Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 28. Köpükten Balonlar ve Gökkuşakları


Ve vardır her vahşi çiçekte gurur


Bir mumun ardında bekleyen rüzgâr


Işıksız ruhumu sallarda durur


Zambaklar en ıssız yerlerde açar


Sezai Karakoç


Hayat bazen pencereden dışarıya bakmak gibiydi. Kalbin bir huşu içindeyken baktığında, kahverengi dallarda açan çiçekleri, rüzgarda sallayan ama düşmeyen yaprakları görüyordunuz. Telaşlı ve mutsuz bir ruh ile baktığınızda ise dışarıda gördüğünüz tek şey solmuş yapraklar ve kurak topraklar olurdu.


Benim kalbimdeki huşu ise büyümüş, büyümüş, beni bile aşıp etrafıma dağılmıştı. Sanki köpükten bir balonun içindeydim ve bu balon ışığın kırılması nedeniyle her yeri bir gökkuşağı gibi rengarenk gösteriyordu bana.


Dünyam renklenmişti, dünyam rengarenkti. Dünyamın kolları arasındaydım...


O kadar sıkı sarılmıştı ki tenime değen her bir zerresini hissediyor ve bir heyecan dalgasına daha tutuluyordum. Vücut ısımız şahlanıp söndükten sonra yeniden birbiriyle dengelenmişti.


"Günaydın yüreğim."


"Günaydın kocam, uyandığımı nasıl anladın?"


"Dakikalardır nefesini tutup sonra yavaşça vermeye çalışıyorsun. Üstelik bunu yaparken ne kadar aksi için çabalasan da hareket ediyorsun ve senin hareket etmen yalnızca senin hareket etmen anlamına gelmiyor."


"Kafam karıştı," diye mırıldandığımda uzanıp yanağımı öptü.


"Kafan mı karıştı, sözlerim bir anlama çıkmıyorsa eylemlerimle anlatırım o halde," diyerek kulağıma fısıldadığında parmak uçlarıma kadar ürperip etkilenmiştim. Bahsettiği eylemin kendini bana bastırmak olduğunu fark ettiğimde ise yeniden nefesimi tuttum. Bu onun gür bir kahkaha atmasına neden oldu.


"Sakinleş, dün gece bir hayli yoruldun zaten."


"Sakindim ben zaten," diye mırıldandığımda kolları daha sıkı sardı beni. Bir hamle sonrasında ise üzerindeydim.


"Ama Ali Ata arkamı dönmekten memnumdum, böyle yüzüne bakamıyorum."


"Ama Piraye'm arkan dönükken olacaklar için hiç endişelenmiyor musun?"


Bu ses tonu da neydi böyle? Bu adamın aklımla ve kalbimle zoru neydi?


"Ama Ali Ata," dedim yine aynı cilveyle. "Sırtım bir dağa yaslıyken olacaklar için neden endişeleneyim ki?"


İşte bu son serzenişim oldu. Tek hamlede kendimi onunla yatak arasında bulurken diğer hamle dudaklarıma sızmasıydı. Ellerim heyecandan nereye gideceğini bilemeyip öylece kaldı. Gözlerim kapanırken bu tatlı öpücüğün tadını çıkarmak için çabaladım. En sonunda yavaşladı ama bu sefer de ben kopamadım ondan. Minik, sıralı ve masum öpücüklerim yer aldı sıcak dudaklarında.


Derin bir nefes alıp göğsünü şişirdiğinde "Beni zorlama kadın," dedi o bayıldığım ses tonuyla. Kapalı gözlerimi bir anda açıp aşağıdan ona doğru bakınca "Zorlayacak gibi de duruyorsun," diyerek başını iki yana salladı.


"Nasıl zorlayabilirim kocam, masum masum bakıyorum işte."


"Yook, bu gözler bana böyle bakmayı yeni öğrendi. Seni yakıp ciğerine işleyeceğim Ali Ata diyor."


"Hii, tövbe de demem öyle şeyler."


"Dersin dersin, hep de. Yakacak olan sen ol beni sesim çıkarsa namerdim," diyerek son bir veda busesi bıraktı dudaklarıma. O banyoya girerken ben de ardından hemen geceliğimi geçirdim üzerime.


