Yeni Üyelik
16.
Bölüm

16. Bölüm

@1scintilla

Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.


Mevlânâ


Bölüm 16. Ocağımın Çatısı


Ruhum sisli bir gökyüzünün ardına saklanan bulutlar gibiydi. Her yanımı esir alan bu duygunun adı çaresizlikti. Bu öyle bir duyguydu ki yapmam dediğin şeyleri yapar, olmam dediğin kişi olurdun.


Çaresiz kaldığım için en fazla ne kadar ileri gidebilirdim?


Odama en yakın olan oda Zehra'nın odasıydı. O da kendi derdinden beni zinhar duymazdı. Feride uyandırmak için gelmese belki de odamın kapısını kimse çalmazdı. Bu evde kendimi güvende hissettiğim tek kişiydi o.


"Uyanmadın mı hâlâ uykucu?"


"Piraye abla? İyi misin? Piraye abla?"


Sonlara doğru çıkan endişeli sesiyle birlikte önüme geldi. Işıltısı solan gözlerimle kımıldamadan ona bakınca sanırım öldüğümü sanıp ağlamaya başladı. Daha fazla korkmasın diye ses çıkarmaya çalıştım. Gözlerim bir süredir kapanmıyordu.


"Sus."


Susmadı ve yaşıyorsun diye daha çok ağlayıp bağırdı. Sonra o pislik yığınına aldanmadan kucakladı beni. "Çok korktum, Piraye abla. Sana bir şey oldu diye çok kortum. Ne oldu böyle? Niye bu hâle düştün sen?"


"Feride?"


"Söyle, söyle ablam. Feride'nin canı kurban olur sana."


"Bana Perihan'ı bul."


Kollarının arasında salladığı bedenimi yavaşça yere bıraktı. Eliyle göz yaşlarını silerken bu ailede birine daha güvenemeyeceğimi vurgulamış oldum. Elin yedi kat yabancısı sana merhem oluyordu. Feride başını sallayarak ayağa kalktı ve gitmeden başımın altına ufak bir yastık koydu.


Elim kolum tutmaz bir şekilde olduğum yerde yatarken kapımın yeniden açıldığını hissettim.


"Ay doğar ayazlanır, gün doğar beyazlanır, bizim tembel Piraye, uyanmaya nazlanır."


Tüm neşesiyle içeri giren can yoldaşıma ardım dönüktü. Adımları duraksayınca solan gözlerini görmediğim için şanslı hissettim. Kısık sesle adımı mırıldandığında ise tepki veremedim.


"Piraye'm, dut tanem, ne oldu sana? Mideni mi üşüttün?"


"Perihan, beni yıkar mısın?" dediğimde olduğu yerde donakaldı. Gözleri anında bedenimde dolandıktan sonra duyacaklarından korktu. Biliyordum telaş tüm yüreğini sarıyordu ama o gözlerini açıp kapattığında duyguları geri plana attı. Kapıyı yeniden açıp Feride'ye seslendi.


"Feride güğümlerle sıcak su getir buraya?"


Yeniden yanıma geldiğinde beni doğrultup kaldırmaya çalıştı. Hamam damının içine beni güç bela taşıdıktan sonra üzerimdeki elbiseden kurtuldu. Altımdaki taytımı ve atletimi sıyırdıktan sonra iç çamaşırlarımla kaldım ortada. Oysa ne hevesle giymiştim o elbiseyi.


Feride iki koca güğüm su getirdiğinde Perihan ılıtarak dökmeye başladı başımdan aşağı. Sessizce durup bedenimden akan suyun yolculuğunu takip ettim. Perihan sabunu bir güzel köpürtüp sürdü her yerime.


İnsanın ruhunun yorulması bedenine bu şekilde mi sirayet ediyordu? Bitik bir vaziyetteydim. Su bedenimden akarken boş öğürtülerim devam etti. Perihan bir bebekmişim gibi ilgilendi benimle.


Yüreği de kendi gibi güzel arkadaşım tek soru bile sormadı. İnsanın karşısına çıkmasını isteyecek yegâne bir dosttu kendisi.


