@1scintilla
|
Merhaba pamuk şekerlerim nasılsınız? Okunma oranımız düştü ve ikiye hatta üçe bölündük. Lütfen oy verip yorum yaparak destek olmayı unutmayın. Her şey yolunda gitseydi wattyde şu an 100k okunmayı geçmiştik. Emeklerimizi hiçe sayıp duraklatmalarını kabul edemiyorum. Twitter'da bunun için sürekli destekteyiz katılmak isterseniz beklerim. Gelişmelerden haberdar olmak için Instagram ve Twitter hesabımı takip edebilirsiniz. İg: t.k.yildirim Tw: 1scintillaa
Bu arada sürpriz bir haberim var. İlk romanım Proje 44 DORLİON yayınları aracılığıyla kitap oluyor. Yeni ismi KARARTMA olacak. Bölümleri wattpadde vardı ancak birkaç bölümü buraya da yükleyeceğim incelemeniz acısından.
Hepinizi çok seviyorum öpücükler😘😘
Bölüm 40. Dejavunun Döngüyle Dansı
"Piraye ne olursun ah ettiysen tövbe et, geri al. Piraye ben hiç mutlu değilim." Zehra ellerime yapışıp ağlayarak dizinin üzerine çöktüğünde yaşadığı sıkıntıların neler olduğunu düşündüm. Annesi hâlâ eve gelmemişti ve amcam onlara nasıl davranıyor bilmiyordum. Annesinin bana nasıl davrandığını biliyor ama görmezden geliyordu. "Zehra, sana nasıl yardımcı olacağımı bilmiyorum." Gözyaşları eşliğinde gözlerime baktı. "Tövbe et dedim ya. Aldık mazlumun ahını çıkıyor aheste aheste." Neredeyse gülecektim, tam Perihan'lık bir laftı. "Ne güzel bir atasözü öğrenmişsin öyle, anlamını da biliyorsun belli ki. Bak, kendi halimde kimseye bir şey yapmadan hayatımı idame ettirmeye çalışıyorum. Benden tek bir beklentin bile olamaz artık. İnsanların önünde rezil oluyorsun." "Hangi ara bu kadar vicdansız oldun sen?" "Vicdansız değilim ama artık enayi de değilim." Onu annesi zorlamış olsa bile iki güzel şey yaptı diye diğer tüm kötülüklerini yabana atacak değildim. Ellerimi ondan geri çektiğim gibi kapıyı kapattım ve arkasına yaslanıp nefeslendim. Hayır ağlamamalıyım, kötü halde olduğunu düşünüp ağlamamalıyım. Onlar beni ne halde bıraktılar ağlamamalıyım. Hangi ara Satı anne gelip bana sarıldı bilmiyorum. "Ağla kızım ağla, bu yaptığını herkes yapamaz. İnsanların berbat da olsa bir alışkanlığı vardır ve bundan o kadar kolay vazgeçemez. Sen başardın." O evde yaşadıklarıma, onların beni başlarda çoğu zaman bastırabilmiş olmasına, hakarete ve sivri dile maruz kalmama psikolojik olarak alışmış olmamdan bahsediyordu. Eğer silkelenip kendime gelmeseydim bu hareketleri normal karşılayacak ve devamında bir tepki vermeyecektim. Hatta belki şu an bile dünyanın en içten hareketini yaptığını düşünüp onu affedecektim. Oysa bazı hatalar sırf kendine olan saygını koruyabilmen için affedilmezdi. Uzun yıllar sonra anne şefkatiyle sarıp sarmalanmış ve anne omzunda ağlayıp rahatlamıştım. Satı anne bir gram bile eksik etmediği sevgisiyle bana sarılırken güzel güzel sözler mırıldanarak rahatlamamı sağlamıştı. Akşam Ali Ata gelene kadar kendime çeki düzen vermiş, sofrayı hazırlamış ve olumsuzluğumu üzerimden atmak için elimden geleni yapmıştım. Geldiğinde ise bana müjdeli bir haber vermişti.
