@1scintilla
|
Ölümün son ödülü bir daha ölmemektir.
Nietzsche
Bölüm 41. Ölüm ve Doğumun Biçare Hediyesi
Bir tarlayı ekmek için önce üzerindeki taşları ayıklamak lazımdı. Tarlayı sürmek, toprağı havalandırmak, tohumu ekmek, gübrelemek, sulamak ve ilgilenmek gerekiyordu. Hayat da böyleydi, ruhumuzu havalandırmak, içimizdeki taşları ayıklayıp kurtulmak, gerektiği zaman da nadasa bırakmak gerekiyordu, dinlensin ve daha verimli hale gelsin diye. Suat da şu an içindeki ruhu nadasa vermiş gibi hiçbir şey yapmadan bekliyordu. Ona koltuk deyneklerini götürmüş ve heveslendirmek istemiştim ama renklerini bahane ederek beni geri itmişti. Baba evime, çocukluğumu geçirdiğim bu eve girmek artık benim için kolay olmasa da bunu onun için yapmıştım lakin bu hususta başarısız olup çıkmıştım. Yanında sürekli koşturup duran Faruk'u görmesi onu iyice harap ediyordu. Asıl mesele mektep açıldıktan sonra yaşanacaktı ve tehlike çanları geliyorum dercesine kulağımızda uğulduyordu. Yaz aylarının son demlerine girdiğimiz şu günlerde Ali Ata'nın bekar evinden taşınmış ve güzeller güzeli yeni evimize yerleşmiştik. Sonunda Feridun ve Yarkın da eski düzenine geçip rahatlamışlardı. Çıkmadan önce orayı, çıktıktan sonra da burayı temizlediğim için biraz yorulmuştum ama kurduğum yuvanın yanında lafı bile olmazdı. Satı annenin getirdiği erzakların yarısını da oraya bırakmıştım kışın yesinler diye, zaten orada fazla eşyamız olmadığı için birkaç çantayla çıkıp gelmiştik yeni evimize. Henüz ufak tefek eksikleri vardı ama asla gözüme batmıyordu. Evi ev yapanın içindeki eşyalar değil yanındaki canan olduğunu anlayalı çok olmuştu. Bu yüzden ufak bir kapriste bile bulunmamıştım. Oturacak kadar kanepemiz, uyuyacak kadar yerimiz yeter de artardı. Bunun mutfağa da çok fazla şey almamıştım. Bizi döndürsün gelen misafire ikramlık çıkaracak kadar eşyam olsun istemiştim. Dünyevi eşyalara doymayan gözler her zaman daha ve çok daha fazlasını istiyordu. Evlenirken mesela, sen yeni yuva kuruyorsun şunu da al bunu da al safsatalarından insana gına geliyordu. İnsanoğlu bir gün azın çoktan daha iyi ve manevi olduğunu anlayacaktı. Yine atalarımızın bir sözü vardı ki o da; nerede çokluk orada bokluktu. Evin pembe duvarlarına hiç dokundurmamış yalnızca yatak odamın beyaza boyanmasını istemiştim. Orada ruhumuza da beyaz bir sayfa açalım istemiştim. Üzerimize geçirdiğimiz önlüklerle birlikte küçük odayı Ali'yle bir güzel şımararak boyamıştık. Bir süre sakar olduğunu iddia ederek beni de boyamıştı, başka bir süre çok dikkatli olduğunu iddia edip zer zerremdeki boyayı itinayla temizlemişti. Eh, biraz fırsatçıydı lakin ben bu fırsatçılığa bayılmıştım. Müstakil evimiz karakol tarafına daha yakın olduğu için komşularımın eski komşularımla uzaktan yakından alakası yoktu, daha tekin bir yerdi. Yan evdeki tonton teyze ve amcamız bizi neredeyse kendi çocukları yerine koyup öyle sevecen davranıyorlardı. Bir de şöyle güzel bir olay başımıza gelmişti; babamın küçük bir arazisi bulunduğumuz yere oldukça yakındı. Bu da orayla ilgilenip kendime yeni meşgaleler bulabilirim demekti. Ancak önce bahçemin içini düzene sokmalıydım. Ali bahçede bir yeri özellikle işaretlemiş ve oraya kesinlikle bir şey ekmememiz konusunda