Yeni Üyelik
9.
Bölüm

Ankara Da Ankara

@1mielepazzoo

Harekât yerine gelmiştik. Yaklaşık yetmiş asker vardı. Bizimle gelen timlerle beraber yüz kişi falan olmuştuk. Kaç kişi olduğumuzun bir önemi yoktu hoş bir kişi bile olsak altından kalkardık…

Harekât komutanının yanına ulaştığımızda hazır ola geçtik. “Zehir timi dört subay beş astsubay ile harekata hazırdır komutanım.” Binbaşı gülümsedi. “Rahat arkadaşlar hoş geldiniz.” Rahata geçip sağ ol dedik hep bir ağızdan. “Dinlenin bu gece burada konaklayacağız. Yüzbaşım siz de eşyalarınızı bırakıp yanıma gelin lütfen.” “Emredersiniz komutanım.”

Kayalıkların dibine eşyalarımızı bırakmıştık. “Dinlenin.” Başımızı salladığımızda Fatih Binbaşının yanına gitti. Yere oturduğumuzda yanımıza uzmanlardan biri geldi. “Uzman erbaş Seyit Abramova, Bakü komutanım. Çay demledik getireyim mi?” time baktım hepsi içerdi. “Olur içeriz.” Hemen çay getirmeye gitti uzman.

Çaylarımızı içerken sırtımı arkamdaki kayaya vermiş gözlerimi de kapatmıştım. “Atlas?” duyduğum sesle gözlerimi araladım. Neden ya? Bari harekatta rahat bırakın karşıma çıkmayın ama yoook olur mu hiç öyle? “Gökhan?” sırıttı eşek gibi. “Seni görmeyi beklemiyordum sürpriz oldu açıkçası.” Çayımdan höpürdeterek bir yudum aldım. “Genelde sürpriz oluyorum zaten insanlara.” Laf soktuğumu anlamayarak sırıtmaya devam etti. “Yani istifa ettiğin söyleniyordu şaşırdım. Hangi taburdasın? Harekattan döndükten sonra takılalım isterim.” Tövbe yarabbi…

“Hakkari’deyim Gökhan bu arada Cenk nasıl burnu hala yamuksa ikinize de alanında oldukça başarılı bir plastik cerrah önerebilirim. Cenk’e olan oldu belki sana da lazım olur ne dersin?” bozularak hiçbir şey demedi ve uzadı. “Az önce o herif sana mı yürüdü lan?” Bahar’a döndüm. “Orduya öğrenci temini yapılırken keşke şöyle zevzekleri elemek için bir sınav falan olsa da elenseler. Hayır bir de biliyor bana birinin yürümeye çalıştığında başına gelenleri. Salak lan bu erkek milleti.”

“Sen şimdi niye hepimize salak dedin ki abla?” Kenan’a döndüm. “Değil misiniz oğlum? Hadi aradan tek tük beyin olarak kafasının içindekini kullanan çıkıyor da geneliniz beyin diye alttakini dinliyor. Yalansa yalan de.” Kenan Faruk’a Faruk Boran’a Boran Caner abiye Caner abi Edip’e Edip’te Kenan’a baktı. “Lan niye bakışıyoruz biz.” En sonunda ilk ayıkan Edip olmuştu. Ben kahkahayı koyduğumda hepsi bana döndü.

“Senden korkulur yeminle.” Bahar’a omuz silktim. Fatih gelmiş kalkmamıza müsaade etmeden oturmuştu yanıma. “Hayırdır?” herkes bir şey yok komutanım derken ben çayımı içmeye devam ediyordum.

Hava kararmış herkes uykuya geçmişti. Ben ise ellerim başımın altında gökyüzünü izliyordum. İçim daraldığında yerimden kalkıp uzun namlulu silahımı alıp kayalıklardan tırmanmaya başladım. En yukarı ulaştığımda mevzi alıp dürbüne dayadım gözümü.

Belirli aralıklarla etrafı tarıyordum. Gördüğüm karartı ile kaşlarımı çatıp dürbünümü ayarlayıp tekrar baktım. “Siktir…” hızla yerimden kalkıp kayalıklardan inmeye başladım. Fatih’in yanına geldiğimde ayağım kaymış popo üstü düşmüştüm. “Bozkurt! Zehir1 Kalkın!” Fatih hem sesimden hem de onu sertçe dürtmemden mütevellit hemen uyanmıştı. “Gelenler var. Kayalıkların arka kısmından geliyorlar. Öncü birlik on kişi bir buçuk kilometre. Üç yüz metre arkalarında en az yüz kişi.” Fatih hemen kalktı.

Kısa sürede herkes uyanmış hazırlanmış ve mevzi almıştı. Bende a hücum yeleğimi geçirmiş hemen indiğim kayalıklara çıkmıştım. “Demir ne kadar kaldı?” telsizimin mandalına bastım. “Yaklaşık beş dakika öncü birlik komutanım.” Binbaşı onayladı ve gerekli emirleri verdi. Benim atışımı bekleyeceklerdi.

“Ya Allah sen bizim yüzümüzü kara çıkartma.” Tetiğe bastığımda büyük bir çatışma başlamış oldu.

(Bir Saat Sonra)

“Ulan Rize’nin danası hani yüz kişilerdi niye tavşan gibi ürüyor bu ibişler?” Bahar’ın sesi kulağımı çınlatırken yüzümü buruşturdum ve az önce var olduğunu anladığım keskin nişancıyı aramaya devam ettim. “Ulan Kızıl Şeytan ben mi üretiyorum bunları sık gitsin tatava yapma bana!”

Neredesin ula neredesin? “Lan bir dünya şahinsiniz halletsenize şu amına koyduğumun nişancısını!” Binbaşıdan da yemiştik ayarı… Derin bir nefes alıp aramaya devam ettim… Aha buldum seni sıçan… Tetiğe bastığımda önce uzun namlulu silahı ardından kendisi otuz metreden düşmüştü. “Nişancı oyun dışı.” Gülüşme sesleri geldiğinde bende güldüm ve sıkmaya devam ettim.

Ananı avradını… “Dikkat roke… Siktir lan!” bana doğru hedef almıştı puşt herifler. Tüfeğimi kaptığım gibi kayalıklardan aşağıya inmeye başladım. Sağ olsunlar inmeme yardımcı oldular. Kendimi yerde sırt üstü bulduğumda kulaklarım çınlıyor sırtım düşmenin şiddetiyle ağrıyordu.

“Atlaas!” önce Fatih’in sesi gelmişti kulaklarıma ardından kendisi girmişti görüş açıma. “Lan Atlas!” Bahar da damlamıştı yanıma. “Ne oldu lan?” “Uçmayı öğrendin kanka! İyi misin lan?” “Kulaklar… Tüfeğim! Tüfeğim nerede?” Fatih tüfeğimi uzattı bana. Aldım ve hemen kalktım. “Geride dur Demir.” Fatih’e ters ters baktım. “Alt tarafı dört beş metre!” ben mevzi almaya giderken arkamdan baktıklarını hissediyordum. “İşte şimdi sıçtılar. Tüfeğine bir şey olsaydı sadece sıçmakla kalmazlardı ya neyse.” Haklıydı. Tüfeğime bir şey olsaydı hepsini şarapnel manyağı yapardım!

(Sabaha Karşı Güneş Doğmadan)

Herkesi temizlemiş grup lideri dahil birkaç iti canlı almıştık. Binbaşı ve Fatih Ankara’ya bilgi geçerken diğer timlerden birkaç Yüzbaşı canlı aldıklarımızla ilgileniyordu. Geri kalanlarda ortalık toplama ve çevre güvenliği ile ilgileniyorduk.

Kayalıkların neredeyse üç yüz metre açığındaydım. Ölenleri kontrol ediyordum. “Aaaaaaaağ!” duyduğum sesle sağıma döndüm ve alnımın sağ kısmına çarpıp yarıp düşen taşa ardından elinde büyük bir taşla üstüme koşan ite baktım. Gözlerimi devirip beyliğimi çektim ve iki el sıktım.