Perihan Iraz
Dut tanemi görmüş bir güzel içimdeki kurtları dökmüş ve kuş kadar hafiflemiş bir şekilde kanatlarımı çırparak evin yolunu tutacakken duraksadım. Bu çeşmeyi öylece gelip geçmek gelmiyordu içimden. O yüzden bir yudum su içmeye karar verdim. Neticede sevdamızın çeşmesiydi bu artık. Ellerimi birleştirip suyun avucuma dolmasını beklerken bu sefer gerçekten beklemediğim bir ses duydum. "Perihan'ım?" Elime dolan suyu ufak bir çığlıkla adamın yüzüne atmam hoş olmamıştı ama artık oda karşımda sırılsıklam bir aşıktı. "Yarkın Bey? Beni korkuttunuz. Burada ne yapıyorsunuz?" "Doldurup doldurup boşalttığım ve her yanını ıslatıp rengini değiştireceğim bir testim ya da bu sıcak havada çamur edeceğim lastik pabuçlarım olmadığı için çeşmenin arkasına saklanıyordum." Hay Allah, zeki adamları severdim ama bununki başka bir boyuttu. Eh doktor olmak kolay değildi neticede. Onu beklediğim gün testinin ıslanmaktan renginin değiştiğine kadar dikkat etmişti demek. Hoşuma gittiğini inkar edemezdim. "Anlıyorum hoşunuza gittiyse bir çift kara lastik alıvereyim size de?" "Yok ben pembe isterim. Yani lastik istemem tabii ki. Aldığım hediyelerden derin manaları olan pembe renkli olanları severim," dediğinde göz ucuyla güllere baktım. Dibi ıslaktı sanırım yeni sulamıştı. Etrafa şöyle bir göz attığımda çeşmeye kimsenin yaklaşmadığını gördüm. "Anlıyorum aklımda tutmaya çalışırım." Benden yeni bir hediye istediğini mi ima ediyordu yoksa? Zihnimin bir yanı pembe renkli hediyelerle dolarken gülümsedim. Üzerinde hâlâ doktor önlüğü vardı. "İşten geliyor gibisiniz keşke çeşme arkasına saklanıp yorulmasaydınız?" "Çeşme arkasında en güzel imtihanımı beklerken nasıl yorulurum?" Bir çocuk gibi bunu yapmış olmasını dile getirince bile içim bir hoş oluyordu. Başımdaki örtüyü yeniden düzelttim, acaba şu an nasıl görünüyordum? Piraye'nin yanından gelirken dikkat etmemiştim. "İmtihan mı?" "Ya, biçare yüreğimin sevda ile imtihanı. İnsanı böyle çocuk gibi bir köşede saatlerce bekletebiliyor ve bunu yaparken heyecanını bir nebze bile soldurmuyor. Islanan testiler gibi ıslanan sevdamın imtihanıyla meşgülum bu sıralar." Bu adam artık iyice aleni bir şekilde konuşmaya başlamıştı ve kalbim hızla çarparken ağzımdan çıkacak diye korkuyordum. Yanaklarım yanmaya başlarken gözlerimi kaçırdım. Zira yüzüme konsantre olmuş bir şekilde bakarken yapacak başka bir şeyim yoktu. Gök gözleri semayı ayağıma indirmiş gibi bana bakarken ellerimin titremesini bile durduramıyordum. Ey gidi Perihan sen bu hallere düşecek insan mıydın? "Fazla mı ileri gittim Perihan'ım? Oysaki yalnızca hakikati konuşmaktı derdim. Yanaklarındaki pembelikler her zamankinden daha da fazlalaştı." "Ben, ben çok hızlı yürüdüğümden mütevellit şey oldu." Ne saçmalıyordum? Hazır çeşmenin önündeyken az önce yapamadığım şeyi yapıp biraz su aldım avucuma. "Evet tabii, buyurun lütfen serinlersiniz. Az önce beni de ziyadesiyle