Yeni Üyelik
35.
Bölüm

35. Bölüm

@1scintilla

Sakladığın sır senin esirindir, açığa vurursan sen onun esiri olursun.


Hz. Ali


Bölüm 35. Siyah Beyaz Fotoğraf


Olmuşla ölmüşe çare bulunmayan bir anın içine hapsolmuş gibiydim. Gözüm kararıyor ve içimdeki şeytanın vesveselerine kol kanat geriyordum. Ali Ata'ya bir şey olma düşüncesi kalbimi tetiklerken bağıran kişinin kim olduğunu anlamaya çalışmak ölüm gibi bir şeydi.


Toprak kanla bulanırken kocamın gözlerinin beni bulduğunun farkına varamadım hemen, hatta saçlarımı kopartacak kadar sert bir şekilde çektiğimin de... Attığım çığlık onun sesine karışırken nihayet kaşlarını çatan Ali Ata'nın çehresi dikkatimi çekti. Toza toprağa bulanmış üstüyle şakağından çenesine doğru akan ter damlası içimi rahatlatmıyordu. En sonunda Fatih'in kulağına eğildi ve bir şey söyledi. Her ne söylediyse yılan deliğine çomak sokmuş gibi bir tepki almayı bekliyor gibiydi.


Tek hamlede cebindeki kelepçeyi çıkarıp yine aynı hızla kollarını birbirine kenetledi. Ayağa kalktığında bağıranın Fatih olduğunu idrak etmeme rağmen Ali Ata'nın her yerini süzüyordu gözlerim. Kaşı kanıyor ve elmacık kemiği biraz şişmiş gibi duruyordu. Birbirleriyle boğaz boğaza geldiği bu görüntüyü zihnimden nasıl sileceğimi bilemediğim için olduğum yerde kaldım.


Yavaşça yanıma yaklaşıp hâlâ saçlarımda duran ellerimi nazikçe geri indirdi. Şakağıma dokundurduğu dudaklarını hissetmekte zorlanırken "Özür dilerim yüreğim," dedi. Sesi çaresiz çıkıyordu, gözleri utanır gibi bakıyordu. Beni buraya gönderdiği için tüm suçu kendinde buluyordu ama ağzımı açıp içini rahatlatacak tek kelime edemiyordum.


Şok halindeki bedenim dolu gözlerle ona bakmaya devam ederken başını havaya dikip derin bir nefes aldı ve yeniden yerde kıvranan Fatih'in yanına gitti. Cebinden çıkardığı bir çaputla yaralanan yerini sıkarak sardıktan sonra üstten bir ifadeyle ona baktı. Ne deyip sabahtan beri havlayan bu köpeği susturduğunu deli gibi merak ediyordum.


Koşan adım seslerini duyduğumda bile irkilerek arkama baktım. Bir hengameyi daha kaldıramazdım ama gelen Feridun'du, arkasında da Zehra... "Kardeşim ne durumdayız?"


"Bir paketimiz var."


"Piraye yenge iyi misin?"


Sorusunu yalnızca başımı sallayarak karşılık verdim. Ne onun ne Zehra'nın burada olduğunu umursamadım. Ona bir şey olmasından deli gibi korkmuştum ama içimde kıvılcımla tutuşup alevlenen yangını hiçbir şey söndüremezdi. Omuzlarım büyük bir yenilgi altında çöktüğünde arkamı döndüğüm şey kaderimdi. Derin bir buhrana uğramış ve hüsranla harmanlamıştım.


Yenilmemiştik ama tüm damarlarımda yenilginin ekşi tadını hissediyordum. Bir tazı gibi koşarken bedenimin tüm enerjisini harcamış olmalıyım ki ayağımı kaldırıp adım atacak dermanım bile kalmamıştı. Yaşanmış ve yaşanacak olan her şeyin yükü omuzlarıma binmiş ve koca bir kamburum oluşmuş gibi hissediyordum.