Geri timin yanına döndüğümde Bahar hemen yanıma geldi. “Ne oldu lan alnına kaşla göz arasında?” derin bir nefes aldım. “Önemli değil Bahar iki damla kan işte.” Binbaşıya döndüm. “Çevre temiz komutanım.” Binbaşı başını salladı. “Şeker Üsteğmenin alnına bak sonra söyle ona işi bitince beni bulsun.” Ben kaşlarımı çatarken Edip emredersiniz demiş Fatih arkasını dönüp gitmişti.

Edip beni kayalıklara oturmuş pansuman için malzemeleri çıkarmıştı. “Senin sorunun ne?” sorduğu soru ile kaşlarımı çattım. “Anlamadım?” kanı temizlemiş tentürdiyot döktüğü pamuğu yarılan yere bastırmaya başlamıştı. Kısa bir an gözlerime baktı. “Senin canınla sorunun ne Atlas? Ölmek istiyorsun. Sen resmen ölmek istiyorsun. Canının bir değeri yok mu senin için? İntihar denir senin yaptığına başka bir şey değil!” bandı yapıştırdı ve eşyalarını alıp hızla gitti.

Derin bir nefes alıp kalktım ve kenara dayadığım tüfeğimi alıp eşyalarımın olduğu yere bırakıp Fatih’in yanına ilerledim. “Beni emretmiştiniz komutanım.” “Bekle geliyorum.” Başımı sallayıp timin yanına döndüm. Hepsi atarlı giderli bakıyordu bana. Sessiz kaldım.

“Gel peşimden Demir.” Kaşlarım çatıldı. “Nereye?” bana döndü. Çenesi gerilmiş alnındaki ve boynundaki sinir damarları tık tık atıyordu. “Sana. Gel. Peşimden. Dedim. Demir.” Huuuh bastıra bastıra söylediğine göre Edip kadar sakin diğerleri gibi sessiz Bahar gibi sadece tırnaklı olmayacaktı.

Kayalıkların arka tarafına kimsenin bizi görüp duymayacağı yere geldiğimizde bana dönüp omuzlarımdan itti. “Lan senin canından zorun mu var? Senin iki damla kan dediğin şey için biz altımıza sıçtık! Senin derdin ne Atlas!” bir şey dememe izin vermeden devam etti. “Ölmek mi istiyorsun öyleyse söyle seni bu itlere bırakmadan hemen burada şimdi sıkayım lan kafana!” en sonunda başarmıştı. En sonunda sigortalarımı attırmıştı.

Boynumdaki morluğu kapatan boyunluğumu söküp yüzüne attım ve üniformamın fermuarını indirdiğimde gözlerini kaçırdı. “Bak ulan bak!” çenesini tutup yüzünü bana çevirdim. “Bak! Herkese kafa tutmuşluğum birçok kişinin adını dahi anamadığı itlerin hakkından gelmişliğim var benim! Ama bak kendi kanımdan olanların bana yaptığına bak! Herkese gücüm yeterken bir ailem olacak olanlara bir de kendime gücüm yetmiyor benim!” çenesini bıraktığımda gözleri boynumdaki morlukta… Beş parmaktan oluşan morlukta…

“Daha ana karnında başladı lan benim savaşım! Ailemle annem olacak o kadınla başladı her şey! Öteki oldum! Sen kapıya yakın oturmak nedir bilir misin? Aile bir evdir fertleri de odaları! Ben o evin balkonuydum lan balkonu! Eve ait ama o evin dışında! Soğukta karanlıkta yağmurda karda kalandım ben!” gözleri gözlerimi buldu.

“Evet! Ölmek istiyorum! Hemen şurada geberip gideyim gömenim bile olmasın leşimi akbabalar yesin istiyorum!” Onu omuzlarından sertçe ittirdim. “ÇÜNKÜ DAYANAMIYORUM! TAM AİLEMİ BULMUŞKEN MUTLUYKEN HER ŞEY GÜZELKEN SÖKÜP ALDILAR BENDEN! AİLEMİN MEZERI BOŞ LAN BOŞ!” Sol gözümden bir damla aktığında derince bir iç çektim.

“Ben her gece onların kanımızı yerde bıraktın demeleri ile uyandığım için uyumuyorum Fatih! Ben artık dayanamıyorum! Kaybedecek bir şeyim de yok bekleyenim de! Şimdi ölsem gam yemem çünkü gözüm arkada kalmaz! Yaşamak için tek sebebim vatanım o da emin ellere emanet! Şimdi sıksan kafama gülümseyerek gider teşekkür ederim!” kaşlarını çatıp yakamdan sertçe tutup kendine çekti.

“Yaşamak için sebep mi istiyorsun al o zaman!” dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırdığında neye uğradığımı şaşırmış kalmıştım öyle. Hareket etmiyor sadece duruyordu. Geri çekilip yutkundu bense… Ben iptaldim ya…

Alnını alnıma yasladı. “Ölürsen ölüme koşarsan belanı sikerim Atlas Demir! Yakalarımı bırakıp hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp gitti. Bende arkasından araba farı görmüş tavşan gibi bakıyordum. Ya da öküzün trene baktığı gibi emin değildim…

Kendime gelmem yaklaşık yirmi dakika sürmüştü. Çatık kaşlarımla timin yanına döndüğümde Bahar hemen yanıma geldi. “Ne oldu kızım yirmi dakikadır sakinleşmeye çalışıyorsun? Çok mu çıkıştı?” derin bir nefes aldım. He çıkıştı çıkıştı ağzıma sıçsa böyle etki etmezdi demek vardı ama diyemiyordu insan işte…

“Azarladı bağırdı böğürdü bitti gitti işte boş ver.” Kaşlarını çattı hafifçe Bahar. “Emin misin?” Başımı salladım sadece.

(Bir Hafta Sonra)

Ağaçlık bir araziye kamp kurmuştuk iki saat önce. Harekât tam gaz devam ediyor önümüze çıkanı biçip geçiyorduk. Böyle giderse fetih bile yapardık yani. Şu ana kadar kaybımız yoktu ufak tefek çizikler dışında sıkıntımız da yoktu.

Ateş yakmış etrafında toplanmıştık. Kimisi çay kimisi kahve içiyordu. Herkes birbirine alışmıştı. “Yav sesi güzel olan biri yok mu şenlenelim?” Yürüme makinesi Gökhan bana bakıp sırıtarak konuştuğunda başımı sola çevirip la havle çekmiştim.

Gökhan’ın önerisine diğerlerinden de istek gelince derin bir nefes aldım ama gecikmiştim. “Altaylardan Tuna’ya kızıl Çinle arası var. Düştük kara sevdaya loy loy gönül güzel yarası var. Düştük kara sevdaya loy loy gönül güzel yarası var.” Oha Fatih söylüyordu hemde çok güzel söylüyordu.

Tam gireceği zaman ondan önce davrandım. “Al bizi de sürü sen bayrak olak bürü sen. Hele durma yürü sen loy loy daha yolun yarısı var. Hele durma yürü sen loy loy daha yolun yarısı var.” Gülümsediğinde gülümsemiş ve daha sonra hemen gülümsememi silip gözlerimi ateşe çevirmiştim. Diğerleri ise alkış tutuyordu.

“Ölüm bize ar gelmez kara toprak dar gelmez. Zindanları zor gelmez loy loy gözlerinin karası var. Zindanları zor gelmez loy loy gözlerinin karası var.” Tebessüm etmiştim yine istemsizce.

“Başka nizam istemem yurtta tasa istemem. Yasa masa istemem loy loy milletimin töresi var. Yasa masa istemem loy loy ulu Türk’ün töresi var.” Gözlerimi kapatmış alkışları dinliyordum. Biraz güzel anıları hatırlasam sıkıntı olmazdı değil mi?

