Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 34. Kanayan Toprak


Aldanma cahilin kuru lafına, kültürsüz insanın kulu yalandır


Hükmetse dünyanın her tarafına, arzusu hedefi yolu yalandır.


Aşık Veysel


Panik ve korku çekilmez bir duyguydu evet, fakat daha kötüsü de vardı; sürekli tetikte durmak. Bu iki duygu tarih boyunca hayatta kalmak için kritik bir rol oynardı. Tehlike altında kalan vücut tüm bedeni tetikleyerek savaş ya da kaç der, Piraye'nin buna yeni taktiği ise yaşandı ve bitti demek olacaktı. Hayatının son aylarında bir ömre sığacak olaylar yaşayan Piraye el açıp Allah'a sığındığı gibi kendi kaderindeki çizgiyi kendi seçebilirdi.


Kocasının rahatça çıkıp gezebilirsin dediği anda bile tedirginlik yakasını bırakmamıştı Piraye'nin. Şimdi ise bu konuda ne kadar haklı olduğunu anlıyordu. Hani Fatih ona zarar veremezdi? Öyleyse neden saçlarını yeniden kavrayıp yamacında durabiliyordu?


Attığı çığlıkla boğazı tahriş olan Piraye'nin ağzını kapatmak için saçlarını bıraktı Fatih. Arkasında durması bile ona en büyük korkuyu salıyordu zaten bir şey söylemesine gerek yoktu. Bu korku kadının içinde bir balon gibi şişmeye başlarken aslında adamın özgüvenini ve gücünü de şişiriyordu. Ancak bir iğne darbesiyle patlayabileceği o an aklına gelmiyordu.


Güç yalnızca doğru zamanda ve doğru yerde önemli bir hamleydi.


Siyah sarmaşıklarımı ruhuna ekemedim ama tohumlarımı rahmine ekeceğim güzel kadınım...


Zihninde çınlayan bu cümle midesini ağzına getirirken korkusunu geri plana atmaya çalıştı Piraye. Bir şey olmayacak, sakin ol, yaşandı ve bitmesini istiyorsun evet o parmaklarını yeniden kapatacaksın sakin ol ve yap şu hamleyi, seni buradan bir tek sen kurtarabilirsin Piraye, tercihlerini değerlendir. Ya Fatih'in ağlarına takılacaksın ya da ona ağ atacak örümcek sen olacaksın. Karadul örümceği çiftleştikten sonra erkeği öldürür ve kuvvetli bir zehre sahiptir. Onu etkisiz hale getir, zehrini salgıla, şimdi!


Derin bir nefes alan Piraye kendi içindeki mahkemede bir karar vermeye çalışırken Fatih'in yüzündeki gülümseme gittikçe genişliyordu. Kendi ayaklarıyla ona gelmişti ve şimdi onun olacaktı. Piraye'yi kendisine doğru çevirip o güzel gözlerini görmek istediği anda bileğini sıkan parmaklarını gevşettiği an elinde hissettiği acıyla anlık olarak bağırdı.


Piraye evden getirdiği küçük meyve bıçağını bilekliğiyle destekleyip koluna zaten takmıştı ve yapması gereken tek şey sıkılan bileklerini rahatlatan bir tutuş ve bıçağı oradan çıkarabilmekti. Eli, onu görmek için gevşeyen Fatih, nasılsa artık elimde bir şey yapamaz düşüncesine girdiği için fırsat verdiği ilk anda darbeyi yedi. Bu hamleyi beklemediği için de geri çektiği eliyle saniyeler kaybederken Piraye elindeki kör bıçağı bileğinden daha kolay çıkardı ve oracıkta yüzüne bir çizik atıp koşmaya başladı.


Kör bıçak, işlevini yitirmiş bir dansçının sahnede sendelemesi gibi, her kesiğinde sahibine hayal kırıklığı ve tehlike vadeder. Tıpkı orantısız güç kullanıp bileğini zedeleyen Piraye gibi.