Gün ışığı içerisinde anadan üryan durmak bana göre bir şey değildi, utanmıştım. Ben yatakta oyalanıp düşünürken Ali Ata çoktan çıkıp üniformasını giymeye başladı. Beline havlu saran kocamı daha fazla izlemeden elimi yüzümü yıkamaya girdim. Ardından çayı koymak için koşa koşa mutfağa gidecektim bir anda kendimi kocamın kucağında buldum.


Attığım çığlık paniğimi arttırmaktan başka bir şey yapmadı. "Ali Ata dur, ne yapıyorsun?"


"Karım zahmet etmesin diye mutfağa taşıyorum. Aslanboğa taşımacılık bin dokuz yüz altmıştan beri," dediğinde ise keyifli bir kahkaha koyuverdim.


Ben gülünce gözlerinin içinde tomurcuklanıp açan çiçekleri görmek ruhumu besliyordu. Çok güzel bakıyor, çok güzel seviyor ve beni mest ediyordu bu adam.


"Güzel karım gülünce, güller açıyor yanaklarında. Ee gülü de koklamak makbuldür. Ben nasıl koklamadan duracağım gülümü."


Zihnimi ele geçiren şeyin ruhu olduğunu düşünmeye başlamıştım. Daha az önce gözlerinde açan çiçeklerden bahsederken, pat diye önüme sunmuştu o çiçekleri. Pürüzsüz yanağı tıraş olduktan sonra mis gibi kokuyordu. O erkeksi kokunun tam üzerine bastırdım dudaklarımı.


"Rivayete göre en çok dikeni olan çiçek güldür yalnız kocam. Dikkat et de batmayım."


"Gülü seven dikenine katlanır mis kokulum. Sen bana bat da ne şekilde batarsan kabulüm," dediğinde beni sandalyenin üzerine bıraktı. Hızlı hareketlerle çayı koyup kahvaltılıkları çıkarırken öylece izledim onu. Hareketlerinin büyüsüne dalıp gittiğimde tek başına yaptığını fark edip kalkacaktım ki gözleri anında beni buldu.


"Sen orada oturuyorsun küçük hanım. Bugün kahvaltı benden. Meşhur menemenimi yapacağım sana."


"Tamam o zaman üzerimi değişip-"


"Değiştirmemeni rica edeceğim, gonca gülüm açılmışken karşımda en taze haliyle onu izlemek istiyorum."


Diyecek tek kelimem bile yoktu. Utancım sadece yanaklarımı kızartmakla kalmayıp ellerimi de terletmişti. Dün giydiğim şu an kullanılacak durumda olmadığı için, beyaz askılı, uzun ve tek tarafı yırtmaçlı saten bir gecelikle duruyordum karşısında.


Gözleri omuzlarıma dökülen siyah uzun saçlarıma takılıp, ardından gözlerime değiyor ve tek kelime etmeden sevildiğimi tüm zerrelerime haykırmayı başarıyordu. O bana böyle bakarken sofrada gecelikle oturulmaz ayıptır diye nasıl diyecektim?


Menemen o yaptı diye mi bu kadar lezzetliydi yoksa aşk tüm duyu organlarımı daha işlevsel hale mi getirmişti?


"Bayıldım kocam, ellerine sağlık."


"Afiyet şifa olsun."


Sessiz bir huzur eşliğinde kahvaltımızı yaptıktan sonra Ali Ata'yı işe uğurladım. Kapıdan ayrılması bile zor geliyordu. Eşikten çıkarken üç kere bakmış en sonunda kopabilsin diye gülerek kapıyı kapatmıştım. Evde onu bekleyen karısı vardı, bir an önce işlerini bitirip gelmeliydi.


Perihan Iraz


Seçmek ve seçilmek kavramı herkese göre değişiklik gösterebilirdi. Ben seçmemiştim, seçilmemiştim de. Ebemin, annemin ve kardeşlerimin yanına gittiğimde bir misafir gibi ağırlanmış gerisin geri eve gönderilmiştim. Üstelik annem o evde olmama gönül koyuyor gibiydi.