Arkamdan gelen sert ve kendinden emin adım sesleri sessizce beni takip etmekten yorulmuş olacak ki bacağıma ve sırtıma dolanan kolları beni bir anda kucağına aldı. Dokunsalar ağlarım cümlesi onun sinesine sindiğim an tüm benliğimi sardığı için içimdeki tüm öfkeyi ağlayarak dağlara ve taşlara bıraktım.


Çenem titrerken bile bir kolumu onun boynuna dolayıp güvenli limanıma sarılmaktan geri kalmadım. Tek bir gün ışığı bile kalmamış yıldızlı bir göğün altında gölgemiz bile saklanmışken geçtik o yoldan.


Omuzları hep dik duran Ali Ata düşürdüğüm omuzlarıma dayanamadığı için mi almıştı beni kucağına? Ben de dayanamıyorum, yaşadığım şeylerin sorusuna aldığım saçma nedenlerin cevaplarına dayanamıyorum. Eve döneceği köşeye geri geldiğinde "Beni babama götür Ali," diyen cılız sesim onun kulağına bomba etkisi bırakmış olabilirdi. Zira saçlarımın arasına damlayan bir damla gözyaşının başka bir açıklaması yoktu.


Mezarlığa giden adımlarımız sakindi içimizin yangının aksine. Korkmuştum, ben bu hayatta en çok Fatih'ten korkmuştum. Onun hastalıklı takıntısı beni içten çürüyen bir ağaca dönüştürmüştü. Sevgi değildi onunki, ısrarlı bir talepti ve bir tek ona iyi gelebilirdi. Mezar taşları arasında dolanırken zerre kadar huzursuz olmadım. Yalnızca toprağın altında sevdiğini bırakmamış kişiler mezarlıklardan korkardı. Ben ise varımı yoğumu bırakmıştım bu toprağın altına. Hem de ne uğruna...


Keşke o ayakkabılar için tutturmasaydım. Yüz tane ömrüm olsa bile bunun pişmanlığı ruhumun derin mabedini her zaman saracak gibiydi. Daha doğarken alnımıza yazılanlarla birlikte geliyorduk dünyaya. Yine de anne ve babamın ölümünün sorumlusu gibi hissetmekten bir an bile geri duramıyordum.


Ay ışığı altında yan yan kazılmış mezarın tam ortasına bıraktı beni. Gecenin kasveti üstüme iyice çöktüğünde sanki bu mezarın bir kalbi varmış ve ben de tam olarak o noktada duruyormuş gibi hissettim. Ekrem Maral ve Firuze Maral'ın toprağın altına karışmış ama elimin altında bir çıkıntı oluşturup yeniden doğan kalbine ilk yardım yapmaya çalışmak acizlik miydi?


"Piraye'm..."


"Senin bile cümlelerinin devamı gelmiyor artık Ali..."


"Böyle söyleme rica edeceğim."


"Ziyadesiyle doymadım mı acıya?" Kısık çıkan sesim onun kalbine nasıl sirayet ediyor anlamıyordum. Onu da içten içe parçalıyor gibi hissetmem içsel buhranımın bir parçası mıydı?


"Hakikat bu değil, üzüntüden dilinden dökülenleri tartamıyorsun."


"Niçin böyle dedin?"


"Toprağa bu kadar yüklenip özünü arar gibi davrandığından. Yeteri kadar acı çektim al beni de yanına der gibi baktığından Piraye. Yıkıldın mı, iyice dibe çök... elimi uzatıp çekeceğim kadar yakınım sana."


"Bu beyhude bir konuşma, hep ben yıkılacağım ve beni çekmek için mi uğraşacaksın? Ali Ata ben sana zarar mı veriyorum?"


Gözyaşlarım öyle çok akıyordu ki, sessiz bir yağmur damlası gibi. Birazdan karıştığı toprağı bile acıyla alt üst edebilirdi.


"Bu şuursuz konuşmayı bir daha dile getirmeni istemiyorum. Benim kalbim sana yanmışken feriştahı gelse söndüremez Piraye. Zararsa bana ziyansa bana, kalbime karışmak senin haddin değil!" Arkamdan gelip kollarını bana doladığında sessiz ağlayışlarım hıçkırıklı bir feryada dönüştü.


