@zeytekin
|
MERHABALAR
İYİ OKUMALAR DİLERİM
SAVAŞ TANRISININ KALBİ
3. Bölüm
MİRA'DAN
Yalnızlığımın kulesinden kurtuluşumun cehennem çukurunda son bulmasının ardından o cehennemin en derinlerinde bir cennet bahçesine düşmüştüm. Tüm acılara, korkulara rağmen o kadar güzel sarmalamıştı ki beni, minik bahçemde durup cehenneme baş kaldırabilecek kadar cesur hissediyordum kendimi. Tüm cehennemi yokedebilecek cesaretimi kaybettiğimle yüzleşmek istemiyordum, zar zor avuçlarıma hapsedebildiğim minik cesaret alevi tüm dünyayla savaşacağım an gelene dek bana yeterdi. Cehennem beni içine almış, yutmuş ve hapsetmişti ama sanki hapsolan ben değilmişin gibi baş kaldırmaktan çekinmiyor, içimdeki yangınları döndürebildiğim denizlerde yüzmeye devam ediyordum. Cennet bahçeme ayak basalı kaç gün oldu bilmiyordum, saymak günlerimin sınırlı olduğunu ve cehenneme geri döneceğimi belirtecekti bu yüzden saymıyor ve günlerin ne çabuk geçtiğini bilmek istemiyordum. Dehşetle uyandığım gecelerden birindeydim. Kırmızı ışıklı odamda, benim için alınan yatakta oturuyordum. Hıçkırıklarım loş ışıkla aydınlanan duvarlarda yankılanırken bedenim sarsılıyor, hissettiğim korkuyu sindiremiyordum. Uyuduğum her an döndüğüm cehennem dahi bu denli korkutabilirken gerçekten cehenneme girecek olmak iliklerime kadar korkuyla dolmamı sağlıyordu. Karşımda oturan adam bana dokunup dokunmamakta kararsızdı, bu kez uyandığım ilk an ona sığınmak yerine ondan korkuyla kaçtığım için temas etmeyecek şekilde yatağa oturmuş ve üzgünce beni izlemeye başlamıştı. Yardım etmek istiyordu, benden onay almadan yardım edemiyordu. Korkumu biraz olsun kontrol altına alarak ona doğru yaklaştığım an beklediği hamlenin gelmesiyle hızlıca ellerini uzattı, bedenimin iki yanından kavrayarak kendisine çekti. "Gel." Beni sarmalarken başımı göğsüne hapsetti, bir eliyle başımdan kavrayıp beni sakladı. Bedenime dolanmış, beni göğsüne çekerek sarmalayan kollar cennet bahçemi kuran adamındı. Uyuduğum zamanlar odamdaki koltukta uyukluyor, çığlıklarımla ya da ağlayışlarımla uyandığımda beni sımsıkı sarmalayarak cehennemin alevlerinden uzakta olduğumu hissettiriyordu ama korku azalmıyordu. Eldivenli ellerimi tutuyor, kendi ellerine hapsediyordu. Krizlerimin bana zarar vermesini engellemenin tek yolu buydu. Ve evet, krizlerimle tanışmıştı. Dün gece beni izlediği berjerde uyuyakaldığında uyanıp korkularımın kontrolünde kaybolmuştum. Odayı yerle bir etmiş, yer yer bedenimi parçalamış ve ellerimi tamamen kesiklerle doldurmuştum. Anımsamıyordum olan bitenleri, yalnızca kendime geldiğimde Ares'in bana dehşetle baktığını ve dokunmaya dahi korktuğunu görmüştüm. O dahi tutamamıştı beni, ona da zarar vermiştim. Yüzündeki koyu halka ve kabuk tutmuş kaşı bu yaraların en gözdeleriydi. Elleri ve kolları tırnak izlerimle doluydu, kabuk bağlamışlardı. Eldivenlerimi dahi nasıl çıkarttığımı anımsayamıyordum. Şu an takamıyordum da, tamamen sargılıydı ellerim. Ares sarmıştı. Korkuyla, acıyla soluduğum her nefeste kokusu ciğerlerime dolarken ağlaya ağlaya içimdeki korkuyu atmaya çalıştım, başaramadım. Ağlayışlarım iç çekmelere dönüşürken Ares sakinleşmeye başladığımı anlayarak sımsıkı tuttuğum ellerini hareket ettirdi, ona izin vererek tutuşumu gevşettiğimde ellerimi bıraktı. İri elleri yüzümü kaplarcasına yanaklarıma yerleşirken başımı göğsünden kaldırmış ve yaşlı gözlerime bakmıştı. Yumuşacık, yatıştırıcı sesiyle "Geçti." diye mırıldanırken ıslak yanaklarımı parmaklarıyla sildi, tenime yapışan saçları geriye doğru yatırdı. "Geçti, nefes al kızıl. Hadi." Derin bir nefes alırken havalanan göğsüm duraksadı, yutkunarak tuttuğum nefesi yavaşça verdim. "Aferin sana." diyerek buruk bir ifadeyle gülümsedi. Gözbebekleri titriyordu, ruhunun en derinlerinden ruhuma akan şefkati hissediyordum. "Her şey kabustu, biliyorsun değil mi? Korkma daha fazla." Alnımın kenarından öperek ensemden kavrayıp beni kendisine çekti ve sıkıca sarmaladı. "Birazdan daha iyi hissedeceksin." "Yıkanmak istiyorum." diye fısıldarken hareketlenen ellerimi yakalamıştı. İç çekerek "Lütfen." dedim. "Temizlenmem lazım, böyle kalamam. Çok kirliyim." Ares isteğimi tekrarlatmadan bedenimi kucakladığında ellerimi ensesine dolamış ve başımı boynuna gizlemiştim. Odamın banyosuna girdiğimizde küvetin önünde durarak beni yere otuttu, diz çökerek başımdan kavradı. "Ellerin paramparça, kendin halledemezsin Mira." Başımı kaldırıp yaşlı gözlerimle ona bakarken sayıklarcasına "Yine sen yap." dedim. Sesimdeki o mahçup ricadan nefret ettim ancak korkularım bir devletin sonu olan nefretimi ezip geçebilecek kadar üstündü. "Olmaz mı?" Beni yıkamasını istediğimi anlayarak kısa bir an kalakaldı, doğru duyup duymadığını sorguladı. Ateşim varken yıkamıştı ancak bilincim yerinde değildi ve bilinçli bir şekilde bunu istememe hayret etmişti. Aynı gözlerle ona bakmaya devam ederken hızlıca başını salladı, nazik diliyle "Olur güzelim." dedi. "Olmaz olur mu? Geceliğini çıkart o zaman, ben de sırtın için silikon getireyim. O ellerin ayrı kalacak, dokunma kendine. Tamam mı?" Başımı tutuk bir hareketle salladığımda ayağa kalkarak duvara gömülü banyo dolaplarından birini açtı, banyo yaparken kullandığım silikonlardan aldı. Bazı minik dikişlerimi almışlardı ve çabuk iyileştiğimi söylüyorlardı ancak bazı dikişler kriz anımda patlamıştı ve hala tazeydiler. Geceliğimi güçlükle çıkarttığımda Ares arkama geçerek diz çöktü ve o dikişleri silikon bantla kapattı. Elleri fazlasıyla gevşemiş topuzuma kaydığında onu nazikçe açtı. "Hadi gel, önce saçlarını yıkayalım. Suda kalmayı seviyorsun sen, sonra biraz dinlenirsin." Titreyen dizlerimin tutmayacağını bildiğinden beni yine bir bebekmişim gibi kucakladı, seramik küvetin içine yerleştirdi. Gözlerim artık ezberlediğim renkli desenlerde gezinirken dizlerimi kendime çekmiş ve çıplak kalan göğsüme yaslamıştım. Ares duş başlığını alarak sıcak suyun gelmesi için suyu küvetin içerisine akıtmaya başladığında bir an irkildim, ardından gözlerimi kapatarak derin nefesler almaya başladım. Beni en son yıkayan kişi katilimdi. Her gece kendisi için hazırlıyordu. Yıkıyordu, yaralarıma pansuman yapıyordu, saçlarımı tarayıp kurutuyordu ve sevdiği kıyafetleri giydiriyordu. Beyaz elbiselerden ya da beyaz geceliklerden oluşuyordu bu kıyafetler. Bana en çok beyaz yakışırmış, öyle derdi. En sevdiği kokuya buluyordu beni. Lavanta kokuyordum. Sanki cansız bir mankendim ve o beni dilediği gibi kullanabiliyordu. Sesimi yutulmuş, gücüm sindirilmiş ve özgürlüğüme en büyük prangalar takılmıştı. Ben artık ben değildim, kendi bedenime dahi dokunamayacak bir haldeydim. Banyomda bile su içerisinde kalmaktan ve bedenimi yıpratmaktan başka bir şey yapamazken o nasıl bana dokunabiliyordu? Cevabını duymaktan korksam da ansızın "Bana bakarken tiksiniyor musun?" diye sorduğumda şaşkınca "Hayır." dedi. "Sana böyle mi hissettiriyorum?" Sesindeki hayret ve tereddüt derin bir nefes almamı sağlamıştı. Bir adamla banyoda olmak, beni yıkamasını beklemek canımı yakıyordu. "Hayır." diyerek gözlerimi kanlı ellerime indirdim, varolmayan kan pıhtılarını avuçlarıma hapsettim. "Hiçbir şey olmamış gibi hissettiriyorsun, evimde gibi hissettiriyorsun. Barlas olsa o da böyle davranırdı bana. Dokunmaya korkardı, bakmaya bile korkardı." Ama şu an hiçbir şey olmamış gibi değil, her şey dakikalar evvel olmuş gibi hissettiriyorsun Ares. Ne yazık ki bu senin suçun değil. Merakla "Barlas kim?" diye sorarken akan suyu kapatıp başlığı küvetin içine bıraktı ve gömleğinin kollarını katlamaya başladı. "Barlas benim abim." diyerek başımı çevirip biraz kaldırdım ve ona baktım. "Babam, ailem, dostum. Her şeyim." Zaten bir tek o var, geri kalan her şeyi kaybettim. "Ona haber vermemi ister misin?" diye sorduğunda başımı iki yana sallayarak "Şu an dünyada ondan daha tehlikeli bir adam olamaz." dedim. "Beni bu halde görürse gerçek anlamda üçüncü bir dünya savaşı çıkartabilir. Elindeki gücü benim uğruma kullanmaktan hiç çekinmez. Bir kişiyle olan savaşımızı devletler verir." Kaşları usulca çatılırken günler evvel sorduğu gibi "Mira kim?" diye sorarak eğildi, sıcaklığını kontrol etmek için duş başlığını eline alarak küvetin diğer tarafına doğru tuttu. Eldivenlerini çıkartmayacağını farkettim, beni korkutmamak için şu anda bile eldivenlerini çıkartmıyordu. "Bunu bilirsen seni öldürmem gerekir, savaş tanrısı. Ölmek istiyor musun?" Kaşları daha derince çatıldı, eli çeneme yerleşti. Başımı geriye doğru yatırmamı sağlayarak ensemi küvetin kenarına yasladı. Sıcak su saçlarımı ıslatmaya başlarken gözlerime bakmıştı. "Kim olabilirsin ki?" diye sorduğunda duygusuzca "Her şey olabilirim, herkes olabilirim." diye yanıt verdim ve gözlerimi kapattım. "Ama hiçkimse olmak istemiyorum. Şu an Mira olsam yeter, Mira özgürdü geri kalanlar mahkumdu. Sadece biraz olsun özgür olmak istiyorum." Gözlerimi yeniden araladım. "Buraya mahkum muyum, savaş tanrısı?" Gözlerimin en içine baktı. "Değilsin." Kaşlarım merakla havalandı. "İstediğim zaman gidebilir miyim?" Bu konuşmayı kaçıncı kez yapıyorsunuz, Mira? Duymaya ihtiyacım var, özgür olduğumu duymaya ihtiyacım var. Başını sallayarak tekrar tekrar aynı şeyleri sormamı önemsemeden "Gidebilirsin." dedi. Belki de korkularımı bildiğinden anlıyordu beni. "Ama gitmemen beni daha çok mutlu eder. Önce iyileşmelisin, iyi olmalısın. Daha sonra nereye gitmek istersen götürürüm." "Dünyanın bir ucuna gitmeyi istersem?" Eliyle saçlarımı ıslatarak başıma şampuan sıktı ve dağıtmaya başladı. Ona ait olduğunu bildiğim şampuanın ağır mentolü ağlamaktan tıkanmış burnumu açarken ciğerlerime ferah bir hava çekmiştim. "Dünyanın bir ucuna götürürüm." Yeşilleri mavilerimle birleşti. "Evine ya da gitmek istediğin yere bırakırım, iyi olduğunu güvende olduğunu görürüm. O zaman benim sorumluluğum biter." Sorumluluk mu? Kaşlarımı çattım. "Bana karşı bir sorumluluğun yok." dedim, keskin dilimle. "Bu düşünceyle benimle ilgilenmemelisin. Eğer böyle düşünüyorsan git, kendim baş edebilirim." Benim alıngan ve aksi tavrıma karşın oldukça yumuşak bir dille "Sorumluluğum var ancak seninle ilgilenmemi sağlayan şey bu değil." dedi. Ses tonu, dokunuşları öylesine rahatlatıcıydı ki ifadem anında dağılmıştı. Saçlarımı köpüklerden arındırmaya başladı. "Senin yaşında kız kardeşim var, Mira. Zaten biliyorsun bunları. Kaç kez konuştuk, anlattım sana. Korkunç bir düşünce ama senin yerinde o olsaydı neler yapacaksam onu yapıyorum. Bu benim vicdanım, kusura bakma ama vicdanıma karışamazsın." "Kızmaz mıydın ona?" diye sorduğumda kaşları çatıldı ve bana bir aptalmışım gibi baktı. "Kızmazdım." dedi. "Evet belki içten içe kızardım, çünkü ben kardeşimi öyle güzel yetiştirdim ki kendini koruyabilmesini beklerdim. O adamı kendisine dokunacağı an öldürmemesine kızardım ama kızsam da bunu ona yansıtmazdım, anlardım çünkü korkunun eşi benzeri yoktur, bazen en güçlü insanlar dahi korkularına yenilebilir." "Sen mi eğittin onu?" diye sorduğumda başını sallayarak saçlarımı yeniden şampuanlamaya başladı. "Her zaman yanında olup onu koruyamıyorum, keşke yapabilsem ama yapamıyorum. Hiçkimse onu sonsuza dek koruyamaz, kendisini korumayı öğrenmesi gerekiyordu. Hala öğreniyor. Senin de öğrenmen gerekiyor." Gözlerime bakarak az önce onu öfkelendiren ve bedeninin kasılmasına neden olan düşünceleri yok saydı, gülümsedi. O gülümsediğinde öfkesinin benliğime sürüklediği korku bir anda paramparça olarak kayboldu. "Barlas'ın sana kızmasından mı korkuyorsun?" Beni her daim anlaması fazlasıyla garipsediğim bir durumdu. Başımı sallayarak "Kızacak." dedim. "Hiçbir zaman akıllanmayan, aptal bir kızım. Büyümüyorum, akıllanmıyorum, hemen güveniyorum, teslim oluyorum. En kötüsü de sırtımdan bıçaklansam da katilimi sevmeye devam edebiliyorum. Bu yüzden kızacak bana. Evden kaçtığım için, ona güvendiğim için kızacak." Sertleşen sesiyle "Sana bunları yapan adamdan mı bahsediyorsun?