@1scintilla
|
Bölüm 29. Geriye Dönen İyilik Yaşamak bu yangın yerinde Her gün yeniden ölerek Zalimin elinde tutsak Cahile kurban olarak Ataol Behramoğlu Barış Diri/ Derinden İçimizde yanan kaç yangını söndürmüştük bugüne kadar? Kaç yangın bizi kül edip savurmuştu da biz o küllerden yeniden doğmaya çabalamıştık? Elbette bazen sadece çaba olarak kalıyordu. Yeniden doğmak kelimeye döküldüğü kadar kolay değildi. Bir meyve ilk etapta hamdı, güneşin yakıcı ışıklarını içine hapsederek olgunlaşırdı. Biz de acılarımızı bir güneş ışığı gibi içimize çekerek olgunlaşmıştık. Bir kadının yeniden ayağa kalması için elbette kimseye ihtiyacı yoktu. İçimizdeki kutsal güç ve cesaretle yapamayacağımız şey yoktu. Ancak benim küllerimden sıyrılmam, kocamın o külleri üfleyerek üzerimden almasıyla kolaylaşmıştı. Bu hayatta işinizi kolaylaştıran bir insan varsa şanslıydınız. Bir aşka vuran güneş kolayca batmıyordu. Benim aşkımın güneşi onu görür görmez kalbimde doğmuş, gözlerimde parlamıştı. Ona olan aşkımın güneşi ne yaz mevsimi gibi yakıcı ne de kış mevsimi gibi yalancıydı. Ona olan aşkımın güneşi baharda doğan güneşin tenimizi ısıtması, hafif esen meltemle ruhumuza dolanması gibiydi. İçimize dolan neşe ve huzurdu. Hem aşktan yana hem de dosttan yana yüzümün güldüğünü düşünürken evi toparlıyordum. Kırlentleri birbirine çarparken onları Fatih ve Gürbüz abinin kafaları gibi düşünüp sırıttım. Kötülükse biz de kötüydük işte. Evi havalandırmak için açtığım pencereden birinin yaklaştığını duydum. Kafamı eğip baktığımda ise Peri'nin hantal adımlarını gördüm. Koşarak kapıya gidip açtığımda daha tıklamadığı için şaşırdı. "Tazı gibi kokumu mu aldın dut tanem?" "Haneme yaklaşanları kartal gibi keskin gözlerle uzaktan seçiyorum Peri'm. Hoş geldin, ne iyi ettin kalbim şenlendi." "Hoş buldum minik kumru. Erkek kumrunun işte olduğunu düşünüyorum." "Evet evet karakolda o, geç içeri." Peri ayakkabılarını çıkarıp artık birkaç kez geldiği için aşina olduğu evimin içine doğru yürüdü. "Hemen iki kahve yapayım da kırk yılımız daha olsun." "Sen de bizi ölümsüz yapacaksın iyice Piraye Hanım?" "Aman kazık kakacak değiliz ya? Bizim de vaktimiz dolacak elbet bir gün." "Öyle mi dedim kas kafalı! Sus ağzından yel alsın. Nerede bu kahve ben koyarım?" diyerek sinirlenip mutfağa doğru dönelince arkasından kıkırdadım. Ölüm hep ensemizdeydi ama söyleyince bozuluyorlardı işte. Allah bize emanet bu canı elbet bir gün alacaktı. Misafirdik bu bedende. Ölümden korkmuyordum, yaşayamadıklarımdan korkuyordum sadece. Mesela kocamla gönlümce vakit geçirememiştim daha. Sokaklara adımlarımızı işlememiştik, ilk kavgamızı yapmamıştık, daha gönlümü almasına bile gerek kalmamıştı. Bitmiş bir hikâyeden değil, yarım kalmış bir hikâyeden korkardım. Çekmece dolaplarını hırsla kapatıp açan can arkadaşımı izledim bir süre. Bu hayat bana verebileceği en iyi dostu vermişti. İşte burada bir yarım kalmışlık yoktu. Lakin sözlerimle canının hassas derisine dokunmuş olmalıydım. Gidip koluna sarıldığımda arayışı duraksadı. "Bugün bana ne anlatacaksın dut tanem? Seni yıpratan ve