Havluyu bedenime sardıktan sonra temiz çamaşırları alıp geldi. Bir müddet arkasını dönüp iç çamaşırlarımı değiştirmemi bekledi. Zorlanarak da olsa başardım. Gece siyahı saçlarımı havluyla nazikçe kuruttu, taradı, ördü. Sonra üzerinde tüm sevgisini akıtmak için bir öpücük bıraktı.


Birlikte yatağa geldiğimizde yorganı üzerime çekerek sımsıkı sarıldı. İstediğim tek şey onun desteğiydi, anaç duygularıydı. Bir anneye sarılmayalı uzun zaman olmuştu.


Suskunluğumuz duvarlara ve odanın içindeki eski eşyalara çarparken kapı yeniden açıldı. Feride sıcak bir tabak çorba bıraktı tepsiyle. Yanına da Perihan için dürüm yapıp koymuştu. Sabahın kör saatinde onu buraya çağırmak zorunda kalmıştım doğru. Zaman kavramım silindiği için bilemedim.


Sonra da odadaki kilimi o şekilde toplayıp camları açıp çıktı. Odadaki yoğun kasvetli koku yavaşça dağılmaya başladığında Perihan'ın gözlerinin içine baktım. Kahverengileri şefkatin her tonunu gösteriyordu bana.


"Artık burada kalamam Perihan." dediğimde sorgulamadı bile. Çünkü altından çıkan şeylerin korkunçluğunun boyutunu hissetmişti.


"Nereye gideceksin dut tanem? Senle ben, iki dilhun, bu hayatta gidecek başka yerimiz yok diye buradayız biz. Birbirimizin yoluyuz, o yolda açan çiçeğiyiz."


"Bir şey var aklımda onu yapacağım."


"Ne?"


"Şimdi söylesem olmaz diyebilirsin, yapınca görürsün."


"Piraye eğer kendine en ufak bir zarar verirsen arkandan gelirim görürsün."


"Yok öyle değil, bunu yapsam yapardım o gece zaten. Lakin annem bana çok darılır. Yeniden buluştuğumuzda gönlünde yara olmak istemem. Onu rüyamda gördüm dün biliyor musun? Bunca zaman sonra ilk defa hem de."


"Piraye'm bu çok güzel bir haber. Ne dedi sana konuştunuz mu?"


"Bahar senin için geldi artık kızım dedi. Verdiğin kararın arkasında durma zamanı, hayatına korkmadan yön ver dedi. Artık çekinmeden yeni adımlar atmanın zamanı dedi." Yeni adımları atmanın zamanı derken elinde bir çift kırmızı papuç tutuyordu ama bunu o an söyleyemedim. Annem rüyamda ayakkabılarımı yeniden bana uzatırken gülümsüyordu. tıpkı babam gibi. Dimağımdaki gülümsemesinin yerine yenisi aldığı için o kadar mesuttum ki artık benim için istedikleri o yeni adımı atma zamanıydı...


OLAY GECESİ...


Arkamda Ali Ata'nın sesini duyduğumda kulaklarıma kadar kızarmıştım. Mesleğini duymadığım anlar zihnimde birbirine çarparken, polis olması işleri çıkmaza sokmuştu benim için.


Kim görev başındayken bir hırsızlık vakası için gelip gönül serdiği kadını görmek isterdi ki? Pamuk şeker çaldığıma inanamadığı için mi konuşmamıştı benimle tekrar? Uyukladığım o süre içinde getirdiği örtüyü üzerime sıkıca örttüm. Yanına bıraktığı pamuk şeker beni daha da utandırdı. Lakin yüzsüzlük müdür bilmem hiçbir şey olmamış gibi açıp yavaş yavaş yedim tüm şekeri. Sonra bir ara yeniden daldığımda ise tıpkı benimkiler gibi bir çift yün çorap gördüm köşede, ayaklarımın üşüdüğünü anlamış gibi...


Günlerdir o evde zor kalmıştım. Duvarlar üzerime gelmişti. Bir şey duymamış gibi davranıp ruh gizi gezmek oldukça zordu. Herkes Fatih yüzünden böyle davrandığımı düşündüğü için umursamadı. Amcam da bizzat gelip sorduğunda zoraki bir gülümsemeyle sorun yok demiştim. Sorun vardı, sorun yıkımdı, felaketti.