Meyveyi anca soyan bu bıçağın işine yaracağına akıl sır erdiremezken kendini savunmak için yaptığına da akıl sır erdiremiyordu. Zedelenen bileği yüzünden elinden attığı bıçağın çelik kısmına değen parıltı ise sanki gökyüzüne onlardan bir iz bırakmak ister gibi yansıyordu. Fırsatını bulduğu o saniye yeniden bir tazı gibi kaçıp koşmaya başlarken yakalanmamak için arkasına bakmamaya çalıştı. Fatih ise arkasında kızgın bir boğa gibi kalmış elini yanağına atarken bağıra çağıra koşmaya çalışıyordu.


"Piraye! Bunu senin yanına bırakmayacağım! Yeter artık nazın niyazın. Sen kimsin kızım bana bıçak çekebiliyorsun?"


Arkadan gürleyen sesi acı çeken bir aslanın kükremesi gibi çıksa da korkmasına izin vermedi Piraye. Korku yok, korku yok... Bir an önce çık bu yoldan. Koş Piraye, daha hızlı koş yoksa bu son koşuşun olacak!


Fatih arkasından koşarken yere attığı bıçağı da almıştı. O kadar çok sinirlenmişti ki işini baltaladığı için alnına bu bıçakla adını yazmayı bile düşünmüştü. Bu hamle onun yaptığı son aptalca hata olacaktı. Koşarken yanağına vuran rüzgâr keskin bir jilet gibi yarasını keserken dişlerini sıkarak koşmaya başladı. Hem elinden hem yanağından gaziyken bile ondan kaçamayacaktı. Bedeninden akıttığı kanları ruhuna çentik atarak ödeyecekti.


Koşmaktan kalbi o kadar hızlı atıyordu ki sanki görünmez bir balon gibi şişmiş, tüm bedenini esir altına almış ve koca bir organ olarak atıyordu. Fatih'in yaklaşan adım sesi ise ritme uyan gerilmiş bir davul gibi kulağına büyük bir gümbürtüyle geliyordu. Koş Piraye koş kızım, şu köşeyi dönünce sana kurtuluş var, birileri mutlaka duyar sesini koş. Kılıcını çeken kararlı bir savaşçı gibi davrandın ve şimdi sana doğru esen bu kasırgaya meydan okuyarak kaçma vakti. Yaraladın, yakalanamazsın, yakalanmayacaksın. Avucunu bitti diye kapattığın hikâye bu kalpsiz ruh hastasıyla sonlanmayacak.


Kendi içinde muhakeme yaparken arkayı dinlemeyi çoktan bırakmıştı. Küçükken hayaletlerden korkup geceleri tuvaletten yatağına ne hızda gidiyorsa şimdi de o hızla gidiyordu. Hayaletler yok diye onu kandırmışlardı, büyüyünce asıl hayaletlerin insanların içinde olduğunu anlamıştı, asıl korkulacak şeyin arkasından bir hayalet gibi yaklaşan ve korkunç cümlelerini rüzgârın fısıltısıyla kulağına taşıyan Fatih olduğunu nereden bilebilirdi.


Birlikte top oynadığı, anneleri ekmek yaparken sacın başında sıcak ekmek yemek için beklediği, evcilik oynarken yaptığı çamurdan pastasına bile eline sağlık çok güzel olmuş diyen bir çocukken, hangi ara ruh hastası kıvamına gelmişti? Fazlaydı işte, her şeyin fazlası zarardı, ziyandı, zehirdi. Fatih'in sevgisi de çok yemek yediği için bozulan bir mide gibi çok sevdiğini düşünerek bozmuştu kalbini.


"Seni yakalayacağım ve işte o zaman canına okuyacağım Piraye, sana karşı nazik olma devri bitti. Anladığın dilden konuşma zamanı geldi." Gittikçe yaklaşan Fatih'i duyduğu an yeniden çığlık atmaya başladı. Birileri onu duysun istiyordu, yakalanmadan güvenli limana çıkmak istiyordu. Tökezleyip düşmesi, birkaç önemli saniye kaybetmesi küçük bir çakıl taşına bakardı. Gözlerini dört açarak koşmanın zorluğunu hayatının her anında bunu yapmak zorunda kalanlar anlardı. Sevgisizliğin zorluğunu hiç sevilmeyen, fazla sevginin zorluğunu ise çilesini çeken anlardı.