zihnini ince bir zar gibi saran o düşünce nedir?" "Bir şey değil, öyle dedin diye," dedi dudakları neredeyse büzüşerek. "Ben senin içini bilirken beni kandırmayı mı tercih edeceksin, peki tamam. Şu an hazır değil anlatmaya der susarım. Ama kalbinde birikirse yük olur biner sırtına, sonra indirmemiz daha zor olur." "Zor mu olur diyorsun?" O lafı en ince yerinden değindiren manileri, şiirleri ve özlü sözleri yoktu. Neşesi bile durulmuştu. Gözlerime değen kahvenin en güzel tonundaki göz bebekleri bile düşünceliyken nasıl bir şey yok diyebilirdi bana? "Piraye bana bir şeyler oluyor?" "Ne oluyor hasta falan mısın yoksa, hekime-" "Dur, dur dur. Hasta falan değilim, hekim mekim istemem. Sanki hayat amacımdan sapmış ve yolum kaybolmuş gibi hissediyorum. Yani bir yolda yürürsün ama nereye gittiğini bilmezsin ya hani, güvenli mi değil mi ikilemi yaşarsın." "Tamam şimdi bana bu yolun nasıl olduğunu anlatır mısın?" "Bu yol kurak topraklarla, sert ve sivri kayalıklarla dolu bir yoldu. Yolun üzerinde çiçeğe dair tek şey kayaların üzerini kaplayan cansız yosunlardı sadece. Sonra yolda birden bire minik mavi çiçekler oluşmaya başladı ve ben nereye baksam bu çiçekleri gördüm." "Nasıl mavi çiçekler, mezarlığın köşesinde bitenler gibi mi?" "Yok, çeşmenin dibinde bitenler gibi. Bu mavi çiçekler o kadar minik ki uzaktan bakarak görmen mümkün değil. Sadece yakına gelip onu tanımak istersen görebilirsin?" "Allah Allah, neymiş bu çiçek acaba?" "Unutma beni çiçeği," dedi Perihan başındaki ince örtünün oyalarıyla oynarken. "Unutma beni çiçeği demek, ne güzelmiş adı." "Evet, çok akılda kalıcı değil mi? İnsan bir kere duyunca unutamıyor. İşte ne zaman bu çiçekleri görsem kalbim kasılıyor. Sanki bisiklet tekerine hava basan çocuklar gibi biri de kalbime hava basıyor. Öyle ki şişip şişip en sonunda patlayacak diye korkuyorum." Yanına yaklaşıp onu sandalyeye oturttum. Buz kesmiş ellerini sıcak avuç içime alarak ona güzelce baktım. "Peki kendisini unutmamızı istemeyen bu çiçek sana ne hatırlatıyor güzel arkadaşım?" "Kendi rengi gibi gözleri olan birini," dedi ve ardından hemen eliyle ağzını kapattı. Sanki bu söylenmemesi gereken bir şey gibi panik yapmıştı. Dalgınlıkla söylediğini görünce şefkatle gülümsedim. "Hekimi düşünüyor bu çok şişen kalp demek?" "Sus, demesene öyle pat diye. Bana ne olduğunu anlamıyorum. Adam yoluma çıkınca tersliyorum gibi, birileri görmesin istiyorum ama keşke aklım da görmese Piraye. İçim sıkılıyor." "Genç bekar kadınsın Perihan. Birini beğenebilirsin bu çok normal bir durum." "Beğeni mi bu sadece yani?" dediğinde gözleri bir kedi yavrusu gibi aşağıdan bakıyordu. "Onun yanında tedirgin oluyor ya da korkuyor musun?" "Hayır, korkmam mı gerekir?" "Hayır elbette, sadece asıl hissi yüzeye çıkarmaya çalışıyoruz." "Ne hissi, nasıl olacakmış bu?" "Onu görünce ne hissediyorsun?" "Ne yapacağımı bilemiyorum, sanki elimde tuttuğum ne varsa düşecek gibi oluyor, biraz sıkılıyorum kaçasım geliyor." "Sıkılmak hangi anlamda sence? Ne konuşacağını bilememek gibi bir sıkkınlık mı, yoksa canını mı sıkıyor, sinirleniyor