Yeni Üyelik
keyboard_arrow_left keyboard_arrow_left3.
Bölüm

《 İkinci Bölüm 》

@venomiee
"Hiç kimse yumrukları sıkılıyken net düşünemez. "

Dünya belirli bir düzene göre hareket eder. Evren, yıldızlar hatta galaksiler bile bir düzene dayanır. Bir canlı doğar, büyür ve ölür. Öldüğü zaman ruhu bedeninden ayrılır ve başka bir evrene sürüklenir. Bu evren, dünyaya göre daha farklı bir yerdir. Burada sizi kandıran insanlar, gerçek yüzlerini bir maske arkasına saklamış insanlar yoktur. Bu evren farklıdır. Aslında tam olarak nasıl bir yer olduğunu bilen yoktur. En azından bilinen tek bir şey vardır;

Dünyadan daha adil, daha temiz bir yer.

En azından bu Birgham'ın düşüncelerinden biriydi. Hasta olduğunu öğrendiğinden beri evde durmak yerine sürekli geziyordu. Unutmak istemeyeceği çok şey vardı. Hayatında ilk ve son kez kalbinin kapılarını açmış, derinden sevdiği o kadını unutmak istemiyordu. Evet belki Brigham bu hikâye de terk edilen insandı. Belki ona kızmalıydı, ona ait olan her eşyayı yırtmalı belki de yakmalıydı ama yapamadı, yapamazdı. Deli gibi sevdiği kadını aklından silip atamazdı.

Sevmek nedir bilmeyen adam sevilmemenin acısına aldırmadan sevdi onu. Onunla kurduğu her hayalde kalbi daha fazla kanıyordu çünkü biliyordu ki her ne kadar sevse de sevilmeyecekti.

Hastalığı duygularını yitirmesine sebep olan nedenlerden bir tanesiydi. Asıl neden yaşamayı isteyen, pes etmeyen tarafıydı.
Yaşamak isteyen tarafı bu kadar çabuk pes etmesine kızgındı. Yaşam ile bağlantısını kesmiş insanların umut ışığı olmuştu Brigham. Okurlarıyla en anlamlı ilişkisiydi yazdığı eserleri. Her harfi, her kelimesi birer mesaj içeriyordu. Her mesaj tek bir soruya çıkıyordu.

Neden?

Belki de bu kez bu soruyu kendisine sormalıydı. Neden vazgeçiyordu her şeye inat yaşamak varken? Neden bunu kendine yapıyordu? Diğer tarafı ise vazgeçmesini haklı buluyordu. Belki de yaşaması gereken şeyleri yaşamıştı. Belki de uyuması gerekiyordu. Uyku ona gelecek tek iyi şeydi. Artık daha fazla olayları kaldıramazdı. Yorulmuştu. Evet, binlerce insana umut ışığı olmuştu. Hayatında yaptığı en iyi şeydi. Ancak buraya kadardı. Daha fazlasına ihtiyacı yoktu.

Duygularını kapatan bir adam daha ne kadar ayakta durabilir? Durabilir mi? Daha ne kadar ilerleyebilirdi cam kırıkları dolu yolda? Daha ne kadar kalbinin acısına göz yumabilirdi?

Hüzünle gülümsedi Brigham. Ne yaşamak istiyordu ne de vazgeçmek. Kararını vermişti. Artık tek bir şey için yaşayacaktı. Okurlarını hayatta tutmak için elinden geleni yapacaktı. Gerekirse masada son nefesini verecekti ama yine de okurları için eserlerini yazmaya devam edecekti. Masasından kalktığında bir zil sesi duydu. Daha çok telefona ait bir ses gibiydi. Adımlarını hızlandırıp salona yöneldi. Telefonunu eline aldığında kardeşinin aradığını gördü. Bekletilmeyi sevmeyen bir kardeşi olduğunu bilen Brigham hızla aramayı yanıtladı. Yine ne konuşup kendisinin sinirini nasıl bozacak deli gibi merak ediyordu.

"Alo abi?"

"Efendim Anna?"

"Nasılsın?"

"İyiyim. Ne oldu?" Bir an önce konuşup yeni eserini yazmaya dönmeliydi. O yüzden konuşmayı olağanca kısa kesmeye çalışıyordu.

"Abi yardımcın için birini buldum. Onunla yarın eve geleceğiz. Seni onunla tanıştırmak istiyorum."

"Ciddi misin sen Anna? Seninle bu konu hakkında konuştuğumuzu sanıyordum." Brigham'ın belki de kardeşinde en nefret etiği huyu asla pes etmemesiydi. Abisinin ölmesine göz yummayan Anna'nın Birgham'a göre atladığı büyük bir nokta vardı. Bu hayat, bu hastalık onu esir almıştı. Kalbi daha fazla olayı kaldıramazdı. Bütün gücünü iyileşmek için kullanamazdı. Hayatı tek başına yaşamak istiyordu. Gerçeği her ne kadar bilse de tek başına ayakta duracağına inanmak istiyordu.

"Bu konu hakkında düşüncelerini biliyorum abi. Ben sadece-" Anna'nın sözünü tamamlamasına izin vermedi Brigham.

