@1scintilla
|
Gün olur, başıma kadar mavi; Gün olur başıma kadar güneş; Gün olur, deli gibi... Orhan Veli Kanık Bölüm 36. Gönlüm Sende Perihan IRAZ Her şeyi öğrenmenin yükü bir kambur bırakır sırtımızda. Elimde tuttuğum fotoğraftaki bebeğin ben olduğumu anladığımda zihnim tüm gerçeklerin ucunu saniyeler içinde birbirine bağlamış ve bütün bir resme ulaşmamı sağlamıştı. Dolabın önünde öylece kaç dakika oturdum ve o dakikalar kaç saate döndü bilmem. Zoruma giden çok şey olmuştu bunca zaman lakin hiçbirinin ağırlığı şimdiki gibi zor gelmemişti. Geriye doğru attım bedenimi zikzaklı kilimin üzerine. Yükümü paylaştım odamdaki tozlu emektarla. Demek annem gerçek annem değildi. Peki ama bunu niye bana söylememişlerdi? Belki küçükken ağlar zırlar diye susmuşlardı ama şimdi... çoktan reşit olmuştum ve hayatım hakkındaki gerçekleri bilmek benim en doğal hakkımdı. O zaman... o zaman bu kadar üzülmezdim beni burada bıraktı, götürmedi diye. Kardeşlerimi her zaman daha çok sevdiğini biliyordum içten içe. Aman Perihan sen kazık kadar oldun kendini onlarla bir tutma diye de geçirdim çoğu zaman içimden. Çünkü ben de onları öyle çok sevmiştim ki, canımın canları olmuşlardı. Küçücük parmakları, abla diye peşimde koşmaları, gülümseyen yaramaz gözleri öyle ama öyle hoşuma giderdi ki. Hâlâ da gider, bir gram bir şey eksilmedi onlara karşı içimde. Ancak şimdi anlıyorum yapılan ayrımcılığı, kalbime giden damarların beynimdeki damarlarla ivedilikle bir araya gelişi her şeyi gözümün önüne seriyordu. Ben onların annesi olmuştum bu zamana kadar. Annem de bana kötü davranmazdı yukarıda Allah var yalan söyleyemem ama üzerime yüklediği büyük yükü şimdi görüyorum. "Ne yapacağım ben şimdi?" diye sorduğum soru boşlukta süzüldü ve nihayet evin yolunu bulan Şaziye'nin kulağına girdi. "Yine kendi kendine mi konuşuyorsun deli Perihan?" Sorusuna cevap vermedim elbette ve kilimimin üzerinde uzanmaya devam ettim. Karnımdan gelen gurultular hayata geri dönmem için beni yönlendiriyor olsa da iştahım yoktu. "Ne o küs müyüz cevap vermiyorsun?" Gördüğüm fotoğrafla birlikte o elindeki elmayla ilgilenirken terslemiş ve zaten çıkacağı evden bir an önce çıkmasını sağlamıştım. O yüzden bundan haberi yoktu. Güneş henüz batmamıştı ama akşamın olmasına bir saatten az vardı. "Ayy, kız öldün mü yoksa ben ölüden korkarım Perihan, niye yerde yatıyorsun ocağı batasıca?" Kapının ucundan gözüken ayaklarım için böyle düşünüyordu sanırım, bozmadım. Yavaş ve gıcır gıcır sesler eşliğinde kapıyı açarken hiç aklımda olmayan ve çok anlamsız bir şey yaptım. Şey de diyebilirdik; şeytan dürttü. "Böh!" diye bağırdığım an attığı çığlık bedenime inanılmaz bir haz verdi ve derin buhranımdan biraz da olsa sıyrıldım. İşte o an gerçek bir deli gibi kahkaha attığım andı. Şaziye o kadar korkmuştu ki dehşet dolu gözleriyle bana bakarken ne gördü bilmem sonra sessizce bir köşede oturdu. Gerçekten ilk defa beni inceler gibi baktığı için şaşkındım. "Neden yerdesin düştün mü?" "Bunca sene yün yorganda