alıyorum. İnsan cebine para girince karakter kazanmış olmuyor. Duruşu ve görgülü tavırları onu toplumda yüceltir. Gördün değil mi? Senin için güzel bir tecrübe olsun bu da. Biz bir takım marka kıyafetle gözü boyanacak insanlar değiliz. Gerçi sen de başka bir elbise giyebilirdin." "Babaannemle diktik o elbiseyi, bahsetmiştim" dedi, dün tartışmaya başlamadan konuyu kapattığını hatırlatmak istercesine. "Bol bir kazak ve İspanyol paça pantolon giyebilirim, tüm arkadaşlarım öyle giyiniyor. Sarı saçlı, pamuk tenli bir arkadaşım var. Gerçekten, kız öyle beyaz ki. Ama çirkin değil, hokka burunlu, badem gözlü bir güzel. O bile elbise giymiyor, gökyüzü gibi mavi kazakları var." "E sana da öyle kıyafetler alalım Azize. Defalarca alışverişe gitmeyi teklif ettim ama kabul etmiyorsun ki." "O niyetle söylemedim" dedi Azize çatalını bırakıp. "Hangi elbiseyi giyersem giyeyim, günümüz modasında kıyafetlerim farklı görülecek. Bunu anlatmak istedim. Ben dolabımdakileri seviyorum. Köyün kokusunu taşıyorlar sanki. Kahverengi keten elbisemi biliyorsun değil mi? Onunla toprağın üzerine oturduğumda hiç de yabancı biri gibi gözükmüyorum. Ben de bir parçasıyım sanki memleketin…" "Ama burada yabancı karşılandığını söylüyorsun." "Evet, burada öyleyim. Gerçekten de öyleyim." Bunu duymak halayı biraz üzdü. Azize'nin zamanla alışacağını zannediyordu fakat aklı hâlâ köyünde olan kızın yüzü bir türlü gülmek bilmiyordu. "Dönmek mi istersin? Köye yani..." "Ah hayır, okulumu bitirmem gerekiyor." "Ama mutsuzsan..." "Hala, yabancılık ve mutsuzluk iki farklı yerde içimde. Mutsuzluktan konuşmayayım. Fakat yabancılık… Mesela arabalara, trafiğe, kalabalığa, farklı şehirden gelmiş insanlara hâlâ yabancıyım. Ama bu yabancılık, tanıdıklarımı kıymetli kılıyor. Köyde içtiğim akşam çaylarını, evine gittiğim insanların kaygısız ikramlarını daha çok seviyorum. Sana değil lafım, az çok anladım senin niyetini. Fakat dedin ya, böyle insanlardan çok var diye. Keşke daha az karşılaşsak hala. Mustafa gibi, Yasemin gibi, Latif gibi insanlar çıksa karşımıza." "Anlıyorum" dedi düşünceli kadın. "Fakat elimden hiçbir şey gelmez" diye ekledi tüm dürüstlüğüyle. Bir süre sonra telefon çaldı. Arayanı az çok tahmin ettiklerinden, Azize kalktı yerinden. Gidip salondaki ahşap ayaklı, sütlü kahverengi koltuğa oturdu. Sehpanın üstündeki telefonun ahizesini kaldırıp kulağına yerleştirdi. Hemen yanında süzülen tülün ardındaki sokağa çevirdi gözlerini. Birazdan, köyün sessizliği dolacaktı kulaklarına. "Alo... Azize, sensin değil mi?" "Benim baba" dedi telefondaki heyecanın aksine sakin bir tonla. "Nasılsın?" "İyiyim, sen?" "Ben de iyiyim. Okula gitmeden aramak istedim. Sohbet ederiz diye düşündüm. Havalar nasıl? Üşüyor musun okula giderken? Harçlığın bitti mi? Oraya gelen bir arkadaşım var, bir kutu göndereceğim sana. İçinde ufak tefek bir şeyler var. Bir zarf da koydum, biraz harçlık yolladım. Aslında ben de gelecektim ama bu hafta olmaz. On gün sonra gelirim ancak. Biliyor musun, nihayet bir araba almaya karar verdik. Babam destek olacak biraz, amcalarının haberi yok henüz. Babaannenin de hoşuna gitti bu fikir. Çarşıya inerken sürekli başkalarının arabasını kullanmaktan hoşlanmıyordu." Babasının konuşmaya susamış halini fark etmeden dinliyordu Azize. Köyden