serinletmiştiniz. Toy yüreğim de sizi gördüğünde tıpkı bu şelide serinliyor." Allah'ım neler diyor bu adam? Bunu duymuş olmasaydım son kez yudumlamak istediğim suyu boğazıma takmayacaktım ve şu an karşısında şuursuzca öksürüyor olmazdım. Temkinli adımları yanıma yaklaştı ve sırtıma minik bir iki darbe vurdu. "Perihan'ım lütfen derin bir nefes al ve korkma hekimin yanında." Bütün organlarım sevinçten çığlık atarken son görüşmemiz geldi aklıma. Onu onun silahıyla vurmuş ve arkama bakmadan koşarak uzaklaşmıştım. Şimdi ise yüzüme çarpmaktan bir an bile çekinmiyordu. Ben onun yüzüne suyu çarpmıştım o benim yüzüme hakikati... Mavi gözlerine bakıp gülümsedim, sanırım artık kaçak oynamayacaktık. "Korkmaya lüzum görmüyorum," dediğimde kaşlarını devamını bekler gibi kaldırdı. "Zira hekimim yanında." İşte şimdi semaya ışık saçan gülüşlerinden birini görebilmiştim. Adının anlamı ışıktı, ismi de varlığı gibi bir güneş olup doğmuştu gönlüme. Bu birbirimizin gözlerinin içine bakarak, birbirimizi ilk kez sahiplenişimizdi. "Teşekkür ederim," deyip sustu öylece bakarken. Ona yüreğimi açtığım için, açıksözlülükle karşılık verdiğim için, sevdasına sahip çıktığım için. "Perihan'ım," derken içi gider gibi söylemiyor muydu işe benim de aklım gidiyordu. Başından beri bu ses tonunu aklımdan çıkaramıyordum. "Babanın tır şoförü olduğunu duydum. Eve döndüğü zamanı bana bildirirsen ve senin de rızan varsa ailemle birlikte hayırlı bir iş için kapınızı çalmayı isteriz. Burada seninle tevafuk eseri karşılaşmayı her şeyden çok istiyorum ama şansımız yaver gitmez ve birilerine denk gelirsek müşkül bir duruma düşmene gönlüm razı gelmez." Dünür olacaklardı, beni istemeye gelmekten bahsediyordu. Bunu daha önce içten içe hayal etmemiş gibi şaşırıp heyecanlandım. Bu yolun sonu elbette bir yere bağlanacaktı ama zihnimde uzak bir noktaya koymuş olmalıyım ki imkansız bir şeymiş gibi sevindim. "Babam bugün yarın gelir, geldiği zaman da iki hafta kalır ve sonra yeniden yollara düşer. Yani önünde yalnızca iki haftan var hekimim." Yüzünde gülücükler açarken başını yavaşça eğdi. "Senden gelen süre başım gözüm üstüne." Artık ayrılık vakti gelmişti. Bu sefer ayrılığımızın yolu bizzat bizim evimizde birleşecekti. Yana doğru bir adım atarken yeniden konuştu. "Bu iki hafta merasim için yeterli bir süre mi sence?" Omuzlarımı hafifçe silkip yavaşça gülümsedim. "Kim bilir?" Onu ardımda bıraktığımda ağzım kulaklarıma varıyordu. Sondaki hareket cilveli mi olmuştu bilinmez gözlerinin takıldığını görmüştüm. Şeytanın fısıltısına daha fazla uymadan gidip helalim olacağı anın hayalini kurmalıydım. Yüzüklerimiz parmağımıza geçirildiğinde umarım heyecandan bayılmazdım. "Perihan'ım?" Omzumun üzerinden dönüp baktığımda elinde çeşmenin dibinden kopardığı minik bir unutma beni çiçeği tutuyordu. Çiçeği kapıp hızlıca ilerlerken kalbimin üzerine bastırdım. Bu saatten sonra onu nasıl unuturdum?
