@yesilkutuphane61
|
Yoğurdu iyice çırptıktan sonra kaşığın ucuyla tuz attı. İncecik doğradığı taze nane ve kekiği de kâseye ekledi. Ağır ağır karıştırdı. Babaannesi bir ufak kovanın içinde de olsa nane ve kekik dikerdi daima. Azize de çok severdi taze hallerini. Karlar altında kalmamış, pencerenin önünde duran topraktan mis gibi kokular yayılırdı. Biraz düşündü, dinlendi, birini onaylar gibi başını salladı. Bunları yaptığının farkında değildi. "Hazır" diye fısıldadı sonra. Kâseyi kenara çekip kullandığı bıçağı yıkadı. Tezgâhın üzerindeki ıslaklığı kuruttu ve ellerini havlu niyetine kullandıkları beze sildi. Mutfakta işi kalmayınca yoğurdunu aldı ve ışığı kapatıp odasına geçti. Gecenin bir vaktindeydi. Beyaz örtüyle kaplı köyde herkes uyuyordu. Ya da öyle zannediyordu Azize. Öyle olmasını istiyordu. Gözlerine uyku uğramamışsa da karşılaştığı insana selam verecek kadar kuvvetli değildi ruhu. Kafasının içi dağınık bir kütüphaneden farksızdı. Sürekli dışarıya çıkamıyor ya da Yasemin'le buluşamıyordu. Sobanın yanında oturup büyüklerin sohbetine katılmak da hep yapmak isteyebileceği bir şey değildi artık. Samsun'da olduğu gibi odasına çekilip kitap okumak ve yazı yazmakla meşguldü. Derslerine çalışıyor, ödevlerini yapıyordu. Eve dönmenin verdiği rehavetle ertelemişti biraz. Bitsinler diye uğraşıyordu. Davut hocadan aldığı kitaplara göz gezdiriyordu. Bir de henüz başlayamadığı bir roman vardı ki, tembellik edip elini uzatmadığı her saniye vicdan azabı çekiyordu. Gerçi evdekilere göre haddinden fazla okuyordu. Dalgın ve kızarmış gözleriyle adını seslenenlere cevap verdiği zaman, ufak bir şaşkınlıkla karşılanıyordu. Bazen de öyle meşgul oluyordu ki zihni, raftan bardak alıyor su doldurup içmeden odasına geri dönüyordu. Kendi halinden memnundu. Günlerini dolu ve verimli geçirmekten zevk alıyordu. Aile bireyleri Azize'nin, yanlarındayken aslında çok uzakta olmasından endişeleniyordu sadece. Onun kendini arayan ve sorumluluk bilincini oturtmaya çalışan bir genç kız olduğunu daha sonra fark edeceklerdi. Şimdilik gözlerinin bozulacağından endişeliydiler. Haksız da sayılmazlardı. Azize kapıyı kapatıp yumuşak adımlarla yatağına oturdu. Yoğurdu komodinin üzerine bırakıp sırtını, dikleştirdiği yastığını yasladı. Dizlerine yorganı çekti. Üstünde kalınca bir hırka olsa da ev soğuktu. Herkes kendi odasında bir soba olmasını hayal ediyordu sabah uyandığında. Azize de onlardan biriydi. Sonra odasına baktığında bunun epey büyük bir sorumluluk olduğunu düşünüyordu. Odun taşımak, ateş yakmak, daima temizlemek... Vakit sebebiyle üstüne çöken ağırlık, salonda her gün yapılan işi epey meşakkatli gösterdi gözüne. Halasının yatağının üstünde katlanmamış kıyafetleri duruyordu. Köşede üst üste konmuş, Davut hocanın verdiği kalın ciltli kitaplar vardı. Ufak kitaplık eski kitaplarla ve halasının eşyalarıyla dolu olduğundan yanında getirdiği ders kitaplarını sehpanın üzerine koymak durumunda kalmıştı. Normalde düzenli bir kızdı fakat yeri olmayan eşyaların, toplanıp da