beni uyarmıştı, ne için olduğunu sorsam da cevabını öğrenememiştim. Sabahın ışıkları bulunduğumuz konumda öyle güzel vuruyordu ki evimize, sanki uyanmamız için yüzümüzde dolaşıp ufak bir ritüel yapıp geri çekiliyordu, ardından ben nereye gidersem oraya gelmeye niyetli gibi mutfağa vuruyor bir sonraki adımda ise salonumuza uğruyordu. Yine aynı şekilde yüzüme değen aydınlık kutsal bir dokunuş gibi gözlerimi araladım ve asıl kutsalıma baktım, kocama. Bundan sonraki yaşamımda tek şansım, tek uğurum olan kişiye. Gece karası saçlarını parmaklarımın arasına doladığım gibi geriye doğru itekledim. Uykunun huzursuz soyutluğu yüzünden silinip yerini dinginliğe bıraktı. Bu kez sadece saçlarını okşamakla kalmadım ona doğru biraz daha yaklaşıp burnumun boynundaki yerine yerleştiğine emin oldum. Bir milim uzaklaşsam hemen anlayıp beni kendine dolayan kolları biraz daha sıkılaştı. Küçük buselerimi yanaklarına kadar çıkarırken dudaklarında izlemeye doyamadığım bir gülümseme meydana geldi. Ardından kirpikleri titreşti ve nihayet gözlerini açtı. Gözleri gece kadar karanlık ve koyuydu lakin tıpkı doğan güneş gibi içimi ısıtmaya yetiyordu. Onun karanlığı bile bana sıcacık bir aydınlık gibi geliyordu. "Günaydın beyim," dedim cilveli olmasını umduğum bir ses tonuyla ancak yeni kalktığım ve tek kelime etmediğim içim sesim çatlayarak çıkmıştı. Bu onu biraz daha gülümsetti. "İşte bu alaycı gülümsemeyi yapmayacaktınız Ali Ata Bey!" "Günaydın hatunum. Unutma ki ben senin her şeyine bayılıyorum. Buna beni görünce heyecandan içine kaçan ses tonun da dahil." Kollarının arasından kurtulmaya çalışır gibi nazlandım ve karşılığında ona biraz daha sokuldum, tam istediğim gibi. "Bir daha söyle onu bakayım, ne güzel diyorsun öyle tam duyamadım." "Demeyeceğim işte, duyduğun kadarıyla idare ediver." Derin ve pes etmiş bir nefes verdi. "Peki madem elbet bir gün tekrar eder beni bu şerefe nail edersin. Şimdi hala burada olduğuna göre bu, kahvaltıya seninle başlamamı mı tercih ediyorsun demek?" "Koalanın ağaca sarıldığı gibi sarıyorsun bırakmıyorsun ki gideyim?" "Bırakmam, bırakamam yavrum. Yakaladın beni, itiraf ediyorum papatyam, gittiğim her yere seni de böyle taşıyasım geliyor lakin Görükle halkının henüz buna hazır olduğunu düşünmüyorum," dediğinde kıkırdadım. Yüzüme bıraktığı öpücüğün ardından kendiyle beraber hiç zorlanmadan kaldırıp banyonun önüne bıraktı beni. Ardından ise yapmacık zorlanma sesleri çıkarmayı ihmal etmedi. "Kilo mu aldın yoksa sen, biraz ağırlaşmışsın gibi?" "Hadi oradan kantar mısın sen?" "Hem de hassas kantarım, her bir zerrende ne var ne yok bilirim," dedi kolunun tekini kapının girişine dayayıp çapkın bir gülümsemeyle. "Sapık bir kantarsın öyleyse," dedim ve üzerindeki beyaz tişörtün ona ne kadar yakıştığını göz ardı edip gözlerimi süzerek içeri gireceğim sırada kalçama yediğim şaplakla istemsizce ufak bir çığlık attım. Ardımdan kahkaha atarken "Sapık dediğin bu adam sen ye ve daha fazla kilo al diye ekmek almaya gidiyor," deyip keyifle evden çıktı. Benimle eğlenmek hoşuna gidiyordu yoksa ben kilo falan almamıştım. Ya da almış mıydım, hiçbir fikrim yoktu. Bir an önce işlerimi halledip üzerimdeki uzun gecelikten kurtuldum ve mutfağın yolunu tuttum. İşe