Yine paramparçaydı içim, yine kederle bakıyordu gözlerim kara toprağa. Yıllar önce içine tohum ektiğim ama bir türlü yeşermeyen acımasız toprağa... Yine özlem duygum beni parçalayıp un ufak ediyordu. Yine anılarım zihnimin kapılarını zorluyor ve yine başarısız oluyordu.
Tam on bir sene geçmişti benliğimi kaybedeli, on bir sene geçmişti sevgi tohumlarımın ateşe verilmesinden. O ateşin beni yakıp zihnimi paramparça etmesinin üstünden on bir sene geçmişti. Ailemi kaybedeli on bir sene olmuştu.
Zihnimden bir türlü silemediğim görüntüler kabüslarıma konuk oluyordu. Zihnim beni düşünmeye ittiğinde gözlerimin önünde canlanıyordu. Babamın cansız bedeni, annemin göğüsünde sıkılan sayısız kurşunu, maskesinin ardındaki simsiyah öfkeli gözleri, boynumda hissettiğim iğnenin keskin ucu ve bana söylediği o son şey...
Sesi hala kulaklarımda çınlıyor, görüntüler gözlerimin önünden bir film şeridi gibi hızla geçiyordu. Sanki kafamda binlerce cansız ceset vardı ve hepsi bir ağızdan aynı cümleyi tekrarlıyorlardı. Sanki hepsinin amacı beni delirtip korkularımın beni katletmesiydi.
Ne kadar korkarsam, o kadar ölürdüm. Ne kadar korkularımın üzerine gidersem, o kadar çok nefes alabilme şansım olurdu. Bana böyle öğretilmişti.
Bu gün anne ve babamın ölüm yıldönümleriydi. Sabahın ilk ışıklarında kendimi burada, mezarlarının başında bulmuştum. Gece gözümü her kapattığımda gördüm kabüslardan ve uykusuzluktan dolayı gözaltlarım içe doğru çökmüştü. Midem boştu, ama aç hissetmiyordum. Üzerime ise ne geçirdiğimi çoktan unutmuştum.
Kendimi koca bir boşlukta gibi hissediyordum, hissertmekten öte koca bir boşluktaydım.
Gözlerim mezar taşlarını buldu; Hakan Özaydın ve Sinem Özaydın... İsimlerine baka kaldığımda bir kez daha onları ne kadar çok özlediğimle yüzleştim.
Soğuktan kızaran parmaklarımı yavaşça annemi emanet ettiğim toprağa değdirdim. Soğuk, iliklerime kadar işlediğinde toprağı yavaşça avuçladım. Toprak, hayatım misali ellerimden kayıp düşerken burukça gülümsedim. Bazen bazı şeylerin gitmesi gerektiğinde, tutmak en büyük hata olurdu.
Burnumu çekerek ayağa kalktım, herşeye kör olan gözlerim yine karşımda uzanan anne ve babamın mezarları dışında hiç bir yere bakmadan önüne baktı. Arkama dönerek yavaş adımlarla oradan uzaklaştım.
Mezarlıktan çıkıp ana caddede yürümeye başladım. Adılarımı ıslak zemine her attığımda içimdeki küçük kız çocuğu ellerini alkış tutuyordu. Çünkü o küçük kız yağmuru seviyordu, çünkü ben yağmuru seviyordum, çünkü biz yağmurda kendimizi özgür hissediyorduk.
Gökten inci tanesi gibi düşen yağmur taneleri çilli yüzümü ıslatıyordu. Rüzgar, sanki bu günü bekliyormuş gibi asabiyetle esiyordu. Rüzgarın etkisiyle sağa sola uçuşan turuncuya çalan kızıl saçlarımı umursamadan taksi çağırdım. Taksi beklediğimden daha hızlı gelmişti. Arabaya hemen atlayıp adresi söyledim. Evim buradan çok da uzak sayılmazdı, ikisi ormana yakın yerlerdeydi. Yürüyebilirdim ama bacaklarımı hissetmiyordum. Sadece eve gidip saatlerce boş duvarı izlemek istiyordum.
Yaklaşık beş dakikadan az süren yolun sonuna geldiğimizde hızlıca çantamdan parayı çıkartıp ücreti ödedim. Taksi, yanımdan uçarcasına uzaklaşırken adımlarımı evime doğru atmaya başladım. Yağmur hızını azaltmıştı, evimin arkasındaki kocaman ormanlık ve bahçemden yükselen ferah toprak kokusu beni gülümsetmişti. Sabah güneşi ise bulutların arkasından bana gülümsüyordu.
Çantamdan çıkardığım anahtarla kapıyı açıp içeriye girdim. Üzerime geçirdiğim, yağmurdan dolayı hafifçe ıslanmış trençkotumu portmantoya astıktan sonra hızlıca ayağımdaki botlarımı da çıkardım. Yorgun adımlarım holun sonunda, solda kalan amerikan mutfağıma doğru ilerlerken, aklımda sadece kendime yapacağım sütlü kahve vardı.
Mutfağa girip dolaptan kocaman, beyaz bir kupa çıkardım ve kendime kahve yapmaya başladım. Kahvem hazır olduğunda buzdolabını açıp, en sevdiğim çikolata olan Browni’den bir tane alarak salona geçtim. Salonun yarısını kaplayan boydan cam duvarın yanında duran yumuşak, tüylü,krem rengi koltuğa geçip kahvemi de önündeki küçük sehpaya koydum. Elimdeki çikolatanın paketini açıp yemeye başladım, bir yandan da sütlü kahvemden küçük yudumlar alıyordum.
