Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5. Bölüm

@1scintilla

Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden,


Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak,


Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak...


Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta,


Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta...


Ahmet Haşim


O gözler benim ağlar/ Sema Moritz


Bölüm 5. Canhıraş Bir Çığlık


Bazı geceler sabaha bağlanmayacak gibi gelirdi. Ay ışığı teninde süzülürken gecenin buhranı hiç yok olmayacakmış gibi hissederdim. Ne var ki şafağın ışıltılı renkleri umudu temsil ederek çıkarırdı kafasını ufuk çizgisinden.


Ben geldim derdi, bak ben geldim gece bitti. Artık seni kimse korkutamaz, gün yüzü her şeyi açığa çıkarır derdi.


İki gündür odamdan dışarı çıkmamıştım. O aptal anın üzerinden iki koca gün geçmişti. Burası benim evimdi, yuvamdı. Tedirgin olmamam lazımdı. O zaman neden oluyordum? Duvarlar neden üzerime geliyordu? Kimse neden emanetine gözü gibi bakmıyordu?


Ben bu aileye babamın emaneti değil miydim?


Baba, anne; benim yerim sizin varlığınıza kadarmış. Kalanlara hiç değerim yokmuş. Bir zeytin tanesi yemek bile boğazına takılırmış insanın, yokluğunuzla öğrendim.


İki gündür kapıma gelip gidip bir şeyler söylüyorlardı ancak kendileri için değil, amcamlar anlayacak diye. Fatih kapıma gelip özür dilemiş, ben odadan çıkmayınca yine küfretmeye başlamıştı. Onun sakinliği bu kadardı işte. Feride'ye de açmamıştım kapıyı. Amcamlara da hasta olduğumu söylemişler. Aynaya her baktığımda alnımdaki morlukla karşılaşırken onu nasıl affetmemi bekler benden? Bu beyhude bir çabaydı.


Kendimi odaya kilitlediğim için gidip buz alamamıştım ama karyolanın soğuk demirine yaslamıştım alnımı. Pek fayda etmemişti işte. Bugün alnımın ortasında bir morluk oluşmuştu, yarın ne oluşacaktı? Hiçbir şey yapmadan öylece donakalsaydım beni öpecek miydi? İşte o zaman asıl morluk ruhumda oluşurdu. Ruhumda kocaman uğursuz bir renk taşırdım. İşte o zaman ruhumun vaveylasını kimse tutamazdı.


Senin abin olmak isteyen kim demişti? Bunu hiç dile dökmemiştim bu zamana kadar, yoksa da gerçek olmasın, düşünceyi çağırmayım diye. Kuzeni olarak korumaya kalkmıyordu beni, bir abi gibi kıskanıp sahiplenmiyordu, diğerlerine karşı boşuna korumuyordu beni. Hastalıklı sevgisinin kalbinden geldiğini düşünerek seviyordu beni.


Peki ya ben? Ondan ödüm koparken, bu hareketlerine bir karşılık veremezdim. Onu bir kardeş olarak görüyordum ve kalbimde yeri yoktu. Olamazdı. Olmasını istemezdim. Bu konu bana nasıl sirayet edecekti bilmiyordum.


Gün doğduktan sonra mutfaktan gelen tıkırtılar eşliğinde uyandıklarını anladım. Babamların eski odasında kaldığım için bu odada banyo vardı. İki gündür çeşmeden su içiyordum sadece. Camdaki çiçeğimle konuşup dertleşiyordum ama içimden.


Dışımdan konuşsam ne olurdu, biçare yüreğimi kimse duymadıktan sonra...


Elimdeki ahşap yaldızlı mürekkep kalemimi bıraktıktan sonra defterimi kapattım. Bu kalem, bu defter, tıpkı bu oda gibi her şey babama aitti. Kahramanımdan bana bir hediyeydi.


Sesleri ve camdan gidişlerini takip ettikten sonra bir çift yün çorabı alıp gizlice çıktım evden. İstikametim ölüler diyarıydı.


Ölüler ama hepimizden daha mı çok yaşıyorlar bilinmez. Artık yolda kimseye bakmadan yürümeye çalışıyordum. Beni görmesinler istiyorum, görünmez olayım.


Adımlarım mezarlığın paslı demir kapısına doğru ilerledi.


Ekrem Maral. Firuze Maral.


Gönlüm bu iki isimle yanıp kül olurken kimse görmedi beni. Ateşimi harladılar daima sıcak kalayım diye. İçimde zaten payidar olduğunuzu anlamadılar. Söylesene baba, giden onlardan biri olsaydı sen ne yapardın? Benden çok bağrına basardın eminim. Çünkü gördüm, onları nasıl sevdiğini gözlerinde gördüm.