düzensizlik olarak odaya yayıldığını fark edemeden geçirmişti günlerini. "Yarın toparlanmam lazım" diye söylendi mahmur bir halde. Sığamıyordu artık. Büyüyordu, eşyaları çoğalıyordu fakat ketum bir inatla odadan çıkmayı da bir eşyanın yerini değiştirmeyi de reddediyordu. Buz gibi olmuş eline kâseyi aldı. Kış günü sıcak bir çay veya ıhlamur içmek varken o çok sevdiği yoğurdu hazırlamayı tercih etmişti. Ellerinde taze bitkilerin kokusu vardı. Kekik, nane... Bir kaşık attı ağzına. Lezzet damağına yayılırken tebessüm edip gözlerini kapattı. Evde mısır ekmeği yoktu, olsaydı biraz ufalayıp kâseye eklerdi ve kendine muhteşem bir ziyafet çekmiş olurdu. İçi ürperse de ekşi yoğurdu yemeye devam etti. Odaya sığınmış ufak kelebekler sarı ışığın etrafında dolaştı, bir süre de onları seyretti. Sonra gözü kitaplığa çarptı. Yeni kitaplara yer açması gerektiğini söyleyen bir büyüğünü hatırladı. Bir kaşık daha aldığında bir anda gülesi geldi. Etraf o kadar sessizdi ki her lokmasında yutkunma sesini duyabiliyordu. "Tuhaf şey" dedi ne kadar dikkat ederse etsin o ses kulağına ulaşırken. İştahla yemek yerken ölçüyü kaçıran birkaç yakını gelince aklına, gürültünün her zaman için kötü bir şey olmadığını düşündü. Etraf hep sessiz kalsa, gizlenmesi gereken çokça ses kulağa erişir, aileden topluma dengeler bozulurdu. "Tahammül edemezdim sanırım" diye söylendi. Yoğurdu bitirdi, kâseyi komodinin üzerine koyup yatağın içine kaydı. Işık hâlâ açıktı. Kelebekler ölmeden evvel, Azize'ye pervanelerden söz ediyorlardı. Ufak iğneler batıyordu gözlerine. Rafta duran sararmış yapraklı romana kaydı bakışları. Kelebeklerden daha uzun bir hikâye mi anlatıyordu bu kitap? Kim yazmıştı? Samsun'da bir sahaftan aldığını hatırlayabildi o an. Giderse daha fazlasını alacaktı. Şimdi değil, henüz zamanı var. Zihninde beyaz bir perde görür gibi oldu. Uyuyacaktı belli ki. Ama düşünüyordu. Sevmişti böyle üst perdeden düşünmeyi. Sorumluluk almadan, aklına ne gelirse uzaktan izlemeyi ve sonra bir diğer fikre geçmeyi. Üstlerinde kafa yormalı mıydı? Ah şimdi ne düşündüğünü bile hatırlamıyordu ki. Karnı da toktu. Belki yarın uyuyamazsa ıhlamur yapardı. Belki... Işık açık kalmıştı. Fakat kalkıp uykusunu dağıtmayı da düşünce treninin son vagonunu da elinde kırmızı bir mendille uğurlamayı da göze alamadı Azize. Kıyafet yığını, kitaplar, kelebekler, sarı lamba, pencere pervazında ıslık çalan rüzgâr kaldı aklında. Bir de sayfaları açık defter vardı ufak sehpada. Sahi yazmayı da yarım bırakmıştı, çalışmaya geri dönmeyi de ihmal etmişti. Şu iki gündür ertelediği ödevleriyle uğraşıyordu. Davut hocanın verdiği kitaplar meşgul ediyordu zihnini. Emanet oldukları için, bir gün geri alınacakları endişesi taşıyordu. Bu sebeple ilgisini çeken yerleri yazma kararı aldı. Her okuduğunu ezberleme yetisine sahip olmayı, yazmaktan bileği ağrıdığı zaman istiyordu. En nihayetinde, sayfalar bitince ve istediği ilme erişince buna değeceğine inanıyordu. *** İki yavru köpeğin yatması için kutuya eski bir battaniye serdiler. Hayvanlar