Kıskanıyordu, beni dört duvarın arasında bırakıp giden kendi değilmiş gibi. Aramıyor sormuyor ve merak etmiyordu. İnsanı bu hayatta annesi merak etmezse kim ederdi? Bir çocuğa ilk değeri annesi vermezse kim verirdi? Analığı mı?


Süslenip püslenip sokakta salınarak gezen Şaziye'nin varlığı bir anlam ifade etmiyordu. Sanırım bu sıra doğum günü yaklaşıyordu. Bu yüzden ev telefonundan babamı arayıp ara ara cilve yapıyordu. Babam uzun yol şoförüydü ve bir süredir yine seferdeydi.


Benim ise net bir doğum tarihim yoktu. Tüm kardeşleriminki bir saman kâğıdına not alınmışken benimki neden unutulmuştu?


Gerçek bir doğum tarihin olmadıkça insanların aklında kalmıyorsun. Bu hayatta bana ait olan bir gün bile yokken, bu hayatta bana ait olmayan insanların peşine düşmüştüm...


Çocukluğumdan beri bana iyi gelen yegâne şey; dostum, sırdaşım, ahretliğim Piraye'ydi. O da yuvasından uçup gidince burada iyice yalnızlaşmıştım.


Eve dönüş yolunda bir tarlanın kenarında gördüğüm küçük mavi çiçeklerle duraksadım. Yalnız değildim evet, onlar vardı.


"Ben sizi hiç unutmadım o günden beri, peki siz de beni hatırlıyor musunuz unutma beni çiçekleri?"


"Bir çiçekten medet umup kendi kendine mi konuşuyorsun şimdi de Perihan, harika!" dediğimde kayayı sıyırmak üzere olduğumu düşündüm. En kısa zamanda hatta şimdi arkadaşıma uğramam gerekirdi. Gidip gelirken dikkatli olmam gerektiğini biliyordum. Eşi de göreve gitmiş olmalıydı bu saatte. Yani o da evde yalnızdı.


Bazı insanlar, bazı insanlara şifaydı. Hastalık gibi tüm damarlarımda zehirli bir kor olarak gezinen yalnızlığımın şifasını almak zorundaydım. Hızlı bir karar vererek adımlarımı dut tanemin evine doğru çevirdim.


Yarkın Canbaz


Bu sabah yine güneş doğması gerektiği gibi doğmuş ve hayatımda hiçbir şey değişmemişti. Komiser, evden gittikten sonra Feridun'la yalnız başımıza kalmış ve biraz afallamıştık. Erkeklerin arkadaşlıkları çok yüzeysel olarak gözükse de öyle değildi. Bu iki adamla olan can bağım kutsal sayılacak bir derecedeydi.


Köy görevlerimin birine daha gelmişken başımda enteresan bir vaka vardı. Gençten bir arkadaş trenin önüne atlamış fakat Allah'ın işi ya burnu bile kanamamıştı. Atladığı yer trenin altındaki boş kısma denk geldiği için hepimiz bir mucizeyi izler gibi bakıyorduk.


Diğer hekim arkadaşlarımla birlikte inip adamı çıkardığımızda meraklı kalabalığın da dağılmasına ihtiyacımız vardı. Ah benim aslan parçaları burada olacaktı ki insanlar dört metre öteden yaklaşamazlardı.


"Birader senin derdin ne ya? Gencecik adamsın çözülemeyecek ne meselen var?"


Sanırım biraz sert çıkıştığım için yanımdaki arkadaşım uyarı dolu bir bakış attı. Evet tamam hasta psikolojisiydi de bu kadar olmazdı kardeşim. Bu sıra geldiğim her vaka kendine zarar veren orasını burasını kesen gençlerle doluydu. Neydi bu kadar dertleri?


Zeytin çekirdeğini doldurmayacak sebepten ötürü dünyanın sonu gelmiş gibi davranmalarını anlayamıyordum. Herkesin acısı kendine büyüktü elbette lakin bu cahiliyet dönemi çok pürüzlü geçiyordu.