"Baba, keşke burada olsaydın, baba... iyi bir evlat yetiştiremediler. Baba, emanetine iyi bakamadılar." Avucumun arasına alıp sıktığım toprakla bu güne kadar niçin içim dolmuşsa bir bir açığa çıkardım. "Anne, senin kınalı kuzunu çok üzdüler. Sen onların yerinde olsaydın her şey bambaşka olurdu. Seni çok özledim, sizi çok özledim."


Özlem kalbimden taşıp solduğunda Ali Ata kollarıyla bana can olmaktan vazgeçmedi. Bir an bile gevşemeden sardı bedenimi. Biraz daha sakinleşip ağlayışlarım iç çekişlere döndüğünde ise karanlığın içinden çıkıp gelen bir kedi dolandı ayaklarımın altına.


"Gelme neden geliyorsun, sana da zarar veririm git buradan," dediğim an duyduğum miyav sesi kaşlarımı çatmama neden oldu. Kuyruğunu sallayıp yeniden yerine yerleştiğinde ise kızarmış ve şaşırmış gözlerim onu buldu. "Ee gitmiyor bu?"


Saçlarımın üzerini öpen Ali Ata hüzünlü bir gülümseme sundu bana. "Annenle baban sana bir hediye göndermiş olabilir. Onu sahiplenelim ister misin?"


"Gerçekten mi, Ali Ata yani gerçekten mi?"


"Nasıl düşünmek istersen öyle yaşarız."


Çamur olan elbisemin eteklerini düzeltip kalkarken o da geri çekildi. "Kaçmayacaksan tanışalım mı? Merhaba, ben Piraye. Yalnız mısın sende? Biraz da kirlenmişsin seni yıkayalım mı?"


Miyav


"Ama yıkamadan olmaz."


Miyav


"Tamam önce biraz seveyim. Turuncu mu senin tüylerin yoksa? Daha önce çok az böyle renkte kedi gördüm." Kediyi elime aldığımda ise aslında turuncu yerleri kadar beyaz tüylerinin olduğunu da fark ettim. Elim kedinin üzerinde duraksarken aklıma dolan düşünceler içimi bir hoş etti. "Ali Ata baksana sence de kına gibi durmuyor mu tüyleri?"


Bu sefer gerçek bir gülümseme döküldü o güzel dudaklarına. "Bir kınalı kuzumuz oldu desene?" dediği an bu kez sevinçten akan gözyaşlarımı sildim. Ne güzel bir denk geliş olmuştu böyle. Mezar taşının beyaz mermerini öptükten sonra "Teşekkür ederim," diye fısıldadım. Bana göre de bu kınalı kuzu onların hediyesiydi. Yanımda olmayıp bu kadar yanımda gibi hissettirdikleri için, içim arsız bir feverana tutulmuştu. Gözyaşlarımla suladığım topraklarına en kısa zamanda yeniden geleceğimi söz vererek ayrıldım.


O dövüştüğü için toza toprağa bulanırken ben kendimden geçtiğim için çamur olmuştum. Bu kadar ağladığım için ise şu an pişmanlık yaşıyordum. Sanki ağlayarak bir oyuncak elde etmeye çalışan küçük bir çocuk gibi kediyi kucağıma alır almaz susmuştum. Duygularımı kontrol edemeyip çöküntüye uğramak insan olduğumu gösterirdi.


Asıl dövüşen oydu ve elinin üstü çoktan yara olmuştu. Kediyi tuttuğum için şu an ilgilenemezdim ama eve gittiğimizde itinayla saracaktım onları. Kapıyı açan kocamla birlikte hızla banyoya gittim. Etrafı kirletmek istemiyordum ve bir an önce temizlenmek farz olmuştu.


"Önce seni yıkayalım mı cici kedicik?" Miyavlaması beni anlıyor gibi çıksa da ılık suyun içinde cırlamaya başlamış ve birkaç çizik yemiştim. "Yarın bir baytara götürür müyüz?"


"Hallederiz güzelim, yıkamana yardım edeyim."