bir hayli üşümüştü. Karınları da açtı. Neyse ki biraz süt ve ekmeği karıştırıp yiyecek hazırlamıştı Azize. Mustafa köpekler bir yere gitmesin diye başlarında duruyor, rahat etmeleri için uğraşıyordu. Aslında kimseye sezdirmeden, tek başına ilgilenecekti bu işle. Köpeklere bakacak, soğuktan korunsunlar diye uğraşacak ve büyümelerine şahitlik edecekti. Yeni uğraşından epey de zevk alıyordu. Fakat bazı ince noktaları hesaba katmadan hareket ediyordu. Annesinin severek kullandığı battaniyelerini, kumaşlarını gözüne kestirmişti. Biri kaybolsa kimse fark etmez diye düşünüyordu. İnsanların, el bezine bile kıymet verip uzun süre kullandığı bir dönemde elbette koca battaniyenin yokluğu dikkat çekerdi. Mustafa, sevimli yavru köpekler için her türlü fedakârlığı yapmayı göze almışken annesinin dolabındaki kalın yünlü örtülere alıcı gözüyle bakmaya başladı. Selvi, oğlanı dolap başında yakalamıştı birkaç kez. Anlam veremedi bu harekete ama şüphelenip odadan çıkarttı. Eşyaların çoğunu çarşıdaki eve taşımışlardı. Burada ellerinde kalanla yetinmeleri gerektiğinden gözünden sakınıyordu raftaki örtüleri battaniyeleri. Mustafa son olarak Azize'ye yakalandı. Bu sefer, neredeyse tamam, oldu bu iş dediği anda amcasının kızını gördü. Önce homurdandı, ezip büzüp elinde saklamaya çalıştı örtüyü. "Hayırdır? Nereye götürüyorsun elindekini?" Bu meraklı soruya geçiştirme birkaç cevap verdi ama Azize'yi tatmin edemedi. "Bana da söyle ne yapacağını. Sıkıldım evde, seninle geleyim." Mustafa itiraz edecek gibi olduysa da tıpkı eski günlerdeki gibi amcasının kızını peşine taktı. Tek kural, çok iyi sır tutmaktı. Azize'den daha iyi bir sırdaş bulamayacağını da biliyordu. "Kudikalar buldum" dedi ceviz ağacının önüne geldiklerinde. "Çok küçükler, anaları nerede bilmiyorum. Ben bakacağım onlara. Üşümüşler, buna saracağım küçük bedenlerini." Azize yavru köpekleri duyunca sevinmiş ve heyecanlanmıştı ama Mustafa'nın elindeki kalın örtünün bu işte kullanılmasının uygun olmayacağını sezebiliyordu. Kaşlarını kaldırıp başını iki yana salladı. "Bu olmaz Mustafa, evdekiler bunu köpeklere kullandığını öğrenmesin." "Öğrenmesinler, ona uğraşıyorum ya zaten. Hayde gidelim. Çayırda, fındıklığın altındalar. Ufak bir kuyu kazdım, köpekleri içine koydum. Kar yok orada. Ama üşürler. Hayde!" Mustafa'nın yaptığı hareketi onaylıyordu ama yine de bu örtüyü kullanmak istemedi Azize. Uzanıp eline aldı çocuğun sorgular bakışları eşliğinde. "Sen git, on dakikaya gelirim ben de. Onları rahat ettirecek bir şeyler hazırlayacağım." Ve böylece Mustafa teslim olup koşar adım karları ezerek çayıra indi. Azize de eski bir örtü, kutu, süt ve ekmek hazırladı. Çayıra indi kimseye görünmeden. İki bodur ağacın altında gördü hayvanları. Koşup yanlarına gitti, evden getirdiği eşyaları önlerine koydu. İki sevimli yavru köpek, karınları doydukça ve ısıya kavuştukça gözlerini açıp etrafa bakınacak kadar güç topladı. "Hay Allah razı olsun senden, canımı kurtardın anamın elinden." Azize dizlerinin üstüne çökmüş, köpekleri