yattık da ne oldu? Hem sen buradayken ölmem söz." "İyi ölme, ben çok korkarım ölüden." "Belli betin benzin attı, bundan sonra elime bir koz vermiş oldun." "Elindeki ne?" Uzatıp hiç ısrar etmesine gerek kalmadan fotoğrafı verince şaşırsa da bir şey demedi. "E bu Güzide'nin gençliğine hiç benzemiyor. Tabi bu herifi alıp çirkinleşmemek elde değil ama bir gariplik var gibi." Biraz daha dikkatli inceledi fotoğrafı "Kız Perihan bu kadın seni de andırıyor sanki," dedikten sonra anca anlamış olacak ki şaşkınlıkla bana döndü "nasıl yani? Ben üçüncü kadın mıymışım?" "Ya ben senin derdine sıçayım Şaziye, defol git odamdan!" "Bana bunu hiç söylemedi pis herif, gelsin de nasıl hesabını soruyorum gör?" "En azından onun üçüncü, senin kaçıncı olduğu belli bile değil?" "Ağzını topla Perihan, gencecik yaşımda iki ilgi ve sevgi görmeden ölüp gidemem ya, hem buna müstahak baksana." "Neden gelip kendinden yaşça büyük babamla evlendiğini anlamıyorum." "Sen anlamazsın böyle şeyleri, anlasaydın odana giren elmayı bilirdin en azından, benim işime karışma!" dedikten sonra fotoğrafı önüme atıp gitti. Önüme düşen fotoğrafla birlikte arkasındaki yazıyı hiç görmediğimi fark ettim. 12.07.1965 On iki temmuz bin dokuz yüz altmış beş... Perihan IRAZ... Bu tarih benim doğum tarihim miydi? Tarihi belli olmayan tozlu geçmişimde biri doğduğum günü kayıt altına mı almıştı? Bir anda içime bir coşku oturdu. Önemsenmiştim, bir zamanlar biraz da olsa önemsenmiştim demek. Acaba o neredeydi? Hayatta olsa bunu bu zamana kadar illa duyacağımı bildiğimden diğer ihtimal -ama adını anmak istemediğim- zihnimden geçiyordu. Elimi ayağımı koyacak yer bulamadığım için bir anda ayağa kalktım. Fotoğrafı da katlayıp göğsümün arasına sıkıştırdım. Uçlarına kalın ip bağladığım iki testiyi ve bir çubuğu alıp kendimi dışarı attım. En iyisi çeşmeye gitmek ve akan suyun altında biraz da olsa kendime gelmekti. Üzerime uygun bir elbise giyip ince örtülerimden biriyle başımı kapattıktan sonra çıktım dışarı. Dışarının bu havasını çok severdim, ne bunaltırdı ne de üşütürdü çünkü. Çeşmeye gittiğin an testinin birini akan suyun altına dayayıp üzerindeki betona oturdum ve ayaklarımı sallandırdım. Cebimdeki elmayı çıkarıp önce kokladım sonra ise incelemeye başladım. Kaç karanfil saplanmıştı acaba üzerine? "Artık kirpi gibi dikenlerin mi oluştu yoksa? O elindeki de ne?" Perihan duyduğu sesle korksa da sesin sahibini tanıdığı için paniği kısa sürdü. Ufak bir gülümseme gezindi dudaklarında. Dudağının üzerinde bulunan beni Piraye hep çekici bulurdu, gülümseyince daha güzel olduğunu söylerdi hep. "Başta ben de öyle sandım, arttırıyorum Şaziye odama bomba attı sandım," dediğinde hekim gülümsemesini tutamadı. Anlık olarak etrafı kolladı Perihan. "Oysa asıl bombayı siz atıyorsunuz Perihan'ım." İşte yine aynısı oluyordu, sadece hanım demekle kalmıyor adımı sahiplenir gibi bir melodiyle döküyordu dudaklarından. "Bir şey mi dediniz hekim bey?" "Yarkın." "Anlamadım?" "Bana adımla seslenirseniz çok