Sessizliğin içinde paslı demirlere çarpan bir melodi duydum. Sonra bir sazın, ozanının elinde olduğunu belli eden melodi devam etti. Gözlerimi kapatıp ruhuma huzur veren sözleri dinlemeye çalıştım. Ancak o sözlerin Ali Ata'dan çıkacağını bilemedim. Kalbimi saran sevda kuşu içimi anında hoş etti. Isınmak için örtüye bile ihtiyaç duymadım o an.


Neden garip garip ötersin bülbül/ Yoksa sen de bahtı karalı mısın/ Bilmem feryat edip coşarsın bülbül/ Sen de benim gibi yaralı mısın?


Bu derdin elinden oldum biçare/ Aradım derdime bulmadım çare/ Yüreğimde vardır bilinmez yare/

Sen de yüreğinden yaralı mısın?


Halk ozanı Neşet Ertaş'ın türküsünü söylemeye başladığında gözlerimden akan sessiz yaşlar karıştı beton zemine. Bu türküyü Neşet Ertaş'ın babası yazmış o seslendirmişti. Öyle güzel dokunuyordu ki yüreklere...


Evet Ali Ata, bende yaralıyım yüreğimden. Başka çarem kalmamıştı ne olur anla beni. Sana gelsem bir yolunu bulurdun elbet, lakin senden resmi bir adım almadıkça gelmem beyhude bir çaba olurdu. Ali Ata, canıma tak etti artık anlasana...


ALİ ATA ASLANBOĞA


Aniden ortaya çıkan bir sürpriz yüzünüzü güldürmeliydi öyle değil mi? Lakin zihnimde ilginç bir anı deneyimleyip tanıklık ettim.


Yeni ve garip bir vaka geldiğini söyleyerek beni çağıran amirimin yanına gittiğimde yaşadığım sarsıntıyı kimse görmedi. Zehir gözlü sevdiğimin, arkası bana dönük olsa da hemen tanıdım onu. Kısacık bir an beni ziyarete mi geldi diye düşünsem de bundan hemen vazgeçtim. Buralarda böyle şeyler olmazdı ve duyulursa çok üstüne giderlerdi.


Sessizce dinledim olanı biteni. Suçlandığı şeyi duyduğumda kaşlarım öyle havaya kalktı ki inanamadım. Bu neydi şimdi? Pamuk şeker çaldı diye mapusa mı atacaktık? Bunu niye yapmıştı?


Onu en son evlerine gittiğimiz gün görmüştüm. Sonra yine pazarda ve civarlarda gezindim lakin hiç denk gelemedim. Ne olmuş olabilirdi bu süre zarfında?


Pamuk şeker çalmanın rüsva bir hareket olduğunu hafif alaylı bir dille söylediğimde amirimin bıyık altı gülüşünü gördüm. Olayı umursamamış olacak ki ona böyle yumuşak bakıyordu. Sesimi duyduğunda başını havaya kaldırıp omuzlarını genişletti.


Daha önce ona hangi mesleği icra ettiğimi söylememiştim, o da sormamıştı zaten. Şaşırmış mıydı beni burada görünce, benim şaşırdığım gibi?


Zehir yeşili gözleri ardını dönüp bana bakarken harelerinde korku da gördüm. Ne sanmıştı ki, pamuk şeker çaldığı iddia ediliyor diye onu gönlümden silip atabileceğimi mi?


"Önden buyurun lütfen." dediğimde önüme düşüp bir suçlu gibi başını yeniden eğdi. Oysa o baş asla öne düşmemeliydi. Onu bu soğuk yerde, parmaklıkların ardına koyacak mıydım gerçekten? Şimdilik başka çarem yoktu. En azından Çıdamlı buradayken. Onunla sürekli sürtüştüğümüz için birine yaptığım ufak bir iyiliği bile göstermezdim. Hele ki gözümün nuruna dikkatleri hiç çekemezdim.