seyrederken Mustafa'nın dediğine güldü. Kaç yaşında olmuştu ama hâlâ akıllanamamıştı bu çocuk. Kadınların evdeki eşyalara ne kadar kıymet verdiklerini, dikkatli ve düzgün kullandıklarını en iyi onun bilmesi gerekirdi oysa. Bir köpeğe yemek vermeyecek değildiler. Ama güzel bir örtüyü de ısınmaları için feda etmezlerdi. Eskiyen ve artık kullanılmayan kumaşların, kalın battaniyelerin olduğu sandığın kapağını açmaya müsaade ederlerdi yalnızca. "Çok tatlılar Mustafa. İyi ki düşmüşüm peşine. Yoksa söylemeyecekmişsin bana." "Bakmama izin vermezler diye kimseye demeyecektim. Ama sen görsen bir şey olmaz. Şu karı kışı geçirelim, kapıya getiririm yavruları." "Ama geceleri soğuk oluyor, üşürler burada." İkisi birlikte üstlerini kubbe gibi saran cılız ağaç dallarına baktı. "Bizim ahıra mı getirsek?" "Nenem izin vermez." "Belki bir şey demez, biz bakarız. Bilmem ki burada nasıl kalacaklar?" İki çocuk biraz daha oyalandılar yavruların yanında. Sevimli kara burunlarını buz gibi olmuş ellere sürten ve şefkat bekleyen köpekler de hallerinden memnundu. Fakat ayrılık zamanı yaklaşıyordu. Azize kalktı önce, hareketsiz durmaktan üşümüştü. Eldivenlerini giymeden evvel ellerini birbirine sürttü. "Ben gideyim, sen de gelirsin" diyerek Mustafa'ya da köpeklere de veda etti. Kaymamaya dikkat ederek yokuşu çıktı. Gri ve sessiz gökyüzünün altında attığı her adam sakin bir huzur bahşetti yüreğine. Günler sonra her bir ağaca veda edeceğini düşünmek istemeyerek, kış uykusuna yatmış köyünde salınan dalların hışırtılarını dinledi. Eve vardığında tüten bacayı gördü, gülümsedi. İçi kıpır kıpır oldu. Sobanın başında oturup çay içmenin keyfine varmak için adımlarını hızlandırdı. Emine yengesi ve Gülcan da evdeydi. Salonda oturmuş lahana sarması yapıyordu kadınlar. Tencerenin dibine kemik koyacak, sarmaları odunun harlı ateşinde pişireceklerdi. Yanına da yeni mayalanmış yoğurttan ayran yapacaklardı. Hayali bile güzeldi. Azize bir çırpıda sobanın yanına gelip ellerini öne doğru uzattı. Sıcaklığı hissetti. Selam verdi herkese. "Aleyküm selam, neredeydin?" Selvi yengesinin başını kaldırmadan soru sormasını fırsat bilip omuzlarını silkti. "Yürüdüm biraz." "Bu havada?" Emine yengesi girdi araya bu sefer. "Evet, yürünmez mi bu havada?" "Sen bilirsun, sonra yorgan döşek yatma da..." Onlar konuşurken Azize kabanını çıkarttı. Koltuğun kenarına bıraktı öylece. Odasına gitmek yerine sıcak salonda biraz oturmak istedi. Gülcan da elindeki tığ ve iple oyalanıyordu zaten. Başını kaldırıp selam bile vermemişti. Ortam sessiz sayılırdı. Gerçi bu sessizlik birilerinin eksikliğine işaretti. Etrafa bakındı kaşlarını çatıp. "Zeynep abla nerede?" "Uşağı nenesine götürdü, ziyarete." Aralarında evlilik yoluyla kurulan bir akrabalık olmasına rağmen, Rahime hanım dünürlerinden hoşlanmıyordu. Zeynep iyi bir gelindi, merhametli bir kızdı ama ailesi ona hiç benzemiyordu. Hâlâ komşuluk ediyorlarsa, Zeynep'in hatırınaydı. Aksi halde menfaatçi, oturmasını kalkmasını bilmeyen, kuvvet buldukça şiddete meyleden