"Allah'ım bu dünya kötülerin dünyası mı? Yalvarırım koru beni, düşsün, gelemesin. Allah'ım bir dua hakkım varsa şu an kullanmak istiyorum, kalbimi karartma... beni bu zalimin eline bırakma. Allah'ım annemi babamı aldın, bana kendi acımı yaşatma. Beni hem yetim hem de öksüz bırakmışken bir de kalpsiz bırakma." Gözleri akmayı bir an bile bırakmazken dua etmekten vazgeçmeden kaçtı Piraye.


"Benden kurtuluşun yok Piraye, şimdi yakaladım seni. Takılacaksın ve çakıldığın yer yine benim kollarım olacak."


"Siktir git! İtin duası kabul olsa gökten kemik yağardı."


Fatih'in gerilim dolu sesi onu hataya itip panikle düşmesini beklerken, Piraye çift nala koşan bir at gibi ilerleyip sinirlerini bozuyordu. Onu bu sefer elinden kaçırırsa bir daha asla yakalayamazdı. Onu alıp buradan gitmeli ve peşine de kimseyi takmamalıydı. Artık sonrasını sonra düşünürdü.


Piraye sonunda hedeflediği köşeye geldiğinde öyle bir hızla döndü ki karşıdan gelen kişiyle burun buruna çarpıştı. Adamın kolları onu sıkıca kavrayıp düşmesin diye çevirirken soluk soluğa kalan ve aksiyondan gözü dönmüş Piraye neredeyse bayılacaktı. Ta ki tanıdık siyahların gecesine bir güneş gibi doğduğunu anlayana kadar. Ali Ata'nın gözleri karanlığın içinde cayır cayır yanan bir ateş gibi gözükürken Piraye'ye verdiği güvenle buz tutan kalbinin yeniden ısınmasını sağladı.


Ali Ata, Feridun'la konuşurken onu bir depoya kapatıp hırpaladığını ve eline sağlam bir düğüm attığını hatta deponun kapısının kilitli olduğunu söylediğinde rahatlamıştı. Ancak mesai çıkışı depoya gidip yerde kesilmiş halatı bulduğu an aklı başından kaybolmuş bir şekilde deli dana gibi koşmaya başladı.


Yaşadığı pişmanlık her zerresinde sinsi bir zehir gibi dolanırken karısını evden gönderdiği için yaptığı hatayı anlaması geç olmadı. Feridun ipleri çözmesinin mümkünü olmadığını söylemişti, Ali Ata buna inanmıştı çünkü o düğümü eğitimde birbirlerine atmışlardı. Ancak ip zaten kendiliğinden çözülmemiş, dışarıdan kesici bir alet yardımıyla kesilmişti.


Ali Ata önden, Feridun arkadan freni boşalmış kamyon gibi koşarken nereye gideceklerini de bilmiyorlardı. Tek istediği o aptalın buradan siktir olup gitmesi ve bir daha kendilerine musallat olmamasıydı.


Benim hatam, benim hatam, karımı bir yangının içine de ben attım. Allah kahretsin!


İçinde dört mevsimi de aynı anda yaşayan adamın kalbi güneş tarafından yakılıyor, kasırga tarafından kavruluyor, tüm odacıkları buz sarkıtlarıyla dolmuş ve etrafa bir cam gibi tuz buz olup dağılmayı bekliyordu. Onu biz nebze olsun sakin düşünmeye iten tek şey ilkbaharın kokusuyla karısının çiçeklenmiş saçlarını düşünmekti.


