Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@1scintilla

Sizin hiç babanız öldü mü?


Benim bir kere öldü, kör oldum.


Yıkadılar, aldılar, götürdüler.


Babamdan ummazdım bunu, kör oldum.


Cemal Süreya


Hiraizerdüş/ Bu can senin


Her şey başlamadan önce...


Hayatımız su ve köpük dolu bir kapta yaptığımız baloncuk gibiydi. Aniden havalanır ancak ne zaman patlayacağımızı bilemezdik. Ya biri gelir ve ellerini uzatarak hayatınıza karışırdı ya da siz havalanmayı bırakıp taş zemine çakılırdınız.


Peki hiçbir müdahale olmadan yükseklere uçsak ne olurdu? Bulutlara yaklaşsak mesela muradımıza erer miydik? Hayallerimize kavuşur muyduk? Yoksa yüksek oksijen bünyemize ters geldiğinde, mutlak sonumuz yine patlama mı olurdu?


Ben Piraye Maral. Maral ailesinin ilk göz ağrısı kızlarından biriyim. Ailemin tek çocuğuyum. Bu zamana kadar bir kardeş eksikliğini hiç hissetmedim çünkü kocaman bir evde maaile yaşıyorduk. Ancak insan aynı karında büyüdüğü birinin eksikliğini ille de tadıyormuş. Bunu gözlerimin üzerindeki toz pembe tabaka kalktıktan sonra anladım.


Pembe rengi sevmeyi bırakıp siyaha geçtiğinde büyümüş oluyorsun...


Pembelerimin üzerine bir çamur lekesi sıçrattıklarında artık eski tonuna ulaşamadım. Kalbimin tüm çocuksu yanı çitilenmeyi bekleyen bir kazak gibi öylece kaldı. Lakin ben bir türlü yıkayamadım.


O gün hiçbir şey güzel değildi. Üzerimdeki elbiseyi sevmemiştim. Saçlarıma taktığım fiyonklu toka elbiseme uymamıştı. Papucumun üzerinde çıkmayan bir leke vardı. Hava kapalı ve uğursuzdu.


Anne ve babamla birlikte bana kırmızı papuç almaya çarşıya inecektik. Mektepten arkadaşlarımla görüşmek için babamdan izin almıştım. Ancak bu eski papuçları giymeyi istemiyordum.


Mektepte aldığımız sanat derslerinin içinden en çok baleyi sevmiştim. Küçük yaşta başlamak benim için avantaj olmuştu. Şimdi ise arkadaşlarımla aramızda küçük bir gösteri yapacaktık. Kırmızı puantlar çok önemliydi bu yüzden.


Babam onca lafa söze rağmen beni mektebe gönderen bir kahramandı. Köylük yerde kız kısmı diye bir laf vardı ki sormayın. Hiçbir şey yapamayan, yemek ve temizlik öğrenip evlilik çağı geldikten sonra asli görevini yerine getiren, daha sonra ise boy boy çocuk doğurup kocasının soyunu devam ettiren kişiydi.


Ancak babam beni yüreğinde öyle bir noktaya koymuştu ki hiçbir şey benim saadetimden önemli değildi. Cahil kalmama, evde oturup koca beklememe asla razı olmamıştı.


Başka çocukları olmamıştı. Bu durum zamanla milletin ağzına sakız olsa da babam kız çocuğu diye tek evladını elinin tersiyle itmemiş, yamacına kadar alıp sevmişti.


Bu yüzden çok şükür okuma yazma bilirdim. Nerede ne var ne yok bilirdim. Bir de meraklıydım ki gözüm dört dönerdi her yerde.


Belki şehirde otursak ya da ayrı bir evimiz olsa her şey çok başka olurdu. Ancak dedem üç oğlunun da dizinin dibinde oturmasını istemiş sonra da öteki tarafa yolculuk yapmıştı.


Bu yüzden bu kocaman evde üç aile yaşayıp gidiyorduk. Ta ki kırmızı papuç sevdama kadar.


O günün tüm uğursuzluğuna rağmen ailemle geçirdiğim her şey için seviniyordum. Babam çarşıdan bize pilav aldı yedirdi. Ardından birer halka tatlısı yiyerek tatlı tatlı konuşmaya devam ettik.


Sonra dükkânın birine girdik ve o beğendiğim papuçları aldık. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Neşem, sevincim kalbime sığmayıp çatlayacak sandım.


Birbirimize güleceğiz diye yoldan gelen arabaları görmeyip altında kaldığımızda gördüğüm en son yüz; babamın bana gülen yüzüydü.


Korna sesleri fren seslerine karışırken, etraftaki kalabalıktan çığlıklı uğultular yükseldi. Babam beni var gücüyle iteklediğinde arabanın bir kısmı bana temas etti ve kaldırıma yuvarlandım. Saniyeler içinde eğer oraya yuvarlanmamış olsaydım şimdi toprağın altında olurdum.