Bazen yaşama hevesim kalmadığı zaman aklıma Browni’yi getiriyordum, sırf o çikolatadan daha fazla yemek için yaşamam gerektiğini söylüyordum kendi kendime. Kulağa komik ve anlamsız geliyordu ama genelde işe yarıyordu, bu da beni mutlu ediyordu.
Kocaman ısırıklarla bitirdiğim çikolatamın paketini sehpaha koyup, daha yarısını içtiğim kahvemi elime aldım ve yağmurun güneş ışığı ile buluşup ortaya çıkardıkları şah eseri izlemeye başladım. Atıştıran yağmur taneleri cam duvara çarpıp, tutunamadığı için yavaşça kayarak benliğini kayediyordu. Suç yağmur tanesinde miydi yoksa onu kendinde istemeyen, tutunmasına yardımcı olmayan camda mı?
Bazen o kadar çok herşeyi düşünüyordum ki; sanki zihnimin derinliklerine dalış yapsam her şey gün yüzüne çıkacakmış gibi hissediyordum. Ama ya o derinliklerde beni bekleyen zehirli oklar varsa? Ya daldığımda boğulursam? Ya herşey gün yüzüne çıktığında ben o derin sulardan çıkamazsam, ya kendi sularımda ölürsem?
Ölümden hiç bir zaman korkmamıştım, zaten ölmek için yaşamıyormuyuz? Neden dünyaya ilk nefesimizi verdiğimizden beri belli olan sonumuzdan korkalım ki? Neden değişitirilmesi imkansız olan bir finalden kaçalım ki? İnsanlar; ölmeyi bekleyen aciz varlıklardır. Finalde herkes kaybedecek zaten, neden üzülelim ki? Hayat; sonunun kötü bittiğini bile bile başladığın kitap gibidir. Ve bazen geriye dönüp baktığında, yaşanmışlıklardan sonra bu finalin hakedilmiş bir nimet olduğunu anlar insan.
Başımı hızlıca iki yana sallayarak kendimi düşüncelerimden arındırmaya çalıştım. Yine çok düşünmüştüm, tek başıma kalınca düşünmek için kendime hep bir konu bulurdum. Bu da kafamın yüzde birini daha yediğimi gösteriyordu.
Derin bir nefes alıp duvardaki saate baktım, on ikiye çeyrek geçiyordu ve ben daha kahvaltı bile etmemiştim. Kendimi aç hissetmiyordum o yüzden fazla umursamayıp bakışlarımı yeniden cam duvardan dışarıya çevirdim.
Bu ev ailemden kalan son şeylerden bir tanesiydi. Babamın ve annemin işleri sayesinde kendimize ait bir evimiz vardı. İnşaatından dekorasyonuna kadar hepsi onlara aitti. Annem ve babam mimarlardı. Söylediklerine göre çok güzel bir aşk yaşamışlardı. Küçükken uyumadan önce tanışma hikayelerini annemden hep anlatmasını isterdim. Beni kırmaz anlatırdı ve bende can kulağıyla dinlerdim. Annemin su gibi duru sesini unuttuğumu fark ettiğimde, kalbimde binlerce hançerin sivri ucunu hissettim.
Annemin anlattıklarına göre lisede tanışmışlardı babamla. Platonikten karşılıklı aşka dönüşmüştü onların aşkları. Liseyi birlikte bitirmişlerdi. Aynı üniversiteyi kazanıp aynı bölümü okumuşlar ve bitirmişlerdi. Anneme ne kadar şanslı olduğunu söylerdim, sadece gülerdi. Senin gibi bir hayatım olmasını istiyorum demiştim bir keresinde, gözlerinin dolduğunu ve beni başıyla hiddetle reddettiğini hatırlıyordum. Şimdi anlıyordum, bana gerilen dudakların acıyla güldüğünü. Hala anlamamıştım neden kaderimizin benzememesi gerektiğini...
Üniversiteyi bitirdikten iki sene sonra annem ve babam evlenmişler. Evliliklerinin üçüncü senesinde ben dünyaya gelmişim. Ben doğduğumda bu ev çoktan inşaa edilmişti.
Ev iki katlıdı. Dış kapıdan içeriye girildiğinde çok da uzun olmayan bir hol ile karşılaşıyorsun. Holun solunda amerikan mutfak, sağ tarafında ise kocaman bir salon yer alıyordu. Üst katta üç oda bulunuyordu: Biri benim odam, diğeri resim atölyesi olarak kullandığım oda, sonuncusu ise tam on bir senedir kitli olan anne ve babamın odası. Onların ölümünden sonra bir kere bile girmemiştim o odaya. Anılarını kirletmeyeyim diye, kendi küllerimi taşımayayım diye...
Bu evde en çok sevdiğim yerlerden bir tanesi, sanırım salona girdiğimde tam karşımdaki duvarın boydan boya cam olmasıydı. Kendimi, duyguların ıssız denizinde boğuluyormuş gibi hissettiğimde, çikolatamı ve kahvemi alıp yumuşacık krem rengi koltuğa oturarak dışarıyı seyrediyordum. Ve bir zamanlar tam karşımdaki -evimin solunda kalan- evde yaşayan Hülya teyzemin haftada bir değiştirdiği koltuk örtülerini seyrederdim. En azınadn günler daha hızlı geçiyordu. Ama artık o da yoktu.
