Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3. Bölüm

@1scintilla

 

 

 

❝𝓃𝓸𝓴𝓽𝓪❞

 

 

 

 

Bölüm 3. KOKUNUN SOLUĞUMDAKİ DANSI

 

Karanlığın koynunda bir labirentte süzüldüğümde duyduğum ürpertici dalga seslerini dinledim. Bedenimde gezinen kuş tüyünün ağırlığını hissederek devam ettim. Su kaynağını işiten kulaklarımdı ancak gözlerim bir türlü görmeyi reddediyordu. Ayağımın altında değen hafif nemli kumların dokusunu hissediyordum.

 

Bir türlü çıkışa ulaşamadığım bu labirentte neyle karşı karşıya olduğumu bilmiyordum. Tıpkı buraya nasıl geldiğimi bilmediğim gibi. Üzerimde salınan beyaz şifon elbisenin etekleri kumlara sürtünürken lekelenmişti.

 

İşte ruhumda da böyle bir leke vardı. Yanlış yerde yanlış elbiseyle bulunduğum için varlığımın dibi tıpkı bu şekilde lekelenmiş, her su değdiğinde ise kirleri daha da yukarı çıkmıştı. Bir kalbe girmek ve girdiğini sanmak arasında korkunç bir farkındalık yatıyordu.

 

Kulağıma dolan yankılı fısıltılar adımı söylerken dalgaların sesini bastırıyordu. Çıkışı bulup bir an önce gitmek istiyordum. İnsan kendi hayatında çıkışı arayıp çıkmak ister miydi? Bu labirent bir metafordu. Hayatımız tıpkı bu şekilde karmakarışıktı. Biz ise ne yapacağımızı bilmiyorduk.

 

Fısıltılar kulağıma daha yoğun dolmaya başladığında korkudan olduğum yerde kalmakla devam etmek arasında kaldım. Bana seslenen kişinin kim olduğunu bilmiyordum. Ya yardıma ihtiyacı varsa ve ben yetişemiyorsam ne olacaktı?

 

Elbisenin eteklerini tek elimle toplayıp koşmaya başladığımda, sese doğru gittiğimden emin değildim. Daha da hızlanıp köşeyi döndüğümde ise tam karşıda gördüğüm karaltı yönümü değiştirmeme neden oldu. Eğer bu fısıltı ondan geliyor ve ben de deminden beri onu bulmaya çalışıyorsam, bana da yazıklar olsun demek istiyorum.

 

Koşarken arkama baktığım için yalpaladığımda yeniden dengede durup devam etmem kolay olmadı. Bu sırada arkamdaki şey gittikçe yaklaştığı için yüzünde olan o çirkin maskeyi gördüm.

 

Yanlış anlayıp anlamadığımdan emin olmak için yeniden arkamı dönmek gibi bir gaflete düştüğümde oldukça yaklaştığını görerek çığlık attım. Var gücümle bağırdığımda ruhumdaki vaveylalar döküldü dudaklarımın arasından.

 

Tökezleyip yere düştüğümde gözlerime doluşan kum taneleri battı canımın ta içine. Artık kaçacak bir yerim kalmamıştı. Maskeli adam da tam karşımda durmuş başını omzuna yatırıp bana bakıyordu. Onu daha dikkatli bir şekilde incelediğimde zarfın üzerindeki sembolün maskenin tam ortasında olduğunu fark ettim.

 

Bu farkındalık yeniden ayağa kalkıp kaçmaya itmişti beni ama bunu anladığında üzerime doğru süzülür gibi atladı. Bacaklarımdan tuttuğunda atacağım en tiz çığlığa kendimi hazırladım. Fakat ağzımı korkunç derecede ayırsam da sesim çıkmadı. Kimseye bağıramıyor ve yardım isteyemiyordum.

 

Yüzümde gezinen kuş tüyünün inanılmaz ağırlığı yeniden bedenimi sardığında derin bir nefes alarak yerimde sıçradım. Terden suratıma ve boynuma yapışmış saçlarımla dehşet verici gözlerle odamın duvarına bakıyordum. Boğazımda oluşan kurak bir çölün tamamını sokmuş gibi rahatsız edici hissin geçmesi için yutkundum.