musun?" "Hayır sinirlenmiyorum," diye yükseldiğinde ufak bir kahkaha attım. Mahcup bakışlarını gözlerime kilitlediğinde ise diğer sandalyeyi ona doğru yaklaştırıp alıyorum kollarımın arasına. "Piraye, gün içinde aklıma uğruyor utanıyorum. Gördüğümde yüzüne bakamıyorum bu yüzden. Sanki onu düşündüğümü anlayacak ve rezil olacağım diye." "Utanıp sıkılacak kadar çok görüyorsun yani onu?" dedim muzip bir ses tonuyla örtüsünü başından sıyırıp saçlarını okşarken. "Yok, yani bir anda. Öyle tevafuk eseri görüyorum." "Hmm, demek tevafuk eseri, anladım." "Ne anladın zilli?" "Acaba bu tevafukta insan eli değmiş olabilir mi? Nerede denk geldiniz mesela iki gözüm?" "Genelde çeşmede ben su doldururken." "Hep mi oradan geçiyormuş aynı saatte?" "Bilmiyorum, bildiğim tek şey bana bu çiçeği onun anlatması." "Nasıl?" diyerek şaşırmış bir halde sordum. Zaten hekimin bakışları kendini alenen belli ediyordu lakin anlaşılan boş durmayıp ufak ufak işliyordu da benim güzel arkadaşımı. "İşte unutma beni çiçeğinin hikâyesini anlattı gösterdi bana. Yoksa o çelimsiz otun bir değeri yoktu gözümde. Ama Piraye, çiçeğin adını gözüme baka baka söyleyince testi elimden kayıp buz gibi dağılacak sandım. Bana ne oluyor böyle?" "Su doldurmaya her gittiğinde gözün onu arıyor mu?" Başını kaldırıp gözlerimin içine baktı yeniden. "Bu kötü bir şey mi?" "Elbette değil. Onu görmek istemenin nesi kötü olabilir ki?" "Ya bir tek benim göresim geliyorsa?" "Öyle olsa manidar bir çiçeği sana anlatmak için neden uğraşsın Peri'm. Konu kendine gelince nasıl saf körpecik bir ceylana dönüştün sen?" "Sen de vahşi bir kaplan olmuşsun bakıyorum da. Bir şeyler aşılmış anlaşılan." Kan yanaklarıma toplanıp bir kiraz gibi kızarmadan itekleyiverdim onu kollarımdan. Kahve içecektik konu hangi ara bana dönmüştü yine. En iyisi hekimi bulaştırmalıydım bu konuya yine. "Demek o ip cambazını göresin geliyor ha?" "Sorma elim ayağım boşalıyor onu görünce. Mideme kramplar giriyor hemen kaçmak istiyorum ama gecesinde o kısacık an bir sinema gibi geçiyor gözümde defalarca." Dönüp şefkatle gülümsedim ona. Perihan tamamdı, hekimi gönlüne çoktan almış ve henüz tam olarak farkına varamamıştı. Ah o geceleri tavanda oynayan sinema yok muydu zaten bizi hayallerden hayal beğendiren? Hekim desen çiçek üzerinden kendini unutmamasının mesajını vermişti, o halde hekim de tamamdı. Bakalım bu hikayenin seyir hızı nasıl olacak ve nasıl devam edecekti? Köpükleri fincana aktarırken sırıtan yanaklarımı içime çekerek saklamaya çalıştım. Onunla dalga geçtiğimi düşünmesini istemiyordum. Zaten Peri'de şu an bunu düşünecek gibi değildi. Anlaşılan sinema gecesi onun için erken bir saate alınmıştı... Kahvelerimizi içip ardından çöreklerimizi yerken, bu durumu hasbihal edip en sonunda olacağına bıraktık. Su akar yatağını bulurdu ne de olsa. Ayrıca bugün öyle çok kalbini açmıştı ki bana daha fazla konuşmaya utanır olmuştu canım arkadaşım. İkinci bardak kahvelerimizden bir yudum alırken akşam güneşi Perihan'ın yüzünü yalayıp geçince bu sevdayı onların bile haberi olmadan kilitledim