bu insanları kapılarına yanaştırmazlardı. Azize de Akif'in o eve gittiğini öğrendiğinde huzursuz olurdu. Seneler önce, pencerenin ardında gördüğü manzarayı unutabilmiş değildi. Fakat karışıp söz söylemezdi. Ne de olsa insanların hür iradesi vardı ve diledikleri gibi kullanıyorlardı. "E kızlar oturuyor, biz iş yapıyoruz" diye yakındı Emine. "Sardığın iki tane sarma, söylenme Emine." Selvi yeğenlerini savunmak için, yumuşak bir tonda eltisini susturdu. Zaten gelecekte hayata atılacak, mutfakla haşir neşir olacaklardı bol bol. Zamanları varken, kafaları rahatken oturmalarında ne sakınca vardı? "Alışsınlar diye deyirum. Biz onların yaşındayken..." Azize bu cümleyi duyunca kıkırdadı. "Neye güldün?" "Hiç yenge." "Bizim zamanumuz geçti" diyerek bir iç çekti Rahime hanım. Önüne iki yaprak açtı. "Her şey değişti. Kaynanamun karşısında konuşamazdum ben, ey gidi! Şindi herkes akluna eseni yapayi. Ha konuşmadum da iyi mi ettum? Yok, ezdi beni, zulmetti bana. Ne diyim, dar yerdedur. Ama biz uşaklarumuza öyle kötülük etmeduk, iki günlük dünyada iyi yaşayalum deduk. Ha bu kızum şindi, gitti yürüdü geldi. Gençtur, çıksın hava alsun. Bize izin vermezlerdi, iş var aş var. Ömrüm gitti, belim büküldi. Bizum kadar çalışkan olmayacak bu nesil ama ezmenun da lüzumu yok da." Rahime hanımın konuşmasından sonra Emine çok şey söyleyecek oldu fakat sustu. Kaynananın karşısında konuşmamışsın ama bize konuşuyorsun. Seni çok ezmişler diye, çocuk yetiştirmeyi serbestlik zannetmişsin. Bir oğlun gider, kızın kaçar, diğeri huysuz... Torununa söz geçiremezsin, hep kayırırsın. Köylü sizin bu rahatlığınızı konuşuyor. Aklından geçirmekle yetindi. Belki beş dakikalık bir sessizlik oldu. Herkes geçmişi ve şimdiyi düşündü. "A Gülcan, yakalığını sen mi yaptın?" Azize bozdu sessizliği. Gülcan'ın giydiği bluzun yakasında çok güzel bir dantel işleme vardı. Kızın dikkatini çekince sormaktan alamadı kendini. İsteyecek değildi, zamanında ağzının payı verilmişti ona. "Evet, güzel mi?" Gülcan ilk kez o an konuştu, hem de gözlerine yerleşen bir heyecan pırıltısıyla. "Yani..." Azize yerinden kalktı ve işlemeyi daha rahat görmek istedi. "Çok iyi olmuş." Fark edilmek, görülmek ve Azize tarafından beğenilmek Gülcan'a iyi gelmişti. Soluk benizli yüzünü eğdiği yerden kaldırıp elini boynundaki dantelde dolaştırdı. Nasıl yaptığını anlattı, biraz da yüksek sesli tabi. Odadaki herkes duysun istedi. Ortada bir güzellik varsa, herkes takdir etmeliydi. *** Akşam yemeğinden sonra Mehmet Azize'nin yanına gitti. Kızı, bir iskelet fotoğrafının açık olduğu sayfayı evirip çevirirken buldu. "Burada üşümüyor musun? Salona gelsene" dedi önce. "Ses var, kafam karışıyor. Hırkamı giyiyorum, sırtıma battaniye sararım çok üşürsem." "Şu ısıtıcılardan almak lazım. Elektrikli olanlardan. Gerçi..." Geriye dönüp duvardaki prize baktı. Sigortaların attığı, elektriklerin kesildiği, altyapısı sağlam olmayan bir köyde ısıtıcı kullanmak biraz tehlikeli olabilirdi. Hafif uzamış sakalını sıvazlayarak yatağın ucuna