Başım direğe çarptığı için kanıyor, ılık kan yanağımdan süzülüyordu. Ben ise şok olmuş bir şekilde yerde yatan annemle babama bakıyordum. Kalkıp iyiyim diyecekleri anı bekliyordum ancak bu an hiçbir zaman gerçekleşmedi. Annemin yüzü şok ifadesiyle sarsılmış ve geriye doğru düşmüştü. Her yer kandı, dakikalar içinde o kadar çok kan oluştu ki anlayamadım. Bedenlerinin etrafında bir göl oluştuğunda düştüğüm yerden gözlerimi kırpmadan onları izliyordum.


Sonunda o anın içinden çıktık ve yeniden gözlerimi açtığımda beyaz bir tavanla karşılaştım. Boynum zedelenmiş, kolum kırılmış ve vücudumda ezikler oluşmuştu. Hiçbir şey önemli değildi. Duymayı beklediğim başka bir şey vardı; o da anne ve babamın da benim gibi beyaz tavanla bakışıyor olmasıydı.


Ancak ne yazık ki kalbimin titrediği o korkunç haberi işitti kulaklarım.


Başın sağ olsun.


Mekanları cennet olsun.


Vah zavallı yalnız başına kalakaldı.


Duyduklarımla birlikte o an sağır olmayı bile diledim. Zihnime yansıyan görüntülerde en son ailemin, kırmızı papuçlarıma sıçrayan kanı vardı.


Suçluluk duygusu bir zincir gibi sardı dört bir yanımı.


"Hemşire hanım hasta şoka girdi sakinleştirici yapalım lütfen!"


Bağıra bağıra ağlamaya başladığımda verdikleri sakinleştiriciyle yeniden sessizleştim. Göz yaşlarım yanaklarıma süzülürken, bir yılan zehirli dilini uzatarak senin suçun dedi, her şey senin suçun...


Aptal bir papuç için tutturmasaydım annem de babam da hayatta kalacaktı. kırmızı renk damarlarımdaki tüm kanı çekercesine sıçradı hayatıma.


Artık bu dünyada Ekrem Maral ve Firuze Maral'ın varlıkları yalnızca kalbimde kalmıştı.


***


Ertesi gün Nevin yengem ve Handan yengem beni giydirip çıkardılar hastaneden. Kapıda ise Handan yengemin oğlu Fatih vardı.


Cenazeye giderken aldığım sakinleştiricilerin etkisindeydim hâlâ. Etraftan çıkan sesler kulağıma girmiyordu. Ayakta bile zor duruyordum. Canımdan çok sevdiğim annem ve babam artık toprağın altındaydı. Herkes teker teker dağıldıktan sonra dokundum topraklarına.


Annem, babam üşümüyorsunuzdur değil mi burada? Affedin beni, ne olur. Baba öyle pişmanım ki... Bir daha hayatım boyunca ayakkabı giymeyeceğim, lütfen gelin. Her şey bir kâbus olsun. Yoksa kırmızı bir papuç yüzünden canınızdan olmanızın acısını çıkaramam yüreğimden. Siz giderek ben ise kalarak çekeceğim bu cezayı.


Annem, söylesene yüreğim nasıl sakin kalacak şimdi? Yokluğunuz nasıl işleyecek benliğime. Daha on dokuz yaşındayım. Baba, en güzel yaşlardan biri derdin hep, hayallerimde yaşayan bir ölü olmak yoktu.


"Piraye hadi kızım gidelim artık."


Seslenen en büyük amcam Atilla'ydı, Nevin yengemin kocası. Burada yatan onun da kardeşiydi, o nasıl kopabiliyordu kardeşinden hemen? Bıraksalar şuraya kıvrılıp yatacakken üstelik.


"Nevin yardım edin kıza."


Yanlarıma gelmeden evvel birer avuç toprak aldım ceplerime. Onların bana son hatırası birer avuç toprak oldu. Sonra bir saksının dibine döker birbirlerine karışmalarını sağlardım. Toprakları bile birbirine kavuşarak yeni bir çiçek açardı.


KAZADAN 2 YIL SONRA


"Piraye, kız Piraye bu çamaşırlar ne olacak?"


"Yıkıyorum ya yenge iki tane elim var."


"Ağır ağır yıkama şöyle, bu gidişle evde kalacaksın."


"Kızlardan biri yardım etse daha çabuk biter, bunu sende biliyorsun."


"Kızların biri hasta, öbürünün de işi var. Hadi hızlı ol bir sepet daha var."