İçeri girerken dışarıda ısınsın diye bıraktığımız güğümü aldığımız için ılık suyumuz hazırdı. Tasla döküp köpürterek yıkamak oldukça zor olmuştu ama bir havlu alıp hızlıca kuruladım. En sonunda elimden kaçtığında ise nereye gittiğini bilemeden kaldım öylece.


"Şimdi ben de seni narin bir kedi gibi yıkayabilir miyim iki gözüm. Seni de kirlerinden, dertlerinden, gözyaşlarından arındırmama izin veriyor musun?"


"Veriyorum," dediğimde üzerimdeki elbiseyi sessizce çıkarmış ve ardından sevgi dolu öpücükler eşliğinde yıkayıp pamuk gibi yapmıştı. Açılan tüm yaralarımı sarmaya çalıştığını ve bunu yaparken omuzlarına bir yük daha yüklediğini biliyordum. Elindeki keseyi tırnağımın içine dolan kurumuş kadının üzerinde bastırarak gezdirirken kaşları çatılmıştı.


"Senin suçun değildi," diye fısıldadığımda gözleri beni buldu.


"Başımıza gelenler-"


"Senin suçun değildi."


"Özür dilerim güzelim, gönlünce yaşamanı isterken başına açılan belayı görmediğim için."


Büyük avucunu açıp ortasına dudaklarımı bastırdım. Köpüğün üzerinde artık dudağımdan bir iz vardı. Tek avucunu iki elimle yeniden sarıp kapattığımda ikimiz de aynı anda "Yaşandı ve bitti," dedik sessizce. İkimizin de buna öyle delice ihtiyacı vardı ki. Yaşananlar, yaşanmayanlar, içimizde oluşan tüm garip duygular içinde boğuşurken bu hareket bizi sessizliğe itip zihnimizdeki düşünceleri susturuyor gibiydi.


Zordu ama burada kalmalıydı işte yoksa boğulacaktık. Duygularımızı saran ipin ucu bizi boğmadan yaşamaya devam etmeliydik çünkü hayat sonsuzluğa uzanan bir ırmak gibi akıyordu.


Onun da hissettiği suçluluğu üzerinden sıyırıp atmalıydım. Ellerini üfleyerek krem sürüp sardıktan sonra yer yatağımızı yeniden yapıp uzun bir geceye daha gözlerimi kapattım.


Perihan Iraz


Dün yaşayıp kendimizi motive ettiğimiz anları düşündükçe hoşuma gidiyor ve yatağın içinde nazlandıkça nazlanıyordum. Üzerimdeki ince örtüyü tekmeleyerek attıktan sonra açık camdan esen rüzgârı ciğerlerime kadar hissettim. Perdenin havalanması aklıma küçükken oynadığımız oyunları getirdi.


Garip bir mutluluk vardı bugün üzerimde. Sanki annem birazdan kapıyı açacak ve kahvaltı hazır diye beni uyandırmaya gelecekti. Kardeşlerim üzerime zıplayacak ve geri uyumayım diye benimle uğraşacaklardı. Haylaz keratalar burnumda tütmüştü ama annemin tavırları yüzünden onları görmeye gidemiyordum. Neden böyle davrandığını anlamadığım için kalbimdeki kırıklık her seferinde daha da derine iniyordu.


"Kız Perihan zillisi kaldır kıçını da su doldur gel!"


"Sen ne işe yarıyorsun kalk sen doldur. Sanki babasının uşağı var burada hayret bir şey."


Açılan kapımın ardından bana attığı küçümseyici bakışla "Tırnaklarıma yeni bakım yaptım canım, üzgünüm," dedi ve kırıta kırıta mabadını dönüp gitti.


"O halde bugün susuz kalmaya devam et çünkü su getirmeyeceğim. Mutfaktaki hortuma ağzını dayayıp içersin artık tırnaklarını sürmeden."


"Sen iyice asi olsun başımıza ne bu baş kaldırışlar? Kızıştın mı yoksa?" derken deli kahkahası attı.


"Kızışmak ne deli Şaziye kedi miyim ben? Herkesi kendin sandın herhalde."


"Bana bak?"


