Yeni Üyelik
13.
Bölüm

13. Bölüm

@1scintilla

Yalnızca içinizdeki iyilikten bahsedebilirim, kötülükten değil.

Çünkü kötülük, kendi açlık ve susuzluğu içinde

azap çeken iyilikten başka ne olabilir ki?


Halil Cibran


Bölüm 13. Kişiliğin Dönemeçleri


Gökyüzüne yayılan siyah perdeyi delip geçen ay ışığı umuttu, heyecandı. Gümüş rengi detayıyla geceye zariflik katan ay, dinginliğini tüm ruhuma yansıtıyordu. Sanki aynaya baksam karşımda iç huzurumu görecek kadar şenlenmişti yüreğim.


Kapım hızla vurulup açıldığında ise kalbimin ritmini yoğun bir telaş sardı. Arkamı dönerek kimin geldiğini kontrol etmek istediğimde aklıma takılan şey; oradan bakılınca karşıdaki büyük ağacın görünüp görünmediğiydi.


Yaşamadan sonucu asla öğrenemeyeceğimiz bazı detaylar vardı ve şu an bizzat o detayların içindeydim. Başımı usulca arkaya çevirdiğimde ise onu görmeyi beklemiyordum.


Belki amcam bile gelebilirdi nasıl olduğuma bakmaya, ancak kızının gelmesiyle yaşadığım şok gözlerime yansıdı. Zehra kapının önünde elinde bir yastıkla bekliyordu.


Gözlerine bakınca kaçırdığı gözleriyle tahmin ettim olacakları. "Piraye uyuyamadım, ben de yanına gelebilir miyim?"


"Gel Zehra buyur. Kapımı güzellikle çalanı geri çevirmem ben."


"Sana yaptıklarıma rağmen mi?"


"Bana yaptıklarına rağmen bu şekilde karşımda durduğun için."


"Teşekkür ederim." dediğinde başı öne eğilmişti. Bu geceden o da çok korkmuştu. Aramızda olan birkaç yaş farkı katlamıştı belki de korkularını.


"Neden annenin değil de benim yanıma geldin?"


"Annem bana çok kızdı Piraye. Onu ilk defa bu kadar çığırından çıkarken görüyorum. Evet bana sarıldı ancak o göstermelik bir sarılıştı. Bunca yıllık annemin bana sarılmasını tanımayacak mıyım?"


"Haber vermedin diye kızdı besbelli. Bir de amcamlar da onlara kızdı."


"Bu öyle bir şey değil. Başka bir şey var bunun altında hissediyorum. Kırk yıllık annemi tanıyamıyorum artık."


"Dedi daha on dokuzuna yeni girecek Zehra."


"Ya dalga geçmesene. Bugün odamda tek kalamadım. Şuraya bir yere kıvrılırım olur mu?"


"Olmaz." dediğimde gözlerini kaldırıp bana hayretle baktı.


"Nasıl, ama içeri gel demiştin?"


"Şuraya bir yere kıvrılamazsın. Yatak kocaman ikimiz de sığarız." dediğimde gözlerinde oluşan duyguları tüm netliğiyle gördüm. Utanç, mahcubiyet, üzüntü hepsi vardı. Evet onunla anlaşamıyorduk ama ben de karşılığını veriyordum. Kanlı bıçaklı olmamıza gerek yoktu.


"Teşekkür ederim, sen bana rağmen iyi bir insansın."


"Önemli değil, nasılsa yarın aramızdaki beyaz bayrağı ucundan tutuşturur, kaldığımız yerden devam ederiz." deyince kıkırdadı.


"Ben artık ateşkes ilan edelim istiyorum. Yaptığım her şeyi kıskançlık ve sinirden yapıyordum. Sen benden büyüksün, alttan al ne olursun? Bugün yaşadığımız olaydan sonra kuvvetli bir lodos beni kendime getirdi."


"Eh, alırım alırım. Bende sana karşılık verdiğim için bu konuları uzatmamıza gerek yok öyleyse. Lakin beni neden kıskandığını anlamadım?"


"Sen çok güzel sevildin Piraye. Bunu söylerken utanıyorum ama ben hep seninle kıyaslandım annem tarafından. Babam senin için de anneme bir şeyler söylediğinde mutsuz olmam bu yüzdendi. Başıma kakıyor her şeyi, bu yüzden de sana karşı öfke doluyorum."