“Bir ülkedir uzakta yaralıdır tuzakta. Uzağında kalsak da loy loy gönlümüzde orası var. Uzağında kalsak da loy loy gönllerde orası var.” Bu türküyü Kuzgun çok severdi her daim söylememi isterdi. Bir keresinde birlikte söylemiştik onun karga sesiyle…

“Ele surat asacak zalime kan kusacak. Sanma böyle susacak loy loy fırtınası borası var. Sanma böyle susacak loy loy fırtınası borası var.” Son kısmı tekrar ederken Fatih’te eşlik etmişti bana. Onun sesini duyduğumda hemen gözlerimi açmış ona bakmıştım. Sanki… Sanki anlamış duymuş gibiydi içimdekileri öyle bakıyordu…

Herkes uykuya geçtiğinde ayağa kalkıp ilerdeki derenin yanına yürümeye başladım. Dereye geldiğimde hücum yeleğimi ve silahımı kılıfıyla bacağımdan çıkarıp kenara koydum. Gözlerimi kapatıp poomsae çizmeye başladım. Rahatlatıyordu ne yapayım…

Üstü üste kaç poomsae çizdim bilmiyorum ama nefes nefese durduğumda biri omzuma dokunmuş ve ben o omzumdaki eli tutup kıracak duruma gelmiştim. “Benim lan.” Fatih olduğunu anlayınca hemen bırakmıştım kolunu. “Hayırdır ne yapıyorsun burada?” derin bir nefes aldım. “Meditasyon?” güldü hafifçe “Poomsae çizerek mi? Ne tür bir manyaksın sen?” güldüm. “Rahatlatıyor ama.” Derin bir nefes alıp terden yüzüme yapışan saçımı kulağımın arkasına itti.

“Yapamam sen hatırlamadan olmaz.” Kaşlarımı çattım. “Neyi hatırlayacağım?” Yutkundu “Söylersem ne anlamı kalır ki?” ağzımı açtığımda silah sesleri gelmeye başlamıştı. İkimizin de kaşları çatılırken o koşarak gitmişti bende hemen hücum yeleğimi hızla geçirmiş silahımı almış ve peşinden koşmuştum.

Büyük bir çatışma başlamıştı. “Atlas çok kalabalıklar! Çok!” Bahar’ın sesinin ardından Edip’in yanına gittim. Tüfeğimi uzattı. “Eyvallah!” oradan oraya koşturuyor her yandan gelen saldırılara karşılık vermeye çalışıyorduk. “Lan Akif kaç kişi lan bunlar cevap ver!” mevzi almış olan Akif bağırmamla üç dört metre ilerden bana bağırdı. “Bilmiyorum komutanım çok kalabalıklar çok!” derin bir nefes aldım. “Ula bin kişi olsalar ne olur Teğmen!” güldü. “Bin leş olur komutanım!” güldüm.

(Sabaha Karşı)

Sabahı zor etmiş güneşin doğması sanki bir ömür sürmüştü. Yaralımız vardı şehidimiz vardı… Var oğlu vardı… Fatih’e söyleyip çevre kontrolüne çıkmıştım. Amacımın yalnız kalmak olduğunu anlamış olmalı ki onay vermişti.

“Ahaha kaç leşiniz var kancık?” duyduğum sesle sol çaprazımda kalan kayalıklara döndüm. Omzundan yaralı bir adamdı. Tüfeğimi sırtıma atıp beyliğimi çektim ve ateş etmeye hazır bir şekilde yanına ilerledim. “Adın ne senin?” güldü. “Size saldıran grubun lideriyim yeterli mi kancık?” gülümsedim ama bu gülümseme içten değildi tam tersine yapacaklarımı belli edercesine bir ön gösterimdi.

Yanına geldiğimde silahımı boynuna dayadım. “Adın ne senin?” güldü yine. Bunlar bize kafayı çekip mi geliyor anasını satayım sırıtıp duruyor hepsi… “Şevo derler.” Derin bir nefes alıp arkasına geçtim ve kollarını arkasından sertçe tutup ayağa kaldırdım. Silahım ense köküne dayalıydı. “E yürü bakalım Şevo.” Kahkaha atıyordu şimdi de.

Binbaşı beni görünce kaşlarını çatmıştı. Onun kaşlarını çattığını gören Fatih de bana dönmüştü. Ortada tam yirmi yedi şehidimiz üstünde al bayrakla yatıyordu. Onu yere fırlattığımda beyliğimi yerine koydum. Tüfeğimi boynumdan çıkarıp en yakınımdaki askere uzattım aldı elimden.

“Burada kaç şehit var biliyor musun?” sırıttı elimdeki eldivenleri çıkardım. “Soru sordum Şevo niye cevaplamıyorsun ayıp değil mi?” “Bilmem otuz mu kancık?” herkes gerilirken ben sakin duruyordum en azından dışarıdan öyle görünüyordu.

“Yaklaştın otuzdan üç çıkar kaç kalır?” güldü yine ben ise ona bakmıyor çıkardığım eldivenlerimi yeleğimin fermuarlı cebine koymuştum. Bayrak olması gereken ama yirmi yedi şehidimizden birinin üstünde olan bayrağın yerine… “Yirmi yedi leş e iyi.” Fatih ile göz göze gelmiştik. Binbaşıya bakıp onay verdi. Binbaşı herkese durması için elini kaldırmış ve herkes durmuştu.

Hücum yeleğimi çıkarıp tüfeğimi verdiğim adama verdim. “Hadi bu bölgeye girdiğimizi biliyorsunuz hoş gizli değildi de tam konumumuzu nasıl buldunuz Şevo? Merakımı maruz gör ben biraz meraklıyım.” Üniformamın fermuarını indirip çıkardım. Altımda hâkî yeşil tişörtümle kalmıştım. Elimdeki üniformayı da aldı yanımdaki asker.

“Bize söyleyen Tilki’ydi. O da Siroz’a çalışır. Adam ve silah desteği de verdiler genelde dağa çıkmaz Sarıkazık köyünde takılırlar halk korktuğu için sesini çıkaramadığından rahatlar tabii.” Kahkaha attı. Artık emindim kafası güzeldi. “Uyuşturucu peki onu nerden buldun belli kafan aşırı güzel.” Baştan aşağıya süzdü beni. “Valla kafam en az senin kadar güzel be Türk oruspusu!” tek kaşım havaya kalktığında ellerim belimde yanına ilerledim.

Tam önünde yere çöktüğümde elimi omzuna atıp sanki elimle böcek ezer gibi yarasını ezdiğimde bağırmaya başlamıştı. “Bir sakın bir daha karşımda gülme! İki senin gülerek söylediğin o yirmi yedi sayısını bedenine kazırım hem de kör bıçakla! Üç bana istediğini söyle istediğin hakareti et kancık de oruspu de gram umurumda değil.” Elimi omzundan çektiğimde nefes nefese sırt üstü yere düştü. Beyliğimi çekip iki bacak arasına tuttum namluyu ve iki el ateş ettiğimde çığlığı etrafımızdaki ormanlık araziyi geçip dağlara ulaşmıştı.

“Bir daha Türk derken dikkatli olacaksın!” hala bağırıyordu. Beyliğimi geri yerine koydum. Çığlığı acı ile inlemeye döndüğünde derin bir nefes aldım. “Seni sikik kancık oruspu! Seni öyle bir ha-” sesi kesilmiş paçalarıma beyni sıçramıştı. Ona ateş eden ise Fatih’ti. Tam baş ucunda silahının namlusu tütüyordu. Ben ona şaşkın şaşkın bakarken o arkasını dönüp gitti. Normalde benim yapacağım şeyi o onun yapacağı şeyi ben yapmıştım. Allah Allah…

(Dört Saat Sonra)

Şehitlerimizi ve on dört yaralımızı ülkeye göndermiştik. Herkes Binbaşı ve yüzbaşıları bekliyordu. Tam üç saattir konuşuyorlardı ne konuşuyorlarsa…

“Atlas komutanım?” Boran’a döndüm. “Söyle kardeşim.” Bilerek kardeşim demiştim ki ast üstü kenara attığımı bilsin. “Ne olacak Atlas neyi bekliyoruz üç saattir?” derin bir nefes aldım. Tek tek hepsine baktım. “Harekatların amacı harekât çizelgesi bellidir. Özel ve gizli görevler gibi kolay kolay inisiyatif kullanıp yol haritasını değiştiremezsiniz. Ankara’da onaydan geçmesi gereken çok kişi olduğu için. Şu an birbirleri ile konuştuklarını sanmıyorum. Ankara ile konuştuklarına kalıbımı basarım. Bekleyeceğiz. Ankara’yı ikna etmek zordur.” Senkronize bir şekilde ofladılar. İstemsizce güldüm. Sinir bozukluğu ile de olabilir.

“Oğlum siz harbi harbi senkronize çalışıyorsunuz değil mi başka açıklaması olamaz bu senkronizenin?” birbirlerine bakıp gülmeye başladılar. Hepimizin sinirleri alt üst olmuş kayışlar kopmuştu iyi mi?