kalplerine. Güneşin Peri'nin gözünü ışıldatıp kaybolduğu o kısa anda onu gülümseyerek izledim. "Ne o, kocanı bırakıp bana mı aşık olmaya karar verdin bacım?" Kahkaham kulaklarıma dolarken o da kendini tutamayıp güldü. Ben de bir güneş ışığıyla Ali Ata'ya tutulmuştum ve güneş bizi mühürlemişti sanki. Şimdi bu sohbetin üzerine aynı güneş arkadaşımın gözüne de vurunca yine aynı hislerle doldum. Ancak bunu ona söylemeyecektim. "Aslan gibi kocam varken bunlar nasıl latifeler böyle?" "Aman bir şey demedik kocana. O aslan sen vahşi kaplan bulmuşsunuz işte birbirinizi," diyerek kahvesinin son yudumunu ses çıkartarak içti. Bu höpürdetme işleminin altındaki imayı ne yazık ki bir tek ben anlayabilirdim. Bu yüzden hemen ayağa kalkıp tüpe koyduğum sıcak suyu kenardaki kuru patlıcanlara dökerek yumuşamasını sağladım. Patlıcanları Ali Ata'nın annesi Aksaray'dan dönerken vermişti. Öğrendiğime göre kocam da kuru dolmayı çok seviyordu. Onun sevdiği her şey benim mideme de şenlik olup geliyordu işte. O beni bu kadar mutlu ederken, ben de yapabildiğim kadar hoşuna gidecek şeyleri yapmaya çalışıyordum. Kahve fincanını yıkamak için ayaklanan Perihan patlıcanları görünce "Akşama kuru dolma var demek, yanına ne yapacaksın?" diye sordu. "Dünden kara şimşek çorbası yapmıştım o var. Bir de cacık yaparım başka bir şey yapmayacağım." Yeşil mercimek ve eriştenin birleşimi olan bu çorbaya bayılıyordum. Annem çorba için böyle söylerdi hep ve ben de onun uydurduğu bir çorba sanırdım bunu. Başka bir arkadaşının evinde görünce de şok olmuştum. "Erkekler patlıcan yerken nazlanır ya, ondan dedim dut tanem. Gerçi siz daha cicim ayındasınız," diyerek gülümsedi bana. Anlaşılan duygu durumunu toparlayıp tüm antenlerini açmıştı yine. "Ali Ata çok severmiş, annesi verdi bunları da." "Aa patlıcan seven erkeği de ilk defa görüyorum. Afiyet olsun öyleyse. Ailesiyle konuşuyor musunuz?" "Evet haftada bir konuşuyoruz. Ali Ata ev telefonu bağlattı sonunda. Sormadan söyleyeyim iyi insanlar, kendi halindeler, kimseye bir zararları yok." "Aman aman öyle olsun. Bir de onları çekemezdik vallahi. Eh o zaman ne deyim, saraylar sıcak değil, güller tomurcuk değil, bir yastıkta kocayın, sevda oyuncak değil," diye süzülerek güldüğünde neşesi yerine geldiği için sevindim. "Kocarız kocarız hiç merak etme." "Ay Piraye çatlattın adamı he? Hiç anlatmıyorsun o günden beri ne oldu ne bitti? Belki yakında evleneceğim biraz bilgi alayım lütfen." "Aman Perihan senin de bilgin yoksa kimsenin yoktur, utandırmasana insanı!" "Ailesi iyi dedin, düğüne oraya gittiniz çarşaf falan bekledi mi kapıda adetleri nasılmış?" Kızaran yüzümle koluna bir çimdik attım. "Ahh, ne yapıyorsun kızım, bazı köylerde balkona bile asıyorlarmış!" "Yok artık hangi köymüş o. Ne rezil rüsva bir hareketmiş öyle." "Öyle tabii, iki köy ileride bir kız korkudan titremiş olmayınca da babanın evine geri göndeririz seni demişler, duydun mu?" "Hii, duymadım. Bu dönemin cahilliği beni benden alıyor. Kim bilir kızcağız nasıl dehşete düşmüştür. Bu özel an sadece karı koca arasında kalmalı, çok saçma öyle saçma