Duyduğu çığlık sesiyle beraber hiç duraksamadan bir kurt gibi kulağını açıp sese doğru koştu. Feridun'la aradaki mesafeyi açalı çok olmuştu. Bir ses daha duyduğunda dişlerini kırılacak kadar sıkarken karısının saçının teline zarar gelmiş olma düşüncesi, içini et seven piranaların onu canlı canlı yiyormuş gibi hissetmesine neden oluyordu.


Keskin gözleri çevreyi tararken Allah'ın belası yerde bir tane bile kulunun olmadığını sonra sorgulayacaktı. Koşmaktan şişen organları aldığı eğitim dolayısıyla onu iyi idare ediyor ve karısına kavuşmak için zaman kaybetmesini engelliyordu. İçinde yükselen volkanlar kızgın bir yanardağ gibi patlayacak ve tüm lavları o Fatih itinin üzerine akacaktı. Bu sondu, bu son olacaktı. O bir daha hayatlarına erişemeyecek bir yerde olacaktı.


Köşeyi dönerken üzerine bir çığ gibi düşen karısının gözlerinde gördüğü dehşet ve korku ifadesi onu iliklerine kadar titretirken, çarpışmayla düşmesin diye yere önce kendini attı. Büyüyen gözleriyle üzerine düştüğü kocasını gördüğü için verdiği o rahatlayıcı nefesi ikisi de ömrü boyunca unutamazdı.


Karı koca birbirinin gözüne tutunup duyguların en güzelini yansıtırken koşan adım sesleriyle kendilerine geldiler. Yerden tek hamleyle kalkan adam Piraye'yi de kendiyle birlikte ayağa dikmişti. Üniformasıyla gelen adam arada bir hengame olmasın diye belindeki silahı çıkarıp Piraye'nin eline tutuşturdu. "Al bunu ve eve git Piraye'm."


"Olmaz, olmaz Ali Ata birlikte gidelim ne olursun, gidelim."


Fatih de artık köşeyi gördüğünde onu gördüğü için kudurmuş bir biçimde yavaşlattı kendisini. Piraye'yi yine elinden alamayacaktı.


"Bu iş bugün bitecek Piraye. Kangren kolu kesip atmazsan o seni öldürür," dedi Fatih'in yüzündeki kesiğe hitaben.


"Lütfen gidelim Ali... korkuyorum." Gözlerindeki yaşlar eli bıçaklı Fatih'in karşısındaki kocası için akıyordu.


"Piraye beni dinle ve eve git, söz veriyorum yanına geleceğim." Bu söz içinde kopan fırtınalara hiç iyi gelmedi. Onu bu psikopat adama birlikte bırakıp ardını dönüp gidecek miydi yani?


Fatih elindeki bıçağı iyi ki yerden aldığını düşünerek ona doğru bir adım daha attı. Piraye'yi arkasına çeken Ali Ata güven veren gözleriyle tekrar karısına bakarak "Git," dedi ama gideceğine dair umudu hiç yoktu. Elindekini kullanabildiğini biliyordu, daha önce tarlada peşine takılan bir adımı korkusuzca vurmuştu. Yine de Fatih onun üstesinden gelemeyeceği bir pürüz değildi. İri bedenine ve elindeki oyuncak bıçağa güvendiği erkekliği Ali Ata'yı yalnızca güldürürdü. O polisti ve bunun için eğitim almıştı. Şimdi karşısında bu vatanı koruyan bir emniyet personeli ve düşmanı vardı.


Arkadan geldiğini bildiği Feridun için Piraye'ye bir kere daha git demedi. Onu yanından ayırmaya meraklı değildi ancak böyle dövüşürken görmesini istemiyordu.


"Ne o, korkuyor musun yenilmekten de onu göndermeyi bu kadar istiyorsun?"


"Senin olduğun bir ortamda daha fazla bu havayı soluyup zehirlenmesini istemiyorum, kes zevzekliği döl israfı."


Fatih karşılığında yüksek bir kahkaha attığında Piraye iyice aklını sıyırdığını düşündü. Bu deli kahkahası da neydi böyle?