Her şey kalbi kararmış yengemin başının altından çıkıyordu yine. Neden her seferinde oklar onu gösteriyordu? Bu kadının benimle ne alıp veremediği vardı? Madem hareketlerimi kızının başına kakacak kadar beğeniyordu, Zehra'ya neden böyle davranıyordu?


"O adamlar bizi yakalayacak diye çok korktum."


"Ben de korktum Zehra. İki sarhoşla nasıl uğraşırdık, aklım çıktı."


"Eğer tek başıma olsam ne eşek ne tüfek aklıma gelmezdi. Hatta donakalırdım oracıkta. Kendimi kurtarmaya bile cesaret edemezdim."


"Ederdin elbet, herkes yeri geldiğinde can havliyle kaçmayı bilir. Yaradılışımızda var bu."


"Ben bundan emin değilim. Korkağım ben, gelene kadar kurtulduğumuzu değil, annem bana neler der diye düşündüm."


"Annen sana neler diyor Zehra? Konuşmamı ister misin?" dediğim de bu soruyu boş bırakmayı tercih etti.


"Beni kurtardığın için teşekkür ederim. Olur da gelemeseydik şimdi ne hâlde bulunurduk diye düşünmekten kafayı yiyeceğim. O safderun Feride bile kaçmayı akıl ederdi. Ben bu sinsiliğimle-" deyip duraksadıktan sonra ağlamaya başladı.


O an anladım ki Zehra'nın bir sinsiliği yoktu. Arkasında görünmeden duran yengemin çatallı diliydi ona uzanan. Hırslı ve kötü kalpli olması için elinden geleni yapmıştı. Zehra yanımda hıçkırarak ağladığında tüm sözlerinin gerçek olduğuna inandım. Bir anne evladına neden bunu yapardı?


Beni bir düşman gibi gören Zehra, neye dayanarak bu geceyi kollarımın arasında geçirmek istedi? Annesinin verdiği sahte duygulara mı dayanamayacaktı? Yoksa aynı çizginin üzerinde yürüğü kader ortağı olan benimle mi tüm duyguları tatmak istemişti?


O hıçkırarak ağlarken kollarımla bedenini sardığımda düşündüğüm şey bunlardı. Ne olursa olsun, annesi hâlâ yanında olan bir çocuk sevgisiz büyümeyi hak etmiyordu...


İbikli horozun sesi kulağıma dolduğunda bizim için alarm çalmış demekti. Yüzüm ağlamaktan gerilmiş bir şekilde acırken yavaşça yerimden doğruldum. Zehra ise homurdanarak arkasını dönüp uyumaya devam etti.


Elimi yüzümü yıkayıp yeni doğan güneşi yeni aldığım fistanlarımla karşılamak için giyindim.


"Zehra? Günaydın, annen burada olduğunu anlamadan odana git istersen." dediğimde gözleri kapalı bir şekilde ayağa kalktı ve başını salladı. Aramızdaki ateşkesten şimdilik yengemin haberi olmasa iyi olurdu. Kapıdan çıkmaya çalışırken eline akşam getirdiği yastığı tutuşturup göz kapaklarını yukarıya kaldırdım.


"Düşme giderken aç artık gözlerini." dedim ama kapıdan çıktığı gibi geri kapattığını çarptığı duvarla anladım. Eh, günah benden gitmişti...


Perihan IRAZ


Hayat yolculuğunda nereye eseceğini bilemeyen bir rüzgâr gibi hissederdim bazen. Rüzgâr tıpkı bir çekirdeği savurduğumuz gibi savurur, zamanla çeri çöpü üzerimizden atmamıza yardım ederdi. Ancak atamadığım bir çöp vardı ki başımda, tüm çöplere bedeldi.


Şaziye...


Babamın ikinci zevcesi. Şehir dışında yaşadığı günlerden birinde koluna takıp getirdiği gibi bizi aleme rüsva eylemişti. Annem bu kadar çocukla birlikte bizim kahrımızı çekerken üzerine gelen kumadan sonra hayata küstü, dolayısıyla bize de. Hangi kadın kabul ederdi ki ikinci bir kadınla yaşamayı?