ki bir de reklam yapıyorlar gerine gerine. Öyle bir şey yaşamadım, adetlerini bilmiyorum ama olsaydı bile Ali Ata buna asla müsaade etmezdi." "Evet, onlar ne yaşadıysa büyüklerinden, aynısını bize uygulamaya kalkıyorlar işte. Testi kırıp haber vereni mi ararsın, tavukla şeker götürüp afiyet olsun diyeni mi?" "Iyy tavuk mu?" diyerek öğürür gibi yaptığımda Perihan kahkaha attı. "Olsaydı bile dediğine göre ne anlamalıyım peki ben?" "Ayaklı bir cımbız gibisin sinsi Perihan, lafları ağzımdan nasıl çekeceğini iyi biliyorsun. Bir cımbız bir cambaz bulmuşsunuz birbirinizi işte." "Of bari ucundan anlat başka kime sorayım ya? Gidip Şaziye'den tavsiye alacak değilim." "Tamam tamam orada bir şey olmadı zaten. Evlenmeden önce buna hazır olup olmadığımdan emin olmadığımı söylediğimde, Ali Ata her şey ben nasıl istersem o yönde şekilleneceğini söylemişti. Yani ben isteyene kadar hiçbir şey olmadı." "Yuh, bu nasıl bir sevgi, anlayış. Tamam başka bir şey sormak istemiyorum. Bu saf sevda gözümde zirveye tırmandı, lütfen onu kelimelerinle kirletme," dediğinde hülyalı haline ikimiz de güldük. Sonrasında ellerimi tutarak "Birbirinizi bulduğunuz için çok mutluyum arkadaşım, yüzün hep gülücükler saçsın böyle. Bu hayatı hak ettin ve dibine kadar yaşamalısın," dedi. Kollarımı ona dolayıp sarıldım. "Teşekkür ederim benim güzelim. Kapıda bekleyen bir diğer mutluluk senin adına olur inşallah. İyi ki varsın Peri'm." "Sen de iyi ki varsın erik gözlüm, ay ekşi ekşi ne iyi olur giderken bir iki ağaçtan göz hakkı alayım bari." "Göz hakkı dediğin bir tane olur, sen ağaç ağaç gezecek misin?" "Her ağacın bir tane hakkı var bana ne?" diyerek omuz silkti. Bahçede öten horozun sesiyle ayaklanan Perihan "Artık kalkayım ben, anca giderim kuşum," diyerek ayaklandı. "Yine gel Perihan, dikkatli git. Ben bir süre daha gelemem oralara biliyorsun." "Biliyorum dut tanem, gelirim yine. Hadi Allah'a emanet ol." "Sen de canım," diyerek kapıdan yolcu ettim onu. Gelip gönlünü ferahlatmış, bazı şeylerin farkına varmış ve beni de eğlendirip gitmişti. Vaktin nasıl geçtiğini anlamadım bile. İnsan bazen düşüncelerini dile vurmadığı müddetçe ne olduğunu anlamazdı. Düşüncelerimizi daha iyi idrak edebilmek için dilimizden dökülüp kulağımıza dolmalıydı bazı şeyler. Şimdi ise kocam gelmeden yıkadığım pirinçlerle sevdiği kuru dolmayı yapıp tüpe koyacaktım. Gelene kadar ağır ağır pişer afiyetle yerdik. YAZARDAN Fatih, avına yaklaşan bir timsah gibi sessizce bekliyordu haftalardır. Timsahlar olduğu yerden hiç kımıldamayıp yokmuş gibi yaparak avının ona yaklaşmasını beklerdi. Oldukça vahşi ve tehlikeli olan bu timsahlar evcilleştirilemezdi. Komiser bozuntusu olarak düşündüğü Ali Ata'nın peşinden giderek izlerini bulamayacağını anlayınca asla pes etmeden farklı yollar aramaya başladı. Ancak bu yolun ayağına gelmesini beklemiyordu. Dost var düşman var lafı bazen onu çok eğlendiriyordu. Düşman vardı, düşman iyi ki vardı ki o gece parmaklıklar ardından Fatih'e elini uzatmıştı. Düşmanının düşmanı anında ona dost olmuş, uzatılan eli bir an bile çekinmeden