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım. Onun ismini dahi anmamaya başlamıştı. Sanki ismini dillendirdikçe sakin kalması zorlaşıyordu. Özenle saçlarımı temizliyor, bir bana bir saçlarıma bakıyordu. "Onun nasıl biri olduğunu hep biliyorum. Sevmem mümkün değildi, güvenmem mümkün değildi. Düşüncesi dahi midemi bulandırıyor. O kadar aptal değilim. Aptalım ama o kadar değilim." Ares sessiz kalarak saçlarımı bir kez daha şampuanladı, kirden tamamen arındırdı. Suyu sıkarken o kadar çok uğraştı ki, "'Çok uzun saçların." diye yakındı. Havluyla saçlarımın suyunu almaya başlarken arkama geçti. Bende yerde bağdaş kurmuş oturuyordum. Kanlı ellerim kucağımdaydı, avuçlarım karnıma yaslanmıştı. Ares saçlarımın suyunu aldıktan sonra bana günler önce verdiği kardeşinin pembe peluş tokasıyla saçlarımı topuz yapmaya çalıştı. Yoğun bir çaba harcadığında istemsizce kıkırdadım. "Benim yapmamı ister misin?" Sen nasıl yapacaksın Mira? Daha önce hiç saçlarını toplamadın. Yaparım, en azından denerim. Ne kadar zor olabilir ki? Gülüşümle şaşırdı, saçlarımdaki elleri duraksadı. "Ellerin yaralı, yapamazsın ki. Ben hallederim." İtiraz ederek denemeye devam etti ve en sonunda darmadağın olduğuna emin olduğum sağlam olmayan bir topuz yaptı. "Bak, oldu. İşimizi görsün yeter." Başımı çevirerek omzumun üzerinden ona baktım. "Teşekkür ederim." Ares eline kırmızı lifi alarak beyaz gül kokan duş jelinden sıktı, kokusunu solumamak için nefesimi tuttuğum anda sol kolumdan başlayarak bedenimi nazikçe temizlemeye başladı. Ciğerlerime işleyen koku beni çocukluğumun çiçekli bahçelerine götürdü. Üzerimde uzun etekli, dantel yakalı ve kabarık kollu kırmızı elbisemle ve kırmızı rugan ayakkabılarımla koşuştururken Barlas elindeki ahşap saplı, işlemelerle bezeli kırmızı şemsiyemle peşimden koşuyordu. Ağır adımları gerimde kalması için yeterliydi, hızlı koşsa beni yakalardı ancak bir prensese engel olmamak için müdahale seviyesini koruyordu. Sarayın her yanını donatan ve budanan dallarıyla burcu burcu açan goncalarından annemin makas izlerini bıraktığını anladığım beyaz gülleri aşa aşa nöbette duran askerlerin önlerinden geçiyordum. Savrulan eteklerim ve maşalı saçlarım rüzgara karşı koştuğumun izlerini taşıyordu. Koca saray bahçesinin ne ön bahçesinde ne de arka bahçesinde yoktu annem. Seralarda yoktu, kış bahçelerinde ve çardaklarda da. Annemin nedimelerinden biri üzerindeki boynu, elleri ve ayakları dışında tamamen kapalı olan uzun yeşil elbisesiyle yanımdan geçerken durdum, hızla soluklandım. Kadın benim durmamla durarak ellerini önünde birleştirip "Prenses." diye selamladı. "Annem nerede?" diye sorduğumda gözleri soluna doğru, ilerideki labirente doğru kaydı, yeniden yere indirdi. "Majesteleri dinleniyor, prenses. Onu rahatsız etmemelisiniz." Benliğimi kuşatan heyecanım sönerken omuzlarım düştü, yüzümdeki gülümseme soldu. Nedime Barlas'a bakarak "Prensesi odasına götür, asker." dedi. "Alerjisi çıkacak, gördüğüm kadarıyla elindeki şemsiye çimenleri koruyor." Barlas yanıma gelerek bir adım gerimde durdu, arkamda olduğundan yüz ifadesini göremesem de sert diliyle "Prenses dışarıda oynamak istiyor." dedi. "Hizmetimden şüpheniz varsa şikayetlerinizi Kraliçe Catalina'ya iletebilirsiniz." Başımı kaldırarak omzumun üzerinden göğe uzanan Barlas'a baktım, elindeki şemsiyenin üzerime düşen gölgesi güneşten sakınmamı sağlıyordu. Barlas gözlerini bana indirdi, saygıyla "Prenses," dedi. "Neden labirentte oyun oynamıyoruz?" O da anlamıştı, annemin labirentte ve belki de labirentin ardında olduğunu. Heyecanla gülümsedim, başımı salladım. Koşturmak yerine Barlas'ın önünden uslu uslu yürürken bana şemsiye tutması için izin veriyordum. Arka bahçedeki koca gölün diğer ucundaki yüksek ağaçlarından ardında olan, göğe uzanan yüksek çalıların budandığı labirente girdiğimiz an eteklerimi kavradım ve koşuşturmaya başladım. Barlas "Prenses!" diye seslenerek peşimden koştururken çalıların açtığı geçitlerden geçip Barlas'tan saklanmaya çalışıyordum. Koca labirentte bulduğum her girişten girerek farklı yollara sapa sapa ilerledim ve sonunda çıkışa ulaştım. Saray Ormanına uzanan çıkışın önündeki dereye yatağına ilerledim. O dere benim sınırlarımı oluşturuyordu, ötesine geçmek yasaktı. Kısa bir an ormana baktım, etraftaki güllerden bazıları budanmamıştı. Açmayan goncaları vardı. Annem buradaydı, o cansız bir bahçeye can olmak için gelmişti. Kısılan gözlerim etrafta gezinirken doğrulduğu an güllerin ortasında beliren anneme baktım, onu bulmuş olmanın rahatlığıyla derin bir nefes aldım. Üzerindeki açık yeşil elbisesi etrafını kuşatan beyaz güllerin arasında belirginleşmesini sağlıyordu. Başında hasır bir şapka vardı ve elindeki makasla gülleri buduyordu. Barlas labirentten çıkarak "Prenses!" diye seslendiğinde annem onu duydu, başını bize çevirdi. Bana bakmasıyla gülümserken heyecanla "Anne!" diye seslendim ve ona doğru koşmaya başladım. Çok sevdiği güllerine zarar vermeden taşlı ince patikalardan ilerleyerek ona ulaştığımda elindeki sepeti ve makası bırakmıştı. Maşalı uzun saçları esen rüzgarda savruldu, etrafımı kuşatan güller buram buram koktu. "Ne oldu küçük bebeğim?" diye sorarak dizlerinin üzerine çöktü, bahçe eldiveni geçirdiği elleriyle kırmızı eldivenli ellerimi kavradı. Koşmanın ve heyecanın verdiği etkiyle nefeslendim, "Mara!" dedim, heyecanla. "Ahıra gittim ben, Mara'ya elma yedirdim!" Annem hafifçe güldü, onun gülüşüyla göğsüm kabardı. "Aferin." dedi. "Sana söylemiştim, Mara seni çok seviyor. Eminim bir dahakine benimle birlikte üzerine binmene de izin verecektir. Sonra ona yeniden elma yedirirsin." Bir eli ellerimden koptu, uzanarak bedenimi kavradı. Beni kendisine çekip sıkıca sarıldığında gözlerimi kapatarak başımı omzuna yasladım. Üzerine sinen, etrafımızı kuşatan gül kokusunu soludum. "Çok özledim seni." dediğimde başımdan öptü, "Ben de seni çok özledim küçük yıldızım." diye sayıkladı. Usulca ayaklanırken bedenimi kavrayıp kucağına aldı. Kollarımı boynuna doladım. Kalçamın altından destek olarak beni taşırken bahçenin içerisinde ilerledi, oturma alanına geçti. Sallanan koltuğa oturarak üzerine uzanmamı sağladı. "Öğle uykusuna yatmamışsın, hadi birlikte uyuyalım." Kokusunu içime çekerek gülümsedim, rüzgarın ve doğanın sesleei arasında kalp atışlarını hissetmeye çalıştım. Sırtımı okşayarak parmaklarıyla desenler çiziyor, her daim olduğu gibi ismimi işliyordu. Kokusunu soluya soluya uykuya daldım, kalbinin sesi ormandaki papağanların sesinden daha güzeldi. Gözlerimi araladım, yollarım güllerin arasındaki anneme değil, kahramanıma açıldı. Yeşilleri yüzümde gezinirken uyarırcasına "Yine nefesini tutuyorsun." dedi. "Nefes al kızıl." Başımı istemsizce yana sallarken "İstemiyorum." diye mırıldandım. "Koku almak istemiyorum." Ares'in eli duraksarken "Sorun ne?" diye sordu. Koştum, koştum. Annemin boynuna atladım, kokusunu içime çektim. "Annem gül kokar." diyerek yutkundum. "Onu özlüyorum zaten, şu an daha fazlasına katlanamam. Sorun yok, temizle beni yeter. Yoksa kendimi parçalayacakmışım gibi hissediyorum." Ares elindeki lifi suyla temizleyerek ayaklandı, duş jelini alıp benden uzaklaştırdı. Dolaptan mavi bir jel alarak geldiğinde "Bu olur mu?" diye sordu. Duş jelinin ne koktuğunu dahi algılama ihtiyacı duymadan uysalca başımı salladığımda elindeki jelden life sıkarak beni temizlemeye devam etti. Sol kolumu, göğsümü, sağ kolumu, sağ bacağımı ve sol bacağımı da sırayla temizlediğinde gözlerini bedenime hiç değdirmemiş, baştan sona tamamen yüzüme bakmıştı. Gözlerimdeki korkunun sebebinin kendisi olduğunu zannediyordu. Vicdanının sırtına yük olmasını istemezken hiçbir hissimin uğramadığı sesimle "Beni yıkardı." diye mırıldandım. "Her gece. Temizlerdi, sanki yaralarımı kendisi açmamış gibi pansuman yapardı. Saçlarımı tarar kuruturdu. Giydirirdi. Kendisi için yapardı bunları. En sonunda o iğrenç kokuyu sürerdi. Lavanta kokusu." Sertçe yutkunurken titreyen sesimi toparlamaya çalıştım. "Nazik davranırdı, istediğini alamadığında gerçek yüzüne dönerdi. Saatler kaybolurdu, ne zaman gelir anlamazdım. Sadece kolundaki saatten geceleri geldiğini bilirdim. Her gece, her gece tekrarlanırdı bu. Bazen gelmediği olurdu ama hep gelmiş gibi hissederdim." Yeniden yutkunurken ne kadar yutkunursam yutkunayım boğazıma dizilenleri yutamayacağımı farketmiştim. Ares bedenimi temizlemeye devam ederken sanki anlattıkça daha kirli hissettiğimi biliyor gibiydi. Gözlerim küvetin seramik desenlerine kayarken kırmızılı bir yere odaklandım. Ares benden iyi yönde bir tepki alana dek, rahatladığımı hissedene dek bedenimi nazikçe temizlemeye devam etti ve en sonunda bedenimi duruladı Siyah iç çamaşırım karşısında çırılçıplak olmamı engellese de hiç öyle hissetmiyor, garip bir şekilde bundan rahatsız da olmuyordum. Yalnızca birkaç günde verebildiği güven dehşete tutuklu kalan ruhumu dinginleştirebiliyordu. Küveti ılık suyla doldururken bir yandan da yine yükseldiğinden emin olduğum ateşimi düşürmek istediğini biliyordum. "Biraz dinlen" diyerek alnımdan öptü, bu esnada bana çaktırmamaya çalışarak ateşimi kontrol etmişti. "Çıkmak istediğinde seslen." Ayaklandığında sargılı elimi uzatarak elinden kavradığımda duraksadı. Ona beni yıkayacağı zaman eldivenlerini çıkartması için izin vermiştim ve bu iznim nedeniyle lastik eldiven takmamıştı ancak elini tutmamı beklemediğinden emindim. Kendim dahi eldiveni olmayan birine dokunduğuma şaşırmıştım. Sargılarım tenimizin temas etmesini engellerken gözlerine bakarak "Burada kalsan," diye mırıldandım. "Yalnız kalmasam." Ares küvetin yanına, yere oturarak elimi tutmaya devam etti. Ona ne söylersem söyleyeyim ondan ne istersem isteyeyim yapacağını bildiğim için sınırları zorlamak ve sürekli bir şeye mecbur bırakmak istemiyordum ancak şu an yalnız kalmaya cesaretim yoktu. Küvetin yüzeyine yaslanarak başımı küvetin kenarına yasladığı koluna yasladım. "Hala korkuyor musun?" Sorduğu soruya karşın yutkunarak düşük çıkan sesimle "Korkmadığın bir an var mı diye sorsana?" dedim. "Ben bu dünyada uzun zamandır hiçbir şeyden korkmamıştım. En tepedeydim, tanrıdan dahi korkmam diyordum. Birden çakıldım, tanrının şeytanına tapan bir insandan ölesiye korktum. Bir insan bilinci yerinde değilken bile korkuyu hissedebilir mi? Ben hissettim." Derin bir iç çekerken omuzlarımdaki yükler katbekat daha artmıştı. "Şiddetinden korkmadım, alışkındım. Karanlıktan korktum ama, bana dokunmasından korktum. Benim dünyam her şeyimi kaybettiğim anlarda dahi kararmamıştı, mumlarım ışıklarım hiç sönmemişti. Hiçkimse bana iznim olmadan dokunmamıştı, buna cesaret dahi edememişlerdi." Karanlıktan korktum, o korku bana karanlıktan korkan ve uğruna bütün adayı fenerlerle aydınlattırdığım adamı hatırlattı. Kalemden kaçtığım bir gün Valencia sokaklarında gezinirken bulmuştum onu. Yedi kişilik bir grup erkekten dayak yiyor, gasp ediliyordu. Uzundu boyu ancak boyuna rağmen kemikleri sayılacak kadar zayıftı. Yaraları vardı, o sokaklarda çok yara almıştı. Bir bıçak görmüştüm, ona yetişemeden önce. Karnından bıçaklamışlardı onu. Askerlerim olaya müdahele ederken Kağan'a uzanmıştı ellerim, elbisemin eteğini yırtıp yarasına bastırmıştım. Gözlerime baktığı ilk anı anımsadım, öylesine bitkin ve acıyla doluydu ki son nefesini veriyormuş gibiydi. Ona nefes verdim, ona can verdim. Hayatımda ilk defa evime bir yabancı soktum, onu herkesten saklayıp iyileştirmeye başladım. Evi yoktu, ona sıcak bir yuva verdim. Yemeği yoktu, onun için ziyafet sofraları kurdum. Giysileri yoktu, giyeceği her parçayı kendi ellerimle seçtim. Bir ismi vardı, bir soyismi vardı ancak köklerinden kopmuştu. Savaştan etkilenen ve yoksullaşan, oturum izni bitse de bu karmaşada ülkede kalan bir Türk'tü. Ailesi yoktu, savaşta ölmüşlerdi. Ona bir kimlik verdim, İspanyol vatandaşı yaptım ve yeni bir isim yeni bir kök verdim. Kökü bendim. İyileştiğinde dünyayı ayaklarının altıma serdim, ona bir hayat verdim. Mesleği yoktu, savaşın çaldığı yıllar onun gençliğini de çalmıştı. Hermes dedim ona, ellerinin arasına kendi dünyamı verdim. Geçmişim bir pranga misali ellerime dolanmış peşimden gelirken zihnimde canlanan anılar kalbimi acıtıyordu. Kalbim sıkışıyor, hissettiğim özlem ve kaybetme duyguları ruhumu eksiltiyordu. Kaybediyordum, sevdiğim ve güvendiğim herkesi kaybediyordum. Bazen ölüm ayırırdı insanları bazen ise ihanet, kayıpların en büyüğü ölüm ancak en can yakanı ihanetti. Ölüm belki kalbini acıtırdı ancak ihanetin hançeri etini deşip kemiğine sürtünür, dokunduğun her an sızlardı. Kalp acısı elbet geçerdi, ihanetin sızısı bakiydi. "Sana, ilk kez birine itiraf ettiğim bir şey söyleyeyim mi?" diye sordum, kendi yaralarım sızlarken. Sarsın istedim. Bütün yaralarımı sardığı gibi hala oluk oluk kanayan ihanet yaralarını da sarsın, iyileştirsin istedim. Dokunduğumda sızlasa da artık kanamasın, o kan boğazıma oturmasın istedim. "Beni kız kardeşi gibi gördüğünü zannettiğim birini, beni katilime teslim eden birini seviyordum." Utançla burkuldum, gözlerim kapandı. Bir insan sevmekten utanır mıydı? Dünyanın en güzel hissi olan sevgi nasıl utancı da içimde taşıyabilirdi? Utanıyordum, oluk oluk kanayan yaralarımın kesildiği yerlerden utanıyordum. "Benimle ilgilenen ilk erkek o değildi, yüzlerce erkekten yalnızca biriydi ama herkesten daha farklı hissetirebiliyordu. Beni sevmekten vazgeçerse diye korktuğumdan söyleyememiştim. Küçüktüm ondan, belki biraz daha büyürsem beni farkeder diyordum. Belki ilgisini çekerim, belki beni sadece kardeşi gibi görmez. Meğer kardeşi dahi olamamışım, en başından beri düşmanımmış da ben görmüyormuşum. Bir insan hiç düşmanını sevebilir mi? Ben sevmişim." Daha evvel sesinin uğramadığı bir tonda "Hala aşık mısın ona?" diye sorduğunda gözlerim yeniden kapanırken uzun zamandır korkularla sindirilmiş kalbime ulaşmaya çalıştım, ulaşamadım. Öylesine derin kesiklerim vardı ki, akıttıkları kan yollarımı kapatıyordu. "Bilmiyorum." dedim, dürüstçe. "Aşık değildim zaten, evet küçük olabilirim ama aşkın ne olduğunu biliyorum. Ona olan hislerim aşk olmasa da sanırım hala seviyorum. Kızgın ya da öfkeli değilim. Belki seneler sonra aşık olduğum adamla yaşayabileceğim şeyleri beni öldüren adamla olabilecek en kötü şekilde yaşattırdığı için kırgınım sadece. Bu dünyada imkansızlar yoktur her imkansızlığın ardında imkanlar bulunur derdim ancak imkansız denen şey varmış. Ne ben artık ona güvenirim, bana dokunmasına dayanabilirim ne de o beni sevebilir, sebep olduklarının ardından yüzüme bakabilir. Zaten