“Atlas komutanım?” duyduğum yabancı ses ile başımı kaldırdım. “Komutanım Seyit Ali Binbaşı ve Fatih Yüzbaşı sizi çağırıyor.” Kaşlarım çatılırken başımı salladım ve o gitti. “Hazır bulunun.” Tim başını sallarken bende kalktım.

“Kıdemli Üsteğmen Demir emredin komutanım!” Binbaşı gergince nefes verdi. “Rahat Demir.” Ben rahata geçerken Binbaşı Fatih’e baktı. “Komutanım konuştuk bunu ondan başkası bulamaz da temizleyemez de bana inisiyatifime ve askerime güvenin.” Anlamadığım için kaşlarımı çatmıştım. “Gel Demir haritayı incele.” Yanlarına gidip önlerindeki büyük haritaya baktım.

“Bulunduğumuz nokta şurası. Şevo’nun bahsettiği Sarıkazık köyü buradan elli dört kilometre doğu otuz sekiz kilometre güneyde. Buradan baya uzak yani.” Binbaşı haritada köyün olduğu yere koyduğum işaret parmağıma baktı bir süre. “Fikrin nedir?” derin bir nefes aldım. “Harekât kapsamında oraya ilerlememiz mümkün değil. İki kişi harekât topluluğundan ayrılıp sessizce köyden Tilki ve Siroz’u alır sorgular ve paketleyip harekata katılır. Hem hareket seyri değişmez ve günü uzamaz hem de örgütte iyi bir konumda olan şahıslar temizlenmiş olur.” Bir süre düşündü Binbaşı.

“Ankara onaylamayabilir.” Fatih’e hitaben söylemişti. “Beni göndereceğinizi söylerseniz onaylarlar komutanım.” Çatık kaşlarla bana döndü. “Ne o asker ayrıcalığın ne senin?” “Atlas Demir olmam.” “Üsteğmen!” Fatih sessiz ama sert bir şekilde uyarmıştı beni. “Siz karışmayın Yüzbaşı’m.” “Komutan-” onu elini kaldırarak susturmuş ve dibime kadar gelmişti.

“Pekâlâ Atlas Demir yanına kimi istiyorsan al ve hazırlığını yap. Yalnız unutma işler istediğin planladığın gibi gitmezse yalnızsın. Destek olmayacak devlet arkanda durmayacak o bölgenin hangi bölge olduğunu unutma. Bir saatin var.” Hazır ola geçtim. “Emredersiniz komutanım.” Fatih’e kısa bir bakış atıp hızla timin yanına adımladım.

Beni gören tim ayaklandı. Hepsine tek tek baktım. Hepsi bana beklentiyle bakıyordu. “Uzatmadan söyleyeceğim Tilki avına çıkacağız. Tilki ve Siroz’un peşine düştüğümüzde yalnız olacağız. Destek olmayacak devlet olmayacak. Gideceğimiz bölgede deşifre olduğumuz sıkıntı çıkardığımız an devletler arası sıkıntıya sebep olacak.” Birbirlerine bakıp bana döndüler. “Hazırlığımızı yapalım ne zaman çıkıyoruz?” Bahar’a döndüm. “Biz değil ben ve…” Bakışlarımı Edip’e çevirdim. “Edip. Hazırlığını yap kırk dakikaya çıkacağız.” Bahar kaşlarını çattı. Kulağına yaklaştım. “Bakma bana öyle Bahar bir sen bir ben varız burada MİT’ten. İki MİT’çinin gitmesi sıkıntı olur. Harekattakilerin sana ihtiyacı olacak.” Haklı olduğumu biliyordu zaten. “Dikkatli olacaksın.” “Merak etme.”

Hazırlığımızı yaptığımızda Binbaşının yanına geçtik. “Hazırız komutanım.” Derin bir nefes aldı Seyit Ali Binbaşı. “Dikkatli olun işiniz bitip de harekata dönme vaktiniz gelene kadar telsizi açmayın. Yolunuz açık olsun.” O arkasını döndüğünde Fatih yanımıza geldi. “Dikkatli ol Atlas sana güveniyorum.” Başımı salladım. “Bıraktığım gibi bulmak isterim.” Kaşlarını çattı. “Gönderdiğim gibi bulmak isterim.” Selam çaktım ve Edip ile ilerlemeye başladık.

Edip ile hava kararmadan bir mağaraya girmiştik. “Ne yapacağız nasıl başlayacağız?” çantamdan kapalı telefonumu çıkardım. “Sabret Şeker sabret.” Telefonu açıp üçüncü numarayı aradım. “Börülce?” “Benim Sansar.” Güldü “Hayırdır bir şeye ihtiyacın var ki beni aradın?” Gözlerimi devirdim. “Araba ve kıyafet. Araba mümkünse pick up kıyafetler bana ve bir doksan boyunda seksen dokuz kiloda olan erkek ortağım için. Yapabilir misin?” bir süre ses gelmedi. “Konum ve saat söyle hemen ayarlarım.”

(Akşam Saat 20.03)

Edip ile buluşma noktasına gelmiş saklanmış bekliyorduk. “Senin bu muhbire güvenin tam mı?” Edip’e döndüm. “Muhbirlerime güvenmesem muhbirim olmazlar Şeker. Sabret gelir birazdan.” Dememe kalmamış siyah bir pick up gelip durmuş ve içinden Sansar inmişti. “Yedi aylık mısın nesin oğlum bak geldi işte.” Edip omzunu silktiğinde mevzi aldığımız yerden çıkıp Sansar’a ilerledik.

“Börülce.” “Sansar.” El sıkıştık. “Ortağım…” Edip elini uzattı Sansar da tuttu ve tokalaştılar. “Atsız.” “Sansar.” Edip’e garip bakışlar attığımı fark ettiğimde hemen topladım ifademi. “Her şey arka koltukta arabanın anahtarı kontakta. Dikkatli olun.” “Eyvallah Sansar.”

Sansar gittiğinde arka taraftan iki çantayı aldık. “Kızagan?” güldü Edip. “Boş vakitlerimde mitolojiye bakarım aklıma ilk savaş tanrısı Kızagan geldi.” Güldüm. “Sen arabada giyin ben dışarıda hallederim.” Başımı salladığımda ben arabaya bindim.

Ben şoför koltuğuna o yanıma geçmişti. Sürüyordum bakalım. “Plan ne?” derin bir nefes aldım. “Ana hatlarla sessizce girip Tilki’yi ve Siroz’u alıp çıkacağız. Halkı tehlikeye atamayız.” Kaşlarını çattı. “Ya halk da onlardansa?” anlık bir bakış attım ona. “O zaman savaşırız. Ya atarına…” “Ya giderine.” Güldüm.

(Beş Saat Sonra)

Köye iki kilometre kala durmuş köyü rahat izleyebileceğimiz bir yerde mevzii almıştık. Bende dürbün onda keskin nişancı tefeği gözetliyorduk. “Sessiz ve sakin. Evlerin ışıkları yanıyor. Bir gariplik var sanki?” haklılık payı ile derin bir nefes aldım. “Silahlı nöbetçiler genel olarak bir evde toplanmış.” Alnımı sıvazlamaya başladım.

“Ne var aklında söyle.” Nerden anladı şimdi bu? “Alnını sıvazlıyorsun aklında ne zaman bir şey gelse ihtimalleri düşünüp hesaplama yaparken alnını sıvazlıyorsun.” “Sen beni mi izliyorsun lan Şeker?” önüne döndü hemen. “Estağfurullah komutanım gözlemci biriyim sadece dikkatimi çekmiş olsa gerek yoksa sizi izlemek falan ayıptır ayıp.” Çevir kazı yanmasın Şeker çocuk Şeker.

“Evlerden birine gizlice girsek içeridekilerden durumu güzellikle ya da zorla öğrenip ona göre devam ederiz. Halk onlardan mı değil mi öğrenmemiz lazım…” alnımı sıvazlamaya devam ettim. En sonunda durduğumda dürbünümü alıp köye döndüm. Olur muydu olurdu valla.

“Bak şimdi sen burada mevzii de kalırken ben gizlice güneybatı yönündeki en uçta ışıkları yanan ev var ya oraya gidip içeri gireceğim. Halkın durumunu öğrenip geri geleceğim sonrasını ayarlayıp işe koyulacağız.” Kaşlarını çattı. “Komutanım benim gitmem daha doğru değil mi rütbe açısından?” Sakin olmak amacıyla gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım.