Babam film artisti gibi cevval bir delikanlıydı lakin mayası bozuktu. Her şehir dışına gittiğinde yeniden birini koluna takıp gelecek diye korkuyordum.


Annem o günden sonra bir müddet daha durup ardından pılını pırtını toplayıp ebemin yanına gitmişti. Bende ara ara onları ziyarete giderdim. Annem küçük kardeşlerimi yanına almış ancak beni o eve sığdıramamıştı. Belki babama en çok benzeyen benim diye yüzümü her gün görmek istemiyordu. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey oldukça müşkül bir durumun içinde kaldığımdı.


Oraya gittiğimde beni kibarca kovduğu için anneme çok gücenmiştim. Ben de onun evladıydım. Yaptığı ayrımcılık değil de neydi?


Şaziye daha genç diye onunla anlaşmam beklenilmişti bir de utanılmadan. Beni ailemden koparan ve başıma analık diye gelen bir kadınla nasıl anlaşabilirdim? Üstelik beni kullanmaya çalışırken.


Rol yapan kevaşenin tekiydi. Babam işe çıktığında meydanda salına salına gezer millete göz süzerdi. Eh, bu da babamın aldığı ahlardan biriydi.


Annemin annesine Miğrem ana nene derlerdi. Annemi o vaziyette görünce yol boyunca ettiği dualarla babam nasıl hâlâ ayakta kaldı bilmem. Şaziye'yi böyle görse mutlaka babamın boynuzlarına da iki kelam laf ederdi.


Şaziye elindeki testilerle horoz öter ötmez tepemde bitti. "Can Perihan, bal Perihan. Şunları doldur da getir Perihan.


"Sen nereye böyle?"


"Şöyle bir dolanıp geleceğim."


"Kara devem mor köşek, al basmadan yün döşek, kız buradan geçme, senin yayların gevşek."


"İlahi Perihancığım latife ediyorsun." diyerek eteklerini tutup süzülerek ayrıldı bahçeden. Elime testileri aldığım gibi çeşme başına gittim. Köy yeni uyandığı için henüz sessizdi. Çeşmeden akan buz gibi suyla elimi yüzümü tekrar yıkadım. Sonra da avucuma doldurup içtim şifa niyetine.


O sırada çeşmeye gelen küçük hayranım çok beklemesin diye sıramı ona verdim. "Pek de güzel iyi kalplim. Biraz daha bekle, Evleneceğim ben seninle." demesiyle kıkırdayarak ona da bir mani okudum.


"Karşıda kara çalı, kararıp durma çalı, ben sana varır mıyım, sümüklü sıraçalı..."


Bu sırada köşede elini yüzünü yıkayan çocuk bana dönüp dil çıkardı. "Bekle sen bekle, hele bir büyüyüm ben, o zaman görürsün sen."


"Olur ciğerim beklerim burada öylece, büyü de gel sen." dediğimde arkamda bir hareketlilik hissettim. Elim başımdaki ince örtüye giderken hafifçe toparlandım.


"Sabah şerifleriniz hayır olsun Peri Hanım?"


"Sağ olasın hekim bey senin de. Adım Peri değil, Perihan." dediğimde ağzında bir şeyler geveledikten sonra "Sıhhatiniz iyidir inşallah?" diye sordu.


Ne sorup duruyordu bu adam? Gerçi bu mesleği icra ettiği için soruyor olabilir, sakin ol Perihan. Ona yandan bir bakış attığımda gök gözleriyle karşılaştım. Sonra ise hemen çektim gözlerimi. Bir gören olursa yanardım.


"İyi çok şükür."


"Arkadaşınız nasıl? Dün gece ziyadesiyle korkmuştu." dediğinde gözlerimin odakları yeniden buldu. Ne anlatıyordu bu gök gözlü hekim?


"Ne arkadaşı? Neden söz ediyorsunuz?"


"İşte geçen gece çarşıdan dönerken yanınızda olan arkadaşınız?"


"Niçin korktu ki dün gece, ne oldu?"


"Hay Allah, sizi telaşlandırmak istemezdim. Böyle de gıybet yapıyor gibi olduk?"


"Başına bir iş mi geldi, onu tedavi mi ettiniz?" diye telaşla sordum. Piraye bu ahir dünyada benim tek yoldaşımdı. Varlığıma anlam katan pamuk gibi bir insandı. Aynı yerden kanadığımız yaralarımızı birlikte kabuk bağlatıp, yine birlikte o kabuğu söküp atmıştık.