"Ne düşündüğümü gerçekten bildiğine emin misin? Ne yaşadığım hakkında emin ol en ufak bir fikrin yok. Ha bir de yardımcı işini unut."

Karşı hattan kısa süreliğine ses gelmediğinde bir süre düşündü. Üzerine fazla gitmediğine emindi. "Sen benim anne diyebileceğim baba diyebileceğim tek insansın. Evet, seni anlayamam. Ne hissettiğini bilemem ama ne düşündüğünü bilirim. Biz kardeşiz Brigham. Sen vazgeç desen de insan kalbinden vazgeçemiyor."

Anna devam etti. "Nasıl sen okurlarını bir kelimeyle hayata bağlıyorsan, Roesia'yı hayata tutmak için onu işten atamam."

"Roesia?" İlk harfler, ilk kelimeler. Birgham zehri şifaya çevirecek büyülü kelimeyi mırıldandı.

'Roesia'

"Yardımcın. Bugün konuştum onunla. Bu işe ihtiyacı var abi. Bırak sana yardım etsin."

Sustu Brigham. Hayatının en iyi seçimini yapacağından habersiz kabul etti Anna'nın dediği kelimeleri. Eğer kendisine zararı olursa kapı dışarı koyabilirdi. Anna'nın buna karışma imkânı olacağını sanmıyordu. Şans vermekten ne kadar zararlı çıkabilirdi?

"Yarın ne zaman gelirsiniz?"

"Erken gelmeye çalışacağız."

"Kapatıyorum."

Brigham telefonu kapattığında odasına doğru ilerlemeye başladı. Evet, bu yolda yalnız ilerlemek istiyordu onun kimseye ihtiyacı yoktu. Karanlıkta boğulan bir adamsa kendisi boğulacaktı ya da kurtulacaksa kendi kurtulacaktı. Ancak daha bu kızı görmeden hissetmişti onda farklı bir olayın olduğunu. O da hayata tutunan okurları gibiydi ancak anlayamıyordu. Onu farklı kılan ayrıntıyı gözden kaçırıyordu. Odasına geldiğinde yere saçılmış olan sayfaları özenle topladı ve dosyanın altına özenle yerleştirdi. Bugün uğraması gereken, görmesi gereken son bir yer verdi. Sonra eserlerini yazmaya devam edebilirdi.

Yeşilin en güzel göründüğü yer belki burasıydı. Aldığı gülleri, yavaşça yere bıraktığında hüzünle gülümsedi. Her ay bu mezara uğrar ve bakımını kendi elleriyle yapardı.

"Ben geldim yine. Söz verdiğim gibi gül aldım sana. Sen çok seversin."

Kabul etmek istemese de derinler de kalıcı bir yaraydı bu aşka olan takıntısı Bay Brigham'ın. Belki hala onu seviyor olduğu için başka bir aşka kapılarını tamamen kapatmıştı. Her ay kendine gelmeyeceğine dair söz verse de soluğu yine sevdiği kadının mezarının başında alıyordu.

"Geçen hafta doktora gittim. Bana bir hastalığım olduğunu söyledi. Alzheimer hastasıyım. İleri seviyedeymiş hastalığım. Kaç ayım kaldı bilmiyorum. Unutacağımı söylediler. Her şeyi yavaş yavaş unutacağım."

Bay Brigham mezarın üzerinde duran güllere çevirdi bakışlarını. "Seni nasıl sevdiğimi unutacağım. Seni severken çektiğim kimi zaman göz yumduğum acıyı unutacağım ve seni severken senin başka adamın kollarında huzuru bulduğunu unutacağım." devam etti.

"Bazen belki unutmak her şeye iyi gelir diyorum ama sonra seninle olan her anım aklıma geldiğinde sana ne kadar kızsam da yine de unutmak istemiyorum seni. Kalbim, atmak istese de atamıyor seni. Sıkıştın kaldın sanki."

Derin bir nefes çekti içine. Bu mezarın başında aldığı nefes diğer aldığı nefeslere benzemiyordu. Burası ona iyi gelmiyordu. Bu mezar onu görünmeyen acı sona itmekten başka bir şey yapmıyordu. Oysa nefret etmeliydi bu kadından. Onun bir gülüşü için dünyaları vermeye hazır bir insanın kalbine dokunmayı bırakın bir bakışlarını değdirmemişti kalbine. Elini uzatıp keşfetmek istememişti. O, sevdiği adamın kolları arasında huzuru bulmuştu. Bir insanın hayatını karartıp koşarak o kollara kendisini atmıştı. Devamında ne olmuştu? Kanser olduğunu öğrendiğinde yanında kollarında huzuru bulduğu adam mı vardı? Yoksa her gülüşünde huzuru yaşayan, onu hayatının sonuna kadar sevecek olan bir yazar mı vardı?