bahsedilse hep dinlerdi. "Dinliyorsun değil mi? Vaktin var mı?" "Evet, dinliyorum. Anlatabilirsin. Sevindim bir araba almana." "Belki sana da sürdürürüm." "Sahi mi?" İşte bu teklif dikkatini çekmişti Azize'nin. Bir mırıltıdan daha yüksek çıktı sesi. "Neden olmasın? Köyün içinde, sürmeyi öğreneceğin bir sürü boş alan var. Hem ben yaşlandığımda ve güçten düştüğümde arabayı kullanacak birine ihtiyacım olacak." Mehmet keyifle güldü ama kızı ona karşılık vermedi. "Akif de büyür o zamana kadar, ona da öğretirsin araba kullanmayı. İhtiyaçlarını karşılar." Bu cümleyle açıkça sorumluluk almayacağını ima ediyordu Azize. Gerçekten bir babaya sırtını döneceğinden değil, aklından çıkmayan başka ihtimaller yüzünden böyle konuşuyordu. Babası unutmasın istiyordu, henüz yaralar iyileşmemişti. Altı ay da geçse altı yıl da olsa zamanın heybesindeki, can acıtan bir yara sızlayacaktı sol yanında. "Azize..." "Babaannem nasıl?" Babasına müsaade etmeden konuyu değiştirdi Azize. "İyi, herkes iyi… Bir problem yok." "Peki tamam, şimdi kapatmam gerekiyor. Görüşürüz baba." Duvardaki çerçevesi işlemeli saate çevirdi bakışlarını. Yarım saat içinde evden çıkması gerekiyordu. "Azize... Bekle bir dakika. Bir sorum var." Mehmet boğazını temizledi. "Şey diyecektim. Acaba..." Lafı dolandırmak adeti değildi normalde. Meraklandı Azize de. "Şeyi gördün mü? Defteri... Okudun mu yani?" Aradan geçen günlerde konuşulmayan o itiraf sayfalarını elbette okumuştu Azize. Fakat dillendirmemişti hiç. Dönüp aramamıştı babasını. Sindirmek istiyordu olayları. "Defter mi?" dedi habersiz gibi. "Evet, gitmeden yatağına bırakmıştım." "Ha şu eski defter. Sana günlerimi anlatmıştım çocukluk hevesiyle. Yatağımda buldum onu, senin getirdiğini biliyordum. Keşke taşımasaydın yanında. Yeterince yıpranmıştı, dolaba kaldırdım." "Okumadın mı yani?" Mehmet bir türlü duyamıyordu istediklerini. Azize okumuş olsaydı o sayfaları, belki geriye dönerdi. Ait olduğunu hissettiği yerde uyurdu geceleri. Babaannesinin dizinin dibinde, dedesiyle sohbet ederdi. Baba bildiği günahkârın yüzüne bakmak lütfunu gösterirdi. "Küçük Azize'nin yazdıklarını mı okuyacağım baba? Biliyorum zaten defterde ne olduğunu. O yıldan kalma bir alışkanlıkla günlük tutarım ama geriye dönüp eski anılarımı okumak pek de sevdiğim bir alışkanlık değildir." Azize'nin söylediklerinden sonra kısa bir sessizlik oldu. Düştü omuzları Mehmet'in, kaşları çatıldı kızın. Bitmeyen ve Azize'nin bir türlü bitirmeye niyetlenmediği bir cefa yine acıttı yüreklerini. "Peki, kapatayım o zaman. Geç kalma okula." "Tamam" dedi sadece. Babasının sesindeki kırgınlık, uzanıp dokunacağı kadar somuttu. Kulağından çektiği ahizeyi yerine koydu. Arkasına yaslanıp, kollarını berjerin iki yanına yasladı. Büyük bir ustalıkla, tam da yapmayı istediği gibi görmezden gelmişti aklı Samsun'da kalan adamı. Bu öfke, intikam ya da insanın kendisini mutlu edeceğini zannettiği herhangi bir negatif his, huzursuzluk veren paslı çiviler gibi ruhun duvarına asılı kalıyordu. "Ah be kız" diyerek içeriye girdi hala. "Dün bize kızdın yalancılık ettik diye. Şimdi de sen aynısını yapıyorsun." "Ne, ben mi? Yalancılık etmiyorum, hayır." "Özlemedin mi babanı? Ne bu surat o zaman? Ne dedi sana, gelmeni mi söyledi yoksa özür mü diledi? Bana kalsa defterden