"Baktım ne olmuş?"


"Kalk kahvaltıyı hazırla o zaman uğraşamayacağım seninle!" Öfkeli gözleri bedenimde dolaştıktan sonra yarı açık yarı kapalı eteğini savurarak dışarı çıktı. Geniş etekler kullanıyor ama kenarlarına yırtmaçlar dolduruyordu. Yoksa kim köy meydanında gezintiye çıkarken frikik verecekti? Bazen babamın bu kadını neden hâlâ evde tuttuğunu anlamıyordum? Odanın birinden hâlâ konuştuğunu duyunca yeniden seslendim. "Köpeksiz köye düştün elin değneksiz geziyorsun, ah babaannem olacaktı ki mum tuttururdu sana mum."


"Ayy, Allah korusun," diyerek verdiği tepki sırıtmama yol açtı. Kulağını çekip deli gibi sağa sola vurduğunu anlayınca daha çok güldüm.


Aklıma soktuğu vesveseyle kızışmış kelimesi cirit atarken "Tövbe estağfurullah tövbe, gerçekten şeytanın yer yüzündeki bedeni bu kadın," diye kendi kendime söylenirken odamdan içeri kocaman bir şey uçtu. "Ay imdat, böcek mi o? Kuş mu? Şaziye koş kız yılan da olabilir kendi türünle anlaşırsın belki?"


"Geber, soksun seni de kurtulayım."


"Yakalayıp yatağının içine koyarım. Babam da koynunda beslediği gerçek yılanı görmüş olur," dedikten sonra kahkaha atmaya başladım. "Ay ne eğlendim sabah sabah ama gerçekten o neydi öyle?" Başımı yataktan sarkıtıp dolabın altına doğru yuvarlanan şeyi görmeye çalıştım. "Kız dikenleri var gibi de duruyor kirpi mi yoksa? Kirpiler uçar mı Perihan iyice delirdin sen?"


Nihayet korkulacak bir durum olmadığına ikna olup yataktan indim ve dolabın altına başımı soktum. Yuvarlak ve kokulu bir şey olduğuna artık emindim. Köşede duran çalı süpürgesini alıp dolabın altına sokarken burnuma dolan tozlar hapşırmama neden oldu. En son ne zaman temizlemiştim burayı sahi? Neyse bugün güzel bir temizlik yapmak şart olmuştu.


Ortaya çıkan dikenli garip şeye ilginç bir varlığı inceliyormuş gibi baktım. Elimi dokundurup çektiğimde ise batmadığına ikna oldum. "Sen de nesin böyle ve sabah sabah odamda ne işin var?" Elime alıp dikkatle baktığımda ise bunun diken değil karanfil olduğunu gördüm. Burnuma götürdüğümde aldığım koku ise mest olmamı sağladı. Biraz da elimde evirip çevirdiğimde gördüğüm ufak boşluklar ve odaya yayılan kokusuyla elmanın üzerine saplanmış olduğunu anladım. "Karanfilli elma mı? Bu da ne şimdi? Çok da güzel kokuyor doğrusu."


Gökten düşen üç elmadan biri olmadığına göre camdan giren bir elmaydı. O halde bunu kim içeri atmıştı? Çoluk çocuğun yeni korku oyunlarından biri miydi yoksa? Ne anlama geldiğini umursamadan biraz daha kokladım. Hoşuma da gitmişti gerçekten. Yüzümde oluşan gülümsemeyle camdan dışarıyı kontrol ettim ama kimseyi göremedim. Yatağımın baş ucuna koyarsam bu kokuyla uyuyabilirdim. Şaziye zaten odama girmezdi ve bunun görüntüsü onu korkuturdu da.


İşte şimdi keyifli bir kahvaltı yapabilirdim. Sandığım gibi evden çıkmamış kollarını bağladığı yerden çatık kaşlarla beni izliyordu. Kurumuş mayalı ekmeği elimle ovalayıp bir kenara kaldırdıktan sonra üç tane yumurta çırptım tavaya. Ardından ekmekleri içine atıp biraz da öyle kavurdum.