bir insan kendi katilini sevemez, meğer ben de onu öldürmüşüm farkında olmadan. Bu yüzden öfkeli değilim ona, beni kendi elleriyle öldürse de anlardım nedenini. Sadece bu kadarı çok fazla gibi geliyor." Gözümden süzülen yaşı umursamadan sertçe yutkundum. "İntikam denen şeyin de bir şerefi, onurlu olmalı. Bu kadarı çok fazlaydı, intikam uğruna beni öldürmek istese ona kızamazdım izin verirdim ama bu kadarı benim için bile çok fazlaydı." Sanki kalbimdeki yükleri azalttığımda omuzlarımdaki yükler azalacak gibi hissediyordum ancak bir yanım tüm bunların canımı daha çok yakacağını ve beni savunmasız kılacağını söylüyordu. Yine de Ares'le acılarımı paylaşmaktan korkmuyor, çekinmiyordum. O içerisinde bulunduğumuz anda kendi etrafımda ördüğüm duvarların içindeydi, yanıbaşımdaydı. Kendi dünyamın harabelerini görüyordu, çekinecek hiçbir şeyim yoktu. Tiksintiyle "Hala izleri var." diye sayıkladım, gözlerim acıyla kapanırken birkaç damla yaş süzüldü. "Hala hissediyorum, gözlerim açık olsa dahi görebiliyorum, seninle konuşurken bile duyabiliyorum. İçime işlemiş, burada seninleyken bile o evde gibi hissedebiliyorum. Sanki hala oradayım, o karanlık odadayım, korkuyla onun gelişini bekliyorum. Bir yandan gelip beni öldürsün istiyorum, bir yandan sonsuza dek gelmesin ben orada yaşarım diyorum. Ölümle yaşam arasında, cehennemin dibinde yanıyorum." Ares diğer elini başıma yerleştirerek parmaklarını saç diplerimde gezdirmeye başladı. "Ama biliyorsun, artık özgürsün. Benimlesin, benim evimdesin, güvendesin. Karanlık yok, ışıklar hiç kapanmayacak." "Biliyorum." diye mırıldanarak kasvetle nefeslendim. "Ama bilmek onu hissetmeme engel olmuyor. Keşke engel olsa." "Psikolojik destek alman gerekiyor, Mira." derken sanki bunu söylemeye anca cesaret edebilmiş gibiydi. "Gerekirse ilaçlarla iyileşmen gerekiyor. Belki de bana anlatamadıklarını birine anlatman, artık iyileşmeye başlaman gerekiyor. Mahvoluyorsun çünkü, görüyorum seni. Daha çok küçüksün, önünde koca bir hayat var. Eğer iyileşmezsen nasıl yaşayabilirsin?" Sonunu bildiğim bir masalı anlatırcasına "Yaşamayacağım." diyerek başımı omzundan kaldırdım. Kanlı ellerime bakarken "Öleceğim gün belli benim." demiştim. "Tanrının sunduğu kader umurumda değil, öleceğim günü kendim belirledim. Savaşarak doğdum, savaşarak öleceğim. Her şeyimi kaybettiğim günde, her şeyimi benden alan insanlarla öleceğim. Sadece öncesinde yapmam gerekenlerler var." "Ne zaman öleceksin?" diye sorduğunda başımı ona çevirerek omuz silktim, sessiz kaldım. Ares buruk bir ifadeyle gülümserken kolunu uzatarak omzuma attı, beni yeniden çekerek omzuna yaslanmamı sağladı. "Belki gelecekteki Mira ölmek istemez, yaşamak ister. Hayatta kalmak için başka sebepleri olur. Buna güveniyorum." Dudakları ıslak saçlarıma yerleşti ve "Psikolojik desteği araya kaynatma, konuyu kapattırma. Düşün biraz, eğer istersen alanının en iyilerini buluruz. Korkma, çekinme olur mu? Hiçkimse seni bunlar için yargılayamaz. Ben her daim yanında olurum, seni yalnız bırakmam." Başımı uysalca salladığımda Ares başını başıma yasladı, geri kalan süre boyunca sessizliğime ortak oldu. Ares gittikten sonra hızlıca duş alıp bornoz giydim ve banyodan çıktım. Kapıda bekleyen Ares bedenimi kavrarken ondan destek aldım. Beni nazikçe yatağa oturtarak yataktaki katlanmış kıyafetleri gösterdi. "Kendin giyinebilecek misin?" Her ne kadar zorlanacağıma emin olsam da başımı salladım. "Teşekkür ederim." dediğimde "Yemeğini alıp geliyorum, giyin sen de." dedi. Başımı salladığımda Ares odadan çıktı. Kıyafetlere bakarak önce siyah kilodu giydim daha sonra siyah uzun pijama altını ve ve yanları düğmeli siyah askılıyı giydim. Gizlemek istediğim yaraları daha fazla görmek istemezken yatağa girerek yorganı boynuma kadar çekmiş, yorgan altındaki ellerimi karnıma yaslamıştım. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak kolay değildi. İnsanlar bana dokunurken dayanmak, iyiymiş gibi rol yapmak kolay değildi. Bunca yıl alışmış olmam gerekiyordu ama hiç kolay gelmiyordu. Sadece Ares, korkularımın ardından güveni hissettirebiliyordu. Yoksa onun dokunuşları da zehir olurdu. Sırtımdaki bıçakları anımsatan yaralarım hala tazeydi, zaman onları kapatamıyordu. Kapatsa da izleri kalacaktı. Diğer yaralarım gibi onları da gizleyeceklerdi, kusur olarak yüzüme vuracaklardı. Her yeni günde yaralarım yüzünden bana iğrenircesine bakacaklardı. Bunca yıl yaşattıkları bir hiçe dönüşecekti ve bana dünyadaki en çirkin kadınmışım gibi davranacaklardı. Bütün kıyafetlerim atılacaktı, sırtı kapalı kıyafetler dikeceklerdi bana. Gitmek istemiyordum, evime gitmek cehennemime dönmek demekti. İkisi de cehennemdi, ikisi de acı veriyordu. Kapı tıklatıldı, Ares giyinip giyinmediğimi sorgularken onayımla birlikte odaya girdi. Yorgan altına sinmiş halim kaşlarının çatılmasına neden oldu. "Üşüyor musun?" Sanki bu soruyu sorması çok saçmaymış gibi bir tavırla "Tabi üşürsün, saçların ıslak. Yemeğini ye, kuruturuz." dedi. Kapıyı kapatarak bana ulaştı, yemek tepsisini komodine koydu. Ayak ucumdaki ıslak bornozu ve saç havlusunu alarak saniyeler içerisinde banyoya bıraktı. Yatağa doğru yaklaşmaya başladığında dikkatlice onu incelemiştim. Gelmeden önce üzerini değiştirmişti ve yine kusursuzca duran bir kumaş pantolonla siyah gömlek giyiyordu. Takıntıları vardı, kıyafetine nokta kadar leke bulaşsa dahi değiştirmeye gidiyordu. "Önce soğumadan çorbanı iç, sonra pansuman yapalım. Daha sonra da saçlarını kuruturuz." diyerek yatağın kenarına oturdu ve tepsiyi aldı. Duşta ıslanan sargılarımı çıkartmıştım ve kesiklerle dolu paramparça ellerimle kaşığı dahi tutamıyordum. Ares kaşığı tutma çabamı izlemeye dayanamadan hemen kaşığı kavradı, tenime değmeden elimden alarak bana yemek yedirmeye başladı. Tek kelime dahi etmeden çorbamı bitirdiğimde ağzımı peçeteyle silerken "Tenin çok beyaz." demesiyle duraksadım, yutkunarak gözlerine baktım. "Vampirsin de o yüzden mi gizliyorsun yoksa kim oldugunu?" Alaycı tavrı gülümsememi sağlarken başımı salladım. "Vampir mi?" diye sordum. "O ne?" Duraksadı, kısa bir an beni sorgularcasına bakıp "Bir tür efsanevi, fantastik yaratık." dedi. "Zombi gibi. Zombiyi biliyor musun?" Başımı yeniden iki yana salladım, "Bilmiyorum." "Vampir insan ya da hayvan kanıyla beslenen bir yaratıktır." dedi, "Güneşe çıkamazlar, tenleri bembeyaz olur, sivri dişleri vardır. Kan emerek beslenirler. Zombiler de ölüdür, öldükten sonra cesetleri mezardan çıkar ya da yeniden canlanır. Onlar da insanlardan beslenirler. Vampirleri ve zombileri anlatan çok fazla film ya da dizi var." Alayla gülümserken "Vampir bana fazlasıyla uydu sanırım." dedim. "Bir tek sivri dişlerim eksik." İnsan kanıyla mı besleniyorsun Mira? İnsan kanıyla yaşıyorum. Ares tepsiyi toparlayarak komodine koydu ve benim için cam su bardağına karaftan su doldurdu. "Gerçekten," derken alayı bırakmıştı. "Yaralı olduğun için de olsa anormal bir beyazlık bu. Sağlıklı değil, yılın son güneşli havaları. Bahçeye inmek istersen inebiliriz." "Güneş alerjim var." diyerek bardağı iki elimle kavradım, kana kana içtim. Ares hiçbir şey demememe rağmen bana bir bardak daha doldururken "Güneşte duramıyorum." diye devam ettim. "Çocukluğumdan beri böyleyim. Tabi, yaralarımın ve kaybettiğim sağlığımın da etkisi var. Hayalet gibi durduğumu tahmin edebiliyorum." "Çok hassas bir bünyen var." Uzattığı suyu yine iki elimle kavradım. "Erken doğmuşum." Suyumdan bir yudum aldım. "Doğar doğmaz ameliyata girmişim. İlaçlarla hayatta tutmuşlar beni. Annem de bana hamileyken çok ilaç kullanmış. Sağlığıma çok etkisi olmuş. İlaçların yan etkileri bunlar hep. Çocukken ansızın başladılar, bazıları bitti bazıları devam ediyor. Mesela bir ara nara alerjim vardı, ama ben narı çok severim. Gizli gizli nar yer hastanelik olurdum." Suyumdan iki yudum aldım. "Bünyem alıştı, artık etki etmiyor." Ares gülümseyerek bana bakarken kafamı dağıtmak istediğimin ve olağan şeyler konuşmak istediğimin farkına varmıştı. "Benim de çilek alerjim var." dedi, suyun hepsini bitirdiğimde bardağı yerine koydu. Yatağın altındaki pansuman malzemelerini alarak tenimle hiç temas etmeden ellerime pansuman yaparken "Ben de çileği çok severim." diye devam etti. "Annem eve çilek sokmazdı ama hep dışarıdan çilekli şeyler alıp yerdim. Hastanelik olmazdım, tıpkı senin biber alerjin gibi kusardım. Ateşim çıkardı, nefesim kesilirdi. İlaç içince geçerdi. Tadı iğrenç olan bir şurubum vardı, hala alerjim çıksa onu içerim." Dikkatle onu seyrederken "Kağan'ın da çileğe alerjisi var." dedim. "Ama o hastanelik oluyor. Ben en çok çilekli çikolata severim, onlardan yaparım. O yiyemezdi, üzülürdüm." "Kağan kim?" diye sorduğunda zihnime saplanan baltayla irkilirken gözlerimi kırpıştırdım, sertçe yutkundum. Ares duraksadığımı farkederek bana baktığında dehşete kapılmış yüz ifadem kaşlarının çatılmasına neden oldu. Unuttuğum ihanetine çarpmış, ondan hala sevgiyle bahsedebilmiştim. "Sorun ne? Canını yakmadım değil mi?" "Kağan benim dostum, dostumdu." Yeniden yutkundum. Sırtıma saplanan bıçak sızlatmaya devam ederken ellerimi kucağımda birleştirdim. "En azından bir zamanlar, bana ihanet etmeden önce." Ares ona bahsettiğim adam olduğunu anlarken konuyu irdelemedi, hatta değiştirdi. "Çikolata mı yapıyorum dedin az önce? Nasıl yapıyorsun?" Omuz silkerek "Çok basit aslında." dedim. Dikkatimi toparlayamıyor, zihnimi ana getiremiyordum. Ares'in çabasını boşa çıkartmamak için kendimi zorladım. "Annem öğretmişti. Onun gizli tarifleri olurdu. En çok portakallı bademli çikolata yapardı. Babam çok severmiş, öyle derdi. Ben de hep o çikolatalardan yemek isterdim ama o zamanlar portakala alerjim vardı ve her yediğimde alerjim çıkardı. Aynı çikokatayı bile yiyemiyorduk." Etrafa bakınarak kendimi toparlamak adına çabaladım, Ares temizledikçe sızlayan yaralarıma odaklandım. "Bana Barlas'ı hatırlatıyorsun." dediğimde göz ucuyla gözlerime baktı, yeniden yaralarımla ilgilenmeye başladı. "Ne zaman yaralansam senin gibi ilgilenirdi benimle. Tıpkı senin gibi kahramanım, beni bütün kötülüklerden korurdu. Bazen başarısız olurdu ama yanımda olması dahi yeterdi. Minik prensesi koruyan bir şövalye gibi düşünebilirsin. Çocukluğumu masallaştırabildiğim tek yönüm o." Ares ilgiyle beni dinlerken "Senin için çok endişelenmiş olmalı." dedi. Başımı sallayarak onu onayladım. "Delirmiş olabilir. Omuzlarına çok yük bıraktım, hepsini kaldırmamamıştır muhtemelen. Biliyor musun Barlas asker. Aslında benim korumam ama asker. Görüp görebileceğin en iyi savaşçı." Kaşları çatıldı, "Abin değil miydi?" diye sorarken kafası karışmış gibiydi. "Annem seçmiş onu." dedim uysalca. "Dördüncü yaşıma girmeden önce, ona sunulan korumaların en iri olanını en güçlüsünü geçmiş. Çok uzundur Barlas, tüm korumalarımdan uzundur boyu. Çocukken beni omuzlarına alırdı, kendimi dev gibi hissederdim." Hafifçe gülümsedim. "Barlas anneme biat etmiş, beni koruyacağına dair yemin etmiş. O gün bugündür benim abim, ailem. Eskiden asker değildi, sonra yanımda kalabilmek ve kimseye bağlı olmamak için asker oldu." Ares'in yeşillerinde değişimler oldu ancak duygularını ve düşüncelerini anlayamadım. Anlık geçişlerin ardından bambaşka şekilde baktı gözleri, usulca gülümsediğinde meraklı ifademle "Ne oldu?" diye sordum. "Komik olan neydi?" "Komik değil, güzel." diyerek gözlerime baktığında afalladım, gözlerimi kırpıştırdım. "Anlayamadım." "Seni bulduğumda ölmüş gibiydin." dedi. "Dokuz gün boyunca ölü gibiydin, tek kelime dahi etmedin. Kendini öldürmek için kendince çabaladın durdun, krizler geçirdin. Ama şimdi..." Yeşilleri yüzümde gezindi. "Hayat doldun bir anda. Oynuyor musun yoksa normalde de böyle misin bilmiyorum ama en dipte olduğun halde hevesle bir şeyler anlatabiliyorsun, ondan bahsederken heyecanlanıyorsun." Yutkunarak gözlerimi kaçırdım. Oynuyordum. Hevesim ve heyecanım sahte olmasa da bana elleriyle verdiği bardağı parçalayıp bileklerimi kesmeyi düşünürken dahi iyiymiş gibi davranıyordum. "Neler yaşadığını tahmin dahi edemiyorum. Ne kadar anlatırsan anlat anlayabilmem mümkün değil." dedi. "Ama şu an mucize gibi bir şeysin, her şeye rağmen hiçbir şey yokmuş gibi davranabiliyorsun. Öldüm diyorsun ama benden daha hayat dolu gibisin." "Sadece düşünmek istemiyorum. Susarsam kendi içimde konuşurum ve o konuşma şu an olduğu gibi olmaz, ölüm gibi olur." Ares gözlerime birkaç saniye bakarak başını indirdi. "Konuş, anlat lütfen. Barlas'tan bahset mesela. Neden asker oldu ki? Senin korumanmış işte." Beni konuşturmak isteyişini hafifçe gülümseyerek karşılarken "Dedem onu benden uzaklaştırmak istiyordu." dedim, usulca. "Yaralarım sarılmamalıydı, Barlas sarıyordu. Ceza verildiyse hiçkimse o cezayı bozmamalıydı, Barlas bozuyordu. Benim kahramanım karşımda kim olursa olsun bana kalkan oluyordu, o kalkanı yok etmek istediler. Operasyonlara, görevlere gönderdiler. Benden uzaklaştırmak için her yolu denediler. Nasıl oldu bilmiyorum, bir gün üniformayla geldi. Bundan sonra bizi hiçkimse ayıramaz dedi." Kederle iç çektim, gözlerim alev alev yandı. "Ama ayırdılar, aylardır onu görmüyorum dahi." Sesimin titremesine engel olamadım. "Çok özledim." "Ona her an haber verebilirim, biliyorsun değil