Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@1scintilla

Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti


Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti


Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma


Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma


Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından


Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından


Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde


Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde


Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş


Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş


Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine

Kapılıp gidiyorum saçının sellerine


Erdem Beyazıt


Bölüm 9. Adının Kalbimdeki Yankısı


Hayat seni oradan oraya savurduğunda yaptığın tek şey izlemek olur. Okyanusun kıyıya vurduğu dalga gibisindir ama hangi kıyıya vuracağını bilemezsin. Dalgalanarak yükselen suların sert ve sivri bir kayaya mı vuracak yoksa sahilin kumlarına mı? Kim bilebilir?


Benim sularım yeşil bir manzaraya vurduğunda kalbimden daha iyisini isteyemezdim. Savrulduğum boşlukta yemyeşil bir yaprak üzerime düştü ve o yaprağı benim kılmak için her şeyi yaptım, hem de her şeyi.


Tayinim Bursa/ Görükle'ye çıktığında şaşkındım. Güzel ülkemin taşına toprağına yanardım elbet ama böylesi güzel bir memlekete geleceğimi düşünemezdim. Şark görevimi tamamlayana kadar bir yuva kurmak istemiyorum demiştim anamlara. Birkaç ısrardan sonra o da bundan vazgeçti zaten.


Gurbet zordu, zorluklarla mücadele ederken geride birilerini bırakmak daha da zordu. Bursa'nın yeşil dağlık, kıvrımlı yollarından gelirken içime doğan güneşi anlamlandıramamıştım. Düz taşlardan ovalardan sonra belki de böylesi anlamlı gelmişti gözüme.


Görev yerine birlikte geldiğim ve buralı olan emektar yoldaşım sağ olsun, yabancılık çekmiyordum. Feridun Çömçe. Ailesi buranın kasaba kısmında oturuyor olsa da o da bizimle yaşamaya karar verdi. Her gün kasabadan işe gelip gitmek kolay olmazdı. Feridun oldukça düzgün karaktere sahip bir adamdı. Ela gözleri, sarıya dönük kumral saçları ve güleç yüzüyle her daim sohbet etmeye hazırdı. Sohbeti de keyifliydi doğrusu. Mahlası da sarı kalmıştı dilimize dolaya dolaya...


Bir yere alışmak sandığımız kadar kolay olmazdı. Bir de daha önceden tanışık olduğumuz hekim arkadaşımız vardı. Üç delikanlı bir ev tutup geçinecektik. İki polis bir hekim aynı evde nasıl anlaşacağız diye düşünürken bir anda alışıverdim onlara. Yarkın Cambaz, gök gözlü cevval bir delikanlıydı. Adaletsizlik, haksızlık karşısında asla boyun eğmez, karşısında kim varsa çatır çatır lafını söyler geçerdi. Boş zamanlarında buradaki evleri dolaşıp çoluk çocuğu iyi ettiğini bilirdim.


Burada düzen kurmaya alışmaktan çevreyi gezmeye fırsatımız hiç olmamıştı. Haftalık tatillerimizden birinde çarşı pazar dolaşıp eve birkaç erzak alalım diye evden çıktık. Sonra gözüm bir tezgâhın arkasındaki dilbere takıldı. Göz göze geldiğimiz anda sanki dünyada ondan başka kimse kalmamış gibi baktım ona.


Öyle derin, öyle berrak bir su gibi bakıyor ve işliyordu ki insanın içine... Gelirken yeşilin hayran olduğum tonunda olan dağlık, ormanlık alanlar bir anda anlam buldu bir çift yeşil göze bakarken. Gözüne çarpan güneş ışığının aynı açıyla kalbime denk geldiğini anladı mı bilmem, çekti gözlerini hemen benden.


Satış yapmak için burada olduğunu anladığım an gittim hemen yerine. Onu bulmuştum, nasıl peşinden gitmezdim ki. Kalbimde çarpıntı yapan bu ilahi güzelliğin önce parmaklarını kontrol ettim. Bir yüzük yoktu ve bu derin bir nefes almamı sağladı.


Öncesinde gördüğüm ancak fark edemediğim görüntüye takıldı gözüm hemen. Ayağında olan kalın yün çorapları hızla giyerken elbisesinin etekleri dolanmış ve ayağını açıkta bırakmıştı. Papuçları yok muydu? Bir kara lastiği bile mi yoktu? Çünkü ikinci bir çorabı o küçük ayaklarına geçirdiğine emindim.


