@1scintilla
|
Ben deliden çok kurnazdan korkarım Cahilden ziyade yobazdan korkarım Bedenimdeki hastalıklardan değil, Adalete düşen marazdan korkarım. Abdurrahim Karakoç Bölüm 11. Ruha Dolanan Yılan Merakın bilinmez kapısını araladığımızda içimizde karşı konulamaz bir keşfetme arzusu olurdu. Bu arzu ya bizi besler ve doğru bilgiye götürürdü ya da o bizden beslenir ve yanlışı tüm şiddetiyle yüzümüze vururdu. Bir cesaretle takip ettiğim papatyaların ardında onu yeniden görmek, hatta mümkünü varsa bir iki kelam etmek suretiyle gelmiştim. Ancak karşımda onu bulamamanın hüsranıyla doldu kalbim. Önümdeki ağaca bir ayakkabı bağcığıyla bağlanmış ve rulo haline getirilmiş bir gazete kağıdı vardı. Tedirgin bakışlarım etrafta gezinirken gülümsememi gizleyemiyordum. Ruloyu bağcıktan kurtardım ama onu elime alırken çekindim. Yine de bağcığı burada bırakmak daha mantıklı geldi. Anlık olarak ayakkabısından söküp çıkarmış olabilirdi ve bağcıksız gezmesi dikkat çekerdi. Gazete rulosunu açtığımda acelece yazılmış satırlar gördüm. Kırmızı ışıltında kayboldu bakışlarım, Ruhumda oluştu bir alev topu, Bu ne güzellik gönlümün koru... A.A.A. Gazete parçasını kalbimin üzerine bastırdıktan sonra yeniden okudum. Allah'ım buna kalp dayanır mıydı? Sevinçten deliye dönecek gibi pır pır ediyordu yüreğim. Hızla yazılan bu satırlar beni görünce mi oluşmuştu? Bu adamın dili ne güzeldi. Tatlı söz yılanı bile deliğinden çıkarırdı gerçekten. Yılan demişken yeniden çevremi kontrol ettim. Her an yengelerim bir yerlerden çıkacak gibi geliyordu. Bir gazete parçası bile anlamlı geliyordu insana. Karşıma bilerek çıkmamış olması, ince düşünceli olmasındandı. Köy yerinde ve özellikle bir düğünde olduğumuz gerçeğini unutmamıştı. Gazete kâğıdını katlayabildiğim kadar katlayıp göğsümün arasına yerleştirdim. Acaba Ali Ata gazetenin son yolculuğunu duysa tepkisi ne olurdu? Tamam, ben iyice arsızlaşmıştım. Adam kırmızılar içinde gönlümü kor gibi yaktın, ateşler içinde kaldım diyor. Ben yolculuk diyorum. Kendi kendime kıkırdarken yeniden kadınlar topluluğunun olduğu yere döndüm. Bu sırada Nevin yengem beni şöyle bir süzmüş ve bir daha bakmamıştı. Eminim yanında olsam bu gülücükler nereden çıktı Piraye Hanım derdi. Artık gitme vakti geldiğinde yeni yeni sakinleştirdiğim kalbim, kapının önünde onu görünce yeni bir zelzeleye tutuldu. O kalıplı arkadaşlarıyla birlikte resmen güven saçan bir pozisyonda duruyordu. Arkadaşlarından bazılarının sigara içtiğini görünce gözlerim hemen onun elini kontrol ettim. Sanki bunu anlamış gibi iki elini birden boşa çıkardığında dudaklarımın içini dişledim gülmemek için. Ayrıca ayakkabılarının bağcığı tamdı. "Hayırlı akşamlar çocuklar." Amcamın sesini duyunca hep birlikte iyi akşamlar dilediler. Ben de yengemin arkasına geçip çaktırmadan utangaç gözlerle yeniden görebilmek istedim onu. Bakışlarımız kesiştiğinde gözlerindeki parıltıyı daha net gördüm. Ancak fark ettiğim bir diğer detay da geçen günkü hekimin Perihan'ı izlediğiydi. Kol kola girip geldiğimiz gibi giderken elim ayağımın zangır zangır titremesine mani olabilmeme sevindim. Buralarda birbirimize notlar gönderdiğimiz duyulursa hiç hoş şeyler olmazdı. Gerçi teknik olarak ben değil, o bana gönderiyordu ama ben de seve seve saklıyordum. Akşam eve gittiğimizde odasına çekilmek isteyenler çekilmiş, kalanlarda çay içme bahanesiyle mutfağa gitmişti. Daha doğrusu yengem beni özellikle çağırmış gibiydi. Çay kaynayıp demini alana kadar üzerimi değiştirip kendimi arındırıp gelmiştim. İnce belli bardağımı dolduran yengeme attığım şaşkın