mi?" diye sordu. "Sen gitmezsin, o gelir. Öfkesini durdurabiliriz, sakinleştirebiliriz. Korkmana gerek yok." Gözlerim çaresizliğime kapanırken "Beni bu halde görmek onu parçalar." dedim. "Ama tek başıma yapamam. Ona ihtiyacım var. Bencil mi olmalıyım yoksa onu mu düşünmeliyim karar veremiyorum." "Seni bu halde görmesi bencilce değil, Mira." dediğinde gözlerimi aralayarak ona baktım. "Eğer söylemezsen bencillik yaparsın. Nerede olduğunu bilmiyor, sen burada güvendeyken dahi senin için endişeleniyor. Her şey belirsiz, senden haber dahi alamıyor. Belki hayatta olmadığını düşünüyor. Hangisi daha kötü?" "Bunu tahmin edemez." diyerek yutkundum, "Aklına dahi gelmez, yani belki de bir kez olsun bencil olmalıyım. Her şeyi düşünsün, bu halimi görmesin. O beni hiç böyle görmedi ki, dayanamaz. Bedeni büyük onun, kalbi küçük. Sadece ben varım kalbinde, daha fazlasını sığdıramaz. Çok üzülür." Kaşları çatıldı, sessizce pansuman yapmaya devam etti. Bedenimdeki tüm yaralarla ilgilendikten sonra banyoya girmiş, elinde tarak ve kurutma makinesiyle gelmişti. Arkama oturdu, ıslak saçlarımı elleriyle kavrayarak sırtıma değirmeden taramaya başladı. Düğümleri dikkatle açarken canımı yakmamak için çok fazla çabaladığını hissetmiştim. Tamamen taradı, bir avcunda tutarak makineyle kurutmaya başladı. Yer yer tenime çarpan sıcak hava ısınmamı ve yaralarımın sızlamasını sağlıyordu. Saçlarımı tamamen kuruttuktan sonra "Kıvırcık saçlı mısın?" diye sordu. "Çok kabarıyor saçların. Islakken dalgalıydı ama kuruyunca değişik oldu. Öncekinde bu kadar olmamıştı." Başımı sallayarak "Evet. Sorun değil." diye mırıldandım. "Teşekkür ederim." Yoğun bir uğraşla saçlarımı toparladı, ıslak tokayla ense hizamdan bağladı. "Gel, yatıralım seni." Bedenimi nazikçe yatırarak üzerimi örttüğünde gözlerime bakarak gülümsedi. "Biraz dinlenip toparlan, bahçeye ineriz. Temiz hava daha iyi gelir." Gülümseyerek başımı salladım. "Nefes almayı dahi özledim, şimdi çıksak olmaz mı?" Bileğindeki gümüş kordonlu saate bakarak "Saat yediye geliyor." dedi. "Hava soğuktur. Öğleye doğru çıkalım. Olur mu?" Başımı hevesle salladığımda buruk bir tebessümle bana baktı. Gözlerim kapanırken acı dolu bir nefes almıştım. Kaybolduğum uçurumun kıyısındaydım. Hayat verdiğim, can verdiğim benim canımı almıştı. Kendisini koruması için verdiğim altın hançer sırtıma saplanmış, güvenerek tuttuğum elleri beni katillerime teslim etmişti. O güne dek sevgiyle bakan gözlerinde hayat bulan öfkede, nefrette ve kinde boğuluyordum. Nefes almak istercesine "Çok severim ben bahçeleri." diye mırıldanırken evimin çiçeklerle dolu bahçesine gitmek istemiştim. "Evimde bir sürü bahçe vardır. Kış için, yaz için, ormanda, sahilde, evimin içinde... Her yerde çiçeklerim vardır. Bana cehennem olan evimin her yerinde cennet bahçeleri kurdum, sadece orada nefes alabildim. Ama on aydır nefes alamıyorum, boğuluyorum." "Maalesef burada çiçekler yok." dedi. "Meyve ağaçları var, üzüm bağları var. Yine de yemyeşil her yer. Bir de ormanımız var. Bunlar seni mutlu eder mi?" Başımı sallayarak "Gökyüzünü görmek bile mutlu eder." dediğimde kendimi senelerdir bir hapishane hücresine mahkum olmuş gibi hissetmiştim. Gözlerimi aralayarak dikkatle beni inceleyen adama baktım. Öylesine dikkatli izliyordu ki içimde bir yerlere dokunduğunu hissediyordum. Elleri temas etmiyordu, bedeni yanımda değildi ama yalnızca gözleriyle yanıbaşımda olduğunu hissediyordum. Yeşil gözlerinde bana nasıl böyle hissettirdiğini çözemediğim birbirinden farklı ifadeler vardı. En temeli meraktı. Ağzımdan çıkan her kelimede öylesine ilgi ve merakla bakıyor, dinliyordu ki bana kendimi daha fazla değerli hissettirebilen biri olmuş muydu bilemiyordum. Bir kraliçenin sözleri dahi dinlenmezken o sadece Mira olan bir kız çocuğunun tek kelimesi için var gücüyle çabalıyordu. Onunla uzun süre göz göze kalmak içimdeki bazı noktaları kıpırdatırken "Neden öyle bakıyorsun?" diye sordum. "Bana birini hatırlatıyorsun." diyerek nefeslendi, gözlerini kaçırdı. "Saçların, gözlerin. Her şeyin." Kaşlarım çatılırken merakla "Kimi?" diye sordum. "Küçük bir kızı." diyerek yutkundu, yeniden bana baktı. "Geçmişte kalan, yakın geçmişe kadar ulaşamayacağımdan emin olduğum bir çocuğu hatırlatıyorsun. Sadece tavırlarınız farklı." Anlayamazken "Nasıl davranırdı ki?" diye sordum. "Tüm dünyadan korkuyormuş gibi." Dudaklarında buruk bir tebessüm oluştu. "Ama bir o kadar da tüm dünyaya hükmedebilirmiş gibi. Minicikti ama tüm dünyaya kafa tutabiliyordu. Aslında pek de farklı değilmişsiniz. Bazen sana bakıyorum korkuyla doluyorsun bazen de hiçbir şey olmamış gibi davranıyorsun." Meraklı tavrımla "Ne oldu ona?" diye sorduğumda "Sadece bir kez görebildim." dedi. "Hala tüm dünyaya kafa tutuyor mu bilmiyorum ama nerede olduğunu biliyorum." Başımı hafifçe sağa eğdim, yeşillerindeki ifadeyi ufak gülümsememle seyrettim. "Ona hayran gibi konuşuyorsun." "Hayrandım, o zamanlar bu korku dolu bir hayranlıktı. Dünyayı gördükçe anladım, hayranlığımın az bile kaldığını. Hala hayranım, eğer aynı kişiyse hayran olmaya devam da ederim." Yataktan yavaşça kalkarak hemen yanındaki berjere oturarak arkasına yaslandı. "Sigara içsem rahatsız olur musun?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım. Her seferinde bunu sormaktan vazgeçmiyordu. Cebinden sigara paketi çıkarttı, paketten aldığı beyaz dalı dudaklarına yerleştirdi. Üzerinde işlemeli bir şekilde baş harflerinin yazdığını gördüğüm siyah zipposuyla sigarasını yaktığında gözlerim gözlerinden ayrılmadan onu izliyordum. "Bir dal da ben alabilir miyim?" dediğimde kaşları çatıldı, bu isteğimden hoşlanmadığını belirtircesine bakarken "İçmemen daha sağlıklı olur." dedi, berjerden kalkarak yatağın önünden geçti ve pencereye ilerledi. Bordo fonları açmış, ardından yere kadar uzanan beyaz tülleri aralamıştı. Güneşlikleri de yukarı kaldırarak iki camı açtığında bakışları bana döndü. Ağır adımlarla yaklaştı, ayak ucumdaki buz mavisi nevresime takılı yorganı kavradı. Üzerimdeki örtüyü sonuna dek çekti, ikisini birlikte kavradı. "Üşüme." diyerek örtüyle yorganı omuzlarıma kadar çektiğinde "Sağ ol." diye mırıldandım. Yeşillerinde beliren hüzün anında yok olurken yeniden pencereye ilerledi, pervazda duran dalı alarak bahçeyi seyrederken sigarasını içmeye devam etti. Sigarası bittiğinde pervazda söndürerek camdan dışarıya atmış ve yatağa yaklaşmıştı. Yatağın kenarındaki berjere oturmadan hemen evvel sigarayla zippoyu cebine yerleştirdi. Sırtımın üzerine yatmak acı verdiğinden bedenimi ona doğru çevirerek uzandım, yorganı üzerime iyice örttüm. "Başımda beklemek zorunda değilsin, yorgun görünüyorsun. Uyumalısın." "Yalnız kalmanı istemiyorum." dedi. "İyiyim, sen uyurken ben de uyurum." Her ne kadar yalnız kalmaktan ölesiye korksam da karşımdaki hali hoşuma gitmiyordu. "Yalnız kalmak sorun olmaz." Ellerimi birleştirerek başımla yastık arasına koydum. "Hep böyle yanımda kalamazsın ya." Gözlerimin içine baktı, göğüs kafesimdeki o yerler yeniden kıpırdadı. "Kalırım." Gözlerimi gözlerinden kopartmakta zorlandım, hala gözlerine bakarken yorganı sıyırarak yavaşça doğruldum. "Buraya yat o zaman. Ben otururum. Öğleye kadar uyu, olmaz mı? Hem ben banyodayken nevresimleri değiştirmişler. Yatak temiz, yatabilirsin." Bu hareketimle afallarken "Yaralısın, Mira." diyerek reddetti. "Lütfen, geri yat." "Yatmak istemiyorum, yatamıyorum, canım acıyor." Ayaklarımı sıcak zemine yaslayarak ayaklandım. Açık renkli parkeler sıcacıktı, yaydıkları ısı acıyla kasılan ayaklarımın gevşemesine neden olmuştu. "Biraz otursam benim için daha iyi olur." Ares endişeli gözlerle beni seyrederken "Uyumayacağım, kızıl." dedi. "Yatakta oturabilirsin." Başımı iki yana salladım. "İstemiyorum." "Mira." diyerek nefeslendiğinde onu yorduğumu farkederek geriledim, yatağın ucuna oturdum. Asrın diyerek nefeslenen adamın sesi kulaklarımda yankılandı. Asrın, Asrın. İnat mı ediyorsun? Bu inatla beni yıldırabileceğini mi zannediyorsun? Üzerime doğru yürüyüşleri şu anda olsam dahi kalbimin ritmini bozmuş ve midemi çalkalamıştı. Otur diyorsam oturacaksın, yat diyorsam yatacaksın. Sakın, benim sabrımı sınama. İndir o çeneni, dik dik bakma bana. Yüzüme çarpan darbeyle irkilirken istemsizce yatakta biraz geriye kaymış ve başımı dikleştirmiştim. Korkudan titrediğimi hissederken bu korkumu gören adama yöneldim. Gözlerine bakarken bu durumdan rahatsız olduğumu haykırmaya başlamıştım. "Gerçekten uyumak istemiyorum, yatmak istemiyorum. Bakıcım gibi başımda beklemeni de istemiyorum. Kendimi kötü hissetmemi sağlıyorsun, böyle olmaz." Sakin ol, Mira. Sakin ol. Ares sana zarar vermez, o sana asla dokunmaz. Aferin, kaldır çeneni. Boyun eğme. Sen yaşananlara baş eğmedin, ihtimaller boynunu bükemez. Korkumu farketmiş olması nedenini bilmese dahi onu durdururken sıkıntıyla nefeslenerek ayaklandı ve bana doğru gelmeye başladı. Yanıma oturdu, parlak siyah ayakkabılarını çıkarttı. Yatağa uzanarak örtüyü üzerine örttüğünde yeşilleri bana kaydı. "Kendini daha iyi hissediyor musun?" Korkuyla çarpan kalbime inat gülümseyerek başımı salladım. "Pencereyi kapatsak iyi olacak." diyerek aralık pencereye baktı. "Üşüyeceksin." Kalkmaya yeltendiğinde ondan evvel yataktan kalkarak ağır adımlarla pencereye ilerledim, gözlerim bahçede gezinirken camı kapattım. Jaluziyi indirerek tüm perdeleri sırasıyla kapattığımda oda tamamen karanlıkta kalmamış, loş bir ortama kavuşmuştu. Ares'e döndüm, yatakta yatmış hiçbir hareketimi kaçırmak istemiyormuş gibi dikkatle beni seyrediyordu. Kriz anlarında parçaladığım kollarımdaki yaralarda gezinen gözleri gözlerimde durdu, yutkundu. Ağır adımlarla berjere ilerleyerek usulca oturdum, beni seyretmeye devam eden adama baktım. Az önce yaptığım gibi yan döndü, başını kıvırdığı koluna yaslayarak beni izlemeye başladı. "Bahçelerinden bahsediyordun en son, devam etsene." Uyumayacaktı, ben uyumadıkça kendisini rahat bırakıp uyumayacaktı. Ne yaparsam yapayım nafileydi. Gördüğü kriz anımdan sonra beni asla yalnız bırakmayacaktı. Bahçelerimin aydınlığını, yeşilliğini ve huzurunu anımsarken "Çocukluğum çiçek bahçelerinde geçti." diyerek gülümsedim. "Evimizin kocaman bir bahçesi vardı, dokunmam yasaktı ama renk renk çiçekleri izlemeyi severdim. Oturur resimlerini çizerdim hatta kimse yoksa gizlice kopartır anneme götürürdüm. Ortak olurdu suçuma, çiçeğimi günlüğünün sayfalarında saklardı. Rengarenk çiçekler olurdu ama ben beyaz güllerden kopartırdım. En çok onları severdi. En çok beyaz gül yakışır anneme. Hala beyaz gül götürürüm ona, çok sever." Gözlerimi ellerime indirerek yutkundum, zoraki gülümsemeye devam ettim. "Sonra çocukluğum bitti. Evimden alındım, başka bir eve götürüldüm. Bahçesi yoktu, çiçekleri yoktu. Rengarenk dünyam bir anda harabeye dönmüştü. Bütün dünyam yıkık döküktü, eskiydi. Çiçekler ektim, bahçelerimi kendi ellerimle kurdum. Sahildeki seramda kaktüslerim oldu, ön bahçemdeki seramda salon bitkilerim, arka bahçemde meyve ağaçlarım, kış bahçemde rengarenk çiçeklerim. Her birinin ayrı yeri, ayrı önemi vardı. Evimin yollarına beyaz güller ektim. Her soframda her yeni günümde eşlik ettiler bana, evimin her vazosu bembeyaz güllerle dolu olurdu. Annemden ne gördüysem onu yapmak için çabaladım. Eğer annem yanıma gelirse yaptıklarımı görsün, benimle gurur duysun istedim." Zorla yutkundum, boğazıma dizilen hayalkırıklıklarını yutsam da hissettirdikleri geçmedi. Ares dikkatle beni dinliyor, anlattığım her şeyi aklına kazıyor gibiydi. Aslında ne Ares bunu merak ediyor ne de ben anlatmak istiyordum. O kafamı dağıtmaya ve keyfimi yerine getirmeye çalışıyordu, yapabildiğim tek şey ona izin vermekti. Kafamda dolanan sesleri bastırmak, cehennemin kıyılarından uzaklaşmak istiyordum. "Kuşlarım vardı, her bahçemde yuvaları olurdu. Ormanım papağanlarla doluydu, güneş doğarken o kadar güzel öterlerdi ki! Hiçkimse bahçelerime girmeye, dokunmaya cesaret edemezdi. Bir tek oğlum girebiliyordu, o dokunabiliyordu çiçeklerime. Zaten Kaptan bahçeye girdiyse çiçeklerimi ezmeden çıkmazdı. Kelebeklerin peşinde koştururken kendisini kaybederdi." Özlem dolu bir nefes alırken gözlerimi yeniden ellerime sabitledim. "Onu da çok özledim. Her gece çalışma odamda çalışırdım o da ayak ucumda uyurdu, yokluğumda gece boyu havlaya havlaya hiçkimseyi uyutmamış olmalı. Bir de kızım var, Nyks. Annemden bana kalan onlarca şey var ama babamdan kalan tek şey o. Üzerinden düşe düşe öğrendim ata binmeyi. Annem babamla ormanda ata bindiklerini söylerdi, çocukluk hayaliyle öğrenmek için inatlaşmıştım. Üzerinde tutmazdı beni, atardı. Her seferinde Barlas kaldırır yaralarımla ilgilenirdi. Sonra şekerle kandırarak sevdirdim kendimi. Bir daha üzerinden atmadı." Hevesli bakışlarım Ares'e döndü. "Ayakta dahi binebiliyordum üzerine. Çok heyecanlıydı." Ares heyecanıma ve hevesime karşın gülümseyerek "Burada da atlar var." dedi. "Umarım iyileştiğinde şovunu izleyebilirim." Kıkırdayarak gözlerimi odada gezdirdim, yeniden ona baktım. Gülüşüm gülümsemesinin genişlemesine neden olurken "Ben ata binmekten nefret ederdim." dedi. "Neden bilmem, bir türlü sevememiştim. Her şeyi kontrol etmek isterdim ama boyumu aşan o koca hayvanı kontrol edemezdim. Kontrol