Anahtarla kilidi açıp yeniden kapattığımda çıkan o tok ses zihnimizde yankılandı. Şimdi yüzünü göremezdim, görürsem kıyamazdım. Geldiğim hızla ayrıldım oradan.


Yeniden bakmaya geldiğimde ise başını kirli duvara yaslayıp uyuduğunu gördüm. Huzursuz bir uykunun içinden onu çekip alamadan getirdiklerimi köşeye bırakıp çıktım.


Mesainin bitmesine ve Çıdamlı'nın çıkmasına az kalmıştı. Bir koridor ileride parmaklıklar ardına ellerimle koyduğum sevdam vardı. Köşedeki sazımı alıp sesimin ona gideceğini bilerek yaktım türküyü bozkırın tezenesinden. Ciğerimiz, gönlümüz yanmıştı, uğruna bir türkü de yakardık elbet.


O benim kalbimin parmaklarını açıp içeri girmişti, ben onu gerçek parmaklıkların ardına göndermiştim...


Yeniden gittiğimde örtüyü üzerine çekmiş kararlı bakışlarla zemini izlerken buldum onu. Mesai saati değiştiği için karakol çok yoğun değildi. Adım seslerimi duyduğunda önce postallarımla bakıştı. Sonra yavaşça yüzüme çıktı yeşil hareleri. Utangaç bir şekilde gözlerini kaçırdı ama dayanamayıp yeniden tutundu göz bebeğime, benim göz bebeğim.


Belimde şıngırdayan anahtar destesini alıp asma kilidi açtım. Demir parmaklıkları da araladım lakin gelmeye cesareti yoktu. "Gel." dedim aynı zamanla başımla da onaylarken.


Bir gel lafıma hemen böyle ayaklanacak mısın Piraye? Gönlüme de ben gel dedim diye mi geldin böyle hevesle?


Elindeki örtüyü katlayıp özenli bir şekilde koyduktan sonra ürkek adımlarla geldi kapının ağzına. Gözlerime uzun süre bakamıyordu. Alacağını alıp hemen kaçırıyordu o bakışları.


"Nereye hapishaneye mi?"


Gözlerine bir müddet ciddi mi diye baktım. Ciddiydi. Gemileri gerçekten yakmış olacak ki pamuk şeker çalıp hapse girmeyi düşünmüştü? Ne yaşadın Piraye? Kim kopardı benim papatyamın yapraklarını?


Adımlarımın tam karşısında durunca çekilmedim. "Hayır."


"Nasıl? Şikayetçi olmadı mı? Öylece çıkıp gidecek miyim buradan?" Sözcüklerin tesirine inanırdım. Bu sözcüklerin arkasında yatan bir korku vardı.


"Hayır."


"Üzgünüm, anlayamıyorum."


"Üst kata, odama çıkıyoruz Piraye. Burada yeteri kadar üşüdün."


"Ama ben suçluyum."


"Ben de bir mahkûmum. Senin mahkûmun, bunu dert ediniyor muyum?" dediğim an sanki soğuk yerine sıcak hava üfleniyormuş gibi al al oldu sevilesi yanakları. Elimle çıkmasını işaret ettiğimde bir adım sonrası nezaretin dışıydı. Özgürlüğüne gidecek yolda duraksıyor ve bu durum canımı sıkıyordu.


Sol tarafımda bir adım gerimden gelirken bir kuzu gibi beni takip ediyordu. Odamın kapısını açıp geçmesi için geri çekildiğimde gözleri kapının yanında duran isimliğe takıldı. Komiser Ali Ata Aslanboğa.


Döner koltuğa oturmak yerine daha rahat hissetmesi için masanın önündeki deri koltuğa oturdum. Elimle karşıma davet ettiğimde sakince geçip oturdu. Çevirmeli telefondan numarayı çevirip bağlanmasını bekledim.


"Oğlum söylediklerimi odama getir."


Sessizlik aramızda büyüyüp yeniden sönen balon gibi geçerken odamın kapısı tıklandı.


"Gel."


Kantinden verdiğim siparişler içeri girerken kokusu tüm odayı sardı. Karnı acıkmıştı ve bunu havayı koklayarak da belli etti.


"Afiyet olsun komiserim."