müteşekkir olurum." "Ama herkes size hekim diyor?" "Evet herkes diyor o yüzden çok sıkıldım, biraz da kendi adımı duymak istiyorum." Perihan dalgınlıkla başını salladıktan sonra elmasını incelemeye devam etti. "Özel bir anlamı mı var yoksa?" "Bilmiyorum, ancak hoş kokulu." "Siz yapmadınız öyleyse?" diyen hekimin sesi tedirgin çıkıyordu ancak ona yardımcı olmazdım şu an. Onun attığından yüksek ihtimalle emindim. "Hayır ben yapmadım," dedim ne bir tavırla. Anladığını belli ederek başını salladı. Sonra dolan testinin yerine yenisini koydum ve o an bir şey fark ettim. Çeşmenin kenarında tek başına bir gül ağacı açmıştı. Ancak altındaki çıkıntıdan belli oluyordu ki burada yeni dikilmişti. Gözümün nereye takıldığını gören hekim "Bu çiçeği bilir misiniz Perihan'ım?" diye sordu büyük bir ilgiyle. Gülü bilmeyen var mıdır diye dalga geçtim içimden. Ancak yolunu da tıkamak istemiyordum. "Allah Allah, hiç çıkartamadım bu çiçeği, burada daha önce açmazdı nasıl oldu acaba?" diye sorduğum an yüzü aydınlandı. Sanırım diğer hamlesine geçmişti. "Bunlar pembe gül, tıpkı utanınca yanaklara konan doğal bir güzellik gibi açıp insanı kendine hayran bırakırlar." Söyledikleriyle dediği şeyi anında yaşadığımı hissederken bakışları birkaç saniyeliğine yüzüme deyip geçti. Göreceğini görmüş gibi gülümseyip güle bakmaya devam etti. "Ee nedir bu pembe gülün anlamı?" "Onu söyleyemiyorum Perihan'ım, rica edeceğim cevabı siz bulup bana söyleyin, söyleyin ki burayı da kalbim gibi bir çiçek bahçesine çevirmeme gerek kalmasın," diye gülümsedikten sonra gök gözlerini ve tüm heybetini alıp ayrıldı çeşmeden. O uzaklaşırken arkasından bakakaldığım o uyumlu sözler zihnimde belirirken testiden taşan suyun hiçbir anlamı yoktu benim için artık. Sırıta sırıta söyledim o cümleyi dışımdan. "Pembe, gönlüm sende..." Piraye MARAL ASLANBOĞA Oksijen kadar gerekli ve size yaşama bağlayan bir diğer koku da sevdiklerinizin kokusudur. Ali Ata'nın sinesine yaslanıp uyuduğum ve uyandığım yer yeri istisnasız evim olarak kabul görmüş kalbim, onun ritimleriyle hayatla olan bağını daha canlı tutuyordu. Onun kara gözlerinin ışığı benim kararmış dünyama öyle bir aydınlık getirmişti ki bunu milyonlarca farklı şekilde anlatabilirdim ve hayır hiçbiri abartı olmazdı. Ne yaşarsak yaşayalım gün sonunda böyle sarılıp uyumak paha biçilemez bir kaftan gibi sarıyordu yüreğimi. Hafif hafif uzamış ve dokununca parmaklarımı gıdıklayan sakalları birkaç gündür kesmediğini belli ediyordu. Bir an dünyanın tüm sesleri sustu ve zihnim bangır bangır onu hiç sakallı görmediğini anladı. Mesleği gereği her gün sinek kaydı tıraşı olmak zorundaydı. Onunla ilgili bilmediğim ve öğreneceğim o kadar çok şey vardı ki zihnim tıka basa o olsun istiyordum. Yüzünü seven parmağım dudağının üzerinden geçeceği an uzanıp öptü. "Uyandırdım mı?" diye sorduğumda o sevdiğim gülümsemesi çıktı ortaya. "Ben çoktandır uyanığım yüreğim, gönlümle izliyorum seni sadece," dediğinde içime serpilen bir su olup ferahlattı beni