Dünyada insanlar salgınlardan ölmüştü, açlıktan ölmüştü, bakımsızlıktan ölmüştü. Gül gibi yaşayıp gitmeyi bir türlü öğrenemeyecektik. Babası ona kızdı diye evin damından atlayıp bacağını kıran oğlana bir de ben kızmıştım mesela. Ailesiydi elbette yeri gelince kızılacaktı. Çünkü herkes başlangıçta hamdı, daha yanacak çok günü olacaktı.


Sebebi ise o yaşta kız kaçırmaya kalkışma planlarının olmasıydı. Üstelik buralarda bu hiç hoş karşılanmazken. Kız tarafı evlatlıktan reddettikten sonra yaşanan sıkıntı daha büyük olurdu ki daha işini eline almamış aklı beş karış havada ergen oğlanların bu hevesini asla anlayamıyordum. Ya da anlıyordum da uçkurlarını konuşmak istemiyordum.


Trenin altından çıkardığımız çocuğu karşıma aldım ve oluşan çizik ve yaralarını temizlemeye başladım. O sıra bileğindeki dikiş izi de gözüme takıldı. Bu hayattan ilk vazgeçişi değildi. Gözlerimdeki acı ona da bulaşınca gülümsedi. Öyle gülümsedi ki tekrar ağzımı açıp azarlayamadım bile.


"Öldürmeyen Allah öldürmüyor be abi."


"Öyle, daha vaden dolmamış. Kalan günlerinde ne yapmayı planlıyorsun? Kafanı buna takıp illa ölmeyi mi bekleyeceksin yoksa aslanlar gibi ayaklarının üzerinde durup dünyaya kafa tutmayı mı deneyeceksin?"


"Sevdiğin kadın yanında olmadıktan sonra dünyaya kafa tutmanın ne anlamı var abi?"


Sevdiğin kadın deyince aklıma dolan kahverengi gözler içimi ısıttı. Onu yeniden görmek için sabırsızlanmaya başladım. Laf söz olur diyerek çabucak kaçıyordu yanımdan. Ali Ata gibi nikahı basıp koluna takacaktın o olacaktı. Gerçi zavallı arkadaşımın başı olaydan kurtulmadığı için meydanda salınarak yürüyememişlerdi bile. Adam evine gizli yollardan gidiyordu Fatih boku yüzünden.


"Sevgi denilen şey tek bir kişiye duyulmaz aslanım. Sadık bir kalp bunu birine karşı hisseder evet lakin diğer kalpte bunun bir karşılığı yoksa o sevgiyi yavaşça soldurup sonrasında atmalısın. Belki karşına bir çift ceylan gözler çıkacak ve sen sevgi sandığın o şeyin aslında bir hiç olduğunu anlayacaksın."


"Bana evet demişti abi, şimdi başkasıyla evleniyor, sırf daha askerliğimi yapmadım diye. Asker olmadan erkek olunmaz dedi. Daha elin iş tutacak seni mi bekleyeceğim dedi."


Tüm yaralarını sarıp elimle omzunu sıvazladım. Bu yaraları hem fiziki hem de manevi anlamda sarmak benim işimdi. Mesleğimi seviyordum. "Bak güzel kardeşim, Allah seni bu yoldan alıyorsa daha güzel bir yola koymak için alıyordur. Sen çiçek bahçelerini görmeden çalıları güzel sanırsın ta ki seni kesene kadar. Düşün sana evet dedi, evlendiniz ama sonra başka bahaneler buldu çıktı karşına, o zaman ne olacak?"


"Evlendikten sonra yapar mıydı abi?"


"Söz bizde namustur birader. Sana evet deyip söz verdikten sonra başkasına giden kadın, imama da evet dedikten sonra bir başkasına gidebilir. Bunların hepsi ihtimal elbet ama niye kendine bunu yapıyorsun? O gidip kocasıyla gününü gün edip eğlenecekken sen niye kendini toprağın altına atmak istiyorsun?"


"Eğlenecek mi abi? Hiç mi üzülmez?" diyen sesi o kadar çaresiz ve masum çıkıyordu ki kıyamadım.