Piraye Maral Aslanboğa
Ali Ata iki gündür işten geç dönüyor pek neşesi olmadığını yorgunluğuna bağlıyor ve erkenden yatıyordu. Yanında olmayı her şeyden çok istesem de, yaşanan onca olaydan dolayı biraz yalnız kalmak onun da hakkıydı. Kendisi yetmezmiş gibi ailesi de yarama merhem olmuş ve olmaya devam ediyorlardı. Karakolda çetin bir mücadele olduğunu düşünüyordum. Evdeki hayvanlarla zor başa çıktığını söyleyen Meral abla artık ailesinin dönmesini istiyordu. Kısacık sürede öyle çok alışmıştım ki onlara. Geceye kadar bahçede oturup çay çekirdek eşliğinde sohbet ediyorduk. Hakan çok komik bir çocuktu, arada abisinden bir iki sille yese de hak ettiğini biliyor ve haylazca gülmek dışında bir şey yapmıyordu. Bu gece ise kocam uyumadan pusuya yatacaktım. Bu kadar yalnızlık süresi ona yeterdi. Yemekten sonra çayları bahçeye çıkardım ve "Siz başlayın gençler beni beklemeyin birazdan gelirim," diyerek merdivenleri koşa koşa çıktım. Satı anne namaz kılıyordu, eh yatsı namazı da uzun olduğuna göre yokluğum anlaşılmazdı. Odanın kapısını telaşla açıp içeri girdiğimde havlusuna sarılmış bir adam beklemiyordum. Sanırım o da benim öylece durup ona bakmamı beklemiyordu. "Güzelim, bir şey mi diyeceksin?" "Diyeceğim ya, kayboldu bulamıyorum," dediğim an etrafı taramaya başladı şahin gibi gözleri. "Ne kayboldu?" "Kocam, günlerdir kayıp kendisine ulaşamıyorum. Yakında polise gitmem gerekecek ama inanır mısın kendisi de bu mesleği icra ediyor." Dudaklarını gelişigüzel yaladıktan sonra dişleriyle minik baskılar yapıp zaman kazanmaya çalıştı. En sonunda pes edip yatağa oturdu. "Gel bakalım, aradığın kişi tam karşında." Biraz cilve biraz da nazla yanına doğru süzüldüm. "Eh buldum madem şöyle biraz bakayım, gecemin karanlığına son kez bakamadan uyudum iki gündür." Önünde dikildiğimde ani bir hamleyle kucağına aldı beni. Altımdaki havlunun nemini hissetsem de birazdan ısımızla kuruyacağından eminim. "Zehir en son gözlerindeydi, şimdi bir de diline mi yansıdı yoksa yüreğim?" Zehir yeşili diye bahsettiği gözlerimden sonra bir de zehirli dilim olduğunu ima ediyordu. Hayır kötü manada değil onu uyuşturup iyi gelen kelimelerimden bahsediyordu. "Eh neticede bir yazar adayıysam önce kocama yazmalıyım değil mi?" "Yazarsın iki gözüm, tıpkı benim gibi sayfalarca şiirler düzersin bana." "Sayfalarca şiir mi yazdın bana Ali Ata? Göster ne olursun ben de bakayım." Keyfi yerine gelmiş gibi kıvrıldı dudakları nihayet. "Olmaz, hepsini bir anda tüketemem, gözlerine bakıp tükendiğim anlarda okumak istiyorum. Tükenen kişi yalnızca ben değil sen de ol diye." İçli bir nefes verip omuzlarına masaj yapmaya başladım. Ellerini geriye doğru yasladı ve masajın etkisiyle gözlerini kapattı. Yorgunluğunu bir nebze de olsa almak kendimi iyi hissetmeme, başımı yastığa rahatça koymama yarıyacaktı. Kapalı gözleriyle karşımda masum bir şekilde dururken bir de buse kondurdum yanaklarına. Gözlerini açmadı. Bundan cesaret alarak dudaklarını da öptüm. "Yarın seninle bir yere gideceğiz. "Bunu bana rüyamda mı söylemeyi düşünüyordun peki?" "Hayır, müsaade etseydin eğer ben de çay içmeye inecektim." "Şansına küs, nereye gideceğiz?" "Şansına küs," der demez hırslanıp