"Az önce onu solurken hiç şikâyetçi değildi, bence sen biraz abartıyorsun," diyerek Ali Ata'yı kışkırtmaya çalışıp öfkeyle körüklenen gözlerine bakmaya devam etti. O bu tarafa doğru yaklaşmasın diye Ali Ata kendi onun yanına doğru gitmeye başladı. Arbede sırasında karısının alacağı olası bir zararı kaldıramazdı. Zaten yeteri kadar canı yanmıştı gülünün, tüm yaprakları solsun diye el birliğiyle uğraşıyorlardı. Aile değil de kara lanetli bir büyüydü...


Kim kimi alt edeceğini düşünürken şöyle bir birbirlerini süzdüler. Fatih'in ilk atağı yapmasını bekliyordu Ali Ata, böylelikle elindeki şu aptal oyuncaktan kurtulabilirdi. Ancak Fatih bıçağı ucundan tutup savurmak yerine sapını avuçları arasına alıp bir hamleyi yumruğuyla yapmayı tercih etmişti.


Ali Ata bir müddet savunma pozisyonunda kalıp dövüş şeklini çözdü. Ardından iki koca dev gibi birbirlerine vurmaya başladılar. Piraye ağzı yüreğinde onları izlerken hapishanede başlayan bu hikâyenin yine hapishanede bitmesinden deli gibi korktu.


"Allah'ım sen kocamı bu şeytanın vesvesesinden koru." Fatih'i tanıdığı için kendisi üzerinden saçma sapan şeyler söyleyip onu iyice sinirlendireceğini biliyordu. Kontrolsüz sinir kontrolsüz güç getirir ve seni yanlış hamleye yönlendirirdi.


"Onun için sadece bir eğlence olduğun aklına geliyor mu hiç, yoksa bunu düşünemeyecek kadar aptal mısın? Onun gerçek yeri benim yanım, tıpkı küçüklüğünden beri olduğu gibi."


"Biraz da senin gerçek yerinden konuşmaya ne dersin, mesela toprağın altı."


"Çocukken onu nasıl kollarım arasında uyutuyorsam bundan sonra da öyle olacak. Uyuduktan sonra ipek saçlarının yüzümde dolandığı hissi hep sevmişimdir."


Ali Ata öfkeli bir yumruk daha attı. Fatih bu duruma daha çok gülmeye başladı. Henüz kimse yere düşmemişti ve onu tahrik etmekten bir an olsun geri kalmıyordu.


"Sadece saçlarından konuşmak istemem, biraz da ipeksi teninden-" dediği an bir yumruk daha yedi. Bir yumruk, bir yumruk ve ayağı üzerinde dönüp suratına yediği sert bir postal darbesi.


"Karımdan uzak dur piç kurusu! Onun adını andığın dilini söker gırtlağına dolarım senin!" Burnu kanayan ve dudağı patlayan Fatih kahkaha atmaktan bir an olsun çekinmiyordu. Geriye sendelediği ağaçtan destek alıp yeniden ayağa kalktı. Lanet olası bıçağı düşürmeyecek kadar sıkı tutuyordu. Bugün bu kör bıçağın metal yansımasında birinin daha izi olacaktı.


"Sen onun yaptığı yanlış bir hatasın sadece!"


"Kes lan sesini, soluğunu siktiğimin pezevengi!"


"Ailesinin öldüğü evden kaçmak isterken tosladığı yosunlu, eskimiş bir kayasın sen. Hevesi dolmadan vazgeçmene ve gururunu korumaya bak."


"Sen mi gururdan bahsediyorsun, neredeyse güleceğim. Başkasının karısına, namusuna gözünü diken, canına kast eden içten bir vatan hainisin sen. Şimdi bana diğer hainin adını ver?"


"Senin tek düşmanın ben miyim sanıyorsun? Gözünü aç da etrafına bak biraz. Geldiğin oyunları düşün, namuslu ve gururlu adam? Salaklığın yüzünden karın senin yerine yanarak can verecekti."


"İkiniz mi planladınız yangını yani?"