Handan yengem, küçük amcam İlyas'ın karısı. Kendisiyle oğlu Fatih ile beni yakıştırdığı gün ettiğimiz kavgadan sonra anlaşamaz olmuştuk. Sonra ise ne kadar burnumdan getirebilirse o kadar getirmek istemişti. Bundan Nevin yengem de oldukça zevk alıyor gibiydi. Yoksa açtığı camdan üzerime çamaşır atarak "Bu da yıkanacak şekerim." demezdi.


Maral ailesinin biricik ve gözde kız çocuğu Piraye Maral için masal sona ermiş, bir kül kedisine dönmüştü. O bedbaht günden sonra kendime gelemeyince her şeyi yüzüme vurarak beni iyice dibe çekmişlerdi.


Ben ve aptal çarşı pazar sevdam yüzünden iki insan canından olmuştu. Bu yüzden bu çatı altında bir şey istemeye ne dilim ne gönlüm elveriyordu. İki senedir kendim için bir çöp bile almamıştım. Bu umurumda değildi açıkçası ancak her yüzüme vurduklarında elektrik çarpmış gibi oluyordum.


2 yıldır ayağıma bir çift papuç giymedim. Giyemedim. Ayaklarımı uzun eteklerimin altında saklardım sürekli. Bilmiyorlardı içimde yaşadığım zelzeleyi. Bilmiyorlardı hislerimin bir duman gibi beni içine çekip boğduğunu...


Uzun eteğimi altıma toplayarak başka bir çamaşır sepetini daha aldım elime. Yan taraftaki kaynar kazanın içine atıp çevirdim bir güzel.


"Piraye abla işim bitti, yardıma geldim." dedi tüm güler yüzüyle Feride. Handan yengem ve İlyas amcamın ikinci çocuğuydu. Kalbinde kötülük yoktu lakin annesinin oyunlarına geliyordu.


"Aman gözünü seveyim geri git Feride. Uğraştırma beni yengemle."


"O sandığını açtı şimdi bir saat odasından çıkmaz. Hemen yapar kaldırırız burayı."


Kaynar sudan çıkardığım çamaşırları yıkama leğenine alırken bahçe kapısı aralandı. Bizim süslü köpeğin havlama sesine bakılırsa sevdiği biri gelmiş olacaktı. Tam da tahmin ettiğim gibi elbisesinin eteklerini tuta tuta en yakın arkadaşım Perihan geldi.


"Gününüz hayır olsun hatunlar, kolay gelsin." dedi tüm neşesiyle.


"Kolaysa başına gelsin dut tanesi."


"Aman kalsın, evden zor kaçtım." dedi burun kıvırarak. "Ay Piraye sana ne diyeceğim. Karşı eve bir memur taşınmış diyorlar. Kara kaşlı, kara gözlü, heybetli bir şeymiş. Gören ya korkudan titriyor, ya da mest oluyormuş. Sen hiç gördün mü?"


"İlahi Perihan, ben de bir şey diyeceksin diye dinliyorum. Allah sahibine bağışlasın, ne diyelim."


"Kız hiç mi merak etmedin? Sokakta kızlar kıkırdayarak geçiyor süzüle süzüle."


"İnan bana isterlerse sürüne sürüne geçsinler umurumda değil."


"Sen yine ters tarafından kalkmışsın belli." dediği an yukarıdan bir tane fanila düştü suratına.


"Pirayeciğim bunu da yıka sana zahmet şekerim." dedi Nevin yengemin en küçük çocuğu Zehra.


"Höst be! Kafama attı utanmaz, edepsiz. Anlaşıldı senin neden canından bezdiğin." dediğinde kaşlarımı kaldırarak Feride'yi gösterdim. Kalbi iyiydi ama biraz saftı, annesi ne konuştunuz dese dökülüverirdi hemen.


"Canım arkadaşım benim. Bir gün bitecek bu sıkıntılı günlerin Allah'ın izniyle."


"Ne sıkıntısı Perihan abla?"


"Ne olacak şekerim, çamaşır makinası diyorum. Hiç görmedim ama yuvarlak bir şeymiş. Çamaşırları kendi yıkayan bir robotmuş."


"O robot bizim eve gelene kadar, bizi de gömerler toprağın altına."


"Piraye, çeneniz değil eliniz çalışsın, daha yemek yapacağız hadi." Nevin yengemden bir uyarı daha yiyince Perihan'ı yolcu edip hızla kalan işleri halletmeye devam ettim.


Yemekler de hazır olup sofra kurulunca el birliği ile içeriyi hazırladık. Amcamlar geldiği için iş yapıyor gibi görünen yengelerim sofraya her şeyi taşıdı. Biraz arsamız vardı, bir amcam onunla ilgilenip ekip biçerken, diğeri hayvancılıkla ilgilenirdi.


Zeytin ağaçlarımız vardı, bu yıl bir de ayçiçeği ekmiştik. Hasat zamanı ne yapacağımıza karar verecektik. Çekirdek olarak mı satacaktık yoksa yağ olarak mı bilmiyordum. Diğer yandan birkaç inek ve bir kümes dolusu tavuğumuz vardı. Bunları da çıkar çarşıda pazarda satar, para kazanırdık.