tutmuştu. Karakoldaki diğer komiser Çıdamlı, Aslanboğa'dan nefret ediyordu. Bu nefret ise hiç şüphesiz Fatih'in işine yaracaktı. Çıdamlı evrakları karıştırıp Ali Ata'nın yeni ama eksik ev adresine ulaşmayı başarınca bunu koşarak Fatih'le paylaşmıştı. Fatih'te günlerdir bu adresin yakınlarında dolaşıp duruyor ama onlardan bir iz bulamıyordu. Belki de çok yanlış yerde ilerliyordu. Evlendiklerini duyunca saldırgan bir hayvan gibi duvarları yıkmaya bile yıkmaya çalışmıştı. Piraye onundu ve onun olacaktı. Elinden koparılıp alınmasına asla izin veremezdi. Ondan habersiz attıkları o imzayı Ali Ata'nın boynuna dolamaya yemin etti. Haftalardır onun kokusuna dair tek bir eşya bile bulamamaktan kudurmuştu Fatih. Keşke bu kadar beklemeyip zorla oturtsaydı nikah masasına ve karısı yapsaydı Piraye'yi. O zaman kimse onun karısını elinden alamazdı. Bu adam kesin onun aklını karıştırmıştı, yoksa Piraye babasının hatırası bu evden asla gitmezdi diye düşündü. Öte yandan yastığın altında kıyafetler bulunduğu bilen Ali Ata, içeriden gelen yardımla bütün eşyaları toplatıp kendine getirmişti. Bunu da Feridun'un yanına gelen Zehra sayesinde yapmıştı. Bir kere yardım eden tekrar edebilir diyerek an kollayan Feridun, bu yılan dilli kıza istediğini tek seferde yaptırdığı için şaşkındı. Aslında küçük kız Feride'den de isteyebilirlerdi lakin sinsilik denince akla ilk o gelmiyordu maalesef. Zehra dolapta, yatağın altında, yastığın altında bulduğu her şeyle şoktan şoka giriyor ve Fatih'in zihniyetinden tiksiniyordu. Kimlerle aynı evde yaşadığını sorgulayıp, kızgın bir boğa gibi gezen Fatih'ten mümkün mertebe uzak duruyordu. Kötü haber; artık oğlunun dizginlerini Handan yenge bile tutamadığından amcalara aktarmıştı bu durumu. Atilla amca da İlyas amca da önce yeniden güzelce uyarmış, bakmış ipe sapa gelmiyor; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir diyerek bir güzel benzetmişlerdi. Lakin bu Fatih'i kamçılamaktan başka bir şey yapmamıştı. Yoksa şu an elinde bir benzin bidonuyla evin çevresinde pusuya yatmış bir Fatih olmazdı. Fatih sonunda Perihan'ı gördüğüne ilk defa bu kadar sevindi. Biliyordu ki onun temkinsiz adımları kendisini Piraye'ye götürecekti. Bir de sanki etrafı kolaçan ediyormuş gibi arkasına bakıp durması yok muydu Fatih'i gülmekten öldürecekti. Bir labirent gibi dolanıp dursa da en sonunda adımları Piraye'nin evine gelince durdu. Kapıdan gözüken yüzünü hastalıklı bir hasretle izleyip, rüzgârın kokusunu getirmesi diler gibi havayı derince kokladı. Sonrasında onları gizlice gözetlemek için iyi bir konum buldu. Piraye'nin giydiği elbiseden belli olan hatlarına özlemle baktı. Evdeyken eski püskü giydiği şeyler bile onu mükemmel gösteriyordu ancak bunlar başkaydı. O aptalın Piraye'nin bu halini görmesi bile çıldırtıyordu onu. Hastalıklı zihni birlikte olduklarını ısrarla reddediyordu. Ona göre Piraye sadece o evden çıkmak için yapmıştı bunu. Adam onu kandırmış, Fatih yokken aklını çelip imzayı attırmıştı. "İsteseydin seni o evden çıkarırdım ben Piraye," diyerek söylendi kendi kendine. "Ah, o saçlarının