Yoksul bir ailenin içinde miydi? Herkes zenginlik içinde doğmuyordu elbette ama daha önce birinin ayakkabısı olmadığını görmemiştim. Birden yardım etme arzusuyla doldu her zerrem.


Saçmalamadan konuşmaya çalışırken verdiği cevapları çarpıtıyor ve kendimle ilgili ek bilgi sunuyordum zihnine. Güzel de oluyordu doğrusu. Bekar olduğumu bilmesi en doğal hakkıydı.


Onu yeniden burada bulabilecek miyim diye sorduğumda, gözleri ilk olarak yan tezgâhlardan birine takıldı. Amcası olduğunu öğrendiğim adamdan çekiniyordu. Onu bir kez daha görebilmek için bekleyeceğimi dile getirdiğimde ise pamuk gibi olan teni bir gül gibi açıldı. Yanaklarına kızıllıklar dolarken öylesine dokunulası olduğunu bilmiyordu.


Daha fazla burada durursam yanlış anlaşılırım diye düşünüp ayrıldım oradan. Onu da zor durumda bırakmak istemezdim. Neticede kimse bu kadar geniş değildi. Yumurtaların ederinden fazla bırakarak ayaklarına bir papuç almasını umdum.


Bir çift zehir yeşili göze tutsak kalmıştım. Öyle ki zehri günler geçmesine rağmen içime yayıldıkça yayılıyor ve panzehri bana sunmuyordu. İş yerinde her molaya girdiğimde, giriş çıkışlarda yolu bilerek uzatıp oralara kadar dolanıyordum. Ancak yeniden tesadüf eseri karşılaşmak zaman aldı.


Onu her gün görürüm umuduyla cebimde bir dal papatya taşıdığımı arkadaşlarım bilse benimle dalga geçerlerdi. Hakikatte bu umurumda bile değildi. Bunu ona direkt veremezdim. Her ne kadar öylece eline tutuşturmak istesem de... O yüzden mendilimin içine sarıp saklı verecektim.


Nihayet o büyük gün gelip çattığında oturduğum duvar dibinden hızla kalktım. Daha saman dolu sepetindeki yumurtaları çıkarmasına bile izin vermeden konuştuğumda ise elindeki yumurtayı yere düşürdü. Hay Allah, bir zayiat vardı. Lakin telafi etmesini bilirdim. Sanki benim mendil vereceğimi bilir gibi düşürüverdi yumurtayı elinden. Sesimi duyunca heyecanlanmasına yaptığım ima ise yüzünde yine güller açtırdı.


Onunla konuşup görüşmek istediğimi üstü kapalı bir yolla bildirdiğimde ise nikahsız bunun mümkün olmadığını dile getirdi. Eh, bunu bizim sarıdan duymuştum zaten. Adetlere ve geleneklere önem verirdim. Ayrıca kimsenin kızıyla gönül eğlendirmeye gelmemiştim buraya. İlk görüşte çarpılmam kimsenin suçu değildi. Acaba o beni görünce neler hissediyordu?


Daha önce fırında birinin kurabiyelere içli içli baktığını görünce ufak bir yardımda bulunmuştum, fazlası mahcup ederdi. Ancak ikinci gittiğimde öylesine yardım ettiğim kişinin o olduğunu öğrenince ruhuma tatlı bir esinti doldu. Sonrasında çırağı tembihleyip her geldiğinde bir tane vermesini söyledim.


Eh, illaki bir yerde bu durumdan şüphelenecekti. İşte o an içinde not yazıverdim. Notu yazarken ise içime dolan canı gönülden dilediğim istek; bir gün karşılıklı bu kurabiyeden yemekti. Kalbimde bir yerde yaktığı ormanlar bir tek o bana bakınca sönmeye yüz tutuyor, sonrasında kaldığı yerden yeniden harlanıyordu.


O gün ise iş çıkışı eve gelip yemeği fazla kaçırınca şöyle bir dolanalım dedik. Akşamın o saatinde onu karşımda bulmak Allah'a gönderdiğim gizli bir dua mıydı bilmiyorum, çok sevinmiştim. Onu önce uzaktan görüp göz hakkımı almak ister gibi izledim. Lakin ayağı taşa takılıp burkunca ne ara yanına koştum gittim anlamadım.


Üzerine düşen gölgemle birlikte tedirgin bakışları yukarı doğru çıktı ve beni görünce gözlerindeki tüm tedirginlik silindi. İşte kalbimde yaktığı ormanlar bu hamleyle beraber yeniden tutuşmaya başladı. Çünkü gözlerinde gördüğüm şey güvendi. Bana güveniyor oluşu beni mest ederken ona doğru endişeyle eğildim.