"Geceleri yastığa başını rahat koyamayacağın kadar çok kişi tarafından nefret ediliyorsun, bu nefret benim Piraye'me yalnızca zarar verir."


"Karımın adını o leş ağzına bir daha sakın alma şerefsiz!"


Bu oyun çok uzadığı için daha fazla bu itle muhatap olmamaya karar verdi. Piraye'nin p'sinin bile dilinden dökülmesine tahammülü yoktu. Nasıl olsa sorgu odasında tek tek ötecekti. Birbirine daha hırslı atak yapacakları sıra tek tekmeyle yere serilen Fatih, taşların üzerine düştüğü için inledi. Buna rağmen yaptığı hamleden asla vazgeçmeyerek "O benim olacak," demekten geri durmadı. Üzerine çöküp dağılan yüzüne sıkı bir yumruk daha geçiren Ali Ata, bıçağın hâlâ diğer elinde olduğunu unutmamıştı.


"Ben katil değilim soysuz köpek ama sen bunun için yalvarıyorsun? Yaptıklarını, yaşattıklarını, aklından geçen her cümlen için seni sürüm sürüm süründüreceğim. Ellerimde can vermeyecek ama bunun için yalvaracaksın!"


Fatih gücünün bitmesine izin vermezken tek bir hamleyle bıçağı ona saplamaya çalıştı. Güçleri birbiriyle yarışan iki adam bıçağı zapt etmeye çalışırken bıçak sonunda birinin kasığına saplandı ve toprağı kanla sulamaya başladı.


Bir meyveyi zor soyan bıçak insan etine saplanırken riskli yerlere dokunursa olacaklardan kim sorumlu olurdu? Ruhunu arındırmak için çıktığı piknikte yanına aldığı bıçak ruhunu daha çok lekeleyecek gibiydi. Ağaçların arasından duyulan bağırma sesine karışan kanı gören Piraye sinirle saçlarını çekerken neler olduğunu anlayana kadar kriz geçirmek üzereydi.


Diğer tarafta Ali Ata'ya yetişmek için koşan Feridun geriden gelen çığlığı işitip adımlarını oraya doğru yönlendirdi. Arkadaşı duymamıştı ama yine de diğer yöne gitmesine engel olmadı, yanlış bir alarm olabilirdi ve zamanla yarışıyorlardı. Bir an durup sesin geldiği yönü dinlemek isteyen Feridun "Dokunma bana!" diye bağıran kadını duyunca yeniden koşmaya başladı. Bu köyde böyle ağaçlı yerler olduğunu ilk defa görüyordu. Üstelik ıssız ve tehlikeli bir yere de benziyordu.


"Sakin ol güzel tay, geçen sefer elimizden kaçmanız bu sefer aynı hamleyi yapacağını göstermez. Çünkü buradan koşup kaçabilecek güçte değilsin. Güzellikle hallolsun her şey, hem paramızı alamadık hem de canımızdan oluyorduk, eh sonrasında bir temiz de dayak yedik, bunları birinden çıkarmamız gerek."


"Ödememizi almamız gerek daha doğrusu," diyen diğer adam gülmeye başladı. İki sivri dişli kurdun köşeye kıstırdığı bir kuzu gibi duran Zehra, bunu yaşadığı için annesine asla hakkını helal etmeyecekti.


"Siktir ol git aptal. Bir boka yaramayan üç kuruşluk beyniniz oldukça daha çok dayak yersiniz!"


"Yeriz yeriz ama önce seni yiyelim."


Geri geri gitmek isteyen Zehra yerdeki büyük taşı çoktan gözüne kestirmişti. Eğer onu tek seferde kaldırır ve doğru fırlatırsa iki aptalın birinden kurtulmuş olurdu. Diğeri ona göre daha salaktı ve ondan kaçmak kolay olurdu.


"Bok yersin, ben adamın boğazına takılır soluğunu keserim. Yaptıklarınızı öğrenince asıl babamın size yapacaklarından korkun biraz, sizinki tamamen cahil cesareti."


"Cesaret değil saf güç bizimki. İki adama karşı ürkek bir kuş. Cani bir annenin kızına yakışacak en güzel son bence."