yanağını hafifçe dişledim. "İşte bunu yapmayacaktın," dediğinde artık onun üzerinde değil altındaydım. "Ali Ata ne yapıyorsun?" "Ne oynuyorsun benimle kedinin fareyle oynadığı gibi." "Oynamak da ne demek? Ben sen yorgunsundur diye masaj yapıyordum sadece. Yaptığıma göre de gidebilirim, malum çay içeceğiz beni beklerler." Kaçmaya çalıştığım anda güçlü kollar tarafından tekrar yakalandım. "Hiç sanmıyorum Piraye, onu buraya gelmeden önce düşünecektin, masajınla beni gevşetmeden, kocana ceza vermeden önce..." Dişlediğim yanağından bu şekilde bahsetmesi çok komikti. "Ali Ata vallahi çok ayıp olur." "Karımla birlikte uykuya dalmamın nesi ayıp hiç anlamıyorum," dediği an kolları arasında çırpınmayı bırakıp öpücüklerine teslim oldum. Ruhumun da bedenimin de ona doymaya ihtiyacı vardı. *** Sabah ezanında önce kalkıp kahvaltıyı hazır etmek isterken parmak uçlarımla aşağı inmeye çalışmam büyük bir çabaydı. Zira gıcırdayan tahta merdivenler işime çomak sokmakta bir numaraydı. Bir koluyla beni nasıl ahtapot gibi sardığını anlamadığım kocamın kolları arasından çıkmak da sandığım kadar kolay olmamıştı. Uzun kirpiklerine minicik bir buse kondurmuştum kaçmadan önce. Aldığımız un çuvalını nereye koyduğumu hatırlayamadığım için bir de mutfakta küçük çaplı bir savaş yaşamıştım. Bu sabah ekmek ve içli börek yemek istiyordu canım. Misafirlerimizi son gününde iyi bir şekilde ağırlamalıydım. Hamuru karmadan önce iç malzemeleri ocağa koyup pişirirken Özlem esneyerek içeri girdi. "Sabah şeriflerin hayır olsun Piraye abla." "Seninde Öcük, erken değil mi neden uyandın?" "Neden mi? Mutfakta Tellioğulları'yla Seferoğulları mı savaşıyor bakmak için geldim." "Affedersin dikkat etmeye çalıştıkça daha çok ses yaptım sanırım," dediğimde kıkırdadı. "Asıl sen neden bu kadar erken kalktın, kargalar bile uyuyor?" "Börek açayım diye düşünmüştüm." Gözleri manalı manalı süzüldü bana bakarken. "Ya da dün gece kaçtığın için bugün telafi etmeye çalışıyorsun Piraye yenge." Yenge demesinde bile ayrı bir anlam barındırmayı başaran sivri dilli tatlı bir kızdı. Ve beni kulaklarıma kadar kızartmayı başaran da kendisiydi aynı zamanda. "O ne demek Öcük, anlamadım?" "Dün gece diyorum bir gittin pir gittin? Saatlerce seni bekledim döneceksin diye." "Şey oldu, şey, uyuyakalmışım." "Uyuyakaldın demek ben de bulaşıkları bana yıkmak için hüsüsü (bilerek) gelmediğini düşünmüştüm." "Benimle alay mı ediyorsun sen zaten iki çay bardağı vardı," deyip arkamı döndüğümde gülmemek için kendini zor tutan görüntüsüyle karşılaştım. "Aşk olsun Öcük." Ellerimi üzerimdeki önlüğe silip tüpün üzerindekileri kontrol ettim. "Öcük carı (çabuk) git anam seni çağırıyor." Mutfağa dolan sesle birlikte ikimizde telaşa düştük. "Ay abi ödüm sıddı (korktum) öyle gelinir mi ya sessiz sessiz?" "Ne yapayım kızım padişah gibi gelişimi önceden mi bildireyim? Sekemeği (merdiven basamağı) çıkarken dikkat et ses yapıyor," deyip sırıttıktan sonra mutfaktan çıktı ama sonra geri döndü. "Hamur mu açıyorsun yenge, ona göre ekmek almaya gitmeyeyim." Herhangi bir ima yapıp yapmadığını anlamadığım için dikkatlice ona baktım. Eline bir tas almış ve testiden doldurduğu suyu içiyordu. Böyle su içişini