"İyi misin?"


"İyiyim, iyiyim evet. Burktum sanırım." dediğinde çevrede pek kimse olmamasından cesaretlenerek onu ben kaldırmak istedim. Lakin ayağını bastığı sıra çıkardığı ufak bir ah sesi içimi titretti.


"Şu taşın üzerine otur bir bakalım istersen?"


"Yok, eve geç kaldık zaten. Gidelim hemen. Evde buz koyarım geçer." hızlı bir telaşla konuşurken. Ellerindeki poşetlere bakınca çarşıda alışveriş yaptıkları belli oluyordu. Kendine bir çift papuç da almış mıydı acaba? Hay Allah, benim de derdime bak.


"Arkadaşım hekim, baksın hemen. Bu şekilde seni bırakamam, bırakırsam aklım kalır." dediğimde yanındaki arkadaşına doğru kaçamak bir bakış attı. Arkadaşı ise başındaki ince örtüyü düzeltmekle meşguldü.


"Doğru söylüyor dut tanem. Beyefendi hekimse önemli bir şey var mı yok mu anlar? Öyle devam ederiz. Hem hava da tam kararmadı daha." diyen arkadaşı sayesince ikna olunca usulca kafasını salladı.


Yarkın neden bu kadar endişelendiğimi anlamaya çalışsa da peşimizden geldi. Sonuçta vazife önemliydi.


Topallayarak gitmeye çalışınca zorlandığını anlayıp tek hamlede belinden tuttuğum gibi hızla ötürdüm kayanın üzerine. Kucağıma alsam yanlış anlaşılırdı, öbür türlü hayli zaman geçerdi. Ağzından bir şaşkınlık nidası kaçtığında ise "Ne yapıyorsunuz beyefendi, öldürecek misiniz siz benim zavallı kalbimi?" diye sordu o narin, incecik sesiyle.


"Ben o zavallı kalbe kurban olurum ne öldürmesinden bahsediyorsun?" diye fısıldadım kulağına doğru. Akşamın bu saatinde bile yüzündeki güller benim için açmıştı. Yarkın'dan önce ben eğilince önüne hepsiyle birlikte o da şaşırdı.


"Şey, sizde mi hekimsiniz?" dediğinde yaptığım cahilliği anlayarak yavaşça yana kaydım. Ben bir tek sana hekimim diyemedim.


"Müsaade var mıdır hanımefendi? Bileğinize bakacağım." diye sordu Yarkın sessiz bir tonla. Başını sallamaktan başka çare bulamayan ürkek bir kuş gibiydi tavırları. Yerlere kadar sürünen eteklerinin ucunu topladığında ayağında yine o kalın yün çoraplardan olduğunu gördüm. Lakin buna şaşıran bir kişi daha vardı.


"Canımın içi sen-" deyip dehşet içinde başladığı cümleyi tamamlayamadan bakakaldı arkadaşına. Kızın gözlerine meraklı bakışlarla bakmıştım ki derin bir üzüntü gördüm. Keza bu kadar alışveriş yapılıyorsa bir ayakkabı da alınabilirdi. Bu yün çorabın ve ayakkabının hikâyesi çok başkaydı ve ben bunu öğrenmek için can atacak noktaya gelmiştim.


Zehir yeşili gözlerin sahibi ise daha fazla kimseye bakıp utanç içine girmek istemiyor olacak ki suçlu bir çocuk gibi başını eğdi. Kaldır başını demek istedim ona, ne olursa olsun eğilmemeli bu baş. Yalnız olsaydık derdim de.


Yarkın, ayağına giydiği kat kat yün çorabı sıyırıp bileğini açtı. Bir hekim olduğunu için direkt konuya yöneliyordu. Bileğini tuttu, büktü, sağa sola çevirdi hiçbir şey olmadı. Ancak üzerine basınca yeni bir ah sesi duydum. Olduğum yerde duramazken hareket etmeye başladım.


Bu arkadaşımın da dikkatini çekince omuzunun üzerinden bana baktı. Gözlerimde ne gördü bilmem ama söylediği şey "Sarmamız lazım ancak yanımda bunun için bir şey yok." oldu. Sanki evvelden beri cebimde onun için bir mendil taşıdığımı biliyor gibiydi.