Baba, ben artık evime yabancılık çekiyorum. Keşke odamı oradan söküp başka bir yere taşıma imkânım olsa. Başka bir oda istemem, tek gözü bana yeter.


Gelirken çeşmenin orada doldurduğum testilerle bir güzel suladım mezarlarını. Yıkadım mermer mezar taşlarını. Diktiğim zambaklar filizlenmeye başlamıştı. İki aya kocaman çiçeğini çıkarır ve kendine hayran bırakırdı.


Babacığım, anneciğim; beni ne zaman yanınıza alacaksınız? Ben çok yoruldum. Yaşamak istediğim hayat bu değildi ama her şeyi kendi ellerimle mahvettim. Tüm hayallerimi aptal bir istek uğruna yaktığım gerçeği bir kordon gibi dolanıyor boynuma. Ben kendimi affedemiyorum baba, söylesene sen beni affettin mi?


Hafızamda kalan güler yüzlü ifaden hangi anda bozuldu, baba? Rüyalarıma bile gelmiyorsunuz, orada bile yalnızım, yapayalnızım.


Avuçlarım içinde sıktığım toprağın, göz yaşlarımla ıslandığını anladığımda ne zamandan beri kendimi sıkıyordum bilmiyorum. Haykırsam, dağa taşa haykırsam kopacak mıydı bu yürek sancım içimden?


Bir anda yağmur yağmaya başladı. Nisan yağmuru tüm berraklığıyla havaya kaldırdığım yüzümü yıkayıp geçti. Yağmuru annemin elleri olarak düşünüp gözlerimi kapattım. Sanki annem yumuşacık elleriyle göz yaşlarımı temizleyerek yüzümü okşuyordu.


İleride bağırış sesleri duyuncaya kadar gözlerimi açmadım, ıslanmama izin verdim. Omzumun üzerinden dönüp baktığımda, polis memurlarının bir ayyaşla uğraştığını gördüm. Onlarla ilgilenmeden geri önüme döndüm. Yerdeki toprak suyu içine çektikçe beyaz yün çoraplarım çamurlaşıyordu.


Arkamdan gelen adım seslerine rağmen bakmadım. Kimseyi umursamıyordum. Ancak beklemediğim şey başımın üzerine tutulan bir şemsiyeydi.


"Yağmurumu kesiyorsun, kesme."


"Hanımefendi hasta olursunuz şemsiyeyi tutun lütfen."


"Gidin lütfen, ailemle biraz zaman geçiremeyecek miyim ben?" dedim burnumu çekerek.


"Bu meyus tavırlarınızı anlıyorum, şemsiyeyi alın gideceğim. Yazıktır."


Yüzüne bakmadığım kişinin şemsiyesini alıp "Kalkacağım zaman bırakırım." dedim.


"Yok bırakmayın, sizin olabilir. İyi günler."


Ben de çöpe atardım o zaman. Bir de bu şemsiye kimin tantanasıyla uğraşamazdım. Saatlerimi orada geçirdikten sonra biraz da olsa rahatlamış hissediyordum. Bulutlar yağmuru dökerek rahatlıyorsa, benim göz bebeklerim de göz yaşı dökerek rahatlıyordu.


Nereye gidecektim şimdi, gitmek istesem. Gidecek bir yerim yoktu. Baba ocağım bana sadece ocak olup yakıyordu artık beni. Bir tilki miydim ben? Tilki olsan ne yazar Piraye, geriye dönecek bir kürkçü dükkânın olmadıktan sonra...


Uyuşuk adımlarla arkamda çamurlu izler bıraka bıraka yürüdüm ıslak ayaklarımla. Ya o mezarlığın arasında kalacaktım ya da bu hapishanenin ardında.


Eve girmeden evvel çoraplarımı çıkartıp gizli bir köşeye koydum. Bir ara alır yıkardım. İstikametim odam olacaktı ama salondaki sesleri duymamla duraksadım.


"Piraye'yi Fatih'e almak istiyorum. Hem oğlum da seviyor."


"Valla alınmaca gücenmece yok Handan, ben de Gürbüz için düşünüyorum."


"Bu durumdan hiç hoşnut değilim lakin Fatih ile olmazsa yabancıya gitsin istemem."


"Elimizi çabuk tutmazsak o koca karılardan biri bugün yarın çalar kapıyı."


"Kız istemiyor daha acılı dedim de oyaladım onca bunağı."


"Gürbüz'ümün de aklı var biliyorum."


"Gürbüz'ün aklı kimde yok ki? Çeksin Piraye'den, aile içi çatışmaya neden olmadan uyar oğlunu. Çünkü Fatih bu işin peşini asla bırakmaz."


"Geçen gün onu ağlattım diye bardak fırlattı üzerime manyak oğlun. Gördük nasıl şiddetli sevdiğini?"