"Rica edeceğim telaş etmeyin. Dün sağlık durumu gayet yerindeydi. Lakin siz yine de bir kontrol edin isterseniz?"


İsterdim elbet. Hep en son ben öğreniyordum olanı biteni. Telaşla testileri tam dolduramadan alıp arkamı döneceğim zaman ayağım takıldı. Hekim Bey kolumdan tutmasa testilerle birlikte mabadımı da kırmam an meselesiydi.


"Evhamlandınız ancak önemli bir durum şu an için yok, dikkat edin lütfen. Sizin için endişeleneceğim yoksa."


"Teşekkür ederim." dedikten sonra kolumu kurtarıp devam ettim yürümeye. Köy sessizdi ama yerin gözü kulağı her şeyi vardı.


"Peri hanım? Bu size mi ait?"


Adımı söyleyip duraksadıktan sonra benim de adımlarım duraksadı. Sanki horozlar ötmeyi bir anlığına bırakıp dünya sessizleşti ve hekimin sesi çınladı kulağımda. Peri Hanım derken Perihan'ım diye bir sahiplik eki getirdi sandım diline. Peki bu beni neden duraksatmıştı? Şaşırmış mıydım?


Omuzumun üzerinden dönüp baktığımda elinde gümüş bir yüzük tuttuğunu gördüm. Hay Allah şimdi de yanlış anlaşılacak bir pozisyonda duruyordu. Bana ne oluyordu peki böyle? Elinde tuttuğu yüzüğü bana doğru gösteren adama neredeyse gülecektim, kendini zihnimde bu duruma düşürdüğü için.


"Hayır hekim bey, kullandığım bir yüzüğüm yok."


Hay ben senin aklına Perihan, adama öyle denir mi? Benim değil de geç. Ne ima ediyorsun? Gök gözlü hekimin dudakları kıvrılır gibi olunca bir daha arkama bakmadan evin yolunu tuttum.


Yolda gördüğüm herhangi bir şeyi iyilik kisvesi altında bile alamazdım. Yeminim vardı. Zihnim geçmişin tozlu raflarında gezindiğinde tarlada çapa yapıyordum. Daha doğrusu öylece oynuyordum. Küçüktüm daha.


Sonra oyduğum taşın altından parlayan bir şey gördüğümde çok heyecanlandım. Deştikçe deştim toprağı. Aynı taşın bir farklı rengini daha bulunca dünyalar benim oldu. Bunlar yüzüktü, birden bire iki tane yüzük sahibi olmuştum. Üstelik daha dün kendime yapraklardan yüzük yaparken.


Yüzükleri bulunca hemen geçirdim iki parmağıma da. Akşama kadar hop oturdum hop kalktım ve neşe içinde gezdim evde. Neşem bir gün sürmedi bile. Yattığım sıra Şaziye gelip yüzüklerimi parmaklarımdan çıkarmaya çalışınca çok ağladım, çırpındım lakin kurtaramadım.


Görgüsüz bir aptal gibi bir çocuğun parmağındaki yüzüklere kalmıştı. Belki hevesini alınca takip geri verir sansam da bir daha o yüzükleri göremedim.


Çünkü Şaziye o yüzüklerle beraber bir çocuğun sevincini, umudunu ve azmini de satmıştı...


Piraye Maral


Evdeki telaş Fatih ve Gürbüz abinin iyileşmesi için devam etti. Handan yengem bugün mutfağa oğlu için girmişti. Onu o hâlde görünce gözlerindeki o telaşı hissetmiştim, Nevin yengemin aksine.


Menüde mantılar, sarmalar, katmerler cirit atıyordu. Katmer tatlısını da pek severdim. Bu yüzden yengem yazarken bir koşu gelip yardım ettim. Sarmal şeklinde doladığımız katmerleri kızgın yağa atıp kızarttıktan sonra, üzerine şerbetini gezdirdim.


Nevin yengem de Gürbüz abiye patates haşlayıp götürmüştü. Midesini bozduğu için anca düzelir diyerek...