gitmeden önce güzel bir kahvaltıyı hak ediyordu. Tüpün üzerinde patateslerin kızarmasını beklerken bir yandan kahvaltılıkları sofraya koymaya başladım. Elim kaymağa gidince hemen yiyesim geldi. Yan komşumuzun iki tane ineği vardı ve sütü ondan alıyor yoğurdu kendim mayalıyordum. Hal böyle olunca o sütün muazzam bir kaymağı oluyordu. Dayanamayıp elime bir kaşık alıp yerken Ali elinde poşetlerle içeri girdi. "Ben de diyordum bu ağırlığın sebebi ne diye?" Gelir gelmez bana takılmasına aldırmadan bir kaşık daha alıp yedim. "Gözün kaldı sanırım Ali Ata Bey?" "Hmm, demek yeniden bey olduk. Eh, hakkın var gözüm kaldı tabii, alayım göz hakkımı," deyip beni kollarının arasına doladı ve dudağıma minik bir öpücük bıraktı. İşte bu harekete kaymağın üzerindeki bal gibi eriyip gitmiştim. Takmıştım kaymağa! "Diğer poşette ne var?" diye sorunca erkeksi bir gülüş çıktı dudaklarından. "Acıbadem, benim hatunum güzelce yesin de sevilecek yerleri iyice artsın diye ellerimle besliyorum hatta." Ona alınmama izin bile vermeden beni bir koluyla tutmaya devam edip kese kağıdının içinden küçük bir acıbadem çıkarıp ağzıma tuttu. Valla hiç hayır diyemezdim. Patatesler yanmadan kollarının arasından çıktım ve o da ardımdan ince belli bardaklara çaylarımızı doldurup bana yardım etti. Bol sohbetli keyifli bir kahvaltının ardından jilet gibi ütülediğim üniformasını giydi ve öperek uğurladıktan sonra işe gitti. Artık karakola çok yakın olduğumuz için evden o kadar erken ayrılması gerekmiyordu, bu da birlikte geçireceğimiz vakti artırıyordu. Ortalığı topladıktan sonra davul fırına hemen bir kek sürdüm çünkü dut tanem Perihan ile bize gelmesi için sözleşmiştik. Onu görecek olmanın neşesi kalbime dolarken vereceği havadislerle merakım iyice artıyordu.
Perihan IRAZ
Hayat bir ağaç gibiydi, biz köklerden uzanıp kaşımıza çıkan ilk yoldan yürümemiz gerektiğini öğreniyorduk ancak bizim için bir sürü dal, birden çok yol vardı. Kimi zaman bu yolları seçimlerimiz belirlerdi, kimi zaman ise kader ağlarını bir örümcek gibi kusursuzca inşa ederken onun yönelttiği dala yürürdük. Babamın gelmesinin üzerinden birkaç gün geçmiş bu sırada hasret gidermiş, diğer kardeşlerimle de görüşmüş ve asıl söylenmesi gereken konuyu henüz konuşamamıştım. Öyle çekiniyordum ki bu konuda el mahkum Şaziye'den yardım alamk zorunda kalacaktım. Şimdi ise babamı ziyarete gelen ahbaplarının yanından onlara kahve yapma bahanesiyle ayrılmış, tam karşımda oturan Şaziye'ye de kaş göz yapmıştım. Mutfağa girip fincanları indireceğim sırada "Şekerim babanın getirdiği çikolatalardan da ikram et misafirimize," dedi hiç sevmediğim bir şekilde kelimeleri yayarken. "Çikolataları bulursam ikram edeceğim elbette zira ertesi gün hemen ortadan kayboldular." "Aman canım sende ayaklanıp gidecek hali yok ya," deyip dolabın üzerine sundu ve paketi tezgaha indirdi. "Burada işte." "İyi koyarım kalsın orada. Bana bak konuyu babama açtın mı söyle artık?" "Açtım açtım, o da kızının yuvadan uçacağının farkında merak etme sen. Bilakis, fincanlarla fistanlarla gelmezdi." "Bunun hakkında ne dedi, nasıl anladın?" "Ee belli değil mi şekerim içerideki ahbaplarından, çocuğun subay olduğundan konuşuyorlardı en son?" "Ne?" Başımdan aşağı