Eşi, Mehmet eniştemi iki sene önce trafik kazasında kaybetmiştik. Yalnız başına yaşayamayacağı için oğlunun yanına, Isparta'ya taşınmıştı. Israr etmiştim gel benimle yaşa diye, hep reddederdi, sana yük olmak istemem derdi. Çaresizce kabul ederdim. Taşınması beni çok üzmüştü çünkü annem ve babamı kaybettikten sonra bana sahip çıkan, beni büyüten oydu, onlardı. Onlarda gittiklerinde içimde hiç eksik olmayan o boşluk hissi bu sefer kendini daha da belli eder oldu.
Cam duvardan baktığımda karşıdaki, ama aslında evimin solunda kalan ev de anne ve babmın şah eserleriydi. Kendimize inşa ettikleri evin aynısından bir tane daha inşa etmelerini hiç bir zaman anlamamıştım. Çokta sorgulamamıştım, hayır, sorgulayamamıştım çünkü ben daha neyin ne olduğunu öğrenmeden onlara veda etmek zorunda kalmıştım. Hülya teyzem yaşıyordu bir zamanlar o evde, ve bende.
Evlerin arasındaki tek fark; bu evdeki holun solunda mutfak sağında salon, yandaki evde ise tam tersi, sağında mutfak, solunda salon olmasıydı. Bu da demek oluyordu ki cam duvar sayesinde kendi mutfak ve salonumdayken yandaki evin hem salon hemde mutfağını görebiliyordum. Aynı şey yandaki ev için de geçerliydi.
Şu an ise gözlerim karşı evin yeni halini burukça izliyordu. Annem ve babam öldükten sonra her iki ev de benim üstümde kalmıştı. Hülya teyzem taşındıktan sonra evi satmştım, neden böyle bir şey yaptığımı bir türlü anlayamamıştım, yük gibi gelmişti. Şu an ise çok pişmandım, sanki anne ve babamın emanetine sahip çıkamamışım gibi hissediyordum.
Evi sattığım adam bir sene gibi yaşamış, daha sonra başkasına satmıştı. Yeni sahibi ise evi baştan aşağı yenilemişti. Tam bir aydır tadilat yapılıyordu. Bir haftadır ne gelen vardı ne de giden. Evin bütün havası değişmişti. Ahşap olan mutfak tezgahı ve dolapları artık simsiyahtı. Koyu gri duvarları insanın içini karartıyordu. Bu ortamla uyumlu olan siyah mobilyalar da evi tamamen eski halinden uzaklaştırmıştı. Benim evimin zıddı gibiydi. Sanırım o evde sevdiğim tek şey; duvarlarda asılı değişik koyu renk tablolardı.
Beni düşüncelerimden alıkoyan şey, telefonumun melodisi oldu. Ne zaman bitirdiğimi anlayamdığım kahvemin boş kupasını masaya koyup telefonumu elime aldım.
Ekranda gördüğüm "AYOLBENSİBELL" yazısını görünce yüzümde hafif bir tebessüm belirdi. Pozitifliğiyle hayatıma renk katan en yakın arkadaşım, kardeşim Sibel arıyordu. Kendisini rehbere böyle kaydettirmişiti bana. Hayat doluydu, görünürde hiçbir şeyi umursamazdı ama içinde ağzına kadar dolu oldğunu bildiğim dert kovası vardı. Boşaltma girişimine girmiyordu, yada boşaltamıyordu. Kendini insanlara açmazdı; yargılanmaktan, ona acınmasında korkuyordu.
Derince bir nefesi dışarıya verip, Sibel'in coşkulu sesini dinlemeye hazırladım kendimi. Açma tuşuna basıp telefonu kulağıma yaklaştırdım.
"Doğa!" diye bağıdığında telefonu hemen kulağımdan uzaklaştırıp yüzümü buruşturdum. Demekki kendimi yeterince hazırlayamamışım.
"Bağırma, kızım." diye inledim yavaşça.
"Sana anlatacaklarım var!" Hâlâ bağırıyordu.
"Anlat, dinliyorum seni." deyip sırtımı koltuğa verdim.
"Olmaz," dedi son hecesini uzatarak. "yarım saat içinde kapında olacağım, hemen hazırlan." Tam ağzımı açıp bir şey diyecekken hemen ekleme yaptı, "İtiraz istemiyorum, Turuncu kafa. Öptüm seni." Neye uğradığımı şaşırarak yüzüme kapanan telefona şaşkın bakışlar attım.
Evden hiç çıkasım gelmiyordu ama Sibel bir yere gideceğimizi söylediğinde, uyuyor olsam bile üzerimdeki yorganla birlikte beni arabasına atıp götürürdü. Gezmeye bayılırdı, bu da beni deli ediyordu.