 

Yan tarafımdan bir bardak dolusu su uzatan ele minnetle bakarak neredeyse tek yudumda bitirdim koca bardağı.

 

"Anneciğim, elinde beni uyandırmak için tuttuğun o tüy bana nelere mal oldu bilemezsin," deyip onu kendime çekip gıdıkladığımda gülmeye başladı. İşte hayatımın tek neşesi duyduğum bu tınıydı, ötesi yoktu.

 

"Günaydın, dın dın dın."

 

"Günaydın oğlum, canımın içi. Gel bir koklayım seni. Neler gördün rüyanda anlat bakalım?"

 

Üzerinde aslan desenli pijamalarıyla yanıma iyice sokulduğunda heyecanlı bakışları beni buldu. "Bir denizatı gördüm. Üzerine binip dıgıdık dıdıgık geziyorduk."

 

"İnanamıyorum, neden benim rüyama da gelmediniz?"

 

"Nasıl gelelim ki anne, sen şaka mı yapıyorsun?"

 

"Şaka yapıyorum kuşum."

 

"Ben kuş değil Bulut'um."

 

"Evet benim bulut yanaklı oğlumsun, ay bir kez daha öpeyim."

 

"Hadi artık sofraya," diye bağıran annemin sesini duyunca, oğlumu kucakladığım gibi kalktım hemen. Birlikte hazırlanıp mis kokulu kızartmanın başına oturduk.

 

Bulut otizmli bir çocuktu. Ne yazık ki ben bunu bir yaşından sonra fark edebilmiştim. Ha konuştu ha konuşacak derken konuşmaması gittikçe dikkatimi çekince bazı eksiklikler olduğunu anladım. Konuşmadığım doktor, klinik, ergoterapist ve psikolog kalmamıştı. Gecelerce yaptığım uzun araştırmaların sonucunda öğrendiğim her şeyi bir uzman kontrolünde deniyor, oğlumun algılarını güçlendirebildiğim kadar güçlendiriyordum.

 

Hafif seyreden bir otizm olduğundan işler benim için daha da kolaylaşmıştı. Şimdi bülbül gibi şakımasını, geceler boyu koridora çöküp sessizce ağladıktan sonra daha sağlam bir şekilde ayağa kalkmama borçluydum.

 

Bebeklerin dünyaya yeni geldiklerini ve her şeyi sıfırdan öğrenmesi gerektiğini unutuyorduk. Her şeyin yanında bir de o yaşta çizgi film izlediğini sandığım düşüncesi işleri baltalıyordu.

 

Kahvaltı masasına yerleşip günaydın dedikten sonra evde kendim yaptığım yoğurdu çektim Bulut'un tabağına. Beslenmesi her şeyden önemliydi. Bağırsak ikinci beyin diyorlardı tüm doktorlar ve biz önce içeriyi temizlemeliydik. Bunun en güvenli yolu paketli gıdalardan uzak durmak ve yapabildiğin her şeyi evde kendin yapmandı.

 

"Bugün okula gidecek misin kızım?"

 

"Evet anne, gitmem gerekiyor."

 

Dünkü siyaha çalan mor zarf gözlerimin önüne gidip geldiğinde merakım yeniden her şeyi kontrol altına almaya çalıştı.

 

"Siz ne yapacaksınız bugün? Şeker iğneni vurdun mu? Lütfen unutma sonra kötü oluyorsun."

 

"Unutmam kızım vurdum. Bugün arka sokaklarda bir park var oraya gideceğiz. Daha az çocuk vardı, hoşumuza gitti paşamla."

 

Otizm, temastan ve kalabalıktan hoşlanmamayı da beraberinde getiriyordu. Bu durumu kırabildiğim kadar kırmış, daha az olan bir insan topluluğuna girmeyi başarmıştık.

 

"Benim bebeğim parka mı gidecekmiş. Orada arkadaş bulup oynayabilirsin," dediğim an yemeyi bırakıp masanın altına saklandı. İstemiyordu...

 

"Aa bu krep de ne kadar güzelmiş. Anneannesi bize gülen surat mı çizdin, inanamıyorum. Bulut'tan önce hemen yemeliyim," deyip yer gibi sesler çıkardığımda yavaşça saklandığı masanın altından çıktı ve parmak ucunda tabağına baktı.