Feridun sesleri duyduğu an damarlarında dolaşıp çağlayan kan ona fazla gelmeye başladı. Zehra onun gözünde kalbine kötülük dokunmuş bir kadın olsa da bu hak ettiği son değildi. Kimse bunu hak etmezdi. Annesi şeytanın kendisi de olsa kızı bu konudan muaf olmalıydı.


Sessizce ağacın yapraklarının arasından gözlem yaptığında Zehra'nın gerilmiş yüzünü gördü. Gözleri fıldır fıldır dönen kızın yerdeki taşa ulaşmak istediğini anladı. Ne olursa olsun kendini korumaya çalışması ise Feridun tarafından taktir topladı. Adam yavaş adımlarla avını korkutmaya çalışan bir timsah gibi gelirken cesaretinden hiçbir şey kaybetmeyen Zehra ani bir atakla taşı aldı ve adama saldırdı.


Feridun ağacın arkasından çıkıp ensesine vurduğu tek darbeyle diğer elemanı etkisiz hale getirirken Zehra ile göz göze geldiler. Bu gözlerde onu gördüğü için rahatlayan bir parıltı yakaladı. Rahatlamalıydı da, sırf kendisinden haz etmiyor diye kurda kuşa yem edecek değildi onu. Kolluk kuvvetiydi o, bunun için eğitim almıştı.


Taşla kaşını yardığı adam arkadaşını görmeyip sinirle kadına saldıracağı an ensesinden tutulduğu gibi çekilip yediği yumrukla çıkan ses sayesinde neye uğradığını şaşırdı.


"Ne oldu lan titrek kuş, kanadın mı kırıldı?"


"Sen kimsin lan?" derken kanayan bir kaşının yanına patlayan diğer kaşı da eklenmişti.


"Ecelin!" deyip hırsını alamadan biraz daha hırpaladı adamı. Sonra telsizle anons edip bu iki ırz düşmanını bildirdi, daha hesabı bitmemişti. Hem kardeşi Ali Ata'nın da ayrıca ilgilenmek istediği emindi.


Zehra her şeyin bittiğini anlayınca büyük bir haykırışla yere çöküp iç çeke çeke ağlamaya başladı. Adamların yanında tek bir damla bile gözyaşı dökmemişti ama yaşadığı korkuyu iliklerine kadar hissetmişti. Feridun kendini zorlayarak kızın yanına gitti.


"Tamam geçti artık sakin ol," derken aklı kardeşinde kalmıştı. Elbette bir itle başa çıkamayacak değildi ama ne olduğunu bilmediğinden yanına gidip görmesi gerekti. Çünkü en büyük savaşın orada yaşandığını biliyordu.


Hala ağlamaya devam eden Zehra duygusal yoğunlukla bir sinir boşalması yaşamıştı. "Sevgili abinin leşi çıkmadan bulmam gerekiyor, bazılarınızın kanı kirli diye üzerimize bulaşsın istemeyiz. Geliyorsan hızlı olsan iyi edersin ya da kalıp manzaranın tadını çıkar."


Hayal kırıklığıyla birlikte öylece kalan Zehra gerçeklerin yüzüne bir kere daha çarpmasına engel olamadı. Bu adam onu sevmiyor değil nefret ediyordu. Tahammülü bile yoktu belki görmeye. Elinin altındaki çimenlere tırnaklarını geçirip yolduktan sonra hırsla önünde bayılan adamın suratına attı.


"Neden kurtardın beni, niye geldin buraya?"


Feridun omzunun üzerinden dönüp baktığı kıza anlam veremiyordu. Üniformasına bakıp yeniden ona takılan gözlerinde ise hiçbir duygu kırıntısı yoktu. Söylediği sözler ise Zehra'yı bugün ikinci kez derinden sarstı. Onun gözünde hiçbir değeri olmadığını anladığında göğsüne derin bir sancı çöreklendi.


"Vazifem öyle icap eder..."

Loading...
0%