Adımlarımı yere vura vura odama çıkıp hazırlanmaya başladım. Altıma giydiğim yüksek bel bol paça kahverengi pantolona uyacak ince askılı bir crop giydim. Ayakkabı olarak topuklu siyah botlarımı seçtim. Kalçama kadar gelen dalgalı kızıl saçlarımı kendi haline bırakıp, omuzlarımdan dökülmesine izin verdim. Hafif bir makyaj yaptıktan sonra üzerime şişme montumu geçirdim. Çantamı da elime alıp aynanın karşısına geçerek kendime baktım, hazırdım.
Odamdan çıkıp aşağıya indim. Salondaki masanın üzerinde duran telefonumu alıp çantama atarak çıkışa yöneldim. Dışarıdan korna sesi yükselice Sibel'in geldiğini anlayıp evden çıktım.
Yeni kapladığı bordo arabısının camını açmış, sağ kolu direksiyonda diğerini ise açık camdan sarkıtmıştı. Siyah güneş gözlüğünün ardındaki yeşil gözünün tekini kırpıp çapkınca gülümsedi.
"Atla bebeğim, bırakayım seni gideceğin yere." Gözlerimi abartılı bir şekilde devirip gülüşümü saklamaya çalışarak, arabanın önünden dolanıp yolcu koltuğuna geçtim.
Kapıyı kapatmamla Sibel'in beni kendine doğru çekip sarılması bir oldu. "Nasılsın, Portakal Kafa?" Başımın tepesine sayısızca öpücük bırakırken, kollarından kurtulmaya çalıştım.
"Sibel, boğuluyorum!" diye bağırdım. Kafamı kollarının arasında sıkıştırdığı için sesim boğuk çıkmıştı. Zor nefes alıyordum şu anda. Hızlıca beni kendinden uzaklaştırıp omuzlarımdan tuttu.
"Kusura bakma canım, sadece seni özledim." Daha dün görüşmüştük oysaki.
"Ne bu enerji kızım, sabah yediğin kahvaltıdan altın mı çıktı?" Sesli bir kahkaha attı.
"Her zamanki halim işte." Gülümseyerek önüme döndüm.
Arabayı çalıştırırken, "Nereye gideceğiz?" diye sordum.
"Peder'e, bizi özlemiştir." Her zaman gittiğimiz bir kafe vardı, şirin bir yerdi, sıcaktı, içinde güvende hissederdin kendini. Oranın sahibi ile o kadar haşır neşir olmuştuk ki bizi çocukları olarak görüyordu. Birbirimizi çok severdik. Bazen ona gidip derdimi de anlattığım oluyordu. Beni dinlerdi, beni bağrına bastırıp bir baba gibi saçlarımı okşardı. Yaşlıydı ama dinçti. Kendi kafesiydi, az çalışanı vardı, en çok da kendisi çalışırdı. Çalışmayı çok severdi. Eşi öldükten sonra kendisini tamamen buraya adamıştı. Çocuğu yoktu, ama biz vardık... O yüzden ona Peder diyorduk.
Yüzümde beliren buruk tebessümle başımı tamam dercesine aşağı yukarı salladım. Ardından alnımı cama yaslayıp, akıp giden yolu izlemeye başladım. Ha bir de, Sibel'in bağıra bağıra İrem Derici söylemesini de dinlemek zorunda kaldım.
&
On dakikalık yolculuğumuz boyunca Sibel'in açtığı pop şarkılar sayesinde beyin hücrelerimin intihar ettiğini hissediyordum. Açtığı şarkılar yetmiyormuş gibi şarkıya eşlik etmesi direkt beynimin intihar etmesine sebep oluyordu.
Arabayı kafenin yakınlarında park ettikten sonra arabadan indik. Sibel hemen yanıma gelip koluma girdi. Boyu benden santimlerce uzundu, bu da kendimi küçük bir kız çocuğu gibi hissetmeme neden oluyordu.
Bu gün yağmurun şiddetle yağmasını bekliyordum. Bütün kötü insanların su damlalarının altında ezilmesini istemiştim, bütün kötülüklerin suyla birlikte akıp gitmesini dilemiştim. İçimdeki kor ateşin sönmesini umut etmiştim. İki Şubat gününü bana unutturmasını istemiştim. Ama yağmur sanki benimle küsmüş gibi damlalarını yeryüzüne sakinlikle bırakıyordu. Oysaki yağmurla birlikte anne ve babam için ağlamak istemiştim.
Sakin adımlarla kafeye girdiğimizde vücuduma çarpan sıcaklığın tarifi olamazdı. Tezgahta duran Peder'le gözgöze geldiğimizde kocaman gülümseyip bize doğru gelmeye başladı. Üzerine karlar yağmış saçları ve ak sakkalarına rağmen gözlerindeki şefkat asla azalmıyordu. Gülümsediği için daha da şişen pembe tombul yanakları onu sevimli yapıyordu.
Sibel beni hemen satıp Peder'e doğru koştu. Kollarını tombul göbeğinin etrafına sarıp kocaman sarılırkan, onlara doğru yürümeye başladım.
"Çekil artık, sıra bende." Sibel'i ittirip onun yerini hemen kaptım. Sibel ise tıpkı küçük bir çocuk gibi ayağını ard arda yere vurup, yüzünü kızgınlıkla buruşturdu.
"Kızına bir şey de Peder, yerimi aldı." Yanağımı yapıştırdığım sıcak göğüsten, mızmızlanan Sibel'e baktım. Çaktırmadan dilimi ona uzatınca kaşlarını daha da çatıp kızgınlıkla bana baktı. Burası çocuklaştığımız nadir yerlerden biriydi. Burası güvendi, burası aileydi...