daha önce gördüğüm için yadırgamadım. "Evet börek yapacağım gitme." "Tüpün başındasın diye mi domatese döndü rengin? Yoksa bu kadar sıcak havada yok olmak yerine gece boyunca beni yiyen üvezler (sivri sinek) mi yedi yanaklarını?" "Aynen öyle oldu Hakancığım. Benim üvezim biraz büyük ve sivri dilli." Sırıtarak bana bakıyordu, anlaşılan Aslanboğa ailesinden bu sabah çekeceğim vardı. "Merak etme annem namazdan sonra yattı zaten Öcük'te bardağın dibini göremediği için ben kovaladım. Onun oyunlarına gelme diye diyorum." İyi olmuştu söylediği yoksa akşama kadar beni kandıracakrı ve Satı annenin yüzüne bakamayacaktım. Omuzlarımı rahatlatacak kadar derin bir nefes bıraktığımda "Sağ ol," dedim ama sesim Öcük tarafından yutuldu. "Abi annem beni uykusunda mı çağırdı Allah aşkına? Kadın rüya görüyordu besbelli." "Öyle mi? Mübarek bir insanım ben hissederim, uyanır uyanmaz seni görmek istemiştir." "Mübareksen namaz vakti burada ne arıyorsun?" Özlem'in huysuz tavırlarına gülerek yanağından bir makas aldı ve bana da göz kırpıp oradan ayrıldı. Numaracı ve fena bir çocuktu. Kahvaltıdan sonra biz merkeze inerken Satı anne hazırlanmaları gerektiğini söyleyerek gelmek istememişti. O kadar yol gideceğim bir de ayrıca yorulmayım yavrum deyip evde kalmayı tercih edince biz de ısrar etmemiştik. Özlem annesine yardım edecekti Hakan ise ne olduğunu anlamasam da yapılacak işleri olduğunu söylemiş ve bizi yalnız bırakmıştı. Gündüzün sıcağında evden çıkmadan başıma bir şapka takınca kendimi film artisi gibi sanıp havalara girmiştim. Şapkayı Özlem'le çarşıda dolaşırken almıştık. Çarşıda bir dükkân beni tedirgin etse de önünden geçerken kepenklerin indirildiğini ve kapısının zincirlendiğini görmek beni şaşırtmıştı. Son geçtiğimizde Ali Ata bu saygısız adamla konuşmuştu ve her ne olduysa sonuç buralara kadar gelmişti. Bana yapılan hiçbir kötülüğü es geçmeyip cezai yaptırım uygulaması kalbimi huşu ile doldurmuştu. Dükkânın kapanmasına attığı bir iki kendini bilmez laf yeterli gelmemiştir ve elbetteki ardında başka şeyler de vardır diye düşünmüş ve yoluma devam etmiştim. Bir süredir bu hayatta yalnız değildim ve onun görünmez kanatları üzerimde bir gölge gibi beni sarıyordu. Yürürken heyecanıma ve hevesime bakıp gülümsedi. "Nereye gideceğiz gerçekten söylemeyecek misin?" "Sabırlı ol birazdan göreceksin." Ol demesi sabırlı olmam için yeterli bir sebep değildi ne yazık ki. Lakin yol üzerinde gördüğü bir papatyayı saçlarımın arasına takınca öyle hoş hissettim ki gülümsemem güneşe sıçramış gibi üzerimizi aydınlatıp geçti. Bilimsel sebebi yuvarlak olan Dünya'nın dönmesiydi ancak böyle bir denk gelişi sadece manevi bir şekilde açıklayabilirdim. Yolculuğumuz büyük ferforje bir kapının önüne gelmemizle son buldu. Kapının üzerindeki çan biz içeri girince çaldı ve köşedeki tahta sandalyenin üzerinde oturan yaşlı amca ayağa kalktı. "Heh, geldiniz mi yavrum, hoş geldiniz." "Geldik geldik bey amca sağ olasın, benim hanım, Piraye." diyerek beni tanıtınca karşıdaki tonton amcanın elini öptüm. "El öpenlerin çok olsun berhudar ol evladım, memnun oldum ben de Osman. Hadi gelin önce içeriyi gezelim." Osman amca elini arkasında birleştirip önden yürürken