 

Üç yaşına girecekti ve biz birlikte neler yaşamıştık. Geçmiş düşünmek istediğim bir şey olmasa da yine o geçmiş yüzünden babam şu an hapishanedeydi. Başıma gelen şeyi duyduğunda beni şafak sökene kadar kolları arasında uyutmuş, şafak sökerken operasyona gider gibi onun cezasını kesmeye gitmişti.

 

Yaşıyordu, babam elbette katil değildi. Kimsenin yaşam hakkını elinden alacak değildik ancak yaşadığım o günü bana kimse unutturamazdı.

 

Sürpriz yapmak için hevesle geldiğim yuvamdan çaresizce kaçtığım an ölsem bile hafızamdan silinmezdi. Elimde siyah bir kırtasiye poşetiyle, bir parkın ortasında kimsesiz gibi oturmamın hesabını bana vermezdi. Onu dünyam sanmıştım fakat dünyamı başıma yıkmıştı...

 

Kahvaltıdan sonra hızlıca ocağa bir yemek koyup, duş alıp hazırlandım. Bugün yalnızca bir dersim vardı ve o da öğleden sonraydı. Sonrasında çalıştığım mekâna gitmem gerekiyordu çünkü bugün sahnem vardı. Anneme buraya ara ara gittiğimi söylesem de aslında sık gidiyordum, bu dünyada para olmadan yaşayamıyordun.

 

Babamın emekli parası yüksekten yatsa da her yaramıza merhem olmuyordu. Ayrıca oğluma özel hocalar tuttuğum için bir gelir kaynağım olmak zorundaydı. Mesela bazı günler de kafede bulaşık yıkıyordum ancak bunu bırak başkasına söylemeyi kendi içimden bile tekrar etmiyordum ağzımdan kaçırırım diye.

 

Büyük bir çanta alıp içine özenle katladığım sahne elbisemi de koydum. Okulda bu şekilde dolaşmak istemezdim. İstanbul büyük şehirdi, girdiğin zaman seni bir karadelik gibi yutardı. Kimse giyim tarzından yargılanmıyordu elbet ama bu şekilde dolaşmak hoşuma gitmezdi. Patron önce göze hitap etmem gerekiyor demişti.

 

Okula girdiğimde önce etrafı kolaçan ettim sonra ise dolabıma doğru yöneldim. Zarf yine yoktu. Bu anlamsız durum canımı sıkarken dolabın kapağını sertçe kapatıp ilerledim.

 

Amfiye doğru ilerlerken dün akşam Armağan hocayla denk gelişimizi hatırlardım. Armağan hoca sevilen bir adamdı ama bazen soru soracağımız an ortalıktan kaybolurdu. Türk Dili dersini anlatıyordu ve ben maalesef hâlâ ikinci sınıftaydım. Biri bitirdikten sonra dondurmak zorunda kalmıştım ve hemen devam edememiştim. Sonrasında ise Bulut doğduğu için başlayamamıştım. Sonuç olarak işte şimdi buradaydım.

 

Duvar kenarında her zamanki yerime geçip oturdum. İnsanlardan uzak durmamın özel nedeni onlara kendimden bir şeyler veremeyecek olmamdı. Oğlumu bilsinler istemiyordum, hayatımı öğrensinler istemiyordum. Onlar için soğuk nevale olmaya devam etmek istiyordum.

 

Büyük bir sorun vardı ve oda şuydu; babası henüz bir çocuğu olduğunu bilmiyordu. Bunu bilmeyi hak etmiyordu da. Annesini uyuşturucu satın alabilmek için başkasına satmaya kalkışan bir babayı eminim çocuğum da istemezdi. O gece evden kaçtığım andan itibaren onu bir daha hiç görmemiştim, görmeyi de tercih etmezdim. Bir köşede düşüp kalmış olma olasılığı yüksekti.

 

Yanımdan geçip arkama oturan kişinin parfümü bir rüzgâr gibi burnuma çarptı. Her defasında öyle hoş kokuyordu ki derin bir nefes alma ihtiyacı hissediyordum. Bu kişiyi değil, sadece kokuyu beğenmekti. Başımı kaldırıp kimseyle göz göze gelmek istemediğimden bir kez bile olsun yüzünü görmemiştim. Fakat benim yerim nasıl ki burasıysa, onun yeri de bir arka sıramdı.