oturdu. "Neyse, hallederim onu. Ben başka bir şey konuşacaktım." Azize kitabının arasına kalem koydu ve babasını bekledi. Nadiren geçmiş hakkında konuşuyorlardı ve aralarındaki mesafeyle kaldıkları yerden hayata devam ettikleri şu günlerde, Azize daha iyi hissediyordu. Babasının bu düzeni bozmasından endişe ederek yutkundu. "Dinliyorum." "Gözlerin kıpkırmızı. Sabah da öyleydi, birkaç gündür başın ağrıyor. Dikkatimden kaçmadı. Yengene geç uyuduğunu ve çok kitap okuduğunu söylemişsin. Bir arkadaşımla konuştum, sizin yaşlarınızda görme problemleri yaşanabiliyormuş. Öğrencilik, yoğunluk işte... Yarın Trabzon'a gideriz birlikte. Doktor bir muayene etsin seni. Şikâyetin varsa anlatırsın." Mehmet tekdüze bir tonda konuşup ayağa kalktı. "İyi çalışmalar, çok yorma kendini." Sonra kapıya doğru yöneldi. Babasının yaklaşmaya çalışmadan, uzaktan da olsa onunla ilgilenişine ve düşünmesine şaşırıp kalmıştı Azize. Böyle bir ilgi ve gözetim altında olduğunu bilmiyordu. Önceleri hasta olsa en çok babası ilgilendirdi gerçi. Ama hiçbir şikâyette bulunmadığı halde, hissettiği rahatsızlığın fark edilmesi Mehmet'in evladını yük veya zorunluluk olarak gören bir baba olmadığını söylüyordu Azize'ye. "Baba!" Ne diyeceğini bilmiyordu, içindeki bir kuvvet bu kelimeyi ulaştırmıştı dudaklarına ve tamamen bilinçsizce söylemişti. Mehmet başını çevirip baktı yalnızca. İyi hissettirmişti bu kelimeyi duymak. Yeniden baba olmak gibi taze bir heyecandı. "Ben... Diyecektim ki... Saat kaçta kalkayım? Ne zaman gideriz?" "En geç yedide çıkalım Azize, erken uyu." Meraklı ve teslim olmuş kız çocuğuna, ciddi ve sakin bir babanın verdiği cevap Almanya anılarını tazeledi. *** 7 ŞUBAT Bu gün babamla Trabzon'a gitmek için yola çıktık. Havada, görmeye alışık olduğum ve kendimden bir parça gibi hissettiğim gri bulutlar eşlik etti bize. Fazla konuşmadık. Ön koltukta yolculuk yapmanın keyfini çıkardım. Arabadan bahsettik biraz. Ben yine beğendiğimi söyledim. Erimiş karların oluşturduğu su birikintilerini sıçratarak ilerledik. Radyoyu açtı babam. Haber kanallarını geçti, kendine bir türkü seçti ve dinledik. Şarkı türkü sevmez pek, ben de öyle. Ama dinledik işte, farklı oldu bu sefer. Hastanede öğlene kadar sıra bekledik. Kavga edenler oldu, biri diğerinin önüne geçmiş. Bu konuda kim haklı kim haksız anlayamadım. İtiş kakış, yoğunluk arasında hayali bir sırayı takip etmek zor olsa gerek. İp gibi dizilseler belki bir çözüm bulunurdu. Bir teyze de bayıldı, biz babamla sessizce kenarda durduk. Aslında sıkılmıştım, belki o da benim gibi hissediyordu ama bekledik yine de. Sonra sıra bize geldiğinde doktorun yanına girip muayene oldum. Gözlerimin bozulacağını söyleyip bana kızıyordu büyüklerim. Kulak asmıyordum onlara. Sanırım biraz büyük sözü dinlemem gerekiyor. Doktor gözlük kullanmamı söyledi, özellikle ders çalışırken. Karanlık veya loş ışığın olduğu ortamlarda kitaba bakmamalıymışım, yorarmış. Eğer söylediklerini yaparsam ilerleyen zamanlarda gözlük kullanmama gerek kalmazmış. Öğrencilerin sık sık karşılaştığı