yumuşaklığını yeniden hissedeceğim anı sabırsızlıkla bekliyorum. Tüm bu kıyafetleri ve daha iyilerini benim için giyeceksin. Bu evden başını bile çıkartmana izin vermiyor demek? Benimle gelmediğin için seni bir odaya kapatıp cezalandıracağım ben de. Belki uslu bir kız olursan ödüller de veririm." Kendi kendine konuşmaya devam eden Fatih, arsızlığını gittikçe zirveye taşıyor ve Piraye'ye olan hislerini kamçılayıp duruyordu. Onun asıl kendisinden kurtulmak istediğini bir türlü anlayamıyordu. Sonunda Perihan evden çıkarken yeniden görme şansı oldu Piraye'yi. Gözüne yayılan tehlikeli ateş sinsi bir gülümseme eşliğinde çıktı ortaya. Gizlendiği yerden planlar kurarken Ali Ata'nın eli poşetlerle dolu bir şekilde eve girdiğini gördü. Bu eve son girişi olacaktı çünkü Fatih, Ali Ata'nın özenle kurduğu yuvasını kendine mezar edip cayır cayır yakacaktı onu. Aradaki tek engelin Ali Ata olduğunu düşünüyordu. Bu yüzden o ortadan kalkarsa Piraye onun olur, eskisi gibi dizinin dibinden ayrılmazdı. Bir süre sonra elinde tuttuğu şeyle koşarak dışarı çıkan Piraye'ye keskin gözleriyle baktı. Dışarı çıkması için kolladığı fırsat ayağına gelmişti işte. Eğildiği duvarın altından evin dışına doğru döktüğü benzinden sonra açık camdan içeri fırlatacaktı bidonu da. Denk gelen oda yatak odası olursa ondan keyiflisi olmazdı. Bilerek benzini önce dökmemişti yoksa o komiser tazı gibi burnuyla koklayıp bunu anlayabilirdi. O sırada her şeyden habersiz Piraye, Perihan'ın düşürdüğü bilekliği yetişirim umuduyla koşa koşa arkadaşına götürüyordu. Ali Ata ise bu saatte çalan telefona kaşları çatılarak baktı. "Hayır olsun inşallah. Kiminle görüşüyorum?" diyerek sert ses tonundan ödün vermeden açtı telefonu. Karşısında duyduğu ses ise sinirlenmesine yetmişti. Ancak durumun önemini saniyeler içinde kavradı. "Aslanboğa? Hemen karakola gelmelisin, peşine düştüğümüz adam hakkında önemli bilgilere ulaştık. Bir operasyon düzenlenebilir." Çıdamlı'nın verdiği bilgi karşısında henüz çıkaramadığı üniformasıyla yeniden kapıya çıktı. Evde de mis gibi kuru dolma kokuyordu. Karısının el lezzeti öyle güzeldi ki kim bilir ne kadar iyi ve lezzetli bir yemek yapmıştı? Yiyemeden çıkmak zoruna gitse de halk için tehlikeli bir insanı avlamak zorundalardı. Onun işi buydu ve mesleğini seviyordu. Evin arka giriş kapısının açıldığını duyan Ali Ata oraya yöneldi. Çıkmadan Piraye'siyle konuşup öyle gitmeliydi. Onun gözleri bedenine dolan yegane bir güçtü. Onları görmeden nasıl giderdi? "Piraye'm nereye gittin güzelim?" "Perihan'ın bilekliği düşmüş uzaklaşmadan vermek istedim ama senin getirdiğin erikler aklıma gelince geri döndüm. Bugün canı istemişti, birlikte biraz da ona götürelim mi yetişiriz?" "Benim acilen işe gitmem gerekiyor. Poşete koy geçerken görürsem veririm. Haber vermeden çıkma lütfen iki gözüm. Burası güvenli bir çevre ama yine de aklım kalmasın." İşe gideceğini duyan Piraye'nin yüzü çoktan asılmıştı. Ona en sevdiği yemeklerden yapmıştı şimdi gitmesi haksızlıktı. Yine de konuyu uzatıp onu da üzmeyecekti. "Bu bileklik Peri için çok önemli. Göremeyince