kaynar sular dökülürken çikolata paketini de yere düşürdüm. Yanlış yol, yanlış yol! Hayat ağacındaki yolum böyle bir dala sapmamalı çünkü bir başka dalda beni gönülden bekleyen hekimim var. "Ne demek ne? Seninki bu değil miydi? Öyleyse baban gelir gelmez evimize damlayan kim? Sen ne haltlar karıştırıyorsun?" "Kişi kendinden bilir işi, saçmalamayı kes. Kahveleri ben götüremem Şaziye, istekliymişim gibi yanlış anlaşılır. Git içeri mani ol engelle bu münasebeti, rahatsızlandı odasına gitti de." "A a a neden yapacakmışım böyle bir şeyi? Elmayı atan bu herif mi değil mi anlamadım?" "O olsa böyle mi yaparım aptal! Git ve bu şaibeli vaziyete mani ol!" deyip arkamı döndüm ve hızlı adımlarla odama gittim. Sanki dünyadaki oksijen bir anda çekilmiş gibi kalbim kasılmıştı. Akşamın en sevdiğim rengi, gün batımı pembesi odamın köşesine şöyle bir uğrayıp aynı hızla beni terk ederken içim sıkıldı, yüreğim daraldı. Bu lüzumsuz münasebete mani olunmazsa vay halime! Hekim benden haber beklerken millet destursuz geliyor, ben sadece ahbabı olduğunu ve babamı göresi geldiği için ziyaret ediyor diye düşünmüştüm. Bana ne oğlu ne iş yapıyor, Allah sahibine bağışlasın! Titreyen ellerim başucumda duran karanfilli elmama giderken önce kokladım ardından ise kalbime bastırdım. Yolum bu dala çıkmasın diye gerekirse budamaya razıydım. Annemin varlığının tek kanıtı olan fotoğrafı elime alıp bir köşeye çökmeden önce camı açıp hava aldım. Bir kutunun içinde de dursam dağın başında da dursam bu oksijen bana yetmezdi. Akşam güneşinin pembe tonunun odamdan ayrıldığı yetmezmiş gibi yerini karanlığa bıraktı. Hayır, hekimin aydınlığını kalbimden götürüp yerini bir karanlığa devretmesine izin veremezdim. O halde niçin rahatlayamıyordum bir türlü? Radyoma uzanıp içimi açsın diye dokunduğum düğme beni anında gözyaşlarına boğmaya yetti. "Anneciğim, gör kızını yardım et, ne olursun yardım et. Gönlümdeki sevda kuşunu sen biliyorsun! Saatin birindeyim, denizin dibindeyim, beni soran olursa, yarimin gönlündeyim anne... Ah bir bilsen onun gözlerini, nasıl da güzel güzel bakıyor bana." Ne kadar öylece çöktüğüm yerde kaldım bilmiyorum. Şarkının sözleri yüreğime dokunurken notaları kımıldayıp gözlerimden bir bir süzüldü. Bir sır gibi saklarım seni, bir yemin bir gizli düş gibi, ben bu yükü taşırım sen git, git acılanma... Sen ağlama, dayanamam, ağlama göz bebeğim sana kıyamam, al yüreğim senin olsun, yüreğim bende kalırsa yaşayamam... "Ayrılık da sevgiyle beraber olmasın anneciğim ne olur? Sezen abla ağlama deyip hıçkırıklara sokuyor beni. Allah'ım bir çıkış yolu göster. Çünkü ben babama nasıl karşı gelirim bilmiyorum." Bu dönemde kız çocuklarının bu konu hakkında pek bir hükmü olmadığı için bize biçilen kaderi yaşamaya mahkum kalıyoruz. Bunun için kaç yuva, kaç ağaç içten içe çürüyor ve en sonunda yuvanın içine yıkılıyor duyuyoruz. Kapım tıklandıktan sonra ses vermememe rağmen yavaşça açıldı ve içeri tüm heybetiyle birlikte babam girdi. Köşede duran gaz lambasını yaktı ve karanlığıma ışık oldu. Hekim de kalbimin karanlığına tıpkı böyle ışık olmuşken ondan geçemezdim. "Perihan'ım?" "Baba?" "Rahatsız olduğun için dinlenmeye çekildiğini söyledi, neyin var?" Titreyen lambanın ışığında babamın