bir kere sildiğim yanıma bile yaklaşamaz ama sen farklısın. Ne yapacağını bilemez halde günden güne soluyorsun bir çiçek gibi." "Ne yaptığımı biliyorum ben" diye itiraz etti Azize. "Beni yok saydı, ben de aynısını yapıyorum. Adil davranıyorum. Ve kendimi hiç zorlamıyorum. Olması gereken oluyor zaten." "Nedense sana inanmıyorum. Ama üstünde yine inatçılığın! Ne desem dinlemez, bir de sabah sabah sinir uçlarıma dokunursun. Okula gideceksin diye susacağım. Ben de çarşıya ineceğim. İstediğin bir şey var mı?" "Hayır" dedi Azize. Yerinden kalkıp kapıya doğru yürüdü. Sonra aklına gelenle halaya döndü. "Karalahana bulabilir misin?" Kadın ufak bir kahkaha attı. "Canım çekti de." "El alemin çocuğu köfte ister, tavuk ister bizim kız karalahana istiyor. Bulursam alacağım sana, bir kazan pişireceğim ki yiyesin. Yüzüne renk gelsin. Yoksa o nenen seni görünce arkamdan konuşur. İyi bakamadığımı söyler. Onun diline düşemem." Azize babaannesini savunma gereği duymadan halaya veda etti ve evden çıktı. *** Kasım 24 Benim için sıradan ve yoğun geçse de günler dünyada yine birçok olay oldu ve olmaya da devam ediyor. Köydeyken ilgimi çekmezdi gazeteler veya radyo haberleri. Şimdi, bilmiyorum belki çevremdeki birçok insan her gün yeni bir olayı anlattığından belki de, bakkal dükkânının önündeki gazeteler dikkatimi çekiyor artık. Yirmi Ekimde nüfus sayımı yapıldı. On ikinci nüfus sayımıymış. Aklıma ufak noktalardan oluşan ve gittikçe büyüyen kocaman bir resim geliyor. Ben de o resimde ufacık bir noktayım. On üç Kasımda Kolombiya'da yanardağ patladı. Yirmi üç bin kişi öldü. Yirminci yüzyılın en ölümcül ikinci yanardağı felaketiymiş bu. Birçok nokta silindi resimden. Ansiklopedilerimde birkaç sayfa yanardağlardan bahsediliyordu. Ama yeterli değiller ve benden epey uzaktaki odamdalar. Ben de o hafta boyunca okul kütüphanesinden yanardağlarla ilgili makaleler okudum. Merakımı büyük ölçüde giderdim. Sonraki günlerde siyasetle doldu manşetler. Yirmi Kasım tarihi çekti dikkatimi. Bilgisayarlarla ilgili bir yenilik üretilmiş. Bir arkadaşım, abisinin atari alacağını söylüyordu. Hem pahalı hem de çok eğlenceli bir cihazmış. Oyun oynanıyormuş. Ben birkaç kere uzaktan gördüm ama hiç dokunmadım ya da incelemedim. Bir bilgisayar da görmedim. Sınıftaki birkaç kişinin bahsettiği ve gazete haberlerinde basılan fotoğraflar kadarıyla ufak tefek fikir sahibi oluyorum. Belki ilerde yakından bakma imkânı elde ederim. Derslerimden vakit kalırsa ve arkadaşım evine atari alırsa onu ziyaret ettiğimde inceleme fırsatı bulurum. Yirmi üç Kasımda başbakana suikast düzenleyen kişiye ceza verildi. Bu tip haberler beni hep ürkütür. Silahları ve devlet adamlarını, katliam fotoğraflarını, sansürlü yüzleri görmek tüylerimi diken diken eder. Köyde her şeyden habersiz yaşadığım günleri özlerim. Dedem saatlerce politikayı takip ediyor. Bu yüzden asık suratlı olmalı. Yine yirmi üç Kasımda Atina'dan Kahire'ye giden bir uçak silahlı kişiler tarafından kaçırıldı. Yolcuları kurtarma girişiminde altmış kişi öldü. Birkaç hafta öncesine kadar sinemaya gitmek istiyordum. Hala bunun benim için uygun olmadığını söylediğinde de kızıyordum. Fakat eminim ki hiçbir film dünyada yaşananlar kadar acayip ve ürkütücü olamaz. Koca bir gazete yığını saklayamayız. Onları