Yeni Üyelik
45.
Bölüm

Kamp Final

@18_murat_18

Alperen ve Musa caminin bir köşesine pusmuş, birazda korkmuş bir vaziyette bizi bekliyordu.

En az 50 yıl kimsenin girmediği bu mübarek yere, şimdi bizler girmiştik. İmamın cübbesi ve sarığı, duvarda bir çivide asılıydı. Üstü tozdan görünmüyordu.

Solmuş ve birkaç yeri de çürümüş halının üstüne bastıkça, altındaki tahtalarda gacırdama sesleri geliyordu. Bu ses bile korkmamıza yetmişti.

Ali, duvardaki cübbeyi fark edince hemen yanına gitti ve cübbeyi eline aldı. Cebini yoklayıp, dürülmüş bir kâğıt parçası çıkardı. Bu kâğıt parçası elle yazılmış, bir hutbe yazısıydı.

Kâğıdın üstünde Osmanlıca yazılar vardı. Ali, en son hutbenin cinlerle ilgili olduğunu söyledi. Başlık olarak, Ey insanlar, cinlerden değil, ruhunu şeytana satmış kullardan korkun... Yazıyordu.

Vakit, öğleyi çoktan geçmişti. Saat ne çabuk 2 olmuştu anlayamamıştık.

Aliye; ''Ali fazla oyalanmayalım, gidelim bu köyden'' dedim.

Ali ise, isterseniz siz gidin, benim daha işim bitmedi dedi. Elbet onu yalnız bırakamazdık.

Sonra camiden çıkıp, tekrar köyü gezmeye karar verdik. Dördümüz birden sırayla evlere girmeye başladık.

Ali ile Ben, Musa ile Alperende ayrı ayrı evlere giriyor, inceleme yapıyorduk.

Kimisinin içinde hiç eşya yoktu, ilk taşınan ailelerden olmalıydı bunlar. Bazılarının içi ise, komple eşya ile doluydu. Sanki alel acele köyü terk etmiş, hiçbir eşya alacak zamanı kalmamış ailelerin evleriydi.

Kimisinin duvarlarında garip şekiller, 666 yazısı ve büyü için kullanılmış materyaller vardı. Anlaşıldığı ve anladığımız üzere, bu köye son 50 yılda bazı insanlar girmiş olmalıydı.

Yaz mevsimi olmasına ve verimli bir bölgede bulunmasına rağmen, ağaçlarda ne bir meyve, nede yerde bir çiçek bitmişti. Dikenler ve yabani otlar ise adam boyuydu.

Ayağımızın yere basınca çıkardığı sesten başka, ne bir hayvanın, nede bir mahlûkun sesi duyuluyordu.

Nasıl bir belaya tutulmuş bir yerdi ki burası; bırakın canlıyı, cansızın bile durası gelmemişti. Gri tonun hâkim olduğu, ağaçların bile nurunun gittiği garip bir köydü.

Sırayla evleri gezmeye devam ettik. Hepsinin bahçesinde soğan kabukları, hayvan kemikleri, kül gibi şeyler vardı.

Evlerin içi, duramayacağım derece iğrenç kokuyordu. Hele ki, evin birisinden çok fazla koku geliyordu. Bu kokular, daha önce hiç karşılaşmadığımız kokulardı, ama çok iğrenç kokuyordu.

Çok fazla kokuyor dediğimiz eve girmeye karar verdik. Eve yaklaştıkça kokunun ne kokusu olduğunu anlamaya başlamıştık. Ağır bir leş kokusuydu bu koku.

Evin kapısını zorlayıp içeri girdik. Koku gittikçe artıyordu. Üst kata, en dipteki odaya girdiğimizde gözlerimize inanamadık. Köşeye iki büklüm sıkışmış, bir insan cesedi vardı.

Yüzünün büyük kısmı erimişti. Ölmeden önce çok korktuğu, tam duvara yanaşmasından ve iki büklüm olmasından belliydi.

Onu o halde görünce hemen kendimizi dışarı attık. Bizimde mi sonumuz böyle olacaktı.

Ali, ''ben içeri girip bakacağım, üstünde kimliği falan vardır. Belki daha önce kaybolmuş biridir'' dedi.

Biz üçümüz kendimizden geçmiştik. Korkudan ayaklarımızın bağı çözülmüş, ayağa kalmaya bile dermanımız kalmamıştı.

Ali içeri girdi ve fazla zaman geçmeden geri çıktı. Sırtında da o ceset vardı. ''Onun orada öylece kalması doğru değil. Onu gömmemiz lazım'' dedi.

Ali, aklı başında birisiydi. Cesedi sırtlaması ve gömmek istemesi, onun dinine ne kadar bağlı olduğunu bir kez daha göstermişti bizlere.

''Bu cesedin sahibi Müslüman olduğu ve bizde dört kişi olduğumuz için, namazını kılmamız ve gömmemiz bize farzdır. Bunun için namazını kılacağız ve bunu gömeceğiz'' dedi.

Cesedin boynunda bir kimlik kartı vardı. ''Arif Ç......'' Dört ay önce kaybolmuş bir yerel gazeteciye aitti bu ceset. Tabi bunu daha sonra araştırıp öğrenmiştim.

Dediğini yaptık. Önce namazını kıldık. Sonrada, az bir derinlikte mezar kazıp, mevtayı gömdük.