yavaşça Ali Ata'yı çekiştirdim. "Ev bakmaya mı geldik?" "Evet, neden fısıldıyorsun?" Sanırım çok heyecanlanmıştım. Müstakil evin bahçesinde bir ev daha görmüştüm. İçi oldukça genişti, iki tane odası, mutfağı ve ayrı banyosu vardı. Evin arka duvarında bir kiler ve kömürlüğe açılan kapısı vardı. İçinde bulunan bazı eşyalar öyle şirindi ki bu evin önceki sahiplerini oldukça merak etmiştim. Duvarlar pembeye boyalıydı, minnoş bir oyun kutusu gibi gözüküyordu. "Evet nasıl buldunuz çocuklar, Piraye kızım da beğendiyse eşyaları hemen aldırtacağım." Osman amcayı dinlerken zihnim çoktan film senaryosu çevirmeye başlamıştı. Şu köşede Ali Ata ile radyo dinliyorduk, bir diğerinde işten gelmiş ve bulaşıklı ellerimle kapıyı açarken öpücüğünün etkisiyle onun da üzerini batırıyordum. Başka bir köşede kendime ufak bir masa almış üzerinde yazı bile yazıyordum. Mum ışığında yemek yerken kocam beni gerçek hayata çekerek koluma dokundu. "Piraye?" "Ben beğendim canım, o kadar şirin bir yer ki hayal kurmaya bile başladım." Duvarda kalan süslü çerçevelere bakarken Osman amca konuştu. "Öyleydi yavrum Haticem pek şirindi. Onun gönlünü kırmayım diye yıllarca bu pembe evde oturdum ancak bir kere bile gönlümü daraltmadı. Naifti, hassasdı, kırılgandı, yüreği tıpkı bir pamuk gibiydi. O bu dünyadan göçünce gayrı bu evde duramaz oldum. İnsan şu çerçeveye bakıp ağlar mı? Anıları yaşasın gitmeyim dedim ama tek başıma burada delirmeden duramıyorum işte. Evi de kafamın tuttuğuna kiralamak istedim, aylardır boş. Senin adam gelip Hatice'm gibi olduğundan bahsedince nihayet buzları erittim. Beğendiyseniz sizindir." "Başın sağ olsun Osman amca, Hatice teyzemin gözü arkada kalmamıştır. Duvarların pembe dili öyle tatlı geldi ki bana, onu anmaktan hiç vazgeçmem." Gidip yamukluğundan el yapımı olduğu belli olan çerçevelere dokunurken konuşmaya devam ettim. "Bunları kendi mi yaptı yoksa?" "O yaptı ya, çok severdi böyle şeylerle uğraşmayı. Hem de arka bahçedeki topraktan oluşturup yaptı." Gülümseyerek Ali Ata'ya baktım. "Peki bahçenin içindeki diğer ev, orasıda mı sizin?" "Hatice teyze ve ikizi birbirini çok severmiş, hiç ayrılmak istemediklerinden babası zamanında burayı onlar için yaptırmış, evlendiklerinde yan yana evlerde kalsınlar diye. Biraz da toprak zenginiymiş babası, damatlar kızlarını alıp götürmesin diye evleri de kızlara vermiş. Birbirini çok seven ikiz kardeşler bir başka kardeşlerle evlenmiş ve bu yuvanın içinde mutlu mesut yaşamaya başlamışlar. Yıllar geçip vakti dolunca Hatice teyze kalp krizi geçirmiş, iki dakika sonra da ikiz kardeşi kalp krizi geçirmiş ve bu dünyaya gözlerini yummuşlar. Doğarken iki dakika ara ile doğmuşlar ölürken iki dakika ara ile ölmüşler." Osman amcayla aynı anda gözlerimiz dolarken elimdeki çerçeveyi sıktım. Hiç tanımadığım bir insan beni nasıl böylesine etkileyebilirdi? Ölümü tanıdığım için, hikayesini bildiğim her ölüm içime kazınıyordu. Şimdi elimdeki çerçeve daha anlamlı gelmeye başladı. Bu yüzden birini çekmeyece koydum, umarım bunu ayırdığımı anlar ve bir incelik yapıp bana bırakırlardı. Bu evin içinde mutlu anılarıyla kol gezen Hatice teyzeden bir parçanın kalması onun da hakkıydı. "Sevgiyle