 

Armağan hoca çekici bir edayla içeri girdiğinde uğultu bir anda kesildi. Çoğu kızın ilgisini çekecek bir karaktere ve tarza sahipti. Üstelik gözlükleri onun sevimli yüzüne yakışıyordu da. Takım elbisesinin kollarını düzelttikten sonra nasıl kullanması gerektiğini bildiği sesiyle hepimizi anında kontrol altına aldı.

 

Sahne sanatlarında bazı derslerin neden var olduğunu sık sık sorgulasam da müfredat ne derse o oluyordu. Tıpkı matematikteki beyin yakan konuların gerçek hayatımızda ne işe yarayacağını sorguladığımız gibi...

 

Sıkıldığım anlarda yaptığım bir hareketim vardı ki bundan asla vazgeçemiyordum. Saç uçlarımı yavaş yavaş okşayıp elime kopup gelen tutamları masanın bir köşesine istifliyor ve her seferinde atmayı unutuyordum.

 

Arkamdan gelen boğaz temizleme sesiyle birlikte ellerim saçımda duraksadı. Sonra bunun neden dikkatimi çektiğini sorgulayıp devam ettim. Tam o sırada ise hafif bir gülüş duydum. Hiç muhatap olmadığım birinin gülüşünü üzerime alınmayacaktım elbette. Saçlarımı omuzlarımdan arkaya doğru ittiğimde, Armağan hocanın aralarda gezindiğini gördüm. Tam arkama geldiğinde dikkatini bir şey çekmiş gibi konuşması duraksamış ancak hemen sonra devam etmişti.

 

Ne vardı bu arkada? Gülünecek bir şey varsa biz de gülelim diyen öğretmen içimde kol geziyordu. Nihayet dersi sonlandırdığında eşyalarımı hızla toplayıp amfiden çıktım. Ilgın'ın benimle konuşmak için ayağa kalktığını görünce daha da hızlanmıştım. İşe yetişmem gerekiyordu ve ona açıklama yapamazdım. Dolabıma son kez bazı eşyalarımı koyduğumda zarfın yerinde hâlâ yeller estiğini gördüm. Artık zihnimde üretip üretmediğimi sorgulamaya başlayacaktım. Ya da büyülü olduğunu? Ah, tamam... büyü diye bir şey yoktur.

 

Otobüse bindiğimde İstanbul'un daha uzak bir yerine gideceğimden iki vesait yapmam gerekmişti. Bu yüzden arada oluşan zaman farkları beni ara ara yıpratıyordu. Yine de görülme ve tanınma riskini almak istemiyordum. Elbette yaptığım işten gocunmuyordum, şarkı söylemek ya da bulaşık yıkamak utanılacak bir şey değildi. Ancak bu okuldan birine denk geldiğinde hakkımda bir ek bilgi edinmiş olurlardı ve bu işime gelmezdi.

 

Harmoni'ye geldiğimde kapının eşiğinde şöyle bir gülümsedim. Patronum saatlerime dikkat ediyor ve bana sıkıntı çıkarmıyordu. Bunda sesimin etkisi ve mekânını beni sevenlerle doldurmamın büyük etkisi vardı. Bu yüzden ders programımı onunla paylaşıyordum ve o da önceden reklamını yapıyordu.

 

Sadece sesime odaklanmamı düşünenleri hiç anlamıyordum. Oyuncu olmak güzel bir şeydi evet ama sesi güzel bir oyuncu olmak sana her zaman avantaj sağlardı. Tiyatro sahneleri benim içindi. Dinlenmek ve sesimin beğenilmesi ruhuma da iyi geliyordu.

 

Hızlıca elbisemin kat izlerini buharlı ütüyle ütülenip hazırlandıktan sonra saçlarımı hafifçe dalgalandırdım. Elbisemi buraya bırakamazdım çünkü kimseye güvenmiyordum. Eve gittiğimde topuz yapmam gerekecekti yoksa anneme bu saçı nerede yaptığımı açıklayamazdım. Bir de saç baş yaptığımı duysa kötü yola düştüğümü sanır ve aklına pavyondan başka bir ihtimal gelmezdi. Oysaki burası canlı müzik bulunan işlek bir kafeydi.

 

Odamdaki küçük dolabın kilidini açıp çantamı koyacağım an gözüme çarpan mor zarfla birlikte geriye doğru gittim. İşte bu ürkütücü olmaya başlamıştı. Biri benimle oyun mu oynuyordu, hem de hiç komik olmayan ve zerre kadar gülmediğim bir oyun. Zarfın üzerindeki çember sembolüne daha dikkatli baktım. Bu kez bu zarfı açıp içinde ne olduğunu öğrenecektim. Tam elimi uzatacağım an içeriden gelen alkış sesleri işimi baltaladı.

 

"Kahretsin ya! Nasıl öğreneceğim şimdi? Yanıma alamam, burada bırakırsam ya geldiğimde giderse? Kim koyuyor bu zarfları dolaplarıma?"

 

Kendi kendime söylenmem bitince el mahkûm kapatıp kilitledim dolabı. Sahneye çıkmam gerekiyordu. Boy aynasından son kez bakarak yüzümdeki meraklı ve tedirgin ifadeyi silmeye çalıştım.

 

Hızlı adımlarla sahneye çıktığımda aldığım alkış gülümsememe neden oldu. Arka planda çalan mesai arkadaşlarıma da selam verdikten sonra hafif bir şarkıyla başladım. Yenilen yemekler beni dinlemek için özenle bekletiliyordu. Gözlerine bakmaktan çekinmediğim insanlar buradaydı. Çünkü kimsenin hayatıma burnunu sokma gibi bir derdi yoktu.

 

Üzerime asla sahne ışığının değmemesi gerektiği konusunda patronla anlaşmıştık. Hangi açıdan bakarlarsa baksınlar yüzümün detayını net bir şekilde göremezlerdi çünkü bir de gözlerimi çevreleyen ir maske takıyordum. Ne yazık ki teknoloji çağındaydık ve herkesin elindeki telefonla beni çekip sosyal medyada paylaşacağını biliyordum. Bu yüzden bu yönteme başvurmuştuk. Işık kısıktı, telefon kamerasında net çıkmazdım, gözlerimde maske vardı ve saçlarım sürekli iki yanımda dururdu.

 

Onların gözlerinin içine korkusuzca bakışımın bir diğer nedeni de buydu işte. Garson elindeki peçeteyle bana doğru yaklaştığında şarkımı yavaşlattım.

 

"Abla bir istek şarkımız var."

 

Onu başımla selamlayıp katlanmış peçeteyi açtım. "Onursuz olmasın aşk" oldukça manidar bir şarkıydı. Eğer bunu "Yatağıma gel" diyerek yazsa asla söylemez buruşturup atardım. Böyle bazı gereksizler aklınca dalga geçtiğini düşünüyor sonra da mekândan kibarca çıkarılıyorlardı.

 

Öyle sınırsız öyle derin

 

Öyle çok severim ki korkarsın

 

Kuruyup çöle dönsem de

 

Pare pare olsam da yenilmem

 

Tam sözleri söylediğim an dikkatle beni izlediğini gördüğüm karşı masadaki adam dikkatimi çekti. Üstelik ona baktığımı anlayınca başını eğerek selam verdi. Şarkıyı o mu göndermişti yani?

 

Hadi hazırım yeter ki onursuz olmasın aşk

 

Ona hafif bir baş selamı verdiğimde ağzımdan dökülüp kulağına çalınan sözcükler bunlardı. Şarkıyı sonlandırır sonlandırmaz daha hareketli bir şeyler söyleyip insanları neşelendirdikten sonra bana ayrılan sürenin sonuna geldim.

 

Hızlı adımlarla dolabıma gidip bir heves ve heyecanla atan kalbimle birlikte dolabımı açtım ama zarf orada yoktu. Ufak bir çığlık ve sinirle dolabın kapağını hırsla çarpıp üzerimi değiştirmeye başladım.

 

Patronun odasına uğrayıp günlük paramı alıp imzamı attıktan sonra geldiğim koridordan yeniden çıktım. Fakat bu kez çıkarken burnuma dolan koku öğlen tekrar ve tekrar bahsettiğim ve hoşuma giden koku oldu. Bu koku bu koridorda ne arıyordu?

Loading...
0%