“Seni peşinden buraya kim getirdi? Ben. İstihbaratçı olan kim? Ben. Atılan kurşunu rütbe açısından karşılayamayacaksam apoletimdeki yıldızların ne anlamı var Şeker?” yutkundu. “Emredersiniz komutanım.” Derin bir nefes alıp silahıma susturucusunu takıp geri yerine koydum. Kasaturamı kontrol ettim. “Bir saate dönmezsem eve gel.” “Emredersiniz komutanım.”

Mevzii aldığımız yerden hızlı ama dikkatli bir şekilde inip eve koşar adım ilerledim. Kimseye görülmediğimden emin bir şekilde evin kapısını tıkladım. Korkulu gözlerle on yedi yaşlarında bir kız açmıştı. Bir elim silahımdaydı ama olsundu. “Merhaba içeri gelebilir miyim lütfen?” korkulu gözlerle başını salladı ve geri çekildi. Hemen içeri girip kapıyı arkamdan kapattım.

“Kim gelmiş Zişan?” yaşlıca bir kadın sesi gibiydi gelen ses. “Bilmem ana.” Kızın sesi de korku dolu çıkmıştı. “Korkmanıza gerek yok size zarar vermeye gelmedim. Sormam gereken şeyler var.” Genç kız peşimden gel dercesine kolumdan tutup bir odaya soktu beni. İçeride yaşlıca bir kadın yerde alnı yarılmış yirmi beşli yaşlarda bir adam ve başına tampon yapan yine yirmili yaşlarda bir kız vardı. “Korkmayın benden size zarar gelmez.” “Kimsin sen?” yerde tampon yapan genç kadın nefretle konuşmuştu. “Kim olduğumu söyleyemem ama onlardan değilim bunu bilseniz yeter. Size sormam gereken şeyler var.” Tampon yapan kadın ayağa kalkıp dibime girdi. “Kim olduğunu söylemeden nah cevap alırsın!” tek kaşım havaya kalktı.

Sessizliğimi korurken o elini kaldırdığında bileğini tutup ters çevirdim onu ve sırtını göğsüme yasladım. “Türk askeriyim lan Türk askeri!” yavaşça bıraktım onu. Bana dönüp dolu gözlerle sarıldı bana. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım ve sarıldım bana sarılan kadına. “Allah’ım şükürler olsun. Şükürler olsun.” Yavaşça geri çekildim kadından. Edip ile ikimizin olduğu telsizi açtım. “Tilki2 Tilki1 orada mısın?” telsiz cızırtısı geldi önce. “Tilki1 Tilki2 dinlemedeyim.” Derin bir nefes aldım. “Sessiz ama hızlı bir şekilde bulunduğum eve gel. Halk temiz.” “Anlaşıldı on dakikaya geliyorum.” Telsizimin mandalını bıraktım. Sadece beni duymuşlardı ama olsun.

On dakika sonra kapı tıklandığında ben gittim açmaya. Edip’ti. “Gir çabuk içerde başı yarılmış dikiş lazım.” Başını salladı o önde ben arkada girdik. “Size birkaç soru sormam lazım.” İki kadın ve genç kız başını salladı. “Tilki ve Siroz burada mı?” bana el kaldıran kadın başını salladı hayır anlamında. “Bu akşam gittiler geri ne zaman gelirler bilmem.” Edip ile bakıştık. “Kaç adam bıraktılar burada?” genç kız atladı bu sefer. “Yirmi üç. On beş tanesi Tilki ile Siroz’un kaldığı evi korurlar. Diğer sekizi köyün sokaklarında devriye gezer.” Kaşlarım çatıldı. “Emin misin?” “Eminim asker abla. Her gece çatının penceresinde ne yapıyorlar diye bakıyorum. Hem hiç şaşmaz bu sayılar. Tilki ve Siroz yokken hep yirmi üç kişi on beşe sekiz olurlar.” Tebessüm ettim. “Gözlem gücün kuvvetli. Ne olacaksın büyüyünce?” yüzü düştü. “Benim hayatım bitmiş gitmiş abla. Ama hayalim hep Matematikçi olmaktı.” Kaşlarımı çattım ve yanına ilerleyip önünde diz çöküp elini tuttum. “Hayaller gerçek olmak için vardır. Hayallerinden vaz geçtiğin an hayatın biter. Hayallerinden vaz geçme söz mü?” gülümsedi. “Sözüm söz asker abla.” Saçlarını okşayıp ayağa kalktım.

Edip işini bitirdiğinde genç kadın mutfağa gitmişti. “O evi öyle koruduklarına göre bir şeyler var. Ayrıca yirmi iç it zorlar mı bize ne diyorsun?” bu da soru mu der gibi baktı bana. “Sen tek başına indirirsin onları sorduğun soruya bak ama rica ediyorum az da bana sal olur mu?” sırıttım. “Buraya temizleme ekibi göndermemiz lazım.” Sırıttı. “Ondan kolay ne var.” Kaşlarım çatılırken Edip mutfaktan elinde çay tepsisi ile gelen kadına baktı. “Bacım telefonun varsa alabilir miyim?” kadın bize birer bardak çay verdi sonra da tuşlu telefonunu uzattı. Edip bir numara girdi.

“Lan benim ben…” bir süre dinledi. “Şimdi beni iyi dinle devrem sana söyleyeceğim köye beyaz yaka olma ayrıcalığını kullanarak güvenlik güçlerini yöneltmen lazım. Ancak istihbarat ne benden geldi ne de sen burada Türklerin varlığını duydun. Soruşturan olursa da bul bir şeyler.” Yine dinledi köyün adını verdi. “Eyvallah birader.” Telefonu kapattı numarayı sildi ve kadına geri uzattı. Bana sırıtarak döndüğünde ifademi görmesi ile sırıtmasını anında sildi.

“Tek arkadaşı olan sen değilsin. İran Türk Büyükelçiliğinde arkadaşım var. Dış güvenlik şefi. O halleder.” Başımı salladım. “O zaman başlayalım.” Başıyla onayladı beni. Ev halkına döndüm. “Kapılardan ve pencerelerden uzak durun. Silah sesleri duyacaksınız korkmayın. Ne siz bizi gördünüz ne de biz buraya geldik.” “Allah razı olsun sizden.” Sadece baş selamı verdik ve çıktık evden.

Evin arkasında kör nokta olan yerde tüfeklerimizi ve beyliklerimizi hazırlayıp birbirimize baktık. İkimizde hazır olduğumuzu belli etmek amacıyla hafifçe baş salladık. Temkinli bir şekilde ben önde o arkada ilerliyorduk.

Köşede durduğumuzda sokağı kontrol ettim. Üç kişi vardı. İkisi sokağın sağında biri solunda. Önce sağı gösterip iki yaptım ardından sokağın solunu gösterip bir yaptım. Önce solu sonra kendini gösterdi.

(Yarım Saat Sonra)

Sessizce temizleyerek eve gelmiştik. Küçük kız haklı çıkmıştı. Derin bir nefes aldığımda Sokağın karşısına geçen Edip’e baktım. Başıyla onay verdi. Onayını alıp üçten geriye saymaya başladım elimle. Sayım bittiğinde aynı anda ateş etmeye başladık.

“Baskııın!” onlar duruma ayıkıp mevzi alana kadar yarısını temizlemiştik zaten. Mevzii alanları da sabırla indirdiğimizde silah sesleri kesilmiş oldu. Tabii silah seslerinin kesildiğini duya köy halkı dışarıya atmıştı kendini. Biz de güvenlikten emin olarak eve ilerlemiştik.