Kocaman kahkkaha atan Peder, Sibel'i de kendine doğru çekip her ikimizi de kollarının arasına aldı. Öyle bir sarılıyordu ki; bu sadece sahipleniş olamazdı...
"Tartışmayın çocuklar, burada ikinize de yer var." Hâlâ gülerken ikimizin başının tepesine öpücük kondurdu. Gözlerimi kapatıp bu anın huzuruyla kendimi başbaşa bıraktım. Demiştim ya burası güven kokuyordu diye...
Peder'den ayrılıp masalardan birine geçtik. Ne isteyeceğimizi sormadı, çünkü o biliyordu.
Beş dakika geçmeden Peder elinde ahşap tepsiyle bize doğru yaklaştı. Benim sütlü kahvemi ve Browni'mi önüme koyduktan sonra Sibel'in limonlu Cheesecake tabağını ve çayını da önüne koydu.
"Yeşil sana çok yakışmış be, ihtiyar." Gülümseyerek Sibel'e dönen Peder, üzerindeki yeşil kazağına baktı.
"O gün bana farklı renk giymem gerektiğini söylemeseydin hep aynı renk giyerdim, Sibsib." Sibel'in göz bebekleri tatlılıkla büyürken, alttan alttan Peder'e baktı. Bayılırdı ona böyle hitap edilmesinden. Başkası kullanırsa kâbuslara konuk olacak türden bir şeye dönüşüyordu ama Peder kullanınca dondurma misali hemen eriyordu.
"İyiki de söylemişim, baksana rengini açmış." Peder, nasırlı elini kaldırıp Sibel'in diplerini yeni boyadığı saçlarını okşadı. Ardından afiyet olsun dileklerini dileyip yanımızdan ayrıldı.
Sibel, gözleri ile masayı taradıktan sonra kocaman gülümsemesiyle bana baktı. "Hazır mısın, anlatacağım."
kahve fincanımı elime alarak sakince başımı aşağı yukarı sallayıp onu onayladım. Küçük bir çocuk gibi ellerini alkış tuttu ve hızlıca kelimeler dudaklarından döküldü:
"Sinan'la sevgili olduk." Daha yeni aldığım bir yudum kahveyi gırtlağımdan geçmeden az kalsın püskürtecektim. Doğru duyup duymadığıma emin olmak için Sibel'in yüzüne baktım. Gayette halinden memnundu ve hiç de şaka yapmış gibi görünmüyordu.
Bahsettiği Sinan, Sibel'in okuduğu üniverseteden bir çocuktu. Benim gözümde ise şımarık, gözlerini paradan ve kadınlardan çekmeyen, okumaya ise hiç niyeti olmayan ama o üniversiteyi nasıl kazandığını şaşırdığım -muhtemelen para araya girmiştir- hadsiz bir çocuktu. Bir keresinde Sibel ile okuluna kadar gitmiştim ve bana o zaman tanıtmıştı Sinan'ı. Gördüklerim ise Sibel'in anlattıklarıyla hiç uyuşmuyordu.
Kızları bir oyuncak gibi kullanıyordu. Çevresinde sayısızca kız vardı. Pahalı arabası ve kafasındaki üç dört tel sarı saçlarıyla kızları kendine düşürmeyi başarmıştı.
Sibel'i tanıyordum, sadece bunu söylemek için beni buralara kadar getirmezdi. Bu gün iki Şubat günüydü ve her sene yaptığı gibi bu senede saçma bir nedenden dolayı beni evden dışarı çıkarmaya başarmıştı. Çünkü evde kalsam düşünmekten kafayı yiyeceğimi biliyordu. Ona sonsuz minnettardım ama şu an sırası değildi. Şu an daha büyük bir meselemiz vardı çünkü Sibel gayette ciddiydi.
Sibel'in o güzel yüzünden ve fiziğinden etkilenmesi normaldi ama arkadaşımın o kızların arasında yer almasını istemediğimden hemen kaşlarımı çattım.
"Sana büyü falan yapmadılar, değil mi?" Anlamayarak yüzüme baktı. "Diyorum ki, ne demek Sinan'la sevgili oldun?" diye çıkıştım hemen, "Onun nasıl biri olduğunu bilmiyor musun sen, her gün yanındaki kızları çorap değiştirir gibi değiştiriyor ve bir sevgilisinin olması bu durumu değiştirmez!"
Yüzü biraz asılsa da bozuntuya vermeden gülümsedi. "Ya ne olacak ki, sonuçta ilk defa biri hayatıma girmiyor, tecrübelerim var. Ayrıca sevgisini hissetmezsem ayrılırım olur biter." diye geveledi. Çok basit düşünüyordu ve bu beni endişelendiriyordu.
Sıkıntıyla karışık derin bir nefes alarak, masada duran Sibel'in kahverengi tonlarındaki protez tırnaklı elini tuttum. "Sen mutluysan bana diyecek laf düşmez." Başımı omzuma yatırıp yavaşça gülümsedim. "Yine de dikkat et sen olur mu, hiç beklemediğin bir anda seni üzebilir. Ama ben söyleyeyim, bu çocuğa gözüm hiç tutmuyor. Belalı bir tip zaten." Beni atıştırmak ister gibi sesli bir şekilde güldü.