Yaşadığımız korku, heyecan ve kazdığımız mezar bizi çok yormuştu.

Aliye, ''hadi gidelim artık'' dedim. Sinirlenmiştim. Diğer arkadaşlarda beni tasdik eder derecede ısrar ettiler. Çünkü saat altıya gelmek üzereydi. İki saate kalmaz hava kararmaya başlardı.

Fakat Ali'nin gelmeye gönlü yoktu. ''Tamam, siz gidin ben gelmiyorum.'' dedi.

Ne kadar ısrar etsek de bizimle gelmedi. Bizde onu bırakıp gidemezdik. ''Gece burada kalmak istiyorum. Yarın sabah ölmezsem dönerim'' dedi.

Hep beraber camiye geri döndük. Ali'nin gelmeye gönlü yok, bizimde durmaya gönlümüz yoktu. Ali minberin yanına gidip, başını koydu ve gözlerini kapadı. Bizde bir köşede plan yapmaya başladık.

Musa ve Alperene; ''bu gece burada durursak sonumuz olur, Alisiz de gidemeyiz, biraz daha uyusun ellerini bağlayalım zorla götürelim'' dedim. Diğerleri de kabul ettiler.

Planımız buydu, ama ne ara uyuduk bilmiyorum. Gözlerimi açtığımda hava çoktan kararmıştı. Diğerleri ise hala uyumaya devam etmekteydi.

Hızlıca onları kaldırdım. Alperen korkudan ağlıyordu. ''Ne yapacağız lan şimdi.''

Hava kararmakla kalmamış, saat gece yarısına neredeyse gelmişti. 23.45 civarıydı.

Camdan dışarıyı izlemeye başladım. Caminin kenarındaki yoldan, kızıl renkten gözler ve yerlerde sürünen gölgeler yürüyordu.

Onları görünce eğildim. Benim gördüğümü Musa'da görmüş olacak ki, ''eyvah yandık'' dedi.

Saat gece yarısın geçince sayıları daha da arttı. Tüm yollardan akın akın köyün altına, derenin yanına doğru gidiyorlardı.

Allah'a dua ettim hiç durmadan. Bu güneş dağarda, yer küre yine insanların olur mu?

Ali yerinden kalkın kapıya yöneldi. Tam çıkacakken kolundan tuttum; ''Ali, nereye gidiyorsun.'' Ani bir refleksle beni yere itti ve dışarı çıktı. Kısa bir süre sonra gözden kayboldu.

Musa, ''sonunda ölümde olsa Aliyi yalnız bırakmam,'' diyerek oda camiden dışarı çıktı. Sonra bizde çıkıp, aşağıya, dere kenarına doğru yürümeye başladık.

Derenin kenarı ışıl ışıldı. Binlerce mahlûk dere kenarındaki düzlükte durmuş, derenin ortasındaki iki kişiye bakıyorlardı.

Biz uzaktan izliyorduk onları. Duyduğumuz tek şey, mahlûkların çıkardığı inanmaz derecedeki çığlık sesleriydi.

Dere kenarındaki mahlûklar belli bir süre, derenin ortasındaki damat ve gelinin etrafında döndü.

Gördüğümüz olay bir düğün, bu dönüşlerde bir cin ritüeliydi.

Damat Aliydi. Gelinde 80'li yaşlarda ihtiyar bir kadın.

Aliyi kaybetmiştik artık. Belli bir zaman geçtikten sonra Ali yere düştü. Çok az akan dere suyunun içine gömüldü ve bir daha çıkamadı.

Tan yeri ağarana, cinlerin hükmünün bitmesine kadar, o kuytuda bekledik. Tüm mahlûklar dağılmıştı.

Derenin yanına gittik. Dereden çok az su akıyordu. Bu suda kaybolması imkansızdı. Ama Ali gözlerimizin önünde kaybolmuştu.

Geri dönüp, bu lanet köyden ve bu katil ormandan çıkıp kampa döndük.

Aradan 5 yıl geçti. Ne biz kendimize gelebildik. Ne de Âlinin sırrı çözülebildi.

SON

***

Aliyi kendilerine esir almışlardı mahlûklar. Daha önce öldürülen evlatlarının yerine...

Düğün Ali ile Ayşe'nin düğünüydü. 60 yıl önce yarım kalan düğünlerini şimdi tamamlıyorlardı.

Alinin büyük dedesi Muhammed dede, Âlim bir insan ve hüddamdı. Her yerden geleni vardı.

Maalesef, Alinin anlattığı hikâye bu köyde geçmişti.

O kayboldu dedikleri kız, şuan Alinin yanındaki gelindi. Ali de, Muhammed dedenin çabalarıyla öldürdüğü sapkın cinin yerine, Muhammed dedenin soyundan gelen bir kurbandı.

Ali, dedesinin kurbanı olmuştu. Muhammed dedesi de, ilminin kurbanı...

Cebrail dede, Ayşe'nin küçük kardeşiydi. Karakadı köyüne mensup yaşayan tek insandı ve sürekli ablasını cinlerin esaretinden kurtarmak için uğraşıp durdu.

Büyülü ağaçları keserek, cinlerin gücünü azalmaya çalışıyordu. Ama olmadı.

Bu olaydan sonra oda ortalıkta görünmemiş. Büyük ihtimal ölmüştür.

Mekânları cennet olsun.

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%