"Ulan üzülse seni bırakır gider miydi sanıyorsun? İnsan sevince onun ayakkabısının içine giren taştan bile rahatsız oluyor. O seni silip atarken bir an bile düşünmemişken, sen kendini dünyadan silip atma derdindesin."


Derin bir nefes alıp başını salladı. "Doğru diyorsun abi, eyvallah."


"Bana bak, benim agalar polis ha, bir dahakine tıkarım kodese özgürlüğün tadını unutursun. Önce beden özgürlüğünü unut, bakalım ruhun özgürlüğünden o kadar kolay vazgeçebilecek misin?"


"Eyvallah abi, iki kere olmadı üçüncüden emin olamam artık," deyip güldüğünde tutup sarıldım hergeleye. Bazen ihtiyacımız olan iyi bir insandı, onu hissetmek ve dinlemekti. "Senin isim neydi abi, hayatıma dokunan adamın adını öğrenmek isterim."


"Bana Cambaz derler koçum. Bir dahakine hayatına neşterle dokunmayım istiyorsan ona göre davran."


"Aklımda tutacağım hekim Cambaz."


"Sen kimsin peki?"


"Yavuz Selim ben de, memnun oldum."


"Vay aslan parçasının adına ya. Oğlum Sultan Selim'e, Yavuz lakabı neden verildi biliyor musun? Sert ve kesin kararlarından, başarılı savaş taktiklerinden ve yönetim becerilerinden dolayı. Hadi bakalım şimdi hayatını eline alıp yönetme sırası senin," dediğimde çocuk utana sıkıla başını sallayıp kalktı yanımdan.


Çok gençti, onu şöyle bir silkelemiştim ki kendisine gelsin. Eşyalarımı beyaz alet edevat çantama koyarken gözüm yeniden ona takıldı. Endişeli gözüken bir kızın ona nasıl olduğunu sorduğunu duydum. Bizimki cevap verdi vermesine ama, elini ensesine atarak bana doğru baktığında konunun sadece sağlık açısından ilerlemeyeceğini anladım. Buna kızın gözlerinin içine bakarak gülmesi de etkili olmuştu tabii.


"Vay anasını ya, hayır vay anasını ya! Bir gün daha geçmiyor ki birilerine şifa olma be Cambaz."


"Ne konuşuyorsun lan kendi kendine deli doktor?"


"Sorma Cihan'ım bu zeka bazen bana fazla geliyor."


"Sen de hastalara dağıtıyorsun anladığım kadarıyla, şimdi de çöpçatanlığa mı başladın ip cambazı?" dedi gülüp omuzuma vurarak.


"Ben Eros muyum kardeşim ok atayım?"


"Pamukla çok okşadıysan adamı, yumuşacık olmuş uçmaya yer arıyor baksana," deyip gür bir kahkaha attı. Beyaz önlüğümü düzeltip tekrar çocuğa baktığımda bana bir asker selamı çaktı. İşte kaderin ördüğü ağlar bir şekilde içine çekiyordu insanı. Bize düşen ya izlemek ya yaşamaktı. Şimdi ise sırada gidip kendi şifamı bulmak vardı.


Kasabanın girişinde bir teyzenin çiçek sattığını görünce fırsat bu fırsat diyerek yanına gittim. Yeni isimler yeni çiçekler öğrenmeliydim ki kendi çiçeğime anlatabileyim. Kendi çiçeğim mi demiştim az önce. Ulan Yarkın kapılıp gidiyorsun bir akıntıya ama umarım kıyısına vuracak bir sahil bulursun, yoksa sonu denizin dibine çakılmak olur bu sevdanın.


"Hayırlı işlerin olsun teyzem."


"Ne hayırsızı eşeğin sıpası?"


"Ooo, teyzemin kulaklar keskin."


"Davarlar geçmedi daha."


"Yarasa gibi mübarek sese doğru uçuyor."


"Sümbül mü istiyorsun?"


"Sümbül hangisi yav? Yok mu şöyle afili bir adı, hikâyesi olan çiçek?"


"Höst bir de sana masal mı anlatacağız, dana kadar olmuşsun," diyerek eliyle beni kovalamaya çalıştı teyze. Şalvarına bağladığı bezden şıngırdayan paralar gülmemi getirirken dudaklarımı çiğnedim.


