@1scintilla
|
“Kimsenin ilgisini çekmek istemiyorum. Çıplak düşsem ne yapardım bilmiyorum. Geldiğim yolda orman vardı muhtemelen ilk insan gibi yapraklarla örtünürdüm.” dediğimde gülüştük. “Hazel’im bana bu hayatta hep yardım etti. Güzel kalpli bebeğim hep mutlu olsun istiyorum. Burada bile üzerimde eli var resmen. Ayrıca kızlar siz Feris’i tanıyor musunuz?” “Feris ne alaka ya? Çağıl olsa başımıza şimdi bir de bu cüce çıktı der.” dedi Pırıl. “Onunla birkaç defadır karşılaşıyoruz. Dün de bayağı vakit geçirdik. Bana yardımcı oldu, hiç sıkılmıyor gibiydi.” “O küçük bücür tam bir sinsi yılandır. Görüntüsünün altında zehir gibi bir zihin var. Herkesle muhatap olmaz ama bir yanlışını görmedim, en azından bize.” dedi Işıl. Pırıl da onu onayladı. Sanırım koruyucu büyümü ondan isteyip sebzelerimi güvende tutabilirdim. Bahçede yeteri kadar oyalandıktan sonra hazırlanmaya çıktık. Kızlar elbiselerini giyip aksesuarlarını taktılar. Ben kolyemi içime atmıştım ama göğüs dekoltesinin tam ucundan çıkıp parıldıyordu. Saçımızı büyülü dokunuşlarla daha güzel bir hale getirdiğimizde hazırdık. Yatakhanenin dışına çıktığımızda herkes tek sıra halinde nizami bir şekilde ilerliyordu. Büyük ferforje kapının dışına çıktığımda gördüklerime inanamadım. Devasa parıldayan ve adeta cam küreye benzeyen at arabaları ve önünde pembe atlar vardı. Atlar zaten yeteri kadar muhteşem bir hayvanken bir de pembe olması ona ekstra güzellik kazandırıyordu. Işıl kulağıma eğilerek “Özel günlerde şahımız bizim için gönderir.” dedi. Dörderli gruplarla at arabasına binmek üzereyken kızlardan ayrılacağımı fark edip arkaya geçtim. Ne diye en önde yürüyordum ki? Dolan at arabası, atların bir iki nal sesiyle koşuşundan sonra hızlanmaya başladı. Sıra bize geldiğinde heyecanlandım. Bu heyecanımda haksız sayılmazdı çünkü atlar uçağın pistte yürüyüşü kadar hızlı gidiyordu. Kendimi hasta hayatımda kar küresinin içinde gibi hissederdim. Yalnız ve camdan bir koruma alanında. Şimdi ise bu parıldayan kürenin içinde dört kişiydik ve bu his kalbimin dört bir yanını Feris’in kanatları gibi sardı. Sıcacık hissettim. Yavaşlamaya başlayınca etrafı izledim. Ağaçların sardığı ama iç alanında kocaman bir boşluk olan yerdeydik. Ancak burası sadece atların girmesi için olan özel alandı. İndikten sonra yine sıra halinde yürüyerek büyük bir kemerden geçtik. Kemer sürekli kıvrılan bir sarmaşıktan oluşuyordu. İçeriye bir adım attığımda sanki bir stadyumun içindeydim. Çimenden yapılan birleşik oturma yerleri vardı. Merdiven basamağı gibi gittikçe yükselip genişliyor kocaman bir daire şeklinde birleşiyordu. Burada da yine grup halinde ayrılıyorduk. Çimenlerin en dar alanında, yerde satranç taşı sembolleri vardı. Semboller büyüktü ve her birinin ucu ortada birbirine değiyordu. Oturmadan önce silindir şapkalı bir adam hepimize birer büyüteç dağıttı. Tabii eliyle değil, parmağının ucuyla büyü yapıp onu havaya sallayarak. Elime konan büyütece anlamsız bakışlar attım. Pırıl beni arkadan dürterek itekledi. “Yürü hadi onunla gökyüzünde yapılan turnuvayı izleyeceğiz. Sessiz bir ortam oluşsun diye gökyüzünde yapıyorlar.” Turnuvanın yapıldığı bölüme doğru ilerleyip yerlerimize oturduk. Büyüteç inanılmaz bir netlikle gökyüzünü gösteriyordu. Gökyüzünde toplam altı masa vardı. Bir yerden kulağıma hoş bir müziğin tınısı çalınıyordu. Daha önce hiç duymamıştım. Ortamda keskin bir sessizlik olduğunda kızlara baktım. Gökyüzünde bu sefer sadece kanatlı atlar süzülüyordu. Işıl kulağıma eğilip” Şah ve Şahbanu geliyor.” dedi. Meraklanıp kafamı iyice yukarı kaldırdım. Kanatlı atlar süzülerek arenanın tam önüne indiler. Şah, üzerine siyah kalın bir pelerin giymiş ve kafasında aynı satranç şahı gibi duran bir taç vardı. Şahbanu ise göz alıcı kabarık, kırmızı bir elbise giymişti. Elbisenin göğüs dekoltesi oldukça belirgindi. Açık duran omuzlarının üzerine attığı pelerinde kırmızıydı