cümlesi. Gülümsedim, saçlarını sevdim, kollarımı doladım ve sımsıkı sarıldım. Karnımdan gelen sesleri duyana kadar huzura bulanıp bir müddet yattık öylece. "Benim çalışma saatim başladı desene," diyerek saçlarımın arasına bir öpücük bırakıp ayağa kalktı. Öylece işe gidecek oluşu kalbimin üzerine kara bulut olarak eklenirken mutfaktan duyduğum seslerle işlerimi halledip oraya gittim. Yine mis gibi menemen kokuları eşliğinde girdiğim mutfağa gülümsedim ve diğer kahvaltılıkları çıkarmak için dolaba yöneldim. "Gerisini ben hallederim. İstersen sen üzerini değiştir canımın içi," dediğimde bir müddet cevap gelmedi. Omuzumun üzerinden arkamı dönüp baktığımda ise dudaklarının arasında bir papatya dalıyla bana bakıyordu. Gülümsemem tüm yüzüme yayılırken papatyayı beklemediği şekilde aldım, dudaklarımla... Bakışlarında hayranlık ve tutku dolaşırken bir de papatyasız bir şekilde öptüm onu. Ne kadar sarılsam, öpsem ona olan sevgimi anlatacak kadar çok olmayacaktı biliyordum. Yine de şaşkınlığını tek kaşını yukarı kaldırarak gösterdiğinde tüm cilvemle "Eh ben de öğreniyorum senden bir şeyler," dedim ve papatyayı olması gereken yere, saçlarımın arasına taktım. "Bugün işe gitmeyeceğim güzeller güzeli," derken yeniden bir şey sormamam için "izin günüm," diye de eklemişti. Öyle şeyler yaşamıştık ki adamın izin günlerini takip bile edemiyordum. "Sen böyle her şeyi öğrenecek misin benden?" Muzipçe sorduğu soru ona baktığım an bir sırıtışa döndü. "Öğrenirim elbet kocam değil misin? Başka neler öğreteceksin bana?" "Bir düşüneyim... Birlikte öğrenmemizi istediğim bir çok aktivite olabilir." "Hepsini seve seve deneyeceğim o halde." "Hepsini mi?" derken iki kaşı da havaya kalkmıştı. "Hepsini..." Tam olarak neyden bahsettiğini bilmesem de ne kadar zor olabilir diye düşündüm ve sonra bunun saçmalığını fark ettim. Neyse neydi, denerken görecektim artık... Kahvaltımızı -genel olarak ben eliyle besledikten sonra- bitirmiş ve ortalığı topladıktan sonra birer keyif kahvesi içmiştik. Kahvenin yanına onun çok sevdiği çifte kavrulmuşları da koymuştum. Ardından saçlarımı örmeyi teklif edince hevesle oturdum önüne. Parmaklarının arasından akan nazik şefkat ruhumdaki yaralara merhem oldu. Dün neydi, ne yaşadık diye korku dolu düşünceleri geride bıraktığımız garip bir rahatlık vardı üzerimde. Bir ara çalan ev telefonundan Fatih'in karakolda olduğunu anlamıştım. Üstelik ne benden ne Ali'den şikâyetçi olmamıştı. Ali Ata'nın kulağına fısıldadığı o sözcükleri deli gibi merak etsem de sormadım. Her ördüğü örgüden sonra saçlarımın ucunu öpüyor ve güzel güzel konuşuyordu. Kalbim bu adamın varlığıyla, ruhuyla, kelimeleriyle nasıl olurda iyileşmezdi. Güvenli alanımdaydım, onun yanında tüm korkularımdan arınıyor ruhumun tüm çıplaklığıyla kalıyordum. "Simsiyah saçlarının arasına bir papatyanın beyazının ne çok yakıştığını bilsen, sen de hiç papatyasız kalmak istemezdin Piraye'm." "Ben zaten hiç kalmıyorum ki, papatyasız." "Ben de hiç kalmıyorum... papatyasız," deyip