çöpe atmadan önce günlüğümün uzun zamandır boş olan sayfalarına aklımda kalan birkaç haberi yazdım. Kendimle ilgili sarf edecek sözlerim yok. Aynıyım, bırakıldığım gibiyim. Fakat belki, geç de olsa bir açıklama yapıldığından dolayı daha rahat içim. Affetmek ya da yüzümü çevirmek bana kalmış. İrade benim elimde. En azından babamın bana karşı hissettiklerini, onun iç dünyasında olanları anlattığı kadarıyla öğrendim. Şimdi mesele o duyguları nereye koyacağım. Onlara nasıl muamele etmeliyim? Bir yolun kenarında, mürekkepleri yok eden derelere mi savurmalıyım sayfaları? Uzak kalmak, yoğunluğun içinde kaybolmak, kendimi çalışmaya vermek ve içinden çıkamadığım hisleri düşünmemek bana iyi geldi. Köydekileri umursamıyor ya da özlemiyor değilim. Fakat yolum bu deniz kokulu şehre düşmüşse (ki ben geride bıraktığım denizin çok daha hırçın olduğunu biliyorum) sunulan imkânları değerlendirmeliyim. İyi bir hemşire olmak hayallerimi süslüyor. Üst sınıfların staja gittiğini görüyoruz. Bazen ellerinde beyaz eldivenler oluyor, gülüşüp şakalaşıyorlar. Zaman geçtikçe onların yaşına yaklaşıyoruz. Yine de parkta oynayan çocuklarda kalıyor gözümüz. Anne babaların peşlerinden koşturduğu kırmızı montlu, pembe örme şapkalı küçük kızları seyrediyoruz. Yirmi dört Ocak tarihine kadar ara vermeden ders çalışmalıyım. Sonrası yarıyıl tatili, köye dönerim. Babaannemlerle özlem gideririm. Mustafa'yı, Yasemin'i ve hatta Gülcan'ı bile görmek istiyorum. Eğer Latif çok çalışmazsa, bir de benimle konuşmak isterse onunla da vakit geçiririm. Hatta gitmeden ona bir armağan almak istiyorum. Oyduğu ufak tahta figür hâlâ benimle. Güzel anılarımızı hatırlatıyor, Latif'e kırgın veda etmediğime seviniyorum. Aslında... Belki de daha sonra yazmalıyım, kafam karışıyor bazen. Hislerim anatomi dersinden daha karışık bir hal alıyor. Ve artık kimseyi suçlayacak düşüncelere kapılmak istemiyorum. Dünyanın en iyisi ben değilim ya! Epey uykum geldi. Yazmadığım süre içerisinde günlük tutma hevesimin kaçacağını zannetmiştim ama eski bir dostla konuşur gibi yazdıkça yazdım. Kitap okuyamıyorum günlerdir, birkaç ansiklopedi için uğruyorum kütüphaneye. Sokak lambasının sarı ışığının odama girmesine müsaade edip defterin başına oturmakla kendime iyilik etmişim epey, şimdi anladım. Odanın ışığını yakmadım çünkü hala uyumadığımı anlarsa beni yatırmaya çalışır. Gündüz yazabileceğimi söyler. Düzen konusunda telaşlı bir kadın. Bir dakika geç uyusam, dersime geç kalacağımı zannediyor. Bazen bunalıyorum ama sesimi çıkartmıyorum. Çünkü onun beni sevdiğini biliyorum. Ve evet, soğanları büyük doğruyordu. Buna da bir çözüm bulduk. Hafta sonları birlikte mutfağa girdik bir süre. Ben gözlerim yana yana ince soğanlar doğradım o da yemeği yaptı. Hem elim alıştı hamur yoğurmaktan başka bir mutfak işine hem de akşam yemeği sahiden lezzetli oldu. Taze fasulye yapmayı öğrendim. Sulu yemeklerin tariflerinde zorlanmıyorum ama pilav yapmak tam bir maharet işi. Halanın tecrübeli parmaklarına ihtiyacı var pirinçlerin. Yoksa ya pişmeyecekler ya da tencereden uçup gitmemiş suyun içinde yüzecekler. Gerçek bir öğrenci oldum. Hem hayatta hem okulda. Gerçi hayat maceram başlayalı epey olmuştu. İlk öğretmenim de babamdı. Çok şey öğretti bana, iyisi ve kötüsüyle. İyi geceler… |
0% |