doğup, sevgiyle dolup yine sevgiyle ölmek herkese nasip olmaz kızım üzülme." "Hatice teyzeye de ikiz kardeşine de bir yasin okuyacağım. Hatta mezarları buradaysa ziyaret etmek isterim." Osman amca buna memnun olur gibi gülümsedi. Kalan sürede bahçeyi gezdik ve vedalaşıp ayrıldık. Merkezin yolunu tutarken ileride bizi bekleyen otomobili gördüm. "Sana bir sürprizim daha var ama bunu daha sonra öğreneceksin." Olumlu bir şekilde sessizce başımı salladığımda aklımın Hatice teyzede olduğunu anladı. Sçlarımın üzerine bir öpücük kondurup papatyamı düzelttikten sonra yolumuza devam ettik. Bursa'nın yemyeşil yolları huzuru temsil ediyor gibiydi ancak çıkan rüzgâr bu huzuru kırbaçlıyordu. Yaz ayında neyin fırtınasıydı anlamış değildim. Merkeze geldikten sonra çarşı işlerimizi halletmiş, mobilya ve beyaz eşyaları seçmiş ve güneşin batmasıyla birlikte oldukça yorulmuştuk. Bu sefer içimde yoğun bir heyecan ve istekle mobilya seçmemiştim. Üzerinde huzurla oturmadıktan sonra, tadını çıkaramadıktan sonra bir tahta parçasının hiçbir önemi olmuyordu çünkü. Karyola almamıza gerek bile yoktu, bir döşeğin üzerinde uyur ve oldukça rahat ederdim, yeter ki gönlümün eşi yanımda olsun ve biz iyi olalım diye düşünürken Ali Ata oralı olmadı ve yine elimizden geldiğince eksik bir şeyimiz kalmayana dek çoğu şeyi aldık. Sağ olsun Haris dede bu konuda oldukça cömert davranmıştı. Bir iade-i ziyaret yapıp teşekkür etmek makbuldü. Geri dönmeden önce bir çay bahçesinde soluklanıp birer limonata içmeye karar verdik. Küçük iskemleye oturup manzarayı ve Ali Ata'yı seyrederek içeceğimi yudumladım. Yüzümüzde yorgunluk kırıntıları vardı elbette. Hayatımızı baştan yazıyor ve yaşıyorduk. Bu olaylardan sonra suçlayıcı tek bir kelime kullanmamış ya da bana bir ima ile bakmamıştı. Öyle doğru bir seçim yapmıştım ki kalbim ondan razıydı. Yerinde bir başkası olsa sürekli söylenebilir ya da isyan edebilirdi. Oysa onun karakteri sağlam ve oturaklıydı, hiçbir sebebi birbirimize bağlamamıştık. Başımıza gelmiş, yaşamış, kabuğumuza çekilmiştik ve şimdi yenilenme vaktiydi. İçeceğin buzları esen meltemle birlikte içimi ürpertirken bakışlarım öylesine çevrede gezindi. Ancak gördüğüm suretle birlikte daha dikkatli baktım. Kaşlarımı çattığım an Ali de nereye baktığımı anlamak için döndü. Nevin yengem bir dükkanın önünde durmuş birini bekliyor gibiydi. Onu aylar sonra görmek içimdeki öfkeyi körükler sanmıştım ama öyle olmadı, hislerim tamamen bir boşluktan ibaretti. "Birini bekliyor gibi?" diye sorunca omuzlarımı silktim. "Bizi ilgilendirmez." Ancak yine de gözlerim diğer tarafa bakmaya başladı. Bu sefer de çakal kılıklı oğlunu, Gürbüz'ü gördüm. Yanında biriyle konuşuyor ve elini çekiştiren Suat'a bakmıyordu. Sonra bir şey oldu, Suat annesini fark edip Gürbüz'ün elini bıraktı ve koşarak karşıya geçmeye çalıştı. Karşıdan gelen araba bana daha önce yaşadığım olayı hatırlatırken tüm bedenim ürperdi ve var gücümle bağırıp koşmaya başladım. "Suat!" Ali Ata da çay bahçesinin çitlerinin üzerinden atlayıp yola koşan çocuğa doğru koşmaya başlamıştı ama saniyeler içinde kopan gürültülü çarpma sesiyle birlikte kulağıma yayılan çınlama sendelememe sebep oldu. "Suaaat!" |
0% |