edebildikçe sevmeye başladım." Kaşlarımı alayla kaldırarak "Ayakta binebiliyor musun?" diye sorduğumda güldü. "İnan bana bunu yapmayı hiç denemedim. Sanırım istesem de yapamam." Gülerek başımı hafifçe sağa eğdim, ona bakmaya devam ettim. "Yarışları da severim. Nyks'le az madalya almadık. Bence bazılarını benden korktukları için aldık ama olsun, yine de kazandık." Kaşları merakla havalandı. "Senden neden korksunlar ki?" "Herkes korkardı benden." Hafifçe omuz silktim. "Gittiğim her yerde özel muamele görürdüm. Arkamda iri yarı adamlarla gezerdim, hiçkimsenin bana yaklaşmasına izin vermezlerdi. Çocuklar da korkardı, yetişkinler de. Zamanla alıştım." Derin bir iç çekerek "Biliyor musun benim hiç arkadaşım yoktu." demiştim. Ares gözlerimin içine baktı yeniden. "Oyunlarına dahil etmezlerdi, beni sevmezlerdi de. Koca koca adamlarla oynardım ben de. Tavla oynamayı sekiz yaşımda öğrendim, o derece dışlanırdım." Ares hafifçe gülerken şaşkınca "Tavlayı neden öğrettiler sana?" diye sordu. Omuz silkerek "Ben öğrenmek istedim." dedim. "Lokal vardı, ya kart oyunları ya tavla ya da okey oynarlardı. Tek arkadaşlarım korumalarımdı, onların yanında kalır oyunlarına dahil olurdum. Bazen bilardo ya da masa tenisi oynarlardı. Boyum yetişmezken dahi oynamaya çalışırdım." Aklıma gelenle gülümserken "Hiç unutmam," dedim. "Dokuzuncu yaş günümde hepsi bana ortak bir hediye almıştı. Tam boyuma uygun, bana özel üretilmiş bir bilardo masası ve tutabileceğim büyüklükte bir ıstaka vermişlerdi. Boyum diğerine yetene dek onda öğrettiler oynamayı, büyük masaya geçtiğimdeyse hepsinden iyi oynamıştım." Ares gülümseyerek beni dinlerken "Çok özel bir hediyeymiş." dedi. "Sen de hırslıymışsın." Başımı sallarken "Öğrenebileceğim her şeyi öğrenirim." dedim. "En gereksiz şeyden en gerekli şeye kadar, ne olduğunun hiçbir önemi yok. En iyisi olmak zorundayım, ortası hiçbir zaman kabul edilmez. En iyi olmak için de hırslı olmalıyım." Gözlerim sargılı ellerime kayarken gördüğüm kan lekeleri yutkunmamı sağladı, uğultuları bastırmak için çabalarken etrafa bakındım ve ezberlediğim odayı yeniden ezberime kazıdım. Zihnimi meşgul etmem gerekiyordu yoksa delirecektim. "Bana puzzle alır mısın?" Ares afallayarak "Puzzle mı?" diye sordu. "Ne için?" "Düşünmemem gerekiyor." diyerek yutkundum. "Konuşmak yetmemeye başladı, bir şeylerle meşgul olmalıyım. On bin parçalık puzzle başlangıç için ideal olur." Ares dudaklarını ıslatarak başını sallarken "Alırım." dedi. "Yani, en azından Kerim'e aldırırım. On bin parça biraz fazla değil mi?" Başımı iki yana sallarken "Ne kadar çok parça olursa zihnim o kadar çalışır." dedim. Yeşilleri sargılı ellerime kaydı."Ellerin yaralı, nasıl birleştireceksin parçaları?" Onun gibi ellerime bakarken onun göremediği kan lekelerini ve kan pıhtılarını da görebiliyordum. "Açarım sargıları." dedim, basitçe. "Önemli değil." Ares pantolonunun cebinden telefonunu çıkartarak birkaç dakika telefonuyla oynalandı, muhtemelen Kerim'e mesaj attı. Yeşilleri yeniden yüzüme kayarken telefonu yatağın üzerine koyarak bana uzatmıştı. "Aramak istediğin biri varsa, ara." Kendi telefonum vardı ama bu zamana dek kullanmayışım dikkatimi çekti. Ares'i aramak dışında elim gitmemiş, kimseyi aramak istememiştim. "Korkma." Gözlerim parmaklarının ucundaki telefona kayarken başımı usulca iki yana sallamıştım. Ares korkularımın etkisinde olduğumu bildiğinden yumuşak tavrıyla "Mira." dedi. "Barlas'ı aramak ister misin? Ya da anneni, herhangi birini aramak istemez misin? Haber ver ailene, sen kaybolalı on ayı geçti. Çok merak etmişlerdir." Sertçe yutkunurken tutuk bir ifadeyle başımı sağa sola salladım, "Eğer aileme haber verirsem beni bulurlar." dedim. "Burada kalmama izin vermezler, eve götürürler. Beni bir cehennemden çıkarttın, Ares. Başka bir cehenneme atma. İnan bana," Dilim lal olup kalırken gözlerimi gözlerine sabitledim, güçlükle konuştum. "Delirmek üzereyim. Eğer eve gidersem, iyileştirmeye çalıştığın her yaram daha derin açılır. Ben o evden zorla değil, kendi isteğimle kaçtım. Bunun bir bedeli var, ne yazık ki bir bedel daha ödeyecek gücüm yok." Gözlerim usulca kapandı, titrek bir nefes alırken yutkundum ve yeniden gözlerimi aralayarak yeşillerine baktım. "Arayamamak, gidememek ne kadar canımı yakıyorsa arayıp gitmek de yakacak canımı. Hatta belki daha fazla yakacak." "İzin vermem seni almalarına." derken bana yemin ediyor gibiydi. "İyi olduğunu bilsinler, yeter. İstersen buradan da gideriz, seni bulamayacakları başka bir yere gideriz. Başka bir şehir, başka bir ülke. Hiç farketmez. Yeter ki ara ya da mesaj at ve iyi olduğunu söyle. Zalimlik etme onlara." "Barlas fevridir, eğer söz konusu bensem dünyayı tanımaz yakar atar." Bunu söyleyen dilim Barlas'a olan sevgimle dolmuştu. "Eğer sesimi duyarsa iyi olmadığımı anlar. İnanmaz ki bana, ismini söylememden bile anlar en derinlerimde neler olduğunu. Beni başka bir gezegene de kaçırsan, galaksileri yok edene dek arar." Hafifçe gülümsedim. "Ve bulur. Bu yüzden, savaş tanrısı, söz konusu ailemse attığım her adımımın ya da yerimde durmamın bir nedeni olduğunu bil." Gülümsemem solarken berjerden kalkarak yatağa yaklaştım ve yorganı sıyırarak içine girdim. Ares beni seyrederken "Hani yatmak istemiyordun?" diye sordu. "Şu an yatasım geldi." diyerek telefonu ona doğru sürükledim ve dikkatlice yatağa uzandım. Sırtım zorlanırken kesik bir nefes alarak "Meğer oturmak canımı daha fazla yakıyormuş." demiştim. Ares yataktan kalkmak için doğrulacağı an elimi uzatarak omzuna dokundum. "Rahatsız olmam, yat lütfen." Ares tereddüt etse de az önceki tavrımdan sonra üzerime gelmeyerek yeniden uzandı ve telefonu komodine bırakıp az önceki gibi kolunu başının altına koyarak bana döndü. "Yine tüm gün sessizce tavanı mı izleyeceksin?" Beyaz tavandaki gözlerimi ona çevirirken başımı sağa yatırdım. Parıldayan yeşillerine bakarken "Sana baktığımda bir süre sonra geriliyorsun." dedim. "Duvarları izlemek yorucu, başımı sürekli dik tutamıyorum. N'apayım ben de tavanı izliyorum. Sen de pek konuşkan sayılmazsın, arada bir benimle muhabbet edesin geliyor onun dışında dilsiz gibisin. Hep aynı kelimeler ve cümleler kullanıyorsun, programlanmış robot gibi." Ares alayla gülerken "Beni seyrederken dahi gözlerinin içinde savaşlar dönüyor, kızıl." dedi. "Sanki her duyguyu aynı anda yaşıyorsun, tüm dünyayla aynı anda savaşıyorsun. Bazen de o kadar boş bakıyorsun ki, sanki ölü gibi. Beni korkutan şey içindeki savaşlar değil, ölümler." Usulca ona doğru yaklaştığımda kolunu uzatarak benim yastığımın altından geçirdi. Başımı yastığa yaslayarak bedenimi ona doğru çevirdim. Ares üzerimi yorganla örterken "Kedi gibi sokuluyorsun kızıl." dedi. "Bugün dilin de bedenin de çözüldü. Kaçmıyorsun, susmuyorsun." Gözlerime bakmaya devam ederken "Hiç kaçma, hiç susma." dedi. "Korkman için, kendini sindirmen için hiçbir sebep yok." Kuruyan dudaklarımı ıslatarak bakışlarımı boynuna indirdim, derin bir iç çektim. "Korkma dediğinde tüm korkularım silinmiyor Ares. Keşke silinse, keşke kahramanlığın o çizgi romanlardaki ya da filmlerdeki gibi olsa da benim tüm korkularımı silebilsen ama olmuyor. Sadece uyumanı istiyorum." Mavilerimi yeşillerine sabitledim. "Benimle harap olmanı değil, dinlenip ben ne kadar çökersem çökeyim sapasağlam kalmanı istiyorum. Günlerdir koltuklarda oturuyorsun, koltukta uyuyorsun. Uyu, dinlen. Gözlerin kızarmış, uyuyunca geçer belki." Çenesi kasılırken boynundaki damarlardan birinin teklediğini gördüm, adem elması yutkunduğunu belli edercesine aşağı yukarı hareketlendi. "Uykusuzluğumdan değil o." Merakla "Neden peki?" diye sordum. "Bilmiyorum." diyerek gözlerini saçlarımda gezdirmeye başladı ve kesinlikle gözlerime dönmedi. "Uyumaktan değil ama, onu biliyorum. Birden bire oldu." Dediği şeyleri anlayamazken hayatımda kendimi aptal gibi hissettiğim nadir anlardan birindeydim. "Sevgilin var mı?" diye sorduğumda afalladı, direkt gözlerime baktı. "Niye sordun bunu?" Onu umursamadan sorumu yeniledim. "Hayatında biri var mı?" Başını hafifçe sallarken garip çıkan sesiyle "Yok." dedi. Aldığım yanıtın ardından başka bir kadına saygısızlık yapmayacağımı ve sınırları aşmayacağımı anlayarak dikkatle gözlerine baktım. "Sana sarılsam rahatsız olur musun peki? Kriz geçirdiğimde, korktuğumda ya da beni uyuturken sarılıyorsun evet ama bu kez bir nedenin yok. Rahatsız olur musun?" Ares ona sarılmak istediğimi anlarken "Rahatsız olmam." dedi ancak benim bir hamle yapmamı bekledi. Başımı eğerek ona doğru yaklaştım, sol kolum göğsüne dolanırken başımı omzuyla boynu arasındaki noktaya, köprücük kemiklerinin hemen üzerine yerleştirdim. Teninin sıcaklığı usul usul derinlerime sızdı. "Bana sarılabilmek için sormana gerek yok, kızıl." Yorganı iyice üzerime çekerek bedenimi yorganın altından sarmalamıştı. Sırtımın duruşunu düzelterek "Hayatımda birinin olup olmaması da sorun olmamalı." demişti. "İstediğin her an sarılabilirsin bana, hiçbiri karşılıksız kalmaz." "Ona bazen sarılmak isterdim." diye mırıldandım. "İzin vermezdi. Hiç izin vermemişti. Yanında uyuduğumda ve kriz geçirerek uyandığımda bile, sarılmamıştı." Kendisine sorduğum soruya karşın, "Hayatında başka biri mi vardı?" diye sordu. "Biri değil." diyerek yutkundum. "Birileri, birden çok kişi. Sevdiğim adamın hayatına giren herkesle yemek yemişliğim ya da bir şeyler içmişliğim vardır. Kıskanıyorlardı beni, hemde ortada hiçbir sebep yokken ve o beni kardeşi gibi görürken. Gerçi kardeşi olarak bile görmemiş orası ayrı. Yine çocuktum ama beni kıskanıyorlardı. Bazen ona dokunmama dahi izin vermezlerdi. Halbuki ben hep eldiven takarım, hiçkimseye dokunmam. Kendime bile dokunmam." Bir eli saçlarıma yerkeşirken parmak uçları saç diplerimde gezinmeye başladı. "Olağanüstü bir güzelliğin var, kızıl. Yaralar almış olsan da, ağlamaktan kıpkırmızı olsan da biraz olsun çirkinleşemiyorsun. Belki de o kadınlar onu değil, sadece seni kıskanmışlardır?" Duyduğum şeyle başımı kaldırıp ona bakarken "Ben güzel olmak istemiyorum ki." dedim. "Güzelliğin de bir bedeli var ve ben o bedeli ömrüm boyunca ödeyeceğim. Bana dokunmasının nedeni buydu, güzel olmam. Bu yüzden asla istemeyeceğim tek mirasım, güzelliğim." Parmakları alnımın kenarına yerleşirken eldiveninin deri yüzeyini tenimde hissetmiştim. Yeşilleri yüzümün her zerresinde gezinirken "Eğer güzelliğin böyle bir kötülüğün nedeni olabilseydi şu an benim de yapmam gerekirdi kızıl." Sanki bunu söylemek dahi kendisinden tiksiniyormuşçasına nefes almasını sağladı. Ellerimin altında gerilen kaslarını hissedebiliyordum. "Ama yapmam, çünkü konu senin güzelliğin değil. Karşındaki kişinin nasıl biri olduğu. Onun için önemli olan şeyin güzelliğin olduğunu düşünmüyorum, sana bunu yapan başkalarına da yapar çünkü bu kötülük tamamen kendisiyle ilgilidir, kendi içindedir." Parmak uçları yanağıma kaydı, parmaklarının tersiyle yanağımı okşadı. "Senin hiçbir suçun yok, Mira. Güzelliğin bir neden olamaz. Bu yüzden kendine duyduğun nefreti bitirmeye çalış. Yasla başını göğsüme, o nefretin sönene dek kaldırma. Gözlerdeki alevler seni yakmasın," Yutkunarak başımı usulca eğdim, kısık sesimle "Bu isteğine pişman olacaksın." dedim. "Çünkü sonsuza dek burada yatmamız gerekecek. Başımın göğsünden hiç kalkmaması gerekecek." Ares'in hafifçe gülümsediğini verdiği nefesten ve çıkan hafif sesten işittim. "Sonsuzluk çok uzun bir zaman, kızıl." dedi. "Sonsuza dek benim göğsümde kalmak istemezsin." Dudaklarım alayla kıvrıldı, "Cehennemim hariç her yerde kalabilirim." diye mırıldandım. Dingin kalp atışlarını duymaya başlarken gülümsemem içten bir şekle dönüşmüştü. "Çocukken hep Barlas'ın kalp atışlarını dinlerdim, evimden ayrıldığım ana dek bu hiç değişmedi. Kalp atışlarını dinlediğim üçüncü kişisin, savaş tanrısı." Ares "Biri Barlas, biri ben, diğeri kim?" diye sorduğunda yutkunarak "Annem." dedim. "Çok korktuğum anlarda onun göğsüne sığınır, kalp atışlarını sayardım. Önce ona kadar saymayı öğrendim, sonra yirmiye çıktı. En son bine kadar sayabilmiştim. Bir daha dinlemedim kalbini. Yerini Barlas aldı." "Barlas'ın kalbi kaç kez attı?" diye sorduğunda hafifçe gülerken "Söylerim ama bana gülme." dedim. Yumuşak sesiyle "Gülmem, söyle sen." dediğinde gözlerimi usulca kapattım. "Bir milyon üç yüz yirmi yedi kez." Ares duraksadı, hayretle "Bir milyon üç yüz yirmi yedi mi?" diye sordu. Gülüşüm solarken "Sonsuzluk hala imkamsız geliyor mu?" diye sordum. "Mesela şu an yüz dokuzuncu kez atıyor kalbin, yüz on oldu. Yüz on bir, yüz on iki...Bildiğim tüm sayılara dek sayabilirim, ta ki kalbin durana dek. O zaman biter sonsuzluk. Hala göze alabiliyor musun bunu?" Ares'in yutkunduğunu duydum, "Neden sayıyorsun?" diye sordu. "Korktuğumdan." diye fısıldadım, ardından yutkunarak daha güçlü çıkan sesimle "Hep korktuğumdan." demiştim. "Annem ona kadar say, korkun geçecek demişti bir keresinde. Saymıştım, geçmişti. Sonra bir şey oldu ve ona kadar saydığımda hala korktum, yirmiye kadar saydım. Arttı, arttı, korkumu dindiremeyen her sayı biraz daha yetersiz kaldı." "Ne korkuttu seni bu kadar?" diye sorarken dudakları saçlarıma değmişti. "Neden yetemedi sayılar?" Gözlerim sımsıkı kapanırken "Savaş." diye mırıldandım. "Kötülüğün