Bursa'nın bir köyünde oturuyorduk. Görükle'de... Bulunduğumuz mahallede herkes birbirini tanıdığı için yeni gelenler hemen dikkat çekerdi. Bu yüzdendi Perihan'ın hemen buraya damlaması. İçten içe bu evden kurtulmamı istiyordu?


Gürbüz abi önüme humusu uzatarak "Al Piraye sen seversin." dedi gıcık bir tiple.


"Sağ ol Gürbüz abi, sandığının aksine hiç sevmiyorum."


"Ay oğlum sana kibarlık yapıyor sen de geri çeviriyorsun, pes yani Piraye."


"Sevmediği bir şeyi zorla yedirmeye çalışmanın nesi kibarlık yenge?" Fatih ağzımı açamadan beni yerime konuşunca duraksadım. Bunu ilk kez yapmıyordu. Bana karşı genel olarak tavırları bu şekildeydi. Çok konuşmazdık evin içinde ama ezilmeme de müsaade etmezdi.


"Ay Fatihciğim bir şey demedim. Şurada iki muhabbet ediyoruz." dediğinde Fatih ona da Gürbüz'e de ters ters baktı. Bana da kafamı sofradan kaldırmadan yemek yemek kaldı. Aslında o kadar çamaşırdan sonra hareket ettikçe ağrıyordu.


Sofra da biraz iş, biraz genel şeylerden bahsettikten sonra yemeğin bitimiyle beraber mutfağa taşıdık ve bulaşıkların başına geçtim. Artık söylenmelerini duymaya tahammülüm yoktu. Çaydanlığa su koyup ısınmasını beklerden bir yandan kalıntıları temizliyordum. Fatih su içmek için mutfağa girip çıktıktan hemen sonra Feride geldi yanıma.


"Abim gönderdi, seni tek çalışırken görünce kızdı hemen." dedi gülerek. Buna şaşırmadım. Genel olarak sinirli bir insandı. O yüzden bazı tepkilerinden çekiniyordum.


Yattığım yeri beğendiğimi horozun etrafı inleten sesiyle anladım. Deliksiz bir uyku çektiğime inanamayarak üzerime sabahlığımı giydim ve helaya gittim. Elimi yüzümü de yıkadıktan sonra dolabımın başına geçerek kıyafet seçtim. Bazıları eskise de yama yaparak giymeye devam ediyordum. Üstelik aralarında annemin kıyafetleri de vardı.


Yengemler kendi kızlarıyla birlikte çarşıya çıktıkları gün, bana da lütfederek annemin kıyafetlerinden birkaçını vermişlerdi. Bu duruma üzülmedim, giyecek kadar elbisem vardı şükür. Ben yeni bir eşya için iki büyük kayıp vermiştim toprağa. Bu saatten sonra olsa ne olur olmasan ne olurdu?


Nevin yengem özenerek yaptığı saçlarıyla oynaya oynaya bana doğru geldi. Elime üç kuruş para sıkıştırıp "Şekerim ekmekleri al gel de sıcak sıcak yiyelim." dediğinde yüzündeki o ifadeden iğrendim.


"Bu evde benim dışımda altı tane çocuk var. Neden her sabah ben gitmek zorundayım?"


"Canım kimisi uyuyor kiminin işi var. En müsait olan sensin. Hadi acıktık hepimiz." diye mıyır mıyır konuşup kalçalarını sallayarak gitti. Elime verdiği para sadece dört tane ekmeğe yetiyordu. Bir kuruş bile fazla para vermemişti.


Sinirle sabahın serinliğinde evden çıktım. Bahar ayına giriyor olsak da ayağımda kalın çoraplarım vardı çünkü ayakkabı giymiyordum. Fırından içeri girdiğimde direkt ekmek kasasına doğru yöneldim. Ancak yan rafa dizdikleri acıbadem kurabiyeleri dikkatimi çekti. Dudaklarımı kemirerek kurabiyelere baktım lakin yengemin verdiği para bunu almama yetmezdi. Yutkunarak başımı çevirdim hemen.


Yeniden elimdeki paraya baktıktan sonra dört ekmek istediğim çıraktan. Bir yandaki müşteriyle bir benimle ilgilendikten sonra ekmek poşetimi verdi hayırlı işler dileyerek oradan ayrıldım.


Eve yürürken aklım hâlâ kurabiyelerdeydi. Bir ara sakladığım paranın bir kısmıyla gelip almayı kafama not aldım.


Kahvaltı sofrasına ekmekleri yetiştirmek için keserken poşetten çıkan şeyle duraksadım. Ekmeklerin arasında bir tane acıbadem kurabiyesi duruyordu...

Loading...
0%