yan profilini görürken farkına vardığım şeyle ürperdim. Babam ona çok nadir adıyla sesleniyordu, bazen sinirlendiğinde vurgulayıp durmasını hiç anlamazdım ama onun Şaziye olduğuna ikna olmak ister gibi bir hali oluyordu. Bazı aşırı tavırlarını görmezden geliyor çağırırken de farklı şekillerde sesleniyordu. Şimdi ise ondan yine üçüncü kişi olarak bahsetmişti. Zavallı Güzide annem bizim yanımızda babamın dizlerinin dibine oturmaktan başka bir yakınlık kurmazken o insan içinde dibine oturmaktan çekinmez ve babam bunu normal karşılardı. Bunun hep ikinci (durumumuza bakınca üçüncü) kadınlar için ayrı bir şans olduğunu düşünürdüm. İlk kadınlara tüm çile çektirilir, sonrasında ise yeni gelen tüm güzel huylarıyla karşılanıp bütün kuralları esneterek gelirdi, düzen böyleydi ve hiç şaşmazdı. Şimdi ise başka bir şeyler olduğundan işkilleniyordum lakin bu hususu tam olarak dile getirecek sözcükleri kendimde bulamıyordum. "Başım acıyor baba, o yüzden karanlıkta oturmayı tercih ettim." "Demek benim ışığım artık seni rahatsız ediyor," deyip gaz lambasını elinde hareket ettirdi. "Eskiden de istemediğin bir şey olunca karnım acıyor baba derdin. Sevmediğin yemekleri bu bahaneyle yemezdin, şimdi de başım acıyor diyorsun." Aldığım nefes bile titrerken elimi heyecanla kalbime doğru götürdüm. Anlamıştı, unutmamıştı ve anlamıştı. Gönlümdeki yangının bir kısmı kalkarken yine de neticeden emin olamadığım için tereddütteydim. Evet baba, başım acıyor bu izdivacı istemiyorum. Benim gönlüm gök gözlü cevval bey ile dolu. Titrek bir nefes vermek dışında bir şey yapmazken lambanın dalgaları elimdeki fotoğrafa vurunca dünyamı başıma bir kere daha yıkacak o cümleyi kurdu. "Perihan'ım," derken içi gider gibi konuşmuştu bu kez. "Buldun onu demek, Perihan Iraz, ölüm tarihi on iki temmuz bin dokuz yüz altmış üç. Hep gerçek bir doğum tarihim olmadığından yakınırken nihayet bunu öğrenmiştim. Sanırdım ki o gün olursa insanlar beni anar ve sevdiklerimin hafızalarında yer edinirim, bana ait bir gün olursa unutulmazdım. Lakin şimdi duanın bile ediliş biçiminin ne kadar önemli olduğunu kavrıyordum. Gerçek bir doğum tarihi istedim ve oldu, ancak bunun aynı zamanda annemin ölüm tarihi olacağını nereden bilebilirdim ki? Kendimi hiç var olmamış gibi hissederken tüm duyguları aynı anda yaşayan bedenim ürperdi. Doğum tarihini geç benim bir adım bile olmamış, annemi yaşatmaya devam etmişim. Bir Perihan Iraz dünyaya gözlerini yumup toprağa karışırken, bir Perihan Iraz da o topraktan yeniden var olurcasına gözlerini açmıştı. İçimde çağlayan vaveylalara ne yapsam beyhude bir çabadan ibaret olurdu. Sanki annemin bedeninden ayrılan ruhu fazla uzaklaşmamış ve benim içime girip onu yaşatmaya devam etmişti. Belki de babam beni bu yüzden daha çok sevmişti. Büyüklerinin adını almak bu zamanın bebekleri için oldukça normal bir durumdu lakin benim için çok nahoş olmuştu. İnsan hiç kendi annesinin adını alır mıydı? Bu yapılanın maksadını kim bana nasıl açıklayacaktı? Yedi dağı üst üste koymuşlarda bir uçurumun kenarından aşağı düşüyormuş gibi kırıldı her bir zerrem. Ey zavallı kalbim ölümün ve doğumun biçare hediyesi bir lütuf gibi bana sunulmuşken ben şimdi bu kırıklarla nasıl baş edeceğim?
|
0% |