Son günlerini Brigham'ın kolları arasında geçirdi. Göğsüne başını koyduğunda hızlı atan kalbi genç kadını şoka uğrattı. Ona yıllar sonra büyük bir haksızlık ettiğini fark etti. Guruyla oynamıştı Brighamın. Seven adam affeder miydi? Yaptığı onca şeye rağmen? Brigham her ne olursa olsun onu affetti. Yaptığı onca davranışa rağmen sevdiği kadını kollarıyla sıkı sıkı sardı. Son nefesini onu ölünceye dek seven adamın kolları arasında verdi.

Hangisi doğruydu? Sevdiği adamın kolları arasında huzuru bulması mı yoksa son nefesini ölünceye dek kendisini seven adamın saf sevgiyle hala seviyor olması mı?

"Şimdi sen izliyorsun beni. Yapacağım tek şey yazmak olacak. Unutmadan her şeyi yazmak. Seni bile yazacağım."

Ayağa kalktığında cebinden çıkardığı bir resmi mezara bıraktı Bay Brigham. "Gidiyorum. Sanırım yine geleceğim. Bunu demek istemezdim ama kendimi biliyorum. Yine geleceğim. Görüşürüz."

Birgham eve geldiğinde hava oldukça kararmıştı. Orada olduğunda zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordu. Anna mezarlığa gittiğini duysaydı dünyayı yakabilirdi. Abisine eziyet eden bu kadını Anna asla sevmiyordu. Ailesinden birine ruhen eziyet eden birini neden sevsin? Nasıl sevebilir ki?

Odasına doğru yöneldiğinde kendini yavaşça yatağına attı. Gözleri anında kapanan Brigham, gözlerini eski yaşadığı eve aralamıştı. Ayağa kalktığında salona doğru yürüdüğünde bir bağırtı koptu. Daha çok bir çığlık gibiydi.

"Olamaz, hayır!" Sesin geldiği yere koştuğunda bir kez daha o anı yaşıyor gibi olduğu yerde kaldı. Neydi bu? Niye bu anıyı yeniden yaşıyordu? Bu ona bir ödül müydü bir ceza mıydı?

"Ben... seni üzdüm biliyorum. Çok üzdüm. Özür dilerim. Affet beni." Gözyaşları içinde bakıyordu ona. "Affet beni lütfen. Benden nefret etmene dayanamam."

Sevdiği kadın kollarını kendisine doğru uzattı. "Seviyorum sanmıştım. Birbirimizi seviyoruz sanmıştım. Ancak sevmiyor olduğunu öğrendiğim de senin gibi hissettim. O an sana ne kadar çok şey yaşattığımı fark ettim. Nasıl dayandın bunca şeye? Bana bağırmadan nasıl durabildin karşımda?"

"Bunun adı aşk." diyebildi sadece. "Evet yaptıkların affedilir değildi ancak sana olan sevgim yaptıklarını affetti. Kalbim seni affettiğinde zihnimi dinlemedim. Ne kadar canım yansa da sen yanımdaydın. Benimleydin."

"Ben hep seninleyim. Hep senin yanında. Beni göremiyor olabilirsin, hissedemiyor da olabilirsin ama ben hep senin yanındayım. Onca yaptığım şeye rağmen bir yüzsüz gibi hala yanındayım. Beni nasıl affediyorsun bilmiyorum ama ben kendimi affetmiyorum." Söylenilecek kelime kalmış mıydı daha?

Bu hikâye mutlu sonla bitmemişti. Bu hikâye de herkes ölmüştü.

Brigham soluk soluğa kabusundan uyandığında kuşların seslerini duydu. Bir süre sonra yatağından hızla kalktı. Kapının zili çaldığında üzerini düzeltip yavaş bir şekilde kapıya doğru yöneldi. Kapıyı açtığında önden Anna giriş yaptı. Abisine sıkı bir şekilde sarıldığında

"Özledim seni." diyebildi. Aralarındaki soğukluğu atamamış olmaları her ne kadar canını yaksa da yine de sarılıyorlardı birbirlerine. Bu da bir şeydi. Anna abisinden ayrıldığında arkasını döndü.

"Roesia içeri geç canım."

Anna abisinin yanına doğru yöneldiğinde Roesia ağır adımlarla kapıdan içeri girdi. Bakışları Brigham'ı bulduğunda ikili kısa süre için bulundukları ortamdan kayboldular. İkisi gözlerinin içinde doğrudan bakıyordu. Sanki birbirlerinin kalbini okuyorlardı. O an Brigham bulamadığı şeyin ne olduğunu anladı. Karşısındaki kız, kendisine benziyordu. Ne yaşadığını bilmiyordu ancak hayata sıkıca tutunmuştu. Her şeye inat dimdik hayatın karşısında duruyordu. Roesia ise karşısındaki adamın sadece hala ayakta dikilecek gücü olduğunu anlamıştı ancak bunun son gücü olduğunu bilmiyordu. Bu muydu hayata tutacağı adam? Nasıl girecekti kalbine, nasıl yanında olacaktı? İster miydi Brigham onu yanında? Yardım etmesine sahiden izin verir miydi?

Bilmiyordu. Tek bir şey biliyordu o da hayatının artık tamamen değişiyor oluşuydu.


modal aç
modal aç
modal aç