çok üzülecek diye çıktım ama köşeyi dönmeden erikler geldi aklıma işte," dedi gözlerini kaçırarak. "Bilekliği de ver öyleyse, üzülmesin onu da veririm. Hava kararmak üzere almak için geri dönemez zaten. Sadece yol üstündeyse verebilirim ama baştan söyleyeyim." "Tamam öyleyse. Git ve bana çabuk dön." "Ayaklarım bile kırılsa sana dönmek için sürünerek gelirim Piraye. Ben bu evin duvarları ardında olduğun müddetçe sana hep gelirim. Tıpkı yüreğimin ardında hep olduğun ve senden başka yön bulamadığım gibi." "Söylemesene böyle şeyler," diyerek parmaklarını kocasının dudaklarına bastırdı Piraye. Ali Ata da dayanamadı ve kısa bir öpücük bahşetti önce parmaklarına, sonra dudaklarına. Gözlerine kadar gülümseyen çift ayrıldı yeniden. Piraye'nin açık bıraktığı arka kapıdan çıktı Ali Ata işe yetişmek için hızlı adımlarla. O sırada ön kapının oradaki ağacın arkasında fırsat kollayan Fatih ne Ali Ata'nın çıktığını gördü evden ne Piraye'nin girdiğini. Piraye eve gelmeden cayır cayır yansın istedi komiser bozuntusu. Piraye ise kocasının gidişiyle onsuz yiyemeyeceği Biber dolmasını öylece bırakarak buruk bir şekilde yatağına gitti. Kafasına kadar çektiği yorganla neden bu kadar üzgün olduğunu düşündü. Fatih cebinden çıkardığı büyük kibriti büyük bir hevesle çaktı. Ucunda oluşan ateş sadist ruhunu kolayca beslerken şeytani gülümsemesiyle evin önüne doğru fırlattı. Saniyeler içinde döktüğü benzin tutuşup alev alırken, bu alevlerin büyümesini zevkle izledi. Bilmediği tek şey bu alevlerin saracağı tek kişinin Piraye olacağıydı. Onları izleyen bir diğer kindar ruh ise Çıdamlı'ydı. Fatih'in planından haberdardı ve attığı adımı gizli gizli izliyordu. Ona amacının Ali Ata'dan kurtulmak olduğunu göstermiş ve verdiği bilgi sayesinde güvenini kazanmıştı. Lakin Çıdamlı daha büyük oynuyordu. Öyle ki şeytan karşısına geçip şapka çıkartabilirdi bu hainliğe. Evlerden birine üniformasını ve polis kimliğini kullanarak girmiş, telefonları olup olmadığını sormuştu. Ekip arkadaşına çok önemli bir bilgi vermesi gerektiğini ekleyince ev halkı vatana hizmet ettiğini düşünüp hemen ev telefonlarını kullanmasına izin vermişlerdi. Çıdamlı'nın amacı Ali Ata'yı o evden çıkartıp karısının ölümü karşısında çektiği acıyı izlemekti. Onun yuvası yıkılmışken, kimse güle oynaya ve bu kadar severek evlenemezdi. Bu yüzden evden koşarak çıkan Piraye'yi görmüş ve gittiği yerde hayvan sesleri çıkartıp geri dönmesine sebep olmuştu. Piraye için erik de bahane olmuştu. Ali Ata'nın zamanında yaptığı iyilik geriye çok kötü dönerek bir ip gibi dolanıp, sevdasını sarmıştı. Şimdi ise sevdiği kadından ve bu vahşet plandan habersiz huzursuzluk içinde adımlarını ileriye atıyordu. Zamanında Çıdamlı'nın nişanlısının, onu aldattığını söylemeze düşman tohumları bu kadar büyümeyecek ve etrafını kuşatmayacaklardı. Her iyilik herkese iyi gelmezdi. Fatih ise son kez ürpertici bir tebessüm eşliğinde olay yerinden hızla uzaklaştı. Geriye bir tek yangının çevresini hızla saran fakat farkında olmayan Piraye ve elleri cebinde huzurla bunu izleyen Çıdamlı kalmıştı... |
0% |