problemlerdenmiş bu. Hatta güldü ve elini dökülmüş saçlarına götürdü. "Ben ders çalışırken döktüm bu saçları. Bu uğurda herkesten bir şeyler eksiliyor." Dikkatli olmaya çalışacağım. Saçlarımı seviyorum ve gözlerimi de. Hastaneden çıktığımızda epey acıkmıştık. Deniz kenarında bir yere götürdü babam. Sıcak ve sevimli bir mekândı. Karnımızı doyuracak yemekler sipariş ettik. Yine usul bir sessizlik içindeydik. Usul bir sessizlik. Ne dingin bir tabir! O an gerçekten de dingin ve iyi hissediyorduk, yani ben öyleydim. Kavgalara, öfkelere yüz çevirmiş gibiydik. Dalgalar kıyıyı dövüyor, saçaklardaki buzlar yere düşüyordu. Bizse sakince yemeğimizi yiyorduk. "Ne tuhaf değil mi? Biz seninle hep yağmurda fırtınada dışarı çıkıyoruz" dedi babam. Sahi, yolculuğumuz da yağmurlu soğuk bir günde başlamıştı. "Bulutlar bizi seviyor olsa gerek" diye söylendim. Üstüne binip göklerin ötesini görebildiğim bir bulutumun olmasını dilediğimi kendime sakladım. Bulutları seviyorum, her rengini. Samsun'da pencereden bakınca güneşin kızıl ışıklarına bürünen bulutları görürdüm. O tona da hayran kalırdım. Dönüşte babam bana çalıştığı yeri gösterdi. İki katlı, paslı demir yığınına benzeyen ufak bir binaydı. İçerisi kömür ve odun çuvallarıyla doluydu. Muhasebecilik yapıyormuş, sevkiyatla ilgileniyormuş. Matematiği kuvvetlidir aslında, yabancı dil de biliyor. Çok daha güzel bir iş bulabilir kendine. Samsun gibi yerlerde hiç yorulmadan da geçinebilir. Ara sıra işçilere yardım ediyormuş, çuval taşıyormuş. Hiç sormadığım işi sebep oluyormuş ellerindeki lekelere ve yaralara. Bilmiyorum ona söylemediklerimi burada yazmanın bir faydası var mı? O anlatırken başımı hafifçe sallayıp içimden geçenleri saklıyorum. Aslında ne yapmam gerektiğini tam olarak kestiremediğimden yapıyorum bunu. Sarılsam boynuna mesela, ne değişir? Yine uzağında kalsam, alışır mı bu halime? O beni göz doktoruna götürüp saatlerce sıra beklerken, böyle işlerde çalışıp bana eğitim masrafı için harçlık yollarken yüzümü çevirmem doğru mu? *** 9 ŞUBAT Mustafa'yla yavruların yanına gidecektik. (Büyüyorlar, karınları doyunca oynuyorlar ve belki onları ahıra getiririz.) O sıra yokuş aşağı koşarak Yasemin geldi. Bağırarak adımı söyledi. Dedem bu hareketten hiç hoşlanmıyor. Hemen yüzünü buruşturuyor. Yüksek ses onu rahatsız eder. Ve insanların birbirine bağırmak yerine yan yana oturup konuşmalarının daha doğru olduğunu söyler. Ne yazık ki bizim köyde dedemin dediğini yapan kimse yok. Herkes bağırır, camdan cama, kapıdan kapıya, bahçeden bahçeye... Hatta yan yana otursalar ve sohbet etseler kavga ediyorlar zannederiz. Yani ben ilk geldiğimde öyleydim. Sonra alıştım. Yine de hâlâ dedemin haklı olduğunu düşünüyorum. "Azize! Tatil oldu! Kardan sebep, bir hafta daha tatil!" İşte böyle diyerek yanıma geldi Yasemin. Bu senenin sert kışı, ben dahil tüm çocukların yüzünü gülümsetti. Hâlâ açılmayan yollar vardı. Radyoda Ankara'nın ve diğer şehirlerin karlar altında kaldığı duyuruluyordu. Ben bir hafta daha Samsun'a