"Sen bana şu çiçeği ver sana zahmet, eflatuna çalan rengi bir çift kahveye çok yakışır."


"İşte şimdi gözüme girdin çam yarması, onlar petunya çiçeği. Huzurun ve umudun temsilcisidir. Eski dönemlerde biriyle görüşmek konuşmak isteyen gençlerin birbirine verdiği çiçektir."


"Yav ver elini öpeyim. Bana bunlarla gel işte, boşuna hikâye uyduracaktık şimdi. Acaba Peri Hanım bunu biliyor mudur? Bilmiyorsa da öğrenir ne yapalım. Bu yaşlı teyze biliyorsa herkes bilmeli bence," dediğimde yaşlı teyzenin tüm suratını buruşturarak bana baktığını gördüm.


"Yok yok büzme öyle suratını anam babam, bir şey demedim sana. Ver çiçeğimi hadi, herkes yoluna," diyerek bir miktar parayı da eline tutuşturdum. Bu yaşta çiçek satarak para kazanıyorsa ihtiyacı olduğundandır diye düşünüp ederinden fazla para vermiştim eline. Sonrasında saksısıyla birlikte aldığım çiçeğin bir dalını koparıp uzatıverdim teyzeye.


Ah işte o yaşanmışlıklarını ifade eden kırışık yüzü öyle bir aydınlandı ki mutluluk ve gülümsemek teyzeye bir anda nur indirdi. "Sağ olasın yavrum, Allah seni sevdiğine bağışlasın, gönlündeki yoluna huzur olsun inşallah."


"Hay yaşa sen teyzem, ağzını yerim. Ya da yemem. Bunu duymamışsındır inşallah, uydur aklından bir şeyler," diyerek tedirgince gülüp geri geri gittim. Teyze ona uzattığım çiçeği kulağının üzerine takınca duymadığını varsayarak topukladım oradan.


Elimde bir saksı ve deli gülen suratımla arşınladığım toprak yolda, dualarımın karşılığını alacağımı bilemezdim. Perihan arkasını dönmüş süzüle süzüle gidiyordu. Evlerine yaklaşan yola girmeden konuşmak isterdim. Yoksa yeniden kaçardı. Geldiği istikamete bakılırsa yengenin yanına uğramıştı. Buradan taşınınca dalından kopan yaprak gibi uzaklaşmasını izlemek kalmıştı ona.


Gök kararmaya yaklaşmışken güneşin tenine vuran ışıklarını kaçırdığım için üzüldüm. Lakin o da etrafına bakındığında bir şey kaybetmiş olacaktı ki yüzü düştü. Sadece aradığı şeye odaklandığı için beni görmüyordu bile.


"Perihan'ım?" diyerek soruşum olduğu yerde hareketsiz kalışına yol açtı. Ona hitap edişimin derinliğini bilse acaba ne tepki verirdi? Omzunun üzerinden hafifçe bakıp sonra etrafa yeniden baktı ve olduğu yerde bekledi. Aslında çiçeklerden bazılarını saksıdan koparıp verecektim, sanki yolda bulmuş gibi ama artık kısmet böyleydi.


Seven sevdiğine saksıda çiçek vermeliydi...


Belinin kenarından uzattığım saksıyla birlikte bir adım gerisinde duruyordum. Yolu elbette ben de kontrol etmiştim. Sırf birileri görecek diye değil, o rahatsız olmasın diye de özel alanını ihlal etmiyordum.


"Petunya çiçeğini bilir misin?"


"Aleykümselam gök gözlü cevval bey."


"Affedersin, Allah'ın selamı tabii nasıl unuturum bağışla lütfen."


"Affederim mühim değil. Çiçeği de bilmiyorum, güzel görünüyor."


"Haklısın çok güzel görünüyor. Umudu ve huzuru temsil ediyormuş."


"Öyle miymiş? Herkese, ay yani her çiçeğe böyle umut besliyor musunuz diye soracaktım."


"Arı değiliz çok şükür neden her çiçeğe umut besleyelim? Bir çiçek bana yeter de artar. Böyle kahverengi bir yaprağı andıran çiçek, solduğunu düşünen ama aslında bir mevsimin başlangıcı olduğunu bilmeyen."