"Ağlatma sen de o zaman. Bin kere dedik çok üstüne gidiyorsun diye."


"Üstüne gittik de ne oldu, hanımefendi odalara kapandı. Kaç gündür çamaşır bulaşık yıkamaktan belim koptu vallahi."


Kulağıma dolan canhıraş bir çığlığın benden koptuğunu çok sonra anladım. Yengelerimin ikisi birden salonun kapısına koştu ve beni görünce tedirginlikleri tüm yüzüne yansıdı.


"Siz ne konuşuyorsunuz böyle? Ağzınızdan çıkanları kulağınız nasıl duymaz? Ne sanıyorsunuz kendinizi?" diye avazım çıkana kadar bağırdım. Kim duyarsa duysun umurumda bile değildi. Merdivenden gelen patırtılarla Zehra ve Feride'nin indiğini anladım.


"Piraye dur kızım bir sakin ol. Biz laflıyorduk öyle." Handan yengemin söyledikleriyle daha da çığırımdan çıktım. Yan taraftaki sehpanın üzerinde bulduğum her şeyi sağa sola fırlatmaya başladım.


"Laflıyordunuz öyle mi? Gelmesem hakkımda konuştuğunuz konuşmanın seyri müstehcen bir dile varmayacaktı yani? Ne kadar, ne kadar iğrenç bir durumun ortasındayız." Aldığım bibloyu duvara fırlattığımda beni daha da delirtecek o şeyi söyledi.


"Piraye, biz sen evden dışarıya gelin olma diye yapıyoruz. Ayrıca bu yaşta iki genç oğlanın evinde kalarak kötü anılırsın. Artık biri nikahına almalı seni, bu evde hangi sıfatla duracaksın?"


"Burası benim babamın evi." diye bağırarak inlettim ortalığı. "Benim evim, atamın evi. Buraya doğdum ben. Sen kimsin? Sen kimsin de beni benim evimde bir sıfata sokmaya çalışıyorsun? Bu evin kızıyım ben. Zehra gibi yenge. Senin kızın gibi bu evin kızıyım bende."


Elimdekileri sağa sola atmaktan, içimin acısından canım çıkacaktı. "Yazıklar olsun, hepinize yazıklar olsun. Yere göğe sığdıramadınız şuncacık bedenimi. Oğlunuzun yatağına mı sığdıracaksınız? Benim ahımı nasıl kaldıracaksınız yenge?"


"Piraye sakin ol kızım, herkes duyacak."


"Duysun, duysun bu rezilliğinizi herkes duysun. Sen ölseydin amcamla ve benim bir abim olsaydı, geriye kalan kızın için annem bunları konuşsaydı ne derdin ona yenge?" Ağlamaktan gözlerim, öfkeden kalbim çatlayacaktı.


"Feriştahı gelse de evlenmem oğullarınızla. Duydunuz mu beni? Nasıl bir anasınız siz, alıp bağrınıza basmanız gereken yerde bir hizmetçi gibi kullandınız beni. Ailemin ölümünün benim yüzümden olduğunu bir an olsun yüzüme vurmadan geçmediniz. O gece oğlun beni taciz etmeye kalktı! Bu evde neler yaşadım ben? Ben de bir ananın evladı değil miyim? Sizin kanınız değil miyim? Niye kıpırdamıyor bana gelince yüreğiniz yenge?"


En son tüm örtüyü çekip indirdiğimde artık ortada bir süs eşyası kalmamıştı. Tek süs ben kalmıştım, benden de istedikleri susmam ve gerçek bir süs eşyası gibi durmamdı. Kırılan en büyük süs bendim bu evde. Elim ayağım boşalır gibi hissederken yere çöktüm. Hiç hâlim kalmamıştı, nefes bile alamıyordum.


Göz yaşlarım gözümden aşağı bir yağmur gibi yağarken duydum amcamın sesini. Buradaydılar, duymuşlardı işte. Canımın yarasını, ruhumun soluşunu duymuşlardı.


"Kıyabilir miydiniz kızlarınıza, bana niye kıydınız?" dizlerimi döverken yaptığım tek şey fısıldamaktı. Bağırırken, içim kan ağlarken duymamışlardı beni, fısıldarken hiç duymazlardı. Ufacık dermanımda yana doğru devrilerek son buldu.


"Piraye, kızım? Çabuk hekimi çağır İlyas!" dedi telaşla ve yanıma geldi. Beni kucaklayıp kaldırdığında hâlâ ağlıyordum.


"Evlenemem amca, onlarla evlenemem."


"Tamam kızım, sen iyi ol konuşuruz bunları. Sen bana abimin emanetisin yavrum. Bir gül gibi solarken nasıl fark etmemişim?"


"Evlenmem amca," Fısıltılarım bir tek Atilla amcamın kulağına ilişiyormuş gibi hissettim.