son olarak alnımı öptü ve örgümü tamamlayıp omuzumun üzerinden bana doğru sallandırdı. Oturduğumuz sedirin üzerine göğsüne yaslanmış ve bacaklarımız birbirine karışık bir vaziyette duruyorduk. Tahta pencerenin aralığından ılık esen rüzgâr bile yaşadığımız anı romantikleştiriyordu. Aklım başka düşüncelere uğramasın diye daha önce yazdığımı söylediğim yazılar hakkında konuştuk. Bu sefer yangında hepsinin yandığı aklıma gelince üzülür gibi oldum. Bize bir şey olmamıştı ya yazdıklarım kül olsa da sorun değildi. Hepsi zihnimdeydi yeniden yazardım. Ancak o hiç beklemediğim bir şeyi yaparak dosya haline getirdiğim tüm yığını sedirin altından çıkarıp elime uzattı. "Nasıl yani? Ali Ata bunlar... bunlar," "Bunlar betonun arkasında kaldığı için yanmamış güzelim, evi kontrole gittiğimde fark ettim." "Çok teşekkür ederim, çok, çok, çok seviyorum seni. İyi ki bakmışsın oraya da." "Senin yüzünü böyle güldüren her ihtimal benim zihnimde kıvrım kıvrım dolanır yüreğim. Gül yüzün hiç solmasın istiyorum ve diyorum ki yazdıklarını derleyip merkezde bir yere göstersek mi belki değerlendirmeye alırlar." "Gerçekten mi? İnanamıyorum çok heyecanlandım," derken avucumda oluşan teri üzerime silip yeniden baktım yüzü gülen kocama. "Lakin ben bunları birileri görecek diye yazmamıştım, revize etmek lazım gelir. Hem kime götüreceğiz ki?" "Gazetede çalışan bir tanıdık var, onun bağlantısını kullanabiliriz. Bir ara bu konuyu çıtlattığımda ufak ufak yazar gazeteye bile koyarız demişti. devamı beklenen merak dolu hikâyeler satışı da arttırırmış. Karşılıklı kazanç anlayacağın." Tüm neşemle boğar gibi bir anda üzerine atladığımda "Dur, dur hikâyeye gelince üzerime atlıyorsun," diyerek şaka yaptığında kollarımla daha sıkı sardım onu. Allah'ım tüm dilek hakkımı kocamda kullanmışım ben meğer, şükürler olsun. "O zaman bu akşam hikâye olmadan üzerine atlayım diyorum ne diyorsun?" Bu cesur sözlerimden sonra burnum burnuna değdiği an bakışlarının odağı dudaklarım olsa da güçlükle gözlerime çıktı. "Bir anda böyle şeyler söyleme kalbim sıkışıyor Piraye'm." Onaylar gibi mırıldandığımda ise belime dolanan elleri elbisemin eteğini aralayarak tenimle buluştu. İçimi dolduran heyecan üzerinde kıpırdanmama neden olunca "Diyorum ki hazır üzerime atlamışken, kollarım seni sarıp kendime mahkûm etmişken akşamı biraz öne mi çeksek?" diye sordu güçlü bir ses tonuyla. "Güneş batmak üzere kocam, neredeyse akşam oldu sayılır," derken yüzüne karşı konuşmam bakışlarındaki o manayı arttırıyordu. Son darbem ise birbirine değmekte olan dudaklarımızı tamamen kapatıp istila etmesine yol açtı. "Deneyeceğimiz şeylerden biri de günbatımı mıydı yoksa?" Herhangi bir dokunuş olmadan kızardığına emin olduğum dudaklarım onun soluklarına karışmışken, bedenim tamamen ona bulanacakken dışarıdan duyduğumuz seslerle öylece kalakaldık. Ardından tahta kapı yumruklarla vuruldu. "Ali Ata, Piraye evde misiniz yavrum, açın kapıyı altıma çödürcem. (işemek)" "Anne ya, anne ya zamanı mıydı şimdi?" |
0% |