“Kimsiniz siz?” derin bir nefes aldım. “Sen onlara gerekli açıklamayı yap ben içeri giriyorum.” Edip başını sallarken ben tüfeğimi sırtıma atıp beyliğimi çektim ve eve girdim. Dikkatli bir şekilde evdeki tüm odaları gezmiş kimsenin olmadığından emin olduktan sonra beyliğimi yerine koyup aramaya başlamıştım. Hoş ne aradığımı da bilmiyordum ya neyse…

En sonunda yatak odasında iki kapılı dolabı açtığımda kıyafetlerin altında küçük siyah bir evrak çantası görmüştüm. Aldım ve salona geçtim. Hızlı hızlı evrakları incelemeye başladım. Örgüte ait kurulacak kamp planları başına geçecekler listesi. Kampa alınacak gönüllülerin listesi kaçırılma yapılacak köyler…

En sondaki ayrı bir dosyaya konulmuş evrakları açtım. Rakamlar vardı. Şifrelenmişti. Çözerdim ama kriptoloji uğraştırırdı. Tek tek kombinasyonları çıkartıp denemek… Zamanım yoktu. Evrakları alıp evden çıktım. Halk dağılmıştı. Edip bana döndü. “Ne buldun?” “Konuşuruz şuradan bir çıkalım.”

(Bir Saat Sonra)

Bir mağaraya gelmiştik az önce. Telsizi açtım. “Tilki1 Harekat1?” bir süre cevap bekledim. “Harekat1 dinlemede.” Seyit Ali Binbaşı’ydı. “Komutanım Tilki da Siroz da toz olmuş bu sabah muhtemelen kampa kaçtılar. Ancak evde bir evrak çantası dolusu belge bulduk. Ne yapalım?” bir süre ses gelmedi.

“Ana yurda dönün. Harekât yeni gelen emirle yarın bitiyor bulduğunuz evrakları yetkili komutanınıza verin.” Derin bir nefes aldım. “Emredersiniz komutanım.” “Demir?” telsizi tam kapatacakken bana seslenmesi ile geri kaldırdım telsizi. “Emredin komutanım?” derin bir nefes aldı. “Aferin iyi iş çıkardınız.” “Sağ olun komutanım.”

(Ertesi Gün Akşam)

Edip ve ben bu sabah karargâha giriş yapmıştık. Şimdi de helikopter pistinde timi bekliyorduk. “Harekâtı neden erken bitirdiler sence?” derin bir nefes aldım. “Bilmiyorum Edip. Her şey olabilir. Ama içimden bir ses pis şeyler dönüyor diyor.” Sessiz kaldı.

Helikopterin sesini duyduğumuzda ayağa kalktık. Albay’da gelmişti. Ona selam verdik ve bir adım arkasında iki adım sağında durduk. Helikopter inmiş içinden sırayla bizimkiler inmişti. “Zehir timi üç subay dört astsubay ile emir ve görüşlerinize hazırdır komutanım.” Albay gülümsedi. “Hoş geldiniz Zehir.” “Sağ ol.” “Bugün ve yarın istirahattesiniz.” “Sağ ol.”

Albay gittiğinde Yüzbaşı ile göz göze geldik. “Bıraktığım gibi.” Güldü. “Gönderdiğimden daha temiz.” Gülümsedim. “Akşam için rezervasyon ayarladık. Gruba yeri ve saati yazdım akşam kafa dağıtalım.” Fatih Edip’e başını sallarken Kenan koşup Edip’in kucağına atladı. Evet atladı. Kollarını Edip’in boynuna bacaklarını da beline sardı. Edip ise refleksle onu bacaklarından tutmuş kaşlarını çatmıştı.

“Heeyt be kimin abisi be. Kimin komutanı timin mangal yüreklisi canı kanı enerjisi be.” “Lan manyak in üstümden ayrıca Atlas komutanın fikriydi.” Kenan kaşlarını çattı. “Atlas komutanım mı?” “Evet! İn üstümden!” Kenan hemen Edip’in kucağından indi ve bana döndü. Elimi beyliğime attım hemen. “Allah belamu versunki ateşlerum silahu.” Kenan sırıtıp geri adım attı. Diğerleri gülerek binaya ilerledi. Yanından geçen Faruk ensesinden tuttu. “Kusura bakmayın ben şu malı alıyorum şimdi komutanım. Akşam görüşürüz komutanım. Yürü lan salak insan.”

Edip’e döndüğümde boynuna kadar kızarmıştı sinirden. “Hayırlı olsun.” Anlamayarak bana baktı. “Baba olmuşsun ya kucağına da pek yakışıyor. Aynı sen valla sarışın sarışın.” Omzunu pat patladım konuşurken. “Atlaas. Üstünde üniforman yok. Bu da ast üst ilişkisi yok demek. O yüzden…” topuklamaya başladım.

Taa karargâhın en arka ucunda kalan helikopter pistinden diğer ucundaki otoparka kadar koşmuş otoparkı turluyorduk. “Lan Şeker bak o üniformayı temelli çıkarmadık bırak ula peşimi.” “Yoook oğlumu hayırladın teşekkür etmeden bırakır mıyım ayıptır ayıp.”

Tim geldiğinde beni bırakıp Kenan’a koşmuştu. Ben de nefes nefese kalmış gülerek yanlarına ilerliyordum. Kenan gelen tehlikeyi fark etmiş olacak ki hemen kendini Fatih’in arkasına attı. “Fatih abi bir şey yap kurtar beni bu kızgın boğadan abi.” Fatih gülmemeye çalışıyordu ama başaramıyordu. “Gel kardeşim geeel hiç acıtmayacağım tek seferde çekeceğim fişini geeel.” Kenan başını salladı hayır anlamında.

“Ulan bir durun yorgunuz gidip dinlenelim sonra görürsünüz hesabınızı hadi.” Edip şimdilik erteleyerek geri çekilmiş ve Boran ile gitmişti. Faruk ve Kenan Caner abiyle gitmişti. Bahar arabasının anahtarını bana verip arabaya geçmişti. “Akşam görüşürüz.” Başını salladı. “Görüşürüz.”

Eve geldiğimizde Bahar duş alıp hemen uyumuştu. Bende yatağıma uzanmıştım. Derin bir nefes alıp kalktım sıkıntı ile. Telefonumu alıp Edip’e mesaj attım. Akşam yemeğe katılamayacağıma dair. Anında aradı. Açtım. “Neden katılamayacaksın?” derin bir nefes aldım. “Ufak bir işim çıktı. Sen sormadan söyleyeyim hayır vatan millet meselesi değil. Özel hayatımla ilgili.” Derin bir nefes aldı. “Tamam ama iyisin değil mi bir problem yok?” tebessüm ettim ama kısa sürdü. “İyiyim. Size iyi eğlenceler.”

Telefon kapandığında dolaptan siyah sırt çantamı çıkardım. İçine siyah eşofman takımı bordo tişört bir takım iç çamaşırı koydum. Deodorantımı içine koyup iki yedek şarjörü de bıraktım. Üstüme siyah yüksek bel pantolonumu ve siyah tişörtümü giyip çantamı omzuma astım.

Motorcu ceketimi giyip boyunluğumu geçirdim. Eldivenlerimi takıp kaskımı geçirdim ve çıktım garajdan. Yolda petrole uğrayıp motorun deposunu fulletmiş ve yola koyulmuştum.

(İki Saat Sonra)

Dört yüz kilometre olan yolu iki saate gelmiştim. Muhtemelen Mardin girişinde ceza da yemiştim ama umurumda değildi. Önünde durduğum iki katlı taş eve baktım. Derin bir nefes alıp motordan indim. Teker kilidini taktım ve kaskımı çıkarıp yüzümdeki boyunluğu boynuma indirdim. Bahçe kapısından girip yavaş adımlarla kapıya ilerledim.

Gözlerimi kapatıp kapıyı tıkladığımda yutkundum. “Atlas?” gözlerimi duyduğum sesle açtım. “Habersiz geldim ama müsait miydin?” gülümsedi karşımdaki hafiften saçlarına ak düşmüş adam. “Soru mu bu geç buyur hoş geldin.”

(Fatih Burak’tan)

Herkes toplanmış en son Bahar tek başına gelmişti. “Ne o kavga mı etiniz siz beraber gelmediniz?” Bahar kaşlarını çattı. “Kavga etmedik. Gelmedi. Bir işi çıkmış gitmiş ben uyurken. Aradım. Meşgule atıp iyiyim güvendeyim yarın akşam görüşürüz diye mesaj attı.” Kaşlarımı çattım. Bahar fazla rahattı şu an. “Güvendeyim demesi bir şeylerin peşinde olmadığını sivil hayatı ile alakalı bir şey olduğunu gösteriyor.” Başımı salladım sadece.