"Piraye'm." dediği şey duyduğum son cümle oldu çünkü gözlerimi bir bilinmezliğe kapadım. Karanlık beni içine çeken tek şeydi, umarım anne babamın yanına kadar çekerdi...


***


"Nasıl hekim Bey?"


"Serum taktım, açlıktan ve stresten bayılmış olabilir. Ne yaşanıyor onu bu kadar yıpratacak bu evde?"


"Aile içi bazı tatsızlıklar çıkmış, halledemeyeceğimiz bir şey değil."


"Alnındaki ve kolundaki morluk şiddete maruz kaldığını açıklıyor?"


Sessizlik.


"Tekrar kontrole geleceğim, yanlış bir şey sezersem bu durumu bildiririm. Ben Yarkın Cambaz, herhangi bir sorunda bu numaradan bana ulaşın. Evim buraya uzak değil saat kaç olursa olsun arayabilirsiniz."


Sesleri dinlerken gözümü açmadım. Görmek istemiyordum hiçbirinin yüzünü.


"İki gündür hasta dediğiniz bu kız aç mıydı Nevin? Sen nasıl bu evin hanımısın, çoluktan çocuktan haberin yok?"


"Ne dediniz onu bu kadar kışkırtıp yaralayacak?" Şimdi de İlyas amcamın sesini duyuyordum. Geç kalınmış bir hesabı soruyorlardı.


"Kendi aramızda çocukları evlendirelim, yuvalarını kuralım diye konuşuyorduk abi."


"Bunu size ben söyledim zaten gelin! Haddinizi bildiniz mi? Size dedim ki zamanı gelince Piraye'yi karşıma alırım rızası var mı diye sorarım! Elbette ben de bu evden çıksın gözüm arkada kalsın istemem. Asıl bu evde kalmalıymış gözüm. O Fatih iti gözüme gözükmesin sakın."


"İnsan içine çıkacak hâl bırakmadın abi çocukta daha ne yapacaksın?" dedi Handan yengem sessizce. Bana aslan kesilen dilleri nasıl da kedi gibi mırlıyordu şu an?


"Burnundan getireceğim gelin! Böyle mi çocuk yetiştiriyorsunuz siz? Gençtir, delikanlıdır, çok üstlerine gitmeyelim gururları kırılmasın dedikçe bir sıçıp tepemize koymadıkları kaldı!"


"Handan gerçekten ailesinin ölümünden bu yavrucağı mı sorumlu tuttunuz, hem de her seferinde?" İlyas amcamın sesi pişmanlık doluydu.


"Ben değil, Nevin gitti bu kadar üstüne. Yapma dedim, ters teper dedim dinlemedi."


"Ne tepmesinden bahsediyorsun sen kadın? Eşek tepmişe dönmüş kız zaten. En çok hak verdiğim konu ne biliyor musunuz? Sizin analığınıza söylediği o laf, vicdanınız nasıl çalkalanıp yüreğinizi bulandırmadı?"


"Eğer yengem olsaydı bizim yerimizde, gül ekerdi çocukları kalbine. Bir tanecik, bu hayatta geç de olsa bir tanecik yavruları oldu ve biz bu sabiye sahip çıkamadık. Utanıyorum başta sizden sonra kendimden." Atilla amcamın sesini duyduktan sonra odadan çıkıp gittiğini anladım. Sessizlik arttığı zaman önce bileğimi havaya kaldırdım ki çıngırak sesiyle uyandığımı anlayıp daha fazla konuşmasınlar.


Lakin gözlerimi araladığımda karşımdaki mindere oturmuş ağlayan bir tek Feride vardı. İki elini birbirine kavuşturmuş sessizce ağlıyordu karşımda. "Özür dilerim Piraye abla. Ben biraz safım anlamıyorum her şeyden, ama özür dilerim. Ne olur bana ardını dönme."


Feride annesine rağmen kalbi pamuk gibi kalmış bir insandı. Bu duvarların içinde dili dışarıda gezinen sinsi yılanların ruhlarına rağmen saf kalabilmişti. Onu üzmek istemezdim. Bu yüzden çıngıraklı inci bilekliğimin takılı olduğu kolumu kaldırarak, elimi yavaşça ona doğru uzattım.


Parmak uçlarımdaki ince çatlaklara dokunup kucakladı elimi. Tüm sevgisini aktardı parmak uçlarından, parmak uçlarıma. Toprak sızmıştı aralarına, sızlıyordu biraz. Lakin canımın acısından daha mühim değildi.


"Piraye abla, sen çok güzel dans ediyordun gördüm. Bir kuğu gibiydin gördüm, bana da öğretsene?" dediği an hissettiğim tüm izler buzdan bir tabakanın parçalanması gibi patlayıp battı kalbime.

Loading...
0%