savaşı korkuttu beni, insanların şeytana tapan yanları korkuttu. Canımı yakan her şey korkuttu." "En çok ne korkuttu?" Sertçe yutkundum, "Kenan." dedim. "Tüm dünya karşımda durup beni öldürmek için silah doğrultsa korkmazdım, ama onun kendince sevmek için uzanan eli dahi çok korkuttu beni. Hayatımda ikinci kez koşup babama sığınmak istedim. O kadar korktum ki, cehennemimi yaratan adam beni oradan çıkartsın istedim." Gözlerim aralanırken farkettiğim gerçekle yutkunmuştum. Tereddütle, tir tir titreyen bedenimle göğsünden kalkarak gerilediğimde Ares'in kaşları çatıldı, "Yanlış bir şey mi yaptım Mira?" derken deri eldivenli ellerini yatağa yaslayarak doğruldu. "Korkma, sakın korkma benden. Sana hiç zarar verir miyim ben? Bana bak güzelim, ne olduğunu söyle bana." Başımı kaldırarak ona baktım, endişeli gözleri yüzümde gezinirken sanki evet desem kendini öldürebilecekmiş gibi bakıyordu. Beni korkutma ihtimali bile onu ölesiye korkutmuştu ancak şu an onu görebilecek bir durumda değildim. Başımı iki yana sallarken "Babamı istiyorum." diye fısıldadım, dehşete tutuklu kalmış sesimle. "Vazgeçmiştim, beşinci yaşımda gelmesini istediğim gün vazgeçmiştim." Gözlerim yatağın yüzeyine kaydı, yorganın kıvrımlarında gezindi. "O odada gelmesini çok istedim ama hep korkumdan sandım. Değilmiş. Hala gelsin istiyorum." Gözlerim Ares'in yüzüne kayarken "Babama gitmem gerekiyor." diyerek yataktan düşercesine inmiştim. "Babama gitmeliyim." diye sayıklarken sırtımdaki acıyı umursamadan dolabıma ilerledim. "Vazgeçmeden gitmeliyim yoksa hayatım boyunca gidemem. Son şansım bu benim, son şansım." Sanki delirmişim gibi kendime kıyafet ararken arkamda bıraktığım çocukluğum bana acıyarak bakıyordu. Titreyen ellerimle zar zor tuttuğum kıyafetler için soyundum, canım yansa da umursamadan beyaz kazağı üzerime geçirdim. Altıma da siyah dar parça pantolon giyerek hiç kullanmadığım çizmeleri almıştım. Canımın acısıyla inleyerek önce çoraplarımı, sonra diz kapağımın hemen altında biten çizmeleri giydim. Ares beni nasıl görüyordu bilmiyorum ama sanki bir depremden kaçıyor gibiydim. Kendi dünyamın sarsıntıları ya beni duygularımın ve hayallerimin enkazında ezecekti ya da göklere çıkartarak kurtaracaktı. Ares de ayaklanarak üzerini düzeltmeye başladı, "Giyinip geliyorum." Aceleyle kapıya ilerlediğinde "Hayır." dedim, elimde siyah, uzun kabanla ona bakarken tüm telaşıma ara verdim. "Sen gelemezsin." diyerek başımı dikleştirdim. "Eğer gelirsen, babam gelmez. Sadece bana bir araba ver. Yalnız gitmeliyim." "Ehliyetin yok." derken kaşları çatılmıştı. "Peşinde Kenan var! Nereye gideceksin tek başına, o yaralarınla?" Yutkunurken başıma gelebilecek en kötü şeyleri dahi yuttum, babama gideceğimi defalarca kez tekrar ettim. "Araba kullanmayı biliyorum. Çocuk olabilirim ama biliyorum. Babam beni korur, Kenan'dan da tüm dünyadan da korur. Babalar korur, değil mi?" Ares'in dimdik duran omuzları sorumun ardından hafifçe çöktü, "Mira." diye mırıldanırken bana yaklaştı. "Eğer seninle gelmemi istemiyorsan ara babanı, gelsin seni alsın. Nereye gidersen git, seni bırakmayacağım." Tam önümde durduğunda başımı iki yana sallayarak "Bilmiyorsun sen." dedim. "Nereden bileceksin ki? Bilmiyorsun benim babamı. Bilemezsin. Gelmez o, denizleri aşamaz ki. Yıllar geçse de aşamaz, gelemez. Belki de benim gitmemi bekliyordur. Benim babam kaptan değil, belki benim kaptan olup ona gitmemi bekliyordur. Ben gitmeliyim, hayatımda ilk kez ona gitmeliyim." Bir adım geriledim, bir adım daha. Beynimin uğultuları beni çıldırmanın eşiğine sürüklerken "İnanır mı ki bana?" diye sormuş ve yeniden gözlerine bakmıştım. "Bana işkence ettiklerine, bana tecavüz ettiklerine, beni öldürdüklerine inanır mı? Babalar inanır değil mi? İnanmalı, inanmasına ihtiyacım var. Hayatımda ikinci kez ona ihtiyacım var. Bu kez olmaz, bir kez daha yüzüstü bırakamaz beni. O gelmiyorsa ben gidebilmeliyim. Eğer bilseydi gelirdi, Barlas gizliyordur ondan. Saklamıştır kaybolduğumu. Eğer bilseydi her yerde arardı beni, bulurdu. Burada bulamaz ki, gelemez yanıma." Titreyen dizlerimin üzerine çökerken ellerimin arasındaki kaban da süzüldü, önüme düştü. Sargılı ellerim kulaklarıma yaslanırken "Susun." diye sayıkladım, öfkeyle. "Susun nolur susun." Önce önümdeki siyah kaban çekildi, sonra Ares karşımda dizlerinin üzerine çökerek yere oturdu. Bedenimin iki yanına yerleşen elleri beni kavrarken sanki bir bebeği kucaklarcasına beni kendisine çekmiş ve sımsıkı sarılmıştı. "Nolur sussunlar." derken boğazımdan bir hıçkırık kaçmıştı. "Babama gitmeliyim. Onun en değerlisiyim ben, en büyük hazinesiyim. Ona gitmeliyim. O bulamaz ki beni, gelemez." Hıçkırıklarımın arasında duyduğum sesler çocukluğumun sesleriydi. Her kapı sesini babası zanneden, her gemide babasını görmek isteyen çocukluğumun hayalkırıklıkları keskin cam kırıklarına dönüşüp canımı parçalarken "Gidemem." diye sayıkladım. "Benim babam senin gibi kahraman değil, en değerli hazinesini korsanlardan koruyan kaptan da değil, hatta benim babam bile değil. Canavar, en az Kenan kadar kötü. En az onun kadar işkence etti bana, onun kadar öldürdü. Sadece dokunmadı. Kenan bile taradı saçlarımı ama babam taramadı." Titreyen ellerim kulaklarımdan ayrılırken Ares'in omuzlarına yasladım, daha şiddetli ağlama başladım. Saçlarımı kavradı, özenle okşadı. Öptü saçlarımdan, öyle güzel sevdi ki saçlarımı saniyeler içerisinde Kenan'ın saçlarıma bıraktığı bütün izler silindi. "Ben babamı istiyorum," diye sayıkladım acıyla, Ares'in kalp atışlarını dinlerken. "Bir kez olsun gelsin istiyorum. Söz bir daha istemem. Bir kez gelsin bir daha istemem." Ares saçlarımı öpüp okşarken "Anlat bana," dedi, uysal diliyle. "Söyle babanın kim olduğunu, seni ona görüreyim. Gerekirse alıp buraya getireyim. Yeter ki ağlama, babanı getiririm sana." "Getiremezsin," derken boğazımdan şiddetli bir hıçkırık kaçtı, yeniden ağlamaya başladım. "Beni bulduğunu öğrenir, öldürür seni. Acımaz, kendi evladına acımadı sana hiç acımaz. Kim olduğumu öğrenirsen öldürür seni. Ölmeni istemiyorum. Ben sadece babamı istiyorum." Beni yatıştırmak adına uysalca "Şhh," diye mırıldandı. "Korkma, hiçbir şey yapamaz bana. Beni düşünme kızıl, kendini düşün sadece. Hadi söyle bana ismini, dünyanın neresinde olursa olsun seni ona götüreyim." Başımı iki yana sallayarak onu reddederken ağlamamı durdurmaya çalışsam da başarılı olamıyordum. "Olmaz, öldürür seni. Beni de öldürürler." Ares keskin tavrıyla "Hiçkimse sana zarar veremez!" dedi. "Ne ailen ne de başka biri. Bırak öldürmeyi parmaklarının ucuyla dahi dokunmalarına izin vermem. Korkma artık, lütfen korkma. Ağlama güzelim." İç çeke çeke kendimi durdururken başımı kaldırıp yaşlarımın ardından ona bakarken "Denize gidebilir miyiz?" diye sordum. "Deniz evim benim, denize gidelim." Başını uysalca sallarken yüzümü kavrayıp okşadı, yumuşacık diliyle "Yeter ki sen iste," dedi. "Önce şu yaşlarını silelim." Parmaklarıyla akan yaşlarımı silip ıslak yanaklarımı kuruladı, aralıkla iç çekmeye devam ederken gözlerimi usulca kapattığımda kirpiklerime tutunan yaşlar süzüldü, Ares hemen onları da sildi. "Ağlama artık, hazırlanıp denize gideceğiz. Hatta kahvaltımızı deniz kıyısında yaparız, olur mu?" Başımı sallayarak onu onayladığımda yanaklarımdan sırayla öptü, geriledi. "Hadi kızıl, daha güzel kıyafetler giymelisin." Başımı yeniden sallayarak hasarlı sesimle "Tamam." dediğimde burnumun ucundan öptü, afallayarak güldüğümde içtenlikle gülümsedi. Gözlerime bakan yeşilleri yüzümde kısa bir tur atıp yeniden gözlerime tutundu. "Hadi kalk, hazırlan. Ben de hazırlanıp seni almak için geleceğim. Piknik yapalım bugün, sever misin piknik yapmayı?" Başımı iki yana sallayarak "Hiç piknik yapmadım," dedim. "Severim herhalde, denize gidelim yeter." Ares biraz daha toparlanmam için bana süre tanıdı, ardından odamdan çıktı. Burnumu çekerek yerden güçlükle kalktım ve dolaptaki kıyafetlere bakındım. Ares'in benim için aldırdığı mevsimlik ve kışlık kıyafetlere bakınırken soyunup siyah çamaşırlar giydim, altıma siyah bir etek geçirerek üzerime bedenimi sıkmasın diye kolları geniş siyah bir kazak giydim. Yeniden çizmelerimi giyerek zar zor saçlarımı toparlarken Ares üzerini değiştirip geri gelmişti. Siyah takım elbisesiyle sanki bir piknikten ziyade işe gidecekmiş gibi görünürken yanıma gelip arkama geçti ve saçlarımı kendi elleriyle kavradı. "Etekle üşümez misin? Serindi hava, yağmur çiselemiş hatta." Çiselemek neydi bilmiyordum ama sanırım yağmur yağmıştı. Sesim hala hasarlı çıkarken "Soğuğu severim," dedim. Saçlarımı büyük bir uğraşla örmeye başladı. "Ve bacaklarımı sıkmıyor," dedim. "Az önce pantolon giydiğimde kalan morluklar acıdı. Böyle rahat." "Daha fazla etek aldırırım," dedikten sonra saçlarımın ucunu tokayla bağlayıp başımdan öptü, keyifli sesiyle "Piknik için hazırız," dedi. "Üzerine ceket al. Gidelim." Bol bir deri ceket alarak üzerime geçirdiğimde sargılı elimden kavradı, beni birden etrafımda döndürdü. Yaralarımı acıtmayacak şekilde dönerken kıkırdadım, ona yaklaştım. Gülüşüm hoşuna gitti, yüzündeki gülümsemeyle "Ne kadar güzel oldun," dedi. "Hazırsan gidebiliriz." Gülümsemem yüzümde yer edindi, başımı sallayarak "Hazırım." dedim. "Nereye gideceğiz?" "Sürpriz," diyerek belimden kavradı. "Sadece uslu bir kız olup benimle geliyorsun ve geri kalan her şeyi bana bırakıyorsun." "Sürpriz mi?" diye sordum şaşkın tavrımla. Hemen ardından merakla "Ne sürprizi?" diyerek sorularıma devam ettim. "Sadece denize gidecektik, ne sürprizi yapabilirsin ki?" Son sürprizim geldi aklıma, şeytanlarımın onu peşimizden getirmesine izin vermedim. Deniz'e gidecektik, piknik yapacaktık. Bunların ötesinde ne yaşanacaksa yaşansın bir kez daha korkmamak için her şeyi yok saydım. "Gittiğimizde görürsün," diyerek beni odamdan çıkarttığında hala alışamadığım ve bana yabancı gelen evi inceledim. Duvarlar araları alçıyla dolu koca taşlardan yapılmaydı, her yerde ahşap mobilyalar vardı. Ares beni evden çıkartarak hemen kapıda bekleyen arabaya yönlendirdi, sağ ön yolcu kapısını açtı. Elimi kavrayarak yüksek arabaya binmeme yardımcı olduğunda ona teşekkür etmiştim. Üzerime eğilip emniyet kemerimi taktı ve doğrulduktan sonra kapıyı fazla ses çıkartmadan kapattı. Adamlarıyla konuştuğunu gördüm, herkes harekete geçerken Ares önden dolaştı ve sürücü koltuğundaki yerini aldı. Arabanın kendisine has, araba kokusuyla birleşmiş kokusunu solurken motor sesini duydum. "Öncelikle bazı konularda anlaşalım," derken arabayı çiftlikten çıkarttı ve peşimizden korumaları gelirken yola çıktı. "Gözümün önünden ayrılmak yok, uzaklaşmak yok. Kendini fazla yormayacaksın, yaralarını unutmayacaksın ve onlara göre hareket edeceksin. Anlaştık mı?" Başımı ona doğru çevirerek yüzünü seyrederken uysal dilimle "Anlaştık," dedim. "Zaten hemen geri dönmeyecek miyiz? Neden bu kadar uyarıyorsun?" "Döneceğimizi kim söyledi?" diye sorarken bana ufak bir bakış atmıştı. Şeytanlarımı daha fazla tutamadım, fısıltıları zihnimde yankılanmaya başladı. Ares yeniden yola döndü, "Deniz senin evinmiş," dedi. "Benim evimde çok kaldık, sıkılmaya başlamıştım. Biraz da senin evinde takılalım dedim." Dedikleri duraksamama neden oldu, fısıltılar kaybolurken rahatlayarak gülümsedim "Denizde mi kalacağız?" diye sorduğumda başını onaylarcasına salladı. "Daha fazla soru sorarak sürprizi bozma kızıl, zaten on dakikada elimden ne geldiyse onu yaptım. Fazla olayı yok." "Olsun," dedim, umursamazca. "Ben çok severim sürprizleri. Heyecanlandım." Ares gülümsedi ve elini uzatarak dokunmatik ekrana yöneldi. Telefonunu bağladıktan sonra cebinden çıkartıp şifresini girdi ve bana uzattı. "İstediğin şarkıyı açabilirsin." Açılan ekrana birkaç saniye boyunca baktım, parmaklarım Barlas'ın numarasını girip onu aramak için çırpınsa da sevdiğim ve aylardır dinlemediğim şarkılardan birini açtım. Ares şarkının sözlerini duyarak "Fransızca." dedi. Ama bu bir saptamadan ziyade sorgulamaydı, anlayamadım. "Fransızca," diyerek onu doğruladım. "Ünlü bir müzikalin parçası. En sevdiğim müzikaldir." İlgiyle "Hangisi?" diye sorduğunda "Notre Dame de Paris," dedim. Ares dikkatle müzikali dinlerken "Fransızca biliyor musun?" diye sorduğunda "Evet." dedim. "Anadilim kadar iyi biliyorum." "Türkçen pek iyi değil," dedi. "Aksanlı konuşuyorsun, ara sıra telaffuzlarda sorun yaşıyorsun. Anadilin değil sanırım." "Türkçe de anadilim sayılır." dedim. "Çocukken anadilim gibi konuşurdum ama haklısın. Uzun zamandır Türkçe'ye yabancıyım. Evimde Türkçe konuşmak yasaklandı. Seneler sonra ailem dışında ilk kez seninle Türkçe konuşuyorum." Duraksadım. "Bir de," diye mırıldandım. "Kenan'la konuşmuştum, o kadar." Ares geri kalan yol boyunca sessiz kaldı, aklıma gelen şarkıları sırayla açtım. Gözlemlediğim yollardan nereye gittiğimizi anlayamıyordum, yabancı olduğum bir şehirde bulunduğum yeri kavramak istesem de başarılı olduğum söylenemezdi. Deniz kıyısına biraz uzakta, açık otoparkta durduğumuzda Ares başını bana çevirdi, gözümü dahi kırpmadan ilerideki denize bakıyordum. "Güneş var, Mira. Güneş kremi sürmemiz gerekiyor. Torpidoya koymuştum. kendin yapabilir misin?" Yutkundum, sargılı ellerime baktım. "Yapamam." "Eldivenlerle