bakışlarım Feride tarafından yakalanınca gülmeye başladı. "Sağ ol yenge, çay dolduranların çok olsun." "Olsun, olsun. Ee nasıldı düğün?" "Dedikodu yapalım diye mi çağırdın bizi anne? Düğündü işte." dedi Zehra biraz da tersler gibi konuşarak. "Evet canım, bir değerlendirme yapalım aile içinde dedim kötü mü ettim?" "Keşke Faruk ve Suat uyuduğunda dizlerimize yatırmasaydınız da biz de biraz eğlenebilseydik. Böylelikle değerlendirecek daha çok şeyimiz olurdu." İşte şimdi derdi belli olmuştu. Kurtlarını tam dökemediği için huysuzluğu üzerindeydi. "Ne güzel kızlar vardı öyle değil mi yenge? Kendinize gelin baktınız mı bari?" "Yok canım bakmadık. Gönlümüzdeki gelin olmadıktan sonra." diyen Handan yengemdi. "Önemli olan senin gönlüne girmesi değil, hayırlı olan olması yengeciğim." "Onu bunu bırakın da çıkarken gördüğümüz o dev gibi çocukları hatırlıyor musunuz?" Nevin yengemin bahsettiği dev gibi çocuklar Ali Ata ve arkadaşları oluyordu. Tedirgin bir şekilde lafın ucu bana mı dokunacak diye beklerken hiç ummadığım bir şey oldu. "İşte o çocukları geçen gün kızlar damında gördüm ben?" Ortamda olan sessizlik nefes seslerimizi arttırdı. "Nasıl yani?" diyen Zehra'ya benim sorum eşlik etti. "Hepsini mi?" "O grup aynı o şekildeydi yine. Ne eksik ne fazla. Ne ayak oldukları belli. Herkesin uzak durması gereken tiplerden. Zaten köye yeni geldiler tanımaz etmeyiz, bir de böyle uçkuruna düştün bir nam saldılar. Evlerden ırak vallahi." dedikten sonra çayını höpürdeterek içti Nevin yengem. Resmen içimize bir kurt salmış, sonra da keyfine bakmıştı. Ben donakalmıştım evet ama Zehra'ya ne oluyordu? Yoksa onunda mı o ekipten birinde gözü vardı? Hatta direkt Ali Ata'da? Saçmalama Piraye, dünyada erkek kalmamış gibi... Kızlar damı dedikleri yer tabiri caizce kötü kadın olarak adlandırdıkları kişilerin bulunduğu yerdi. Para karşılığı öyle işler yapan kişileri bir araya topladıkları evdi. Köyün dışında bulunurdu ve yengem oraya ne zaman gitmişti? Gördükleri doğru muydu? Gizli saklı olması için herkesin geceleri gittiği söylenirdi. Lakin yengem geceleri evden çıkmazdı. Böyle güzel satırlar yazan bir adamın, öyle yerlerde işi olur muydu? Uçkuruna düşkün bir insan olsa bu kadar güzel bakıp hissettirebilir miydi? Yengeme gözüm kapalı inanamazdım ama küçük sinek mide bulandırırdı. Sanki bu konuyla hiç alakam yokmuş gibi çayımı içip rahat bir şekilde odama çıktım. İlk işim eskimiş defterimi alıp hikâyeme ekleme yapmak oldu. Adam bulut özlü kadınına onu bir kor gibi yaktığından bahsediyordu... Kim bilebilirdi bir gün böyle notlar ve mektuplar alıp kendimi bir masal kahramanı gibi hissedeceğimi? Umarım kızlar damı olayı bir yanılmacadır diye düşünüp karamsar bir uykuya daldım. *** Sabah uyandığımda kahvaltıyı yaptığım gibi tarlaya azık götürmekle görevlendirdim. Yengem Gürbüz abiye ayrı, Fatih'e ayrı torba hazırlamıştı. Ancak evden çıkacağımız zaman Feride rahatsızlanınca odasına çekildi ve onun yerine Zehra bana eşlik etti. Bu duruma şaşırsam da sesimi çıkarmadım. Eşeklerin üzerinde tarlaya doğru giderken dünkü olayı yeniden tartıştık. Aramızda olan gizli ateşkes hâlâ sürüyordu demek ki. Artık o gruptan biriyle ilgilendiğine kesinlikle emin oldum. Bizimkilerin yanına gittiğimizde gülümsediler. İnsan yüzü görmedikleri için bize muhtaç kalmışlardı. "Hoş geldiniz. Özledik valla." dedi Fatih elimdeki torbaları alırken. "Bence siz yemek yemeyi özlemişsinizdir." diyerek üzerimdeki topu attım. Gürbüz abi Zehra'ya bakıp "Hayırdır sen buralara gelmezdin?" diye sordu. "Eşekleri özledim ben de. Bir tur atayım dedim