"Cadılar kraliçesine ve tilkilere selam olsun." Arkamdan yükselen sesle irkilerek omzumun üzerinden arkama baktım. Koray, göz kırparak masadaki boş sandalyeyi çekip oturdu.
Koray, ben ve Sibel küçüklükten beri tanışıyorduk. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Beraber büyüdüğümüzü söyleyebilirdim. Koray, bir nevi abimiz gibiydi, her konuda yardımcı olur, bizi desteklerdi. Gönlü kadar geniş, görünmez kanatları vardı ve bizi her zaman o kanatlarının altında korumaya çalışırdı, kendisinin yaralanacağını bildiği halde...
Sibel, kaşlarını çatıp Koray'a döndü. "Sen niye geldin şimdi, ne güzel kız kıza vakit geçiriyorduk." Sibel ve Koray, kediyle fare gibilerdi. Tartışmak için sürekli yer arıyorlardı ve başarıyorlardı da. Onların tartışmalarını izlemek benim için büyük bir keyif haline gelmişti, sadece patlamış mısırım eksikti.
Koray, onu kâle almıyormuş gibi Sibel'in çatalını alıp Cheesecake'ten koca bir lokma alarak ağzına attı. "Senin için gelmedim süpürge saçlı, ben Tilki'mi görmeye geldim." Dolu ağzıyla söylediklerinden sonra bana bakıp göz kırptı. Gülümsedim.
"Gördün, şimdi kalkabilirsin." Yeni bir lokma almaya hazırlanan Koray'ın elinden çatalı sertçe çekti Sibel.
"Daha oturacağım, Tilki'mden bu gün neler yaptığını anlatmasını isteyeceğim." Çatalı Sibel'den geri alıp, Cheesecake'ten bir lokma daha attı ağzına.
"Doğa çocuk mu, Koray, gelipte sana gününün nasıl geçtiğini anlatsın?" Koray, dönüp bana baktı. Baştan aşağı beni süzdükten sonra yeniden Sibel'e döndü.
"Benim gözümde hâlâ çocuk. Elimde büyüdü kendisi, nasıl çocuk olarak görmeyeyim onu?" Cheescake'ten bir çatal daha almaya hazırlanan Koray'ın elinden çatal yeniden alındı.
"Yeme tatlımı, vallahi suratına yapıştırırım şu tabağı." Sibel'in tehdidinden sonra bile durmaya niyeti olmayan Koray, tam çatalı yeniden Sibel'den alacaktı ki, Peder'in bize doğru geldiğini gördüm.
"Niye tartışıyor sunuz, çocuklar? Bir şey mi oldu?" Peder'in endişeli sesi aralarına girerken, her ikisinin de eli çatalın üzerinde öylece kaldı.
"Tatlımı yiyor!"
"Beni tehdit ediyor!" İkisinden aynı anda yükselen cevapla Peder, bir Sibel'e bir de Koray'a baktı.
"Çocuk musun oğlum sen? Niye kızlarımla uğraşıyorsun?" Koray, Peder'e kınarcasına bakarak cık cıkladı.
"Yazıklar olsun sana, Peder. Hemen de beni sat!" Peder'in kahkahası, sıcacık kafesini kaplarken çoğu müşteri dönüp bize baktı. Rahatsız olmuşa benzemiyorlardı çünkü böyle sesli kahkaha atan sadece bizim masa değildi.
"İlahi oğlum, koskocaman adam olmuşsun, bu yaşta da mı naz yapacaksın sen?" Peder'in söylediklerinden sonra kahkahamı bastıramadan onunla birlikte gülmeye başladım.
Kendisini hemen toparlayan Koray, boğazını temizleyerek Peder'e baktı. "Ne nazı, be. Naz mı yapacağız burada, Allah Allah!" Sağa sola bakıp boynunu kaşıdı. Dövmeyle kaplı boynu kızarmıştı, bu da utandığını gösteriyordu.
Peder'le birlikte bir az daha sohbet ettikten sonra işinin başına döndü. Öylece oturmuş sohbet ediyorduk. Ben etmiyordum, daha çok Koray ve Sibel konuşuyordu ve bende onları dinlemeye, konuya hakim olmaya çalışıyordum.
Gözlerimi masanın bir noktasına dikmiş, öylece bakıyordum. Aslında baktığım masa değildi, düşüncelerimin ayak izleriydi. O ayak izlerinin nereye gittiğini bir türlü çözememiştim, ne düşündüğümü bilmiyordum. Sadece dalmıştım.
Sandalyemin bir anda çekilmesiyle birlikte gözlerimi diktiğim noktadan hemen ayırıp soluma baktığımda Koray, sandalyemi kendisine doğru çekip kolunu omzuma attığını gördüm.
Aval aval ona bakarken "Dalmıştın," dedi ve hemen "bir sorun mu var, güzelim?" diye bir soru yöneltti.
Yok bir şey dercesine omuz silkip, başımı göğsüne koydum. Beni daha sıkı sardı ve turuncu saçlarıma şefkat dolu bir öpücük kondurdu.
"Bak sana ne getirdim." diyerek elini deri ceketinin cebine soktu. Cebinden çıkardığı Browni'yi gözümün hizasına getirerek bana gösterdi. Gözlerim saniyesinde parlarken, elimi hemen kaldırıp almak istedim ama Koray, elini hızlıca çekip çikolatayı benden uzaklaştırdı.