krem süremem," diyerek uzandı ve torpidoyu açtı. İçerisindeki güneş kremini aldığında "Ama denerim," dedi. Bana dön, önce yüzüne sürelim." Bakışlarım ona dönerken başımı da çevirdim. "Eldivenlerini çıkartabilirsin, sorun değil." Ares verdiğim taviz karşısında bir tepki vermedi, deri eldivenlerini çıkartıp dizinin üzerine koydu. Parmaklarına güneş kremi dökerek hafif tereddütlü bir şekilde yüzüme yaklaştırdı. Gözlerimi gözlerine sabitlediğimde güneş kremi tenimle temas etti, tenini tenimde hissettim. Parmakları tenimde nazikçe gezinerek güneş kremini tüm yüzüme yayarken gözlerine bakıyor, bana dokunan kişinin Ares olduğunu içimden tekrarlıyordum. Yüzüme, kulaklarıma, boynuma sürdü güneş kremini. Bacaklarımdan başka açık yer kalmadığında izin istercesine baktı, başımı sallayarak izin verdiğimde eldivenlerini alıp arabadan indi. Arabanın arkasından dolaşarak kapımı açtığında bacaklarımı sarkıttım, ayaklarım yere ulaşamadı. Büyük bir dikkatle bacaklarıma da güneş kremi sürdü, olabildiğince az temas ederek sonlandırdı. "Bir iki saat sonra tazeleriz," Torpidodan ıslak mendil alarak ellerini temizledikten sonra deri eldivenlerini giydi, güneş kremini ve ıslak mendil paketini torpidoya bıraktı. Eldivenli elini uzattığında usulca kavradım, beni arabadan indirmesine izin verdim. "Nerede piknik yapacağız?" Etrafa merakla bakındığımda Ares işaret parmağıyla denize uzanan üstü kapalı iskeleyi gösterdi, "Orada," dedi. "Her şey bagajda. Seni yerine oturtaracağım ve kahvaltımızı getireceğim. Söz bir dahakine gerçek piknik yapacağız." Anlayamazken başımı çevirip ona baktım ve "Bu gerçek değil mi?" diye sordum. Sanki çok önemli bir ders verircesine ciddiyetle "Mangal olmayan piknik piknik değildir," dedi. "Bugün öyle bir hazırlık yapamadım, başka güne erteledim. Önden buyrun hanımefendi," Usulca gülümseyerek beni yönlendirmesine izin verdim. Ares belimden kavrarken beni iskeleye ilerletti. Dalga sesleri ruhuma huzuru getirirken her adımımda biraz daha yaklaştık, ahşap iskeleye çıktık. İskelenin ucundaki gölgelik alana koyulan armut koltuklardan birine oturtulduğumda Ares "Burada bekle," dedi. "Malzemeleri alıp geliyorum. Sadece beş dakika, beni görebilirsin." Korkmamam için çabaladığını farketmek canımı yakarken başımı sallamakla yetindim. Rahat pufa yayıldığımda Ares'in düşünceleri kendimden utanmama sebep olsa da hasret kaldığım deniz yerine Ares'i seyrettim. İskele boyunca ağır adımlarla yürüdü, adamları boş sahilde belirli konumlara yerleşirken arabaya ulaştı. İki eline sepet alıp geri geldiğinde karşıma oturana dek gözlerimi üzerinden ayıramadım. Sepetleri açıp yere minik çiçek desenleri olan bir örtü serdi, ikimize servis açtı. Cam kaplardaki kahvaltılıkları ve yemek kaplarındaki diğer çeşitleri ortaya serdi, iki fincana termostan kahve doldurdu. "Biraz acemiliğime denk geldi ama yapacak bir şey yok, kısa sürede bu kadar hazırlayabildiler." İçtenlikle "Bayıldım," diyerek gülümsedim. "İyi ki geldik buraya, sesi dahi huzur veriyor." Bakışlarım dalgalı denize kaydığında Ares tabağımı fazlasıyla doldurdu. "Önce kahvaltımızı yapalım sonra denize açılacağız." Dediği şeyle anında ona döndüğümde tereddütle doldu, "Sevmez misin?" diye sordu. "Yat getirtiyordum, iptal edebilirim. Akşam eve döneriz." Başımı hızlıca iki yana sallayarak "Hayır çok severim," dedim. "Henüz ehliyetim olmasa da kaptanım ben. Çok severim denize açılmayı." Ares duyduğu şeyle gülümsedi, doğru yoldan gidiyor oluşu onu rahatlatmıştı. "Demek kaptansın," derken çatalımı aldı ve kahvaltılıklardan alarak bana yemek yedirmeye başladı. "Ne zaman öğrendin yat kullanmayı?" Ağzımdakini çiğneyip yutarak "Çocukken," dedim. Ares hemen yenisini uzattı, "Dünyadaki bütün gemileri daha doğrusu bütün deniz taşıtlarını kullanabilirim." diyerek uzattığını da yedim. Söylediklerim Ares'in ilgisini çekerken kendi tabağından yiyip "Kim öğretti?" diye sordu. "Kursa falan mı gittin? Fazla kapsamlı bir eğitim olmuş." "Kaptan öğretti," dedim, ardından Kaptan'ın kim olduğunu bilmediğini farkederek "Yani Orlando," diye ekledim. "Ailemdendir, tıpkı Barlas gibi. Aynı kandan değiliz ama hepimiz aynı candanız." Ares bir beni bir kendisini beslerken konuşmaya devam ediyorduk. Havadan sudan, en çok da denizden bahsederken kahvaltımızı bitirdiğimizde Ares bana su içirdi ve etrafı toparladı. Bir koruma gelip iki sepeti aldığında Ares ona teşekkür etti. Yeniden yalnız kaldığımızda denize dönerek dalgaları seyretmeye başladım, tuzlu kokusunu soludum. Ares de sessizliğime ortak olarak denizi seyretmeye başladığında doğruldum, üzerimdeki ceketi güçlükle çıkarttım. Ares'in meraklı bakışları üzerimde gezinirken sweatimi de çıkarttığımda "Napıyorsun?" diye sorup etraftaki korumalara baktı, yeniden bana döndü. Korumaların bize sırt döndüğünü farkettim, sakince "Denize geldik," diyerek çizmelerimi de çıkarttım. "Denizi seyretmek için gelmedim." Hayretle "Suya mı gideceksin?" diye sordu. "Hava çok soğuk, hasta olacaksın. Sırtında dikişler varken yüzemezsin." "Temizlenmem lazım," diye sayıklayarak çoraplarımı da çıkarttım ve ellerim eteğimin beline gitti. Eteğimi de çıkarttım, soğuk hava bedenime çarparken ellerimdeki sargıları açmaya başladım. "Yaraların mikrop kapar," dedi, endişeyle. "Tuzlu su yakar. Daha çok canın yanacak. Başka zaman gelsek, o zaman yüzsen? Ya da havuza gitsek? Olmaz mı?" Sargıları açarak kesik kesik olan ellerimi meydana çıkarttım usulca ayağa kalktım. "Canım yansın istiyorum zaten, unutmamam gereken şeyler var." İskelenin ucuna gelerek Ares'e fırsat vermeden nefesimi ayarlayıp suya atladığımda bütün bedenim buz kesti; sırtımdaki, ellerimdeki ve kollarımdaki yaralar sızladı. Her kulacımda derine inerken içerisine düştüğüm karanlıktan korksam da her yanımı sarmalayan su bana doğru yerde olduğumu gösteriyordu. Usulca sudan çıktım, iskeleden uzaklaştığımı farkettim. Ares iskelenin ucunda endişeyle denize bakıyordu, beni gördüğünde biraz olsun rahatladı. "Sen de gelsene!" diye seslendim, sırtım alev alev yanarken. Ares başını iki yana sallayarak sesini yükseltti. "Dikkatli ol!" Omuz silkerek biraz nefeslendikten sonda yeniden denize girdim, yüzerek bedenimi esnetirken suyun etkisiyle rahatlamıştım. Güneş batana dek sudan hiç çıkmadan kendimce belirlediğim mesafeler arasında yüzdüm, Ares'in bakışları üzerimden hiç ayrılmadı. Yüzmeye devam etmek istesem de iskeleye yanaşan yata baktım, Ares'i daha fazla zorlamamak için iskeleye doğru yüzdüm. Ares sudan çıkacağımı anlayarak ellerine havlu aldı, merdivenlere yöneldi. Suyun içerisindeki basamaklardan başlayarak kendimi yukarıya çektiğimde Ares hemen eğilip sırtımda dikkat ederek ıslak bedenimi kavradı, iskeleye ayak basmamı sağladı. Esen rüzgar ıslak bedenimin buz kesmesine neden olurken elindeki koca havluyu etrafıma doladı. "Hemen yata geçelim, sıcak bir duş al. Sonra yaralarına pansuman yaparız." Başımı onaylarcasına sallarken kocaman gülümsedim, coşkulu tavrımla "Çok güzeldi!" dedim. "Çok özlemişim." Mutluluğum Ares'in gerginliğini aldığında "Şu yaraların iyileşsin, istersen her gün geliriz." dedi. Beni yata yönlendirdiğinde onun yardımıyla yata çıktım, bedenimden süzülen sular ayak bastığım yerleri ıslatırken kamaraya inmiştim. Ares beni banyoya soktu, duşakabinin içerisine geçmemi sağladı. "Yardım etmemi ister misin?" Başımı iki yana sallayarak havluyu çıkarttım, "Sanırım ben hallederim." Ares birkaç saniye boyunca yaralı ellerime baktı, temiz havlular çıkartıp duşakabinin yanındaki askıya astı ve "Dikkatli ol, kapıdayım." diyerek banyodan çıktı. Sıcak suyu açarak buz tutan bedenimi biraz olsun çözündürdüm, gevşerken daha fazla ayakta duramayıp şampuanı alarak yere oturdum. Saçlarımı önüme alıp sabunun sırtıma değmesine izin vermeden özenle şampuanlayıp duruladığımda önce tuzda yanan sonra sıcak suyla haşlanan yaralarım yine kendisini belli etmeye başlıyordu. Bedenimi tuzdan arındırarak havluya sarınıp banyodan çıktığımda kapıda bekleyen Ares kısa bir an beni inceleyerek "Yatağa geç," dedi. Uslu bir çocuk gibi yatağın ortasına oturduğumda elinde kurutma makinesi ve tarakla geldi, arkama oturdu. Saçlarımı özenle tarayıp kuruttuğunda başıma bir öpücük kondurdu. Banyodan ilk yardım kutusu getirip yaralarıma pansuman yaptı, "Dolapta senin için kıyafet var, giyin gel. Akşam yemeği yiyeceğiz." dedi. "Tamam." Uysallığım dikkatini çekerken yüzümü dikkatle inceledi, gözlerimde oyalandı. "İyi misin?" "İyiyim," dedim uysalca. "Çok iyiyim. Biraz olsun eski günlerime dönmek iyi geldi." Başını ağır bir ifadeyle sallayarak odadan çıktığında siyah kilodumu giydim, üzerime kollarındaki lastikler bol gelecek kadar büyük olan sweati ve altıma bol şortu geçirdim. Ayaklarıma panduf giyerek odadan çıktığımda kapının karşısındaki duvara yaslanan Ares'le göz göze geldik. Baştan aşağıya beni inceledi, panduf giymemden memnun olarak yeniden gözlerime baktı. "Yemek hazır," Eldivenli elini uzattığında sargılı elimle kavradım, kıvırdığı koluna girip Ares'in yanında yürümeye başladım. Gecenin karanlığı çöküyordu, yatın ışıkları bulunduğumuz alanı aydınlatıyordu. Camlarla kapatılan güverteye kurulan sofraya bakındım. Ares sandalyemi çekerek oturmamı sağladığında ona teşekkür etmiştim. Yemek servisini yaparak karşıma oturdu, merakla "Yemekten sonra ne yapmak istersin?" diye sordu. Dudak büküp bıçakla zar zor böldüğüm yemeğimden yedim, "Denizi izleriz," dedim. Ellerimdeki sargı çatal bıçak kavramamı zorlaştırsa da kendi başıma yemek yemek istiyordum. "Ben banyodayken açılmışız, kaptan mı var?" Başını onaylarcasına salladı. "Evet. Yemekleri beğendin mi?" Yemeklerin tatları değişikti, evdekiler gibi değildi. Bir aşçı da getirttiğini anlarken "Fazla değil," dedim. "Evdeki yemekler daha güzeldi. Selma Hanım'ın yemeklerine alışmışım." Ares sanki yemeği beğenip beğenmem dünyanın en büyük sorunuymuş gibi bir tavra bürünerek elindeki çatal bıçağı bıraktı, "Hiç mi beğenmedin?" diye sordu. Aslında pek de haksız sayılmazdı. Bir zamanlar yemeği beğenip beğenmemem dahi benim dünyamın en büyük sorunuydu. Koca bir kaos yaratıp kaleyi birbirine katabilirdi. "Senin için yemek hazırlamamı ister misin? Selma Hanım'ı da getirtebilirim." Başımı iki yana sallayarak etten bir parça daha böldüm, "Gerek yok, o kadar önemli değil." Eti ağzıma atarak çiğneyip yuttuktan sonra Ares'in hala yemeğe devam etmediğini gördüm. "Devam et lütfen." Ares yemek hevesini kaybetmiş gibi sık sık beni seyrederek isteksizce yemeğini yedi. Birlikte koltuklara yayıldığımızda bir garson gelip sofrayı hızlıca toparlamıştı. Başımı Ares'in dizine yaslayarak yıldızlara bakındım, mutlulukla gülümsedim. İşaret parmağım havaya kalkarken kutup yıldızını göstermiştim. Yıldızım bu gece bana yüz dönmüyordu, bütün ışığıyla karşımdaydı. "Bak, o benim annem. Çocukken annem bana yıldızları anlatmıştı, hepsine isim vermeye çalışmıştım. En büyük en parlak yıldız da benim annemdi." Ares'in parmakları saç diplerimde gezinirken "İsmi ne?" diye sordu. Parmağımı indirerek kısık sesimle "Catalina," dedim. Bakışlarım yıldızdan ayrılmazken iç çekerek "İlk yıldızımdı benim, en güzeliydi. Benim annem yıldızlardan da güzeldir." dedim. "Sen de ona benziyorsun sanırım," dediğinde başımı hafifçe salladım, "Herkes annemin kopyası olduğumu söyler. Sadece annem hep yeşil giyer ben kırmızı giyerim. O yeşili sever, zümrüdü sever. Bütün elbiseleri yeşildir, bütün mücevherleri zümrüttür. Gözleri mavi ama yeşil görünür, çünkü hep yeşil giyer." Yutkundum, Ares'in gözlerine baktım. "Beyaz gülü çok sever, o da benim gibi eldiven takar. Topuklularını hiç çıkartmaz, hep yeşil şal örter omuzlarına. Saçları da uzun, benim gibi. Hep maşalı. Kimsenin dokunmasını sevmez, kendisi yapar saçlarını. Bir tek babam sevebilirmiş onun saçlarını, o dokunabilirmiş." Ares ilgiyle beni dinlerken "Çok mu özledin onu?" diye sorduğunda dudaklarımı istemsizce büktüm, başımı salladım. "Hatırlayamıyorum yüzlerini, sanki her şey hafızamdan siliniyor gibi hissediyorum. Sanki her yer hala karanlık." Ares başımı nazikçe okşayıp eğildi, alnımdan öptü. "Yakında evine gideceksin, sadece biraz daha sabretmen gerekiyor. Hazır olduğunda seni evine kendi ellerimle götüreceğim." Başımı usulca sallayarak yeniden yıldızlara döndüm, işaret parmağım yeniden havalandı. Bir başka parlak yıldızı gösterirken "Şu yıldız Robin," dedim. Parmakları saçlarımın arasında gezinirken merakla "Robin kim?" diye sordu. "Robin," diye mırıldanarak yutkundum ve hakkında tek kelime dahi etmeden parmağımı diğer yıldıza kaydırdım. "Şu Leydi. Leydi benim köpeğimdi, annemin üçüncü yaş günü hediyesi. Benim ailemde doğan her çocuğun bir evcil hayvanı olur. Birlikte büyürler. Normalde doğum hediyesidir ama o zamanın şartlarında ertelemek zorunda kalmışlar. Bembeyaz tüyleri vardı, mavi gözlüydü. Bana geldiğinde bebekti daha ama sonra kocaman oldu. O kadar büyüktü ki sırtına atladığımda beni taşıyabiliyordu. Tabi annem izin vermiyordu buna, her gördüğünde kızıyordu." Parmağım başka bir yıldıza yöneldi, nefeslenerek "Petro," dedim. "Petro benim ilk aşkım," Ares'in saçlarımda gezinen parmakları durdu, "Kağan değil miydi?" diye sordu. Başımı iki yana salladım, yıldıza bakmaya devam ederken "Petro vardı," dedim. "Buz pateninde partnerimdi. Aşk dediğimde çocuksu bir hoşlantı. Yoksa ben hiç aşık olmadım. Bir keresinde yere düşmüştüm, beni kaldırıp dizlerimdeki yaralara yarabandı yapıştırmıştı. O ana dek ondan nefret etmiştim ama örümcek adamlı kırmızı yarabantlarını gördükçe gülesim geliyordu, sürekli onu çağırıp antreman yapmak istiyordum. O örümcek adamlı kırmızı yarabantlarını kendileri düşene dek çıkartmadım." Parmakları yeniden saçlarımda gezinmeye başladı, "Sonra ne oldu?" diye sordu merakla. Birdenbire "Öldü." dediğimde afallayarak "Ne?" diye sordu. Omuz silktim, yıldıza bakmaya devam ederken "Beni öldüreceklerdi," dedim. "Daha çocuktuk, ben anladım ama o anlamadı. Sadece beni korumak istedi. Tek kurşun, kalbine isabet etti. Buz pisti onun kanıyla yıkandı." Derin bir iç çekerek elimi indirdim, yıldızlara bakınmaya devam ettim. Gözüme ilişen bir yıldız yüreğimi tekletirken elimi uzatarak ona dokunabilmeyi diledim, "O da Yaz olsun," dedim. "Benden yazlarımı aldılar, o yıldız çok güzel. Benim Yaz'ım olsun." Ares anlattıklarımı sindirebilmek için uzunca bir süre sessiz kaldı, ardından "Kaç yaşındaydın?" diye sordu. "Dokuz," dedim. "O öldüğünde ne yaptın?" "Teslim oldum," diyerek Ares'in gözlerine baktım. "Onun katillerine teslim oldum sonra Barlas gelip beni bulana dek hepsini öldürdüm. Yedi adam vardı, yedisi de kalplerine giren tek kurşunla öldü." Ares dediğim şeyle dehşete düştüğünde alayla gülümsedim. "Korktun mu?" Başını tutuk bir ifadeyle sallarken "Şaşırdım," dedi. "Bir katile benzemiyorsun." "Katiller nasıl görünür ki?" diye sordum. Birkaç saniye sessiz kaldı, ardından yüzümün her zerresine bakarak gözlerimde durdu, "Senin gibi değil," dedi. "Öldürdüğün ilk kişiler onlar değildi, değil mi?" Başımı onaylarcasına sallayarak "İlk öldürdüğüm kişi bir askerdi," dedim. "Anneme fahişe demişti, hiçkimse benim annem hakkında öyle konuşamaz. Benim annem ahlaklı, iffetini koruyan erdemli bir kadındı, Tanrı'ya inanır ve dinine göre yaşardı. Hayatında babamdan başkasına yer yoktu. Ona attığı iftira kendi kalbine bir kurşunun atılmasına sebep oldu." Ares benim karanlık yüzümle karşı karşıya kaldığını zannetse de fazlasıyla yanılıyordu. Onun gözünde masum, sarılması gereken yaraları olan, ona muhtaç olan zayıf biri hatta bir çocuk olabilirdim ancak Ares benim hakkımda neredeyse hiçbir şey bilmiyordu. İkimiz de sessiz sedasız yıldızları seyrettik, hava iyice soğuduğunda Ares uysalca "İçeriye girelim mi?" diye sordu. "Uyu biraz, çok yoruldun bugün." Başımı onaylarcasına salladığımda kalkmama yardım etti, birlikte kamaraya indik. Üzerime gecelik giyerek yatağa girdiğimde Ares'te bir değişiklik farkettim. Takım elbisesinin yerini siyah bir eşofman ve siyah bol bir tişört almıştı. Banyodan çıkarak yatağa yaklaştığında hayretle ona baktığımı farketti, sarı gece lambalarını yaktı. "Ne oldu kızıl?" "Eşofman ve tişört giymişsin!" dedim hayretle. "Gömlek ve pantolonla doğduğunu zannetmeye başlamıştım." Ares alayla gülerek tavan lambasını kapattı ve yatağa girdi. "Yanıma gel bakayım, uyuyalım." Hemen harekete geçerek Ares'in kolları arasına girdim, kedi gibi göğsüne kıvrıldım. "Benimle mi uyuyacaksın artık?" Üzerimizi yorganla örterek "Sadece bu gece, deniz uykumu getirdi." dedi. "Kriz geçirmeni istemiyorum, yanında kalacağım. Zaten, tek kamaramız var." Sessiz kalmayı tercih ederek kalbinin düzgün atışlarına odaklandım. Ares özenle saçlarımı okşarken "Seni babana götüremediğim, gitmene izin veremediğim için özür dilerim," dedi, "Beni anlıyorsun değil mi?" Yutkundum, başımı uysalca sallayarak "Anlıyorum." dedim. "Sorun değil." Dudakları saçlarıma yerleşti, derin bir öpücük kondurdu. Sargılı elim göğsüne yaslandığında Ares bedenimi biraz daha sıkı sarmaladı, "Hadi uyu, kızıl." dedi. Gözlerimi kapattım, kendi karanlığıma hapsolurken "Bana masal anlatır mısın?" diye sordum. Ares kısa bir an sessiz kaldı, ardından "Hangi masalı anlatmamı istersin?" diye sordu. "Senin bildiğin masalları bilmiyorum." dedim. "Abim hep kafasından uydururdu." Derin bir nefes aldığında başım da kabaran göğsüyle birlikte havalandı, usulca indi. Nefeslerimi nefeslerine göre alıp vermeye başladığımda "Bir varmış bir yokmuş." demişti. "Dünya üzerinde kocaman bir ejderha varmış." Gözlerim aralanırken başımı kaldırarak şaşkınca "Ejderha mı?" diye sordum. Ares bana baktı, hafifçe gülüp "Ejderha," dedi. "Hikayenin başındayız daha, yat bakayım. Önce bir dinle. Her şeye bu kadar şaşırmayacaksın değil mi?" Güldüm, anlatacaklarını merak ederken başımı yeniden kalbine koydum, kalp atışları zihnimde yankılanırken Ares tatlı diliyle masal anlatmaya devam etti. "Tanrı dünyayı yaratırken bir tane de ejderha yaratmış, o ejderha dünyanın her yerini gezmiş. Varolan bütün insanları görmüş. Bazı insanlar onu koruyucuları olarak görmüş ancak bazı insanlar onun alevlerinden korkmuş. Bir gün kendilerini yakıp yok edeceğini düşünmüşler. Kocaman bir krallığın yaşlı bir kralı varmış. Kralın da birbirinden güzel çocukları varmış. Krallıktaki herkes ejderden korkuyormuş, o geldiğinde evlerine saklanıyorlarmış. Sadece kralın kızı korkmuyormuş ondan. Bir tanecik kızı varmış kralın, dünyada en çok onu severmiş. Bir gün ejderi öldürmeleri için dünyanın en iyi şövalyeleri bulmuş, onlara sandık sandık altınlar vermiş. Prenses bunları duymuş, saraydan kaçmış ve şövalyelerin peşine takılmış. Koca bir ordu ejderi ararken onu dünyanın en büyük dağında, bir mağarada uyurken bulmuşlar." Merakla Ares'in anlattıklarını dinlerken dudaklarından çıkan her kelimeyi zihnimde resimleştiriyordum. Ares kısa bir es verdikten sonra okşadığı saçlarımdan öptü ve anlatmaya devam etti. "Şövalyeler uyuyan ejderi mızraklarıyla öldüreceklerinde prenses şarkı söylemeye başlamış. Güzel sesi mağara duvarlarında yankılandığı an ejder uyanmış, kendisini öldürmek isteyen şövalyeleri ateşinde yakmış. Demir mızraklar yerlere düştüğünde ejder prensesi görmüş. Prenses yeniden şarkı söyleyerek ona yaklaşmış, ejder kendisini kurtaranın prenses olduğunu anladığındaysa prensesin kendisine yaklaşmasına izin vermiş. Prenses ona bu krallıktan gitmesi ve bir daha gelmemesi gerektiğini söylemiş. Ejder insanların dilini anlamıyormuş, onu da anlamamış. Yalnızca bulunduğu topraklarda güvende olmadığını anlamış. Prenses ejderi severken sırtına çıkmış, en büyük hayali uçmakmış. Ejder onun bu hayalini gerçekleştirerek sırtında prensesle bütün dünyayı gezmiş, kendisini hiçbir yerde güvende hissetmemiş. Prenses ailesini özlüyormuş, evine gitmek istiyormuş ama özgürlüğü çok sevmiş. Ejder bir gün uyumak için hiçbir şövalye gelemesin diye bir adaya gitmiş. O kadar büyük kanatları varmış ki, adayı sarmalıyormuş. Önce prenses için denizin altından balıklar yakalamış, onları ateşiyle pişirmiş. Ejder uyuduğunda prenses de onun göğsüne saklanıp kalbinin hemen yanında uyumaya başlamış ancak bilmedikleri bazı şeyler varmış. Kral kızını bütün dünyada arıyormuş ve ejderin onu kaçırdığını zannediyormuş. Koca bir ordu gemilere binmiş, ejderin adasına ulaşmışlar. Ejder de prenses de uyurken mızraklarını ejderin gözlerine ve kalbine saplamışlar. Prenses ejderi çok sevmiş ve gözleri önünde katledilmesi onu çok üzmüş. Askerler onu evine götürmek istediklerinde gitmek istememiş, kendisini ejderin kalbinin hemen yanında öldürmüş." Gözlerimi kırpıştırarak yeniden Ares'e baktığımda yüzümden kavradı, parmakları tenimde gezinmeye başlarken "Tanrı o askerleri ve krallığı lanetlemiş," dedi. "Krallıktaki herkes bir volkan patlamasıyla alev alev yanmış, yok olmuş. Askerler evlerine dönmek için bindikleri gemilerden hiç inememişler. Denizler sonsuzluğa dönüşmüş ve zamanla hepsi ölmüş." Merakla "Sonra ne olmuş?" diye sordum. "Tanrı ejderi taşa çevirmiş," dedi. "Ve prenses onun kalbi olmuş. İnsanların çoğunun bilmediği bir adada varolmaya devam ediyorlarmış." Yüzümü okşamaya devam ederken "O ejder benim evim kızıl." dedi. "Ve yakında evime dönmem gerekecek. Eğer o zaman geldiğinde hala evine gitmek istemezsen o ejderin adasına benimle gelir misin?" Zihnimde ejder adası belirirken başımı onaylarcasına salladım, "Dünyanın her yerine gelirim." dedim. Başımı yeniden kalbine yasladığımda Ares başımdan öptü. Derin bir iç çekerek gözlerimi kapattığımda "İyi uykular kızıl." dedi. "Güzel rüyalar gör, ben hep yanında olacağım." Nefes alışverişim düzene girdiğinde Ares uyuyana dek bekledim, uykusu derinleştiğinde göğsünden usulca kalktım. Kıpırdandı, bedenimden ayrılan elleri yatağa düşerken gözlerini açacak gibi oldu. "Şhh," dedim fısıltıyla, "Tuvalete gidip geleceğim, uyu." Ares yeniden uykuya gömüldüğünde usulca yataktan kalktım, üzerimdekileri çıkarttım. Dolaptaki sayılı kıyafetler arasından bir etek ve kazak bularak giydim, bilekten biten botlarımı da ayağıma geçirdim. Ares'in odaya geldiğimizde komodin çekmecesine koyduğu silahını sessizce alıp şarjörünü kontrol ettim. Ellerimdeki sargıları açtım, bir kağıt ve kalem bularak ellerimden bulaşan ince kan izlerine rağmen aklımdakileri yazdım. Kağıdı defterden kopartmadan defteri komodine bıraktım ellerime eldiven giyip sessizce odadan çıktım. Çalışanların gelip giderken kullanması için yatın yanında duran jet skinin anahtarlarını arayıp buldum, yattan güçlükle inip jet skiye bindiğimde bakışlarım koca yata kaymıştı. Belimdeki silahtan güç alırken motoru çalıştırdım, yattan ayrıldım. Ares'in adamlarının bulunduğu sahil şeridinden uzak durarak karaya yöneldim ve bir iskelede durdum. Jet skinin anahtarlarını alarak onu iskeleye bağladığımda bir yandan da etrafı gözlüyordum. Hiçkimse yoktu, derin bir ıssızlık vardı. Bakışlarım gökyüzüne kaydı, anneme baktım. Bulutların gizlediği yıldızı göremezken içimi derin bir sıkıntı kapladı. Paslanış metal iskeleden inererek sahilde ilerlemeye başladım, korkularım en ufak bir alevde günyüzüne çıkmak için beklerken kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum. Anayola çıkarak geçen arabalardan birine el kaldırdım, durmadı. Başka bir araba durduğunda sağ yolcu kapısının camı açıldı, orta yaşlardaki adam eğilip bana bakarken "Bu saatte burada ne işin var?" diye sordu. Belimdeki silahı çıkartarak emniyetini açıp ona doğrulttuğumda afalladı, sert dilimle "Şimdi beni iyi dinle," dedim. "Sana zarar vermek istemiyorum. Beni gideceğim yere kadar götür, yeter. Anlaştık mı?" Adam gözlerini silahtan ayıramazken tutuk bir ifadeyle "Tamam." dedi. "N'olur bir şey yapma, çocuklarım bekliyor. Evime gideceğim." Arabanın kilidini açtığında kapıyı açıp ön koltuğa oturdum, elimi ona uzattım. "Telefonunun şifresini açıp bana ver." Adam itaat ederek telefonunu avcuma bıraktı. Kullanmayı bildiğim sınırlı uygulamalardan birini açarak gitmek istediğim adresi bulduğumda "Yolu tarif edeceğim," dedim. "Sen çocuklarına gitmek istiyorsun ben de babama. Uslu dur, çocuklarına cesedin gitmesin." Adam başını hızlıca sallayarak arabayı çalıştırdı, yolu gözleyerek harekete geçti. Ona yolu tarif etmeye başladığımda kabzası bacağıma yaslanan silahın namlusu bedenine doğrultulmuştu. "Kimsin sen?" diye sordu, gergin tavrıyla. Çenemi kaldırarak "Asrın Karaman," dedim. "Eğer sonrasında beni polise şikayet edeceksen ismimi söylemen yeterli olacaktır. Yine de tavsiye etmem, cezai ehliyetim yok benim. Elin boş dönersin, belki bir bardak su verirler o kadar." Adam "Kaç yaşındasın?" diye sordu. "Daha çocuksun sen, elinde silah olmamalı." Dudak bükerek "Ben de aynı şeyi düşünüyorum." dedim, ardından onu rahatlatmak için uysalca "Kaç çocuğun var?" diye sordum. "İki." dedi hızlıca. "İkisi de erkek, biri on yaşında diğeri altı." Başımı ağır bir ifadeyle sallarken onu yönlendirdim, söylediğim yola girdiğinde "Karın?" diye sordum. "Ayrıldık," dedi. "İki sene önce. Dört ay önce de başkasıyla evlendi. Çocukları bu gece bana bırakacaktı, beni bekliyorlardır." "Biraz daha bekleyecekler," demekle yetindim. Geri kalan yolculuk benim yol tarifi vermemle devam ederken bir ormana geldiğimizde konuma dikkatlice bakıp sildim ve telefonu ona uzattım. "Teşekkür ederim," Adam tereddütle bana bakarken emniyet kemerimi çıkartıp arabadan indim ve kapıyı kapattım. Adam hızlıca uzaklaştığında bakışlarım karanlık ormana kaydı, soğuk hava bedenime çarparken ağır adımlarla ormana girdim. Karanlık beni korkutmaya yetemedi, içten içe arzuladığım şeyler en büyük ışığım olarak yolumu aydınlattı. Babamın evine ulaşan yolda ilerlerken gökyüzünün aydınlatmaya yetemediği ormanda adım seslerimi duyuyordum. Zihnimde canlanmak isteyen sahneleri perdelerden uzaklaştırırken beş dakikalık yürüyüşün ardından koca köşkün kapısına ulaştığımda takım elbiseli korumalar tetiğe geçti, elimdeki silahı gördüklerinden bana silahlarını doğrulttular. Birisi "Kimsin sen?" diye bağırdığında yutkundum, silahımı daha sıkı kavrayarak gür sesimle "Asrın Karaman!" diye bağırdım. "Babamı görmek için geldim. Kapıyı açın," Silahımı usulca havaya kaldırdım. "Ya da ölün. Seçim sizin."
Mira'dan Savaş Tanrısına,
Nerede olursan ol sana geri geleceğim çünkü senin olmadığın bütün yollarım zifiri karanlık. Bu bir veda değil, son değil. Hikayemiz daha yeni başlıyor.
⚔️
Hikayemiz daha yeni başlıyor.
Oylarınızı ve yorumlarınızı bekliyorum.
Öpüldünüz 💋💋 |
0% |