Siparişleri vermiş sohbet ediyorduk. Oysaki benim gözlerim karşımdaki boş sandalyeye gidip duruyordu. “Fatih iyi misin?” Yanımda oturan Caner abinin seslenmesi ile ona döndüm. “He iyiyim dalmışım abi.” Başını salladı Caner abi.

(Atlas’tan)

Telefonumu uçak moduna almış ve sehpanın üstüne bırakmıştım. “Var bir karın ağrın senin Atlas?” derin bir nefes alıp karşımdaki adama baktım. “Yoruldum sadece.” Kaşlarını çattı. “Bunu diyen Kıdemli Üsteğmen Demir mi yoksa Atlas mı?” ona baktım. “Kıdemli Üsteğmen Atlas Demir.” Gülümsedi. “Anlaşıldı ben gideyim çay koyayım.” Dedi ve mutfağa gitti. Bende peşinden ilerledim.

Tezgâhta çay suyu koyarken ben de masadaki çerçeveyi aldım elime. “Buraya geldiğin ilk yaz çekilmiştik.” Gülümsedim istemsizce. “On dokuz yaşındaydım. Burçin yengemle evleneli bir yıl olmuştu o zaman.” Gülümsediğini görmesem de biliyordum. “Amca…” sesim pürüzlü çıktığında dayım hemen bana döndü. “Nasıl dayanıyorsun?” Kaşlarını çattı dayım. “Dayandığımı nereden çıkardın?” dedi ve balkona çıktı.

Turan Demir. Amcamdı. Babamın öz be öz kardeşiydi. Babamla kendimi bildim bileli konuşmuyorlardı. Babam bana sahip çıkmazken babalık yapmazken o sahip çıkmıştı o babalık yapmıştı bana….

İhraç edilmiş Binbaşı Turan Demir… Evlendiğinden altı yıl sonra karısını vahşi bir şekilde şehit etmişlerdi. Amcamda intikamını aldı diye ihraç olmuştu. Yalan yok amcamın değil ihraç öleceğini bilse geri durmayacağını biliyordum. Ehh kime çektiğim az biraz belli oluyordu herhalde…

Amcamın yanına balkona geçtim. İkinci sigarasını yakmıştı bile. Yanına gidip omzuna koydum başımı. Hemen belime sardı kolunu. “Yorgunum amca. Timimin intikamını alamadım daha her gece rüyamda kanımızı yerde bıraktınız komutanım diyen kardeşlerimi görüyorum diye uyumuyorum. Elim kolum bağlı sanki. Dayanamıyorum. Geberip gitmek istiyorum ama ona da izin verilmiyor. Ben ne yapacağımı nasıl nefes alacağımı bilmiyorum amca.” Derince sigarasından nefes çekti.

“Nefes alıyorsun diye yaşıyorsun sanıyorlar. Ama nereden bilecekler o gayriihtiyari aldığın nefes boğazının ortasında takılıp kalıyor. Ciğerlerine tam ulaşmıyor kör bıçak olup ciğerini deliyor da deliyor.” Tebessüm ettim. “Ölüme koşuyorsun arkana bakmadan. Ama tam kavuşacağın zaman çekip alıyorlar seni ölümden. Ama bilmiyorlar ki ölüme kucak açmışsın. Bilmiyorlar ki ölüm senin huzurun mutluluğun.” Geri çekildi amcam duruşumu düzeltip ona baktım.

“Bizim gibiler yaşamaya mahkûm Atlas. Bekleyenin yok diye geberip gitmek istiyorsun diye kimse işini bitirmiyor. Sıra sana gelmedikçe de mahkumuz şu gaybana dünyaya.” Derin bir nefes alıp biten sigarasını söndürdü. “Sana neden engel olmadım biliyor musun harp okuluna giderken?” bunu hiç düşünmemiştim. Güldü amcam. “Çünkü kaybedecek tek şeyin vatandı. Kaybetmek istemediğin tek şey de vatandı. Sen vatanın için çalışmazsan ya mezarına toprak atardım ya mapusa don atlet getirirdim.” Kahkaha attım istemsizce. “Ya ben seni görmeye geldim sen beni mapusa koydun amca ya.” Burnumu sıktı. “Hadi len oradan bilmiyorum sanki ben seni kafan atık senin belli. Gideyim de amcam şartellerimi kaldırsın dedin bilmiyorum sanki.” Haklıydı vesselam.

Çaylarımı almış salonda oturuyorduk. “Anlat bakalım ne attırdı sigortalarını?” “Tim komutanı.” Kaşlarını çattı. “Kızım senin öyle hır gür çıktı hakkında tutanak tuttu diye sigortaların atmaz.” “Zaten o şekilde değil. Duymuşsundur harekâtı dün bitti. Oradaydık.” Kaşlarını çattı. “Çatışma sonrası çevreyi dolaşırken salağın biri üstüme taşla koşuyordu. Öncesinde attığı taş…” alnımı gösterdim. “Neyse döndüğümde endişelendiler bende iki damla kan bir şey olmaz dedim.” Çatık kaşları bu sefer havaya kalkmıştı. “Sonra sorarım hesabını devam et.”

“Çekti bu beni kenara bir tur fırçaladı. Ölmek istiyorsan söyle o itlere bırakmadan ben bitireyim işini dedi. Orada zaten ilk attı sigortalarım. Yaşamak için sebebim yok dedim. Çekti öptü beni. Sonra da ölüme koşarsan belanı sikerim dedi gitti. Hayır bir de hatırlamam gerekiyormuş neyi hatırlayacaksam?” Boynunu kütletti amcam. “İsmi ne sizin bu yüzbaşının?” kaşlarımı çattım. “Fatih. Fatih Bozkurt.” Kaşlarını çattı. “Tanıyor musun?” “Tanıdık geldi soyadı. Sen ne düşünüyorsun onu söyle.” Derin bir nefes aldım. “Ben o işlere kapalıyım amca bilmiyor musun sanki? Benim yüreğim cebimde.”

Konuyu kapatmıştık. “Kalacak mısın?” gülümsedim amcama. “Yarın akşam döneceğim. Bu gece sendeyim.” Güldü. “E yürü madem Kalede her zamankinden yiyelim.” Gülümseyerek ayağa kalktım. “Hiç demeyeceğsun sandum.” Kahkaha attı amcam.

Kaleye gelmiş dışarıda korkulukların yanındaki masaya oturmuştuk karşılıklı. Hemen yanımız uçurumdu. Mardin’in taş evleri kararan havayla birlikte daha bir güzel görünüyordu. “Daha sık gel Atlas.” Amcamın sesi ile ona döndüm. “Sende gel amca. Bu dünyada bir sen kaldın ailem dediğim.” Gülümsedi. “Yeni timin…” devamını biliyordum. “Yeni timim sadece iş arkadaşlarım olarak kalmalı amca. Bağlanınca ailemi elimden alıyorlar.” Garson gelip servis açmaya başladı bende gitmesini bekledim.

“Nesrin Kaya babamı abilerimi Arda’yı aldı benden. Şerefini nanayladıklarım yıllar sonra bulduğum ailemi. Ben bir aile daha kaybedemem. Ben bir kardeşimi daha toprağa koymak zorunda kalamam. Kardeşim dediğim insan daha toprağa girmeden gömer gömdürtürüm kendimi. Bunca zaman kafama sıkmadım sıkamadım ama bir aile bir kardeş daha kaybedersem sıkarım. Sonra gitsin ahiret hayatı zaten yanacağım.” En son gülerek şakayla karışık söylemiştim. Amcam da güldü.

Yemeklerimiz geldiğinde garsona teşekkür ettik. Bir yandan yiyor bir yandan sohbet ediyorduk. “Senin işler nasıl gidiyor?” amcam Mardin’in ileri gelen aşiretlerinden birinde güvenlik şefi olarak çalışıyordu. “Nasıl gitsin Atlas. Stabil sakin. Arada bir düğün dernek arada bir Serhat Ağa’nın kız kardeşini arıyoruz. Aynı sen vallahi.” Güldüm.

Yemekler bittikten sonra hesabı isteyeceğini düşünürken amcam “Bir porsiyon dondurmalı irmik helvası ve bir sade Türk kahvesi aslanım.” Güldüm. “Ya amca on dokuz yaşında değilim artık.” Amcamın tek kaşı havaya kalktı. “Yirmi dokuz yaşında olduğunu ve bir ay sonra otuz olacağını biliyorum. Ama kaç yaşında olursa ol dondurmalı irmik helvasına asla hayır diyemeyeceğini de biliyorum.” Haklıydı.