gitmeyecektim, arkadaşımla ayrılmayacaktık ve yavru köpeklerle zaman geçirebilecektim. Açıkçası, bunu yazmak kendime bir itiraftır belki, Samsun'a dönmek hiç içimden gelmiyor. Alışmak ne fena şeymiş! Sıcağa, babaanneme, kapının önüne, köpeklere, taze süte, yatağıma, yengeme, Mustafa'ya, Yasemin'e... Şu kısacık zamanda bağlanmışım yeniden. Çocukluğunu özlemiş yaşlı bir adamın zamanda yolculuğuna çıkmış gibiyim. Her sabah uyanıp otobüse bindiğimi görüyordum rüyalarımda. Güne ufak ve geçiştirmeye çalıştığım bir sıkıntıyla uyanıyordum. Ve bir hafta daha köyde kalabileceğim haberi geldiğinde stresimi erteledim. Halayla konuştum. O bizim kadar sevinmedi tatil olduğuna. Ama sesimin iyi geldiğini söyledi. İlacımı bulmuşum, öyle dedi. Köy mü benim ilacım? Eğer öyleyse şehirlere olan önyargım ve soğuk hislerimde haklıyım. Ne garip, ben sekiz yaşıma kadar şehirde büyümüş bir kızım. Düşünüyorum da... Belki de hoyratça koparıldım diye şehirlerden, küsmüşüm onlara. Bir suçları var mı? Önemli değil, küsmüşüm. *** O gün köye, uzaklardan gelen biri vardı. Misafir ya da yabancı değildi. Fakat artık buranın yerlisi de sayılmazdı. Eşyaları muhafaza edilmiş olsa da kopup giden bağları dalgınca seyredecek kadar yurdundan ıraktı. Elinde ufak bir valiz, durgun adımlarla çıktı yokuşu. Düğün sabahı ardında bıraktığı eve baktı seneleri anımsayarak. Kaldığı yerden devam edebilir miydi? Buraya kadar gelmişken, kapının eşiğinden adım atabilir miydi? Gözünü karartıp "ne olacaksa olsun" dedi. Abisinin hep yaptığı gibi içeri girdi. Onu karşısında görenlerin şaşkın yüzlerine baktı. Özlemini giderdi sessizce. Kimsenin öfkelenmediği, bağırıp çağırıp hesap sormadığı o kısacık anı fırsat bildi. Yaşlansa da elinden bırakmadığı mutfak beziyle etrafta dolaşan annesini izledi. Selvi yengesinin nutku tutulmuş hali, ufak bir bebeğin meraklı bakışları, Hüseyin olduğunu tahmin ettiği çocuğun halasını tanımayışı Çiçek'e zaman verdi. Birkaç dakika içinde işiteceği tüm azarlara hazırdı. Fakat beklediği olmadı. Sıkıca sarmalandı. Gözü yaşlı anne, kızını hiç bırakmayacakmış gibi kollarının arasına aldı. Hep bu anı bekliyormuş gibiydi. Hiçbir tereddüt yoktu hareketlerinde. Pazarda çocuğunu kaybeden kadınlara has öfkeyi bile yaşamadı. Geçmişte bu kabullenişi yüzünden eleştirilen Rahime hanım, şimdi ve gelecekte de sorgusuz sualsiz bu kaçışın üstünü kapattığı için eleştirilecekti. Fakat evladını sağ salim karşısında gördüğü anın verdiği ferahlık sebebiyle hiçbir sözü umursamayacaktı. Çok kızdığı, öfkelendiği, sorguladığı zamanlar olmuştu elbette. Ama aradan geçen senelerin katladığı özlem, nihayetinde dönsün de affederim dedirtmişti. Üstelik bir gece vakti, Hasan bey uykusuz kalınca bunu sesli bir şekilde dile getirmişti. Çiçek şaşkınca annesine karşılık verdi. Başka yerler görmek istediği için gitmişti ve geride kocaman bir acı bıraktığını biliyordu. Bu karşılama, uzun zaman sonra ilk kez canını yaktı. Vicdan kapısında uyuyan pişmanlığı dürttü. Sunulan merhamet ve af hatalarının karşısına dikildi. |
0% |