"Sağ ol oğlum çıkabilirsin."


Baş başa kaldığımızda tepsiye bakmaya çekinir gibi etrafı inceledi. "Başlayabilirsin afiyet olsun. Soğutmadan ye lütfen."


"Bunlar benim için mi?"


"Elbette. Acıkmış olmalısın."


"Teşekkür ederim." dedikten sonra çorba kasesinin ağzını açıp içmeye başladı. O kadar iştahla yiyordu ki bir dakika içinde neredeyse bitirdi çorbayı. Sonrasında ara vermeden diğer tabaktaki tavuklu pilava geçti. Arada salatayı çatallayıp ekmeği koparıyor, ardından yeniden pilava dönüyordu.


Bakışlarımdaki tebessümüm hiç solamadan yemeğini bitirmesini bekledim. Ağzını peçeteyle silip suyunu içtiğinde gözü masanın üzerindeki çalar saate değdi gözleri. Sonra utanır gibi gözlerini kaçırdı.


"Çok mu hızlı yedim? Sen neden yemedin?"


"Ben aç değilim daha önce yemiştim sağ ol." Hızlı yeme konusuna değinip onu utandırmak istemiyordum zira dakikalar içinde her şeyi silip süpürecek kadar acıkmıştı.


"Gelelim asıl konumuza? Neden buradasın Piraye?"


"Ben... Suç işledim ve cezamı çekmeye geldim."


"Neden suç işledin?"


"Başka bir polis beni sorgulasa olur mu?" diye sordu incecik sesiyle.


"Neden, benden rahatsız mı oluyorsun?"


"Yoo, hayır."


"Öyleyse?"


"Utanıyorum Ali Ata."


Yeniden adıma hitap ettiğinde bedenimi bir ürperti tuttu. Bu isim dudaklarından her döküldüğünde çarpılacak mıydım? İşimiz yaştı.


"Neden utanacağın bir şey yaptın öyleyse?"


Sessizlik. Ne söyleyeceğini bilemiyor. Karşımda zor durumda kalırken onu nasıl yumuşatacağımı bilemiyorum.


"Bana tüm gerçekleri olduğu gibi anlat ki sana yardım edebileyim?" dedim yumuşacık bir sesle, ürkütmeden.


"Ben..."


"O evde ne oldu da sen böyle bir şekilde kaçmak istedin Piraye? Ne yaptılar sana?"


"Anlatmasam olmaz mı Ali Ata? Beni hapishaneye göndermeyecek misin?" Böyle tatlı tatlı Ali Ata dersen gideceğin tek yer kalbimin içi olabilir.


"Hapishane yaşamı hakkında ne düşünüyorsun? Oraya seni hemen gönderecekler mi sence?"


"Göndermezler mi?" diye panikle sordu bir an. Sonra ilk soruma cevap verdi. "Başımı sokacak bir çatı işte. Suçluların bulunduğu bir yer. Ekmek yemek derdi olmadan geçinip gideriz diye düşündüm?"


"Bir çatın vardı zaten. Ekmek elden su gölden mi bilemem. Senin baktığın yerden değil hayat maalesef. Bir pamuk şekeri pembesi gibi değil, katran karası orası. Ağır suçlular bulunuyor, herkesi içlerine almıyorlar mesela. Bazıları köle gibi kullanılıyor."


"Burada da farklı değilim zaten. En azından yengemlerden uzak olurum. Onlardan kötüsü kanatlı zaten."


Gözlerini kaçırdığında sorunun yengeleri olduğunu anladım. Bu zamana kadar hep aynı evde yaşadıklarını öğrenmiştim. Peki o ana kadar yaşanmayan şey neydi? Onu kopma noktasına ne getirdi?


Sonra söylediğim şeyler gözlerinde öyle duygular geçirdi ki... O tatlı ve şaşkın bakışlarıyla mest oldum. Bu olay neyse öğrenip, kapatacaktım. Ben onun sıkıştığında başını sokacak çatısı olacaktım.


"Piraye, elimi uzatsam sana tutar mısın? Ben senin ocağının çatısı olurum. Sen de benim yuvamın kuşu olur musun?"

Loading...
0%