Omuzlarının hareket edişinden derin bir nefes aldığını anladım. Ben de onu her gördüğümde ciğerlerime oksijen doldurma hissiyle kavruluyordum. Çölde susuz kalan bedevinin bir yudum suya olan muhtaçlığı gibiydi henüz göremediğim gözlerine olan muhtaçlığım.


"Petunya çiçeğinin anlamı çok güzelmiş hekim bey."


"Diğer çiçeği unuttun mu peki?" dediğimde omzunun üzerinden bana doğru döndü bu sefer. Gözlerimiz birbirine çarptığında kalbimde oluşan ritim bozukluğunu tıpta nasıl açıklardık? Bildiğim tüm tıp bilgim silinmek üzereydi şu an.


"Unutma beni dedin, nasıl unuturum."


Ulan doktor, dedim kendi içime konuşurken. Bu hayattaki tek laf cambazı sen misin? Aklını alırlar işte böyle. Yaptığı kelime oyunuyla dilim damağım kurumuş bir şekilde bakakaldım ona.


"Unutma beni dedim, umudun çiçeği de dedim. Sakın unutma Perihan'ım."


"Olur unutmam doktor," dedikten sonra gözleri beyaz önlüğüme takıldı. "Yaralandın mı yoksa?"


"Benim için endişelendin mi yoksa?"


Yakalanmış gibi bu sefer sinirle dikti gözlerini bana. "Saksıyı bana neden uzatıyorsun?" diye sordu o huysuz ama kalbim için muhteşem bir melodi olan ses tonuyla.


"Yolda buldum bu güzelliği, ansızın karşıma çıktı öyle. Sanki bir dalı soluyor gibi geldi gözüme, ben de canlandırmak için hayatıma almaya karar verdim."


"Petunyayı mı?"


"Petunyayı."


"Umut çiçeğine umut mu hediye ettin?"


"Umut çiçeğine umut hediye ettim."


"Peki şimdi neden bana uzatıyorsun?"


"Ya soldurursam diye endişelendim. Senin ellerinde olması daha güvenli olacağını hissettirdi bana. Umudu senin kalbine bırakırsam, ona gözü gibi bakar dedim."


"Kalbime bırakılan umuda gözüm gibi bakarım elbet. Bakamadığım tek şey kolumdaki bilekliğim oldu bugün."


"Onu mu arıyordun, düşürdün mü?" Yaptığı kelime oyunuyla içten içe elim ayağıma dolanacak gibi hissediyordum lakin bunu dışarıya asla yansıtamazdım. Heyecanım kalbim ve çevresinde kalmalıydı. Konuyu değiştirdim ki yine utanıp kaçmasın.


"Düşmüş olmalı ama görünürde yok. Benim için önemliydi."


"Yola baktın mı?"


"Hava kararıyor gibi artık yarın döner bakarım."


"Piraye'nin yanından mı geliyorsun? Gel geri dönelim hızlıca bakar geliriz. Senin için önemli olan şeye sahip çıkıp peşine düşmelisin Perihan, ondan vazgeçersen sana nasıl geri dönecek?"


"Haklısın, sahip çıkmalıyım. Çok hızlı gidelim ama."


"Olur, sen nasıl istiyorsan," dedim derin bir nefes verip. Bilekliği düşürmesi onunla geçen dakikalarımı arttıracaktı. Bulunca gizliden teşekkür bile edebilirdim. Yol boyu sessizce aradık toprağı kenardaki otlara bakarak, lakin bir iz bile yoktu bileklikten.


Kafamı kaldırdığımda ise tüm kanımı donduracak o görüntü karşıladı beni. Damarlarımdaki kan tersine akmaya başladığında elimdeki huzurun saksısı gürültüyle düşerken, buz gibi parçalanıp dört bir yana dağılmıştı parçaları. Göz bebeklerime yansıyan turuncu kıvılcımlar yolu büyük adımlarla koşmama neden oldu çünkü can dostumun evi alevler içinde yanıyordu...

Loading...
0%