Elimi ver dercesine açıp kapattım. Koray kafasını iki yana sallayıp kaşıyla yüzümü işaret etti. "Önce şu asık suratını düzelt bakayım," dediğini yapıp, yapay bir şekilde gülümsedim. Koray yüzünü hızlıca buruşturarak konuştu, "Allah'tan surat düzelt dedik, şu sıfata bak, yemin ederim daha sahte bir şey görmedim şu hayatta." Sonra aklına bir şey gelmiş gibi hızlıca ekleme yaptı, "Süpürge saçlı Sibel cadısının tırnakları var bir de." Öyle bir kahkaha attım ki, kafasını telefonuna gömen Sibel; ona sokulan laf için değilde benim kahkaham yüzünden başını kaldırıp bize baktı.
"Noldu?" Meraklı sorusuna karşı hâlâ gülerken Koray, Sibel'e tırnaklarını işaret etti.
"Tırnak diyoruz, boyasız olması gerekiyor diyoruz, kısa ve temiz olması gerekiyor diyoruz." Sibel düşüceli bir şekilde Koray'ın ellerine baktı.
"Haklısın, erkeklerin kısa tırnaklarının olması daha iyi." Bizim bahsettiğimiz konudan alakasız cevabı beni daha çok kahkahalara gömerken, başımı Koray'ın göğsüne dayayıp elimle sertçe bacağını dövmeye başladım.
Sesli bir şekilde sızlanan Koray, elimi havada kapıp kucağıma fırlatarak, eliyle tokatladığım bacağını ovuşturdu. "Sen ne dövüyorsun beni, lan?" Artık susmam gerekiyordu, kahkahalarım bütün kafeyi doldurmuştu ve başkası böyle gülseydi burayı kesinlikle terk ederdim. Yada onunla beraber gülerdim, ruh halime bağlıydı.
öyle bir gülüyordum ki, az kalsın sandalyeden düşüyordum. Koray'ın beni tutan kolu olmasaydı yeri çoktan boylamıştım. Elimle ağzımı kapatıp kahkahamı bastırmaya çalıştım. Bir yandan da bacağını ovuşturan Koray'a bakmamak için üstün bir çaba sarf ediyordum.
"Bir tanesi beynimi öldürüyor, diğeri bacağımı çürütüyor!" Koray'ın, bacağını ovuşturduğu eline bir kere vurup, diğer elimle ağzımı kapatmaya çalışıyordum.
"koray, güldürme beni!" Kahkahalarımın arasından yavaşça inlerken, derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalıştım. Sonunda gülüşümün sonuna geldiğimde, fırsattan istifade Koray'ın avucuna sakladığı çikolatayı alarak paketini açtım. Başımı tekrardan göğsüne yaslayıp çikolatayı yemeye başladım.
Hayat gerçekten de çok garipti. Az önce neşeyle gülüp eğlenirken, şu an hepimizin üzerine tarif edilemez bir sessizlik çökmüştü. Sibel telefonda biriyle yazışıyordu, Koray'ın telefonu az önce çalmıştı ve şu an sakince arkadaşıyla konuşuyordu. Benim tarafımda ise yeller esiyordu, çikolatam bitmişti, kahvemde bitmişti, öylece durgun bir şekilde Koray'ın ellerindeki ve parmaklarındaki dövmelerin üzerine parmağımı gezdiriyordum.
Koray'ın parmaklarıyla oynamayı bırakmadan kafenin içine göz gezdirdim. Tam o sırada en arkada, köşede oturan iki adam dikkatimi çekti. Biri telefonu ile ilgilenirken, diğeri ise bu tarafa, daha doğrusu bana, tam da gözlerimin içine bakıyordu. Dirseğini sandalyesinin koluna yaslamış, yumruk şeklindeki elini çenesinin altına koymuştu. Çatık kaşlarıyla ve kömürden farksız sert bakışlarıyla griliklerime bakıyordu. Midemde bir kasılma hissettiğimde bakışmamızı sonlandırmak istedim. Ama bir kuvvet buna engel oluyordu. Bakışları, ruhumun en derinliklerine pençe atıyordu sanki. Pençenin izi vardı ama kanamıyordu. Terletiyordu ama üşütüyordu da.
Simsiyah saçları alnına dökülmüştü, üzerine giydiği siyah boğazlı kazağı ve siyah pantolonu ile oldukça gizemli duruyordu. Kafenin sarı loş ışığı hafif esmer tenine çarpıyordu. Ve gözleri. Bir ejderha kadar keskin, uçsuz bucaksız kuyu kadar karaydı. Gözleri, mezara gömülü zihnime toprak atıyordu sanki.
Gözlerimi ondan çekip yanındaki telefonla uğraşan adama baktım. Bu adam ise az önce bakışlarımı zar zor üzerinden çektiğim adamdan daha hayat dolu görünüyordu.
Üzerine açık mavi kazak ve altına bej rengi kumaş bir pantolon giymişti. Kumral saçlarını geriye doğru taramış, uçları hafif sivri olan kulaklarını ortaya çıkarmıştı. Teni ise en az benimkisi kadar açıktı. Sıcak kanlı birine benziyordu.