Gün içerisinde Feride abisinin yanından ayrılmazken, Zehra depresyonda gibi odasından çıkmamıştı. Eh Faruk ve Suat'ı da okuldan almak bana düşmüştü. Oldukça kalabalık bir yoldan geçeceğim için panik yapmayı bırakarak yürümüştüm yolda. Yine de etrafı kolaçan etmeden duramadım.


Mektebin önüne geldiğimde çocuklar beklediği ağacın oradan ayrılıp koşarak üzerime geldiler.


"Durun durun sizi haylazlar. Yıkılacağım şimdi milletin ortasına."


"Piraye ablacığım keşke hep sen gelsen de şu neşe saçan yüzünü görsek."


"Evet güzel Pirayecik, bize gidene kadar masal da anlatırsın değil mi?"


"Anlatırım elbette, sizi kıracağıma kafamı kırarım benim güzel çocuklarım."


"Biz senin çocukların değiliz ki..." deyip kıkırdadıklarında onları gıdıklamak için koşturdum. Çığlık ve kahkaha eşliğinde kaçmaya başladılar. Çocuk sevindirmek bu kadar kolaydı işte.


İleride duraksadıklarında yoruldular sandım. Ancak okulun köşesinde duran macuncuyla anladım asıl sebebi. Adamcağız ekmek parası kazanmak için bilerek okul çıkışına geliyordu. Kimde var kimde yok diye ilgilenmiyordu hâliyle.


Suat ve Faruk bana bir göz atıp yavaş yavaş yürümeye başladılar. Alamayacağını düşünmüş olmalılardı. Biriktirdiğim paraya kıyıp kendime bir kurabiye bile almak istemiyordum lakin çocukların gönlünün kırılmasını hiç istemezdim. Adı üstünde çocuktu onlar. Bir şeker için yerinde zıplayıp babasını çekiştiren Piraye geldi gözümün önüne.


Bu yüzden yanımda ne olur olmaz diye yedekte taşıdığım paramın bir kısmını çıkardım. Elbisemin kollarına gizli cepler dikerdim hep. Cebi olmayanları ise meme banka yollardım. Kendi düşünceme gülerek seslendim çocuklara.


O umut ve heves dolu bakışları görmek dünyanın en güzel hissiydi işte. Milyonlara değişilmezdi.


Macuncunun yanına gittiğimde "Hangisinden istiyorsunuz bakalım?" diye sordum.


"Piraye abla ablan bitmesin, biz istemedik ki senden?"


Dilleri değil ama gözleri istemişti bir kere. Yanlarına yaklaşıp fısır fısır konuştum. "Sanırım çocukluğuma dönmek istiyorum. Canım çok çekti. Ben tek yersem ayıp olur lakin birlikte yersek dikkat çekmeyiz."


Söylediklerimle heyecanlanıp hemen işaret ettiler istediklerini. Parasınu ödeyip neşeyle evin yolunu tuttuk.


"Annenize söylemek yok ha! Bu sır bizim takım arasında sadece."


"Ne takımı Piraye abla?" dedi Suat bir taraftan macunu yalarken.


"Biz üçümüz bir takımız işte. Henüz isim bulmadım onu da siz bulun."


"Buldum Şen Şakraklar olsun. Bir araya gelince gülüp duruyoruz hepimiz." dedi Faruk.


"Anlaştık o zaman. Takımımızın adı Şen Şakraklar takımı."


Ellerimizi üst üste koyup havaya atarken dulağıma çalınan şeyler gülüşüm duraksadı.


"Maral'lara mı misafir geliyormuş akşam? Bu kızın daha ruhu çocuk, ver önüne bir top koşturur durur akşama kadar."


"Geliyormuş ya, bırak topu mopu. Bir yemekler yaparmış parmaklarını yermişsin, öyle dediler."


"Kendisi de pek güzel maşallah, kim gidiyormuş görücüye acaba? Amcası bu sefer verecekmiş diyorlar?"


Elimdeki bitiremediğim macun yere düştüğünde duyduklarıma inanamadım. Yine mi kandırılmıştım? Yoksa bu kadar olayın üzerine bir de dedikodu mu çıkarıyorlardı?


Hayat çizgimin üzerinde artık doğru düzgün yürüyemez olmuştum. Çünkü artık her an, o çizgi bir ipe dönüp boynuma dolanabilirdi...

Loading...
0%