"Ben de var, ben halledebilirim değil mi? Bir sorun olmaz." diye sorduğumda Yarkın başıyla uygundur işareti verdi. Sevdaya düştüğümüz bir kalp erkekler arasında anlatılmazdı. Kimse sevdasını masaya yatırıp da ortaya dökmezdi. Ancak Yarkın bunu benim zifiri gözlerimden anladı.


Önüne diz çöktüğüm tek kadının bileğine dokunurken, bu diz çöküşü başka bir şey için hayal ettim. Bir yüzükle mesela...


Cebimdeki temiz mendili çıkarıp, kırılacak bir nesneymiş gibi bileğini dikkatlice sararken göz bebekleri üzerimde dolandı. Yüzümün her zerresi o baktıkça karıncalanıyordu. Nisan akşamının hafif esintisi saçlarıma dolarken, o esintinin arasında parmakları dolaşsın istedim arsız bir duyguyla.


Mendili sardıktan sonra cebime sakladığım tek dal papatyayı çıkarıp mendilin arasına taktım. Gevşek bir düğüm attığımda artık kalkmam gerekirdi. Parmağımın tersiyle bileğini okşadığımda bedeninden geçen ürperti bana kadar yayıldı.


Omuzunun üzerinden Yarkın'a bakan bu kez ben olmuştum. Kıvrak zekâsıyla her şeyin farkında olduğu gibi arkadaşına soru sorarak onu oyalamaya başladı. Böylece bizim konuşabilmemiz için güzel bir alan oluştu.


"Geçmiş olsun zehir gözlü kadın." dediğimde titrek bir nefes çekti ciğerlerine.


"Teşekkür ederim. Bende size böyle sıfatlar mı bulayım yoksa adınızı bahşedecek misiniz bayım?" Utangaç olması her zaman dilinin önüne geçmiyordu. İçinde yatan o hırçın kadını da görmüştüm çünkü. Bahçede kuzenine hayatının dersini verirken... Oldukça gözü karaydı ve bu hâlleri beni gittikçe kendine çekiyordu.


Hâlâ dizlerimin üzerinde onunla göz teması kurarken, ayaklarımın uyuşmasından hiç şikâyetçi olmadım. Zira teninden yayılan çiçek kokusunu duymak için ömrümün son demine kadar burada kalabilirdim.


"Ali Ata Aslanboğa." dediğimde hayatında duyduğu en önemli bilgiymiş gibi baktı bana. Ben mi abartıyordum yoksa? İçimdeki bu zelzele hiç susmazken başka ne düşünebilirdim ki?


"Titrek bir mum ışığı gibi kırpmasana gözlerini öyle. Söylesene adım bu kadar mı değerli senin için?"


"Ben ne söylesem yakışık alır bilmiyorum. Söylediğim her söz ileride karşıma çıkabilir. Yaşadığım bu hissi durduramıyorum lakin hayatın acımasız bir gerçeği var, Ali Ata bey. Artık kalkmamız gerek."


Ali Ata bey, ismim ne zamandan beri kulağa böyle hoş geliyordu? Dudaklarının arasından çıkan kelimeler bedenimde yeniden can buldu.


Söylediklerinde haklıydı. Beni hiç tanımıyordu. İki güzel söze ve bakışa kendini kaptırdıktan sonrası hüsran olursa yıkım onun açısından çok büyük olurdu. Yine de bakışlarında gördüğüm hiçbir şey sahte değildi ve ben buna sıkı sıkıya tutunacaktım.


"Zatıalinizin ismini rica edebilir miyim? Zira her gece düşlerimde zehir gözleriyle yumurta satıp, kalp çarpıntımı arttıran kadın diye düşünmek tahmin edersiniz ki birazcık yorucu." dedikten sonra suskun kalsa da gülümsememek için dudağının içini dişlediğini anlamıştım. Ay ışığı o güzel tenine çarparken büyüleyici bir şekilde görünüyordu her bir zerresi.


"Yanlış anlamanızı istemem, sizi düşlemek beni hiçbir zaman yormaz. Bunlar bir tatlı lakırtılar sadece." dedim yeniden ve o an dakikalardır beklediğim gülüşü ucundan kıyısından da olsa gördüm.


Ayağına basmamaya dikkat ederek bir anda ayağa kalktığında yerde kalan ben oldum. Yukarıdan bakan güçlü bakışları, kalbimin yangınlarına kova kova su dökerken mırıldandı sihirli bir sözcük gibi o kelimeleri.


"Piraye Maral."


Ve atıldı resmi tanışmamızın ilk temelleri...

Loading...
0%