Telefona bakan gözlerini saniyede bir kaldırıp benimle göz göze geldi. Ardından ışık hızında üzerimden çektiği bakışlarını, çok kısa bir süre yanındaki çatık kaşlarla hâlâ bana bakan adama döndürdü. Sonra yeniden telefonuna döndü. Tedirgin halini anlam veremesem de gözlerini görmüştüm, elaydı.
Bakışlarımı her ikisinden çekip, Koray'ın göğsünden ayrıldım. O da bunu bekliyormuş gibi yerinde yavaşça dikleşip, boş sandalyeye bıraktığım montumu alarak bana uzattı. Montumu elinden alıp giymeye başladım.
"Sibel," Dünyaya kulaklarını kapatan Sibel, bizi duymayıp telefonda sırıtarak biriyle yazışıyordu. Koray, Sibel'e tekrar seslenince hızlıca başını kaldırıp noldu dercesine tek kaşını kaldırdı.
"Gidelim artık, geç oldu." Koray saate bakmak için kolunu kaldırdığında, parmak uçlarımda yükselip bende bakmaya çalıştım. Koray bunu fark edince kolunu yavaşça aşağı indirip benimde görebileceğim hizaya getirdi. Saat altıya çeyrek geçiyordu. Ne ara bu kadar oturduğumuzu anlamadan Sibel'in bana uzattığı çantamı aldım.
Gözlerim benden izinsiz yeniden arkadaki masaya baktığında, adamın hâlâ aynı ifadeyle bizi izlediğini gördüm. Kaşlarım merakla ve rahatsız olduğumu belli edercesine çatıldığında, önüme döndüm. Hayır, bakışları rahatsız edici değildi ama bir şey vardı, kapkara gözleri beni kuyusuna çekiyordu. Adam heykel gibi milim kıpırdamamıştı. Nefes alıp almadığından şüpheleniyordum.
Bu neydi şimdi, neden öğle bakıyordu ki? Kafede bu kadar insan varken neden biz, neden ben? Ayrıca biri bana yada Sibel'e böyle baksa Koray hemen fark edip müdahale ederdi. Adam kim bilir ne zamandan beri bizi dikizliyordu, Koray hiç mi fark etmezdi? Bana imkansız gibi geldiği için yavaşça başımı kaldırıp yanımda duran Koray'ın suratına şüphe ve merakla baktım.
Bakışlarımın farkına varınca bana bakıp "Noldu, Tilki?" diye merakla sordu. Hâlâ aynı ifadeyle bakmaya devam ederken bakışlarımı üzerinden çekip omuz silktim. Koray'ın bana merakla baktığının farkındaydım ama dönüp bakmadım.
Peder'le vedalaşıp kafeden çıktım. Arkamda Sibel ve Koray'ın varlığını hissedebiliyordum.
&
Çantamdan çıkardığım anahtarla evin kapısını açıp içeriye girdim. Nedense kendimi çok yorgun hissediyordum, hiç bir şey yapmadığım halde.
Kafeden çıktığımızda Sibel'in arabasına atlayarak beni evime kadar bırakmıştı. Koray, işinin olduğnu söyleyip motorsikletine binerek gitmişti. Beni eve bırakma teklifini ise reddetmiştim. Hava soğuktu, bu havada motorsiklete binmektense arabayı tercih ederdim.
Montumu çıkartıp portmantoya asarak hemen odama çıktım. Rahat bir şeyler giymek adına pijamalarımı alıp banyoya ilerlemeye başladığım sırada, yatağımın üstündeki siyah bir şey gözüme çarptı. Ne olduğunu anlamak için sakin adımlarla yatağıma yaklaştım. Bu bir kağıttı, siyah bir kağıt. Elimdekileri yatağın kenarına bırakıp, ikiye katlanmış kağıdı alarak içine baktım.
O an kağıdın üstündeki yazılar yüzünden vücudumdaki kanın çekildiğini hissettim. Kalbim dehşetle çarpmaya başladı. Hissettiğim korkudan dolayı ellerim, ayaklarım, bütün vücudum titremeye başladı. Sol gözümden akan yaş, kağıda bir damla şeklinde düştü. Aslına düşen yaş değil, geçmişimdi.
Siyah kağıdın üstündeki, kırmızı harflerle kocaman yazılmış şey benim felaketimdi. On bir sene geçmişti ama etkisi hâlâ tazeydi. Bana kendini hatırlatarak cehenneme ilk adımımı atmamı sağlıyordu.
Kağıdı süsleyen yazıları tekrar okuyunca, ikinci damla sanki beni cehennemden kurtarmak ister gibi yanağımdan yuvarlanıp kağıda düştü. O damla değil içine düşeceğim cehennem ateşini, içimde tam on bir yıldır yanan ateşe bile etki etmezdi.
"Kuşun uçması için, kanatlarının kırık olmaması lazım.
Bazen de;
Kuşun uçması için, büyümesi lazım.
Kuşun özgür kalması için, arkasına bakmadan kanat çırpması lazım.
Bazen de;
Kuşun özgür kalması için, fedakarlık yapması lazım.
İzleniyorsun Kızıl."
&
Heloo.
Umarım beğenmişsinizdir bölümü. Ufak bir sıkıntıdan dolayı bölüm atamıyordum. Bölümler artık düzenli gelmeye başlayacakk. Beklemede kalınn, hoşçakalın❤️