"Bir zahmet çayları dolduruver saçaklı?"


"Baksana, neden hiç boyalanmıyorsun?"


"Boyalanmak mı? Senin şu cırtlak pembe saçma rujlarından neden sürmediğimi mi soruyorsun gerçekten?"


"Evet, dudakların etli duruyor biraz dikkat çekerdi hiç olmazsa," dedikten sonra sanki evde başka biri daha varmış gibi yaklaşıp kısık sesle konuşmaya başladı. "Kırmızı da var istersen?"


"Ay istemem git öteye şeytan. Allah'ım bu kadın benim sınavım mı gerçekten?"


"Sana da iyilik yaramıyor, kokup kalacaksın evde. Biraz işvelen cilvelen alan olmayacak yoksa."


"Ne o beni evden gönderip başkalarını mı dolduracaksın yoksa, yeni planın bu mu?"


"Çok oluyorsun Perihan, ben sadece beğenilmeyi seviyorum, gerçek bir kadın gibi."


"Hadi oradan be seni onu benim külahıma anlat," derken çiğnediğim bir zeytinin çekirdeğini ona atıp iyice delirttim. Babamın gelme zamanları yaklaştıkça geriliyordu. Kahvaltıyı itişe kakışa yaptıktan sonra bir kova su ve iki toz beziyle odama girdim. Yerdeki yorganı kaldırıp altını bir güzel sildikten sonra sıra küçük dolabıma gelmişti. Bezi sıkıp elimi dolabın altına attım ama bir şeye sürtünüyordu.


"Allah'ım işine karışmak gibi olmasın ama sence de bu günlük bu kadar korku yetmez mi?"


"Kiminle konuşuyorsun kız deli? Odada tek başına dura dura cinlendin herhalde?"


"Söyleme şöyle, adını anma diyorum."


"Vay vay vay, üç harfilerden korkan ama yere bakan yürek yakan Perihan Hanım. Ben de ne tavsiyeler veriyorum sabahtan beri," deyip odamdan içeri salınarak girdi.


"Ne anlatıyorsan devam etme ve çık odamdan," derken elime sürtünen şeyi oradan çıkarmaya çalışıyordum ama kâğıt gibi bir şey olduğundan yırtılacak diye de korkuyordum. Çekmece yarılmıştı ve saman kâğıdıyla tutkal eşliğinde yeniden mi tamir edilmişti acaba? En nihayetinde elimle biraz daha yoklayıp çekiştirerek çıkardığımda bir zarf buldum. Şaşkınlık gözlerimden tüm bedenime sirayet edince Şaziye'nin dediği şeyleri duymaz oldum.


Bu sararmış mektup zarfı buraya yeni gelmiş olamazdı. Elime gelen örümcek ağını bir kenara ittim ve mektubu zarar görmeden açmaya çalıştım.


"Diyorum ki bu karanfilli elmayı kızlar sevdiği oğlana götürürmüş aşkını ilan etmek için. Sen beni dinlemiyor musun?"


"Ne?"


Sonunda sihirli bir sözcük fısıldamış gibi kulaklarımı diktim ona. Aşkını ilan etmek anlamına gelen bir elma bu sabah odamdan içeri atılmış ve ben anlamını bilmeden öylece koymuş muydum yani? Yüreğimin içine yeni doğmuş bir guguk kuşu öterken hızlanmasını nasıl durdururum düşünmedim. Zira sandığım gibiyse bu durum inanılmaz hoşuma giderdi.


Şaşkınlığım sevince karışıp yeniden koca bir şaşkınlığa döndüğünde çoğunu açmış olduğum mektubun içinden ayaklarımın ucuna bir fotoğraf karesi düştü. Siyah beyaz bu fotoğrafın içindeki bebeği elimde olan bir iki fotoğraftan daha tanıyordum. Ancak çocuğu

annesi gibi sahiplenip sarılan bu kadını ömrüm hayatım boyunca ilk defa görüyordum. Nutkum tutulurken kalbimdeki tüm kuşlar derin bir sessizliğe gömüldü çünkü fotoğraftaki o bebek bendim.


Loading...
0%