Eve geldiğimizde amcam içerde telefonla konuşurken kalkıp çay demlemeye başlamıştım. Tamam ben Rize’de büyümedim ama laz damarı ve laz kanı taşıyordum. Eee amcam Rize’de Kırkaltı Turan diye biliniyordu çaysız yapamıyorduk yani.

Bardaklara doldurduğum çay ile yanına geçtim. Hala telefonla konuşuyordu. Koltuğa kurulup telefonumu aldım ve uçak modundan çıkardım. Ardı ardına bildirimler düşerken gözüme çarpan ile kaşlarım çatıldı… Telefonumu uçak moduna alıp geri koydum cebime. Kafamda hazırlamıştım bile her şeyi…

“Ne düşünüyorsun?” amcama döndüm. “Babamla neden konuşmuyorsunuz amca? Neden anlatmıyorsun bana?” derin bir nefes aldı amcam. “Anlatacağım ama bildiğini belli etmeyeceksin kimseye. Özellikle de babama.” Kaşlarım çatılırken başımı salladım. “Kıdemli Üsteğmen Demir sözü.”

“Anneme dair yani babaannene dair ne hatırlıyorsun?” Biraz düşünüp hatıralarımı yokladım. “Ben beş yaşındayken vefat etmişti. Rahatsızdı.” Alayla güldü. “Annem hasta değildi Atlas. Annen Nesrin onu her gün adım adım yavaş yavaş zehirliyordu.” “Ne…” şok olmuştum gerçek anlamda şok olmuştum. “Bunu öğrendiğimde annem çoktan hastaneye kaldırılmıştı. Tesadüf eseri konuşurken duymuştum ya onu da… Dikildim karşısına hesap sordum. Abime anlatacağım dedim. Bana…” bana döndü. “Suçu Atlas’ın üstüne atarım. O yaptı derim ilacı bulmuş bir yerden babaannesi iyileşsin diye veriyormuş derim dedi. Annem bronşitten dolayı öksürüyordu. Yine de gittim söyledim abime. Benim karım yapmaz öyle şey dedi inanmadı bana karısına sormadı bile doğru mu diye. Bende koparttım bağları abimle. Bir babam bir sen işte. Rize’ye de kırk yılda bir babamı görmeye gidiyorum. Biliyorsun.”

Ben ne diyeceğimi bilemezken öylece yere bakıyordum. Ben ben… Tek bir lafım bile yoktu ona onlara karşı artık…

Sabaha kadar amcamla oturmuş sanki babaannemi hiç konuşmamış gibi havadan sudan memleketin halinden bahsetmiştik. İkimizde o yarım saati yaşanmamış saymıştık. Kafayı yerdim aksi taktirde…

Şimdi de kahvaltı yapmış mutfağı topluyorduk. “Ben bir kahve içelim sonra yola koyulayım amca.” “Tamam Börülce’m.” Gülümsedim. Amcam bilmiyordu ama bana Börülce’m dediği için kod adım Börülce’ydi…

Türk kahvelerimizi içmiş üstüme dün gelirken giydiklerimi giymiştim. Sıra vedalaşma sırasıydı. “Amcam.” Kollarını açtı. “Deli kızım gel buraya.” Sımsıkı sarıldım ona. Kalp atışlarını duyabiliyordum. Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. O da saçlarımdan uzunca koklayarak öptü. “Dikkat et kendine. İlk fırsatta geleceğim yanına. Ben gelemezsem sen kaç gel. Evin anahtarı var sende. Unutma bu ev senin baba ocağın sakın ha baba ocağım yok deme.” Gülümseyip geri çekildim. “İyi ki varsın Turan Demir.” Tek kaşı havaya kalktı. “E tabi eyiku varum daaa kim tutabilecak senu.” Güldüm. Tekrar sarıldık yanağından öptüm ve çekildim. Yanaklarımı tutup alnımdan öptü. “Varınca haber ver olur mu Börülce’m?” gülümsedim. Merak etme amca.”

Motoruma ilerledim. Eldivenlerimi takıp ceketimin önünü vurdum. Boyunluğumu geçirip teker kilidini açtım. Kaskımı aldığımda derin bir nefes aldım. “Hakkını helal et amca.” Sorgulamadı. “Helal olsun Börülce’m sende helal et.” Tebessüm ettim hafifçe. “Helal olsun amca.”

Eve geldiğimde Bahar’ın evde olmaması işime gelmişti. Hemen odama geçip eşyalarımı yerine koydum. Telefondan beklediğim mesaj geldiğinde telefonumu kapatıp yatağımın üstüne koydum. Hazırladığım ufak siyah spor çantasını alıp evden çıktım.

(Fatih Burak’tan)

(Ertesi Gün)

İçtima için Albay’ı bekliyordum kapıda. Tim bahçedeydi zaten. Bahar gergin bir şekilde yanıma geldi. “Ne oldu?” yutkundu. Cebinden telefon çıkarttı. “Atlas’ın eve gelmiş dün telefonu yatağının üstündeydi. Yok Fatih. İçtimaa katılmazsa…” sinirle elimi enseme attım. “Sen yerine geç kimseye bir şey söyleme şimdilik. Telefonu da kaldır kimse görmesin.” Başını salladı ve geçti.

Albay yanıma geldiğinde hazır ola geçtim. Kaşlarını çattı. “Ne oldu evlat?” “Komutanım Kıdemli Üsteğmen…” “Sabırlı olun içtimaa sonrası konuşacağız.” Başımı salladım. İçtimaa alanına geçtik. Hızlıca içtimaa aldı Albay. “Harekât merkezine gelin.” Dedi ve gitti. Herkes Atlas’ın yokluğunu ve ne olduğunu anlamaya çalışırken Bahar ile göz göze geldik.

Kısa süre içinde Albay gelmişti harekât merkezine. “Öncelikle Atlas Demir bir süre bizimle olmayacak. Ankara’dan bu sabah yazı geldi. Geçici süreliğine açığa alındı.” “Nasıl?” “Neden?” Albay bakışı ile hepimizi susturmuştu. Daha doğrusu ben dışında herkesi. Belgeyi uzattı bana. “Gelen yazı da gerekçe yok zaman yok.” Kâğıtta yazan tek cümleyi sesli okudum. “Türk Silahlı Kuvvetleri mensubu Özel Kuvvetler bünyesinde olan Zehir Timi Komutan Yardımcısı Kıdemli Üsteğmen Atlas Demir açığa alınmıştır.” Kâğıdı fırlatırcasına masaya attım.

“Tutmuş olduğum yahut tutulduğunu bildiğim bir tutanak yok. Bildiğim kadarıyla Kıdemli Üsteğmen Demir’in kitaba aykırı yaptığı bir davranışta yok. Nedir bu açığa alınma mevzusu?” Albay çatık kaşlarla bana baktı. “Kâğıtta yazanı sen kendin okudun Yüzbaşı’m. Ankara açığa aldıysa yapabileceğimiz bir şey yok. Şimdi bu meseleyi kapattığımıza göre görev bilgilerinize geçebiliriz.”

Herkes derin bir nefes aldı. “Tilki ve Siroz. Hakkında bildiklerimiz sınırlı. Ama en azından en son nerede görüldüklerini biliyoruz. Kamuflaj yok sivil bir şekilde sessizce almanız gerekiyor. En son görüldükleri yerden başlayacaksınız aramaya. Bulup alana kadar da dönmeyeceksiniz Zehir.” Ayağa kalktığında ayağa kalktık. “Yarım saat içinde çıkıyorsunuz.” “Emredersiniz!”

:):):)

Selamlaaar

Nabersiniiz?

Sizce Atlas neden açığa alındı? Ya da alındı mı? Neler oluyor yahuuuu :)

Bir sonraki bölüm için tarih veremiyorum yoğun bir gündüz hayatım var maalesef. Akşamları da bir tık bitmiş oluyorum ama en kısa zamanda bitirip atmaya çalışacağım.

Bölümden sonra instagram sayfamda buluşalııııım. Tabii hemen öncesinde yorumlarda da buluşalııııım :):):)

Loading...
0%