fena mı olmuş?" "Yok yok iyi olmuş güzel kardeşim. Böyle bir hayat da var görmüş olursun." Evciğin içine geçip getirdiklerimizi çıkardık. Tarlaların bir kısmına sazlıklardan ve odunlardan oluşan kapalı küçük bir garaj yapılırdı. Burada buna evcik derdik. Ev değil ama evden bozma bir şeyler. Eskimiş malzemeleri buraya getirir çalışmaya geldiğimiz zaman üzerinde soluklanır hatta uyurduk. Aynı zamanda çatısı da olduğu için bizi yağmurdan korurdu. Köşedeki eskimiş sandalyenin üzerinde amcamın kalın montu ve kırma tüfek duruyordu. Babam bana bunu kullanmasını zamanında öğretmişti. Hatta zamanında bir gece biz kalmıştık tarlada ve yaklaşan bir yabancı olursa gözünü kırpmadan vur demişti. Bu sanıldığı gibi kolay bir şey değildi ama çok şükür ki öyle bir durum yaşamamıştık. Getirdiğimiz ayranları içerken Fatih'in gözleri arada bana takılıyor ve değişik sorular soruyordu. Biraz lafladıktan sonra önce Fatih, sonra Gürbüz abi karınlarını tuttular. "Çok mu yedik ne oldu Fatih?" "Bilmiyorum Gürbüz abi, bana da bir şeyler oluyor." Merakla onlara bakarken aynı anda koşup gitmeleri bir oldu. Koşarken de "Sakın gelmeyin, fena şeyler görürsünüz?" diye bağırmayı ihmal etmediler. "Kız Zehra, gelene kadar ayran mı bozuldu dersin?" "Sanmam, diğer günler niye bozulmadı o zaman?" Bilinmezlik içinde onları beklerken artık gitme saatimiz yaklaşıyordu. Ancak beti benzi atmış bir ikili görmeyi beklemiyorduk. "Ne oldu size Allah aşkına?" "Çok kötüyüm, off. Ne vardı yemeklerde acaba?" "Fatih ben bu gece burada duramam." "Ben hiç duramam Gürbüz abi?" "Ee kim duracak ya?" "Kızlar siz dursanız olmaz mı? Biz eve ulaşınca babamları göndeririz." diyen Gürbüz abiye bakakaldım. "Biz nasıl duralım hava kararıyor?" "Daha önce de durmuştun Piraye? Hem tek değilsin Zehra da var. Tüfek orada yaklaşan olursa vur gitsin?" "Piraye bunu yapmak akıl karı değil ama gitmezsem öleceğim gibi hissediyorum. Sabaha bizi bulamazsınız?" "Off, Allah korusun. Ne diyorsun Zehra?" "Ölüp başımıza kalırlarsa ne açıklama yaparız diye düşünüyorum." "Kardeş mi kalleş mi belli değil!" "Aman tamam gidin. Babam size kızarsa üç beş de üzerine ben katar anlatırım, bir güzel dayak yersiniz." "Tam bir bela. Tamam, anladık." "Piraye, tüfeği eline al. Gider gitmez göndereceğim bizimkileri." "Tamam, eşeğin birini alın bari. Sırayla binersiniz ikinizi aynı anda taşımaz." dediğimde öyle yaparak uzaklaştılar. Tek eşek olası bir durumda hem Zehra'yı hem beni idare ederdi. Hava kararana kadar havadan sudan konuşup aklımıza gelen oyunları oynadık. Beş taş oyununu çok severdim mesela. Zehra'ya da büyük bir olgunluk gelmiş olacak ki hiç mızıkçılık yapmadan oynadı. Hava kararınca ise amcamın montunu giyip tüfeği omuzuma sardım ve tarlada dolanmaya başladım. Mahsulü hayvanlardan ve bazı insanlardan korumak lazımdı. Biraz ben biraz Zehra dolandıktan sonra ileride bir ses duydum. Sesi takip ettiğim yönde ise bir karartı gördüm. "Zehra sence şunlar bizimkiler mi?" "Bizimkiler olsa iyi olur, yoksa birazdan sana sarılmak zorunda kalacağım." dediğinde kıkırdadım. Gece hayvanlarının sesi artık beni de tedirgin ediyordu. "Ama amcamlar gelse bir ses vermezler miydi, korkmayalım diye?" "O da doğru. Of bunlar ölmesin diye gidin dedik olan bize olacak ya." "Sakin ol bir şey olmaz. Ben şu tüfekle biraz daha dolanayım bakalım devam edecekler mi?" Başını salladıktan sonra evciğin içine geçip diğer erkek montunu üzerine giydi ve tahtaların arasından karşıdan gelenleri gizlice izledi. Burada bir köpeğimiz de vardı ve aksi gibi ölmüştü. Aradan çok zaman da geçmediği için henüz yerine yenisi konulmamıştı. Elimde tüfekle birlikte dolandığımı gören belirsiz karaltılar oldukları yerde durup bir süre sonra geri döndüler. Yavaşça Zehra'nın yanına gidip "Geri döndüler, kurtulduk." diye müjdeli haberi verecektim lakin Zehra'nın korku dolu gözleri beni buldu. "Piraye yeniden geliyorlar." Kulağıma dolan fısıltı tarlanın etrafını bir kez daha turlamama neden oldu. Bu kez kırmayı omuzuma dayamıştım iyice belli olsun diye. Üzerimizde bulunan erkek montu kaba durduğu için bizim kadın olduğumuzu o mesafeden anlayamazlardı. Çünkü boşta duran çalışmak için getirdiğimiz pantolonlardan birini de geçirmiştim üzerime. Gölgeler yeniden durdu ve arkasını dönüp devam etti. Tüfeği ateşlendirsem dikkat çeker yine gelirlerdi. Bir şey mi oldu bahanesiyle... O zaman neden gelip yolun ortasında durup sonra gidiyorlardı? İçimden bildiğim bütün duaları okurken amcamların biran evvel gelmesini ümit ettim. Acaba Fatih'ler eve yetişebilmiş miydi? Ya yolda bayılıp kaldılarsa ne olacaktı? İllaki bizim eve geri dönmediğimiz belli olur ve aramaya gelirlerdi. Sonsuza kadar burada kalacak hâlimiz yoktu? Zehra'yı kontrol ettiğimde o da iş pantolonlarından birini üzerine geçiriyordu. Geleyim mi diye işaret ettiğinde yerdeki sopayı gösterdim. Onu da tüfek gibi omuzunda tutarsa tehlikeye karşı boş değiliz görünüşü sunmuş olurduk. Kulağımıza dolan seslerden sonra birbirimize attığımız telaşlı bakışma kafiydi, içimizden geçenleri anlamaya. Çünkü gelmeye karar kılmış gibi yaklaşıyordu iki gölge. Üstelik şarkı söyleyerek. Neden bir erkek sesi duydum diye tedirgin oluyordum ben bu ülkede? Herkesin zihniyeti bu kadar kirli olmak zorunda mıydı? Neden gecenin bir vakti kahkaha atarak gezip, bağıra çağıra şarkı söyleyip eğlendiğini sanarak insanları rahatsız ediyorlardı? Zehra koluma girdiğinde artık burada beklemenin bir mantığı olmadığını düşündüm. Mahsulü çalacak değillerdi. Üstelik seslerini biraz dinleyen biri sarhoş olduklarını anlardı. Kızlar damından mı geliyorlardı yoksa? Yollarını mı kaybetmişlerdi? Tedirginlik tüm bedenimi sararken Zehra'yı eşeğe bindirdim. Sonrasında kendim de binerek yavaş yavaş ilerlemeye başladım. Kimse bu saate kadar gelmemişse sorumlusu biz olamazdık ve canımızı sokakta bulmamıştık. Artık iyice yaklaştıklarında onları görebiliyordum. Gömleklerinin ön düğmeleri açılmış elinde iki tane şişe olan serserinin tekiydiler. Üstelik tanıdığım hiçbir simaya benzemiyorlardı. Omzumun üzerinden dönüp baktığımda bir tanesiyle göz göze geldim ve olanlar oldu. "Kızmış lan bunlar?" "Kandırmışlar bizi!" deyip arkamızdan koşmaya başladıklarında yüreğim yerinden çıkacakmış gibi atarken birileri bizi bulsun istedim. Eşeğe deh deyip daha hızlı gitmesini sağlıyordum lakin onlarda artık koşmaya başlamıştı. "Piraye daha hızlı lütfen?" "Yaklaşmayın yoksa vururum!" "Piraye geliyorlar? Ne yapacağız?" "Zehra tamam beni gerip durma. Atarım şimdi seni aşağı." Deh. "Piraye hızlan yetiştiler? Piraye kurbanın olayım, yaptığım her şey için özür dilerim kurtar beni." dediğinde sesindeki o çaresiz tınıyı hissetmiştim. Bana yaptığı şeyler bir yılan misali ayağına dolanıyor gibi hissediyordu. Tıpkı bazı geceler o yılanın benim boynuma dolandığı gibi. Lakin ben onlar gibi değildim. Yüreğim henüz katran karası olmamıştı. "Yaklaşmayın dedim ateş edeceğim!" diye bağırdım arkada doğru nefes nesefe kalmış bir şekilde. "Piraye koşuyorlar yaklaştılar!" İşe o an omzumdaki kırmayı elime alıp arkaya doğru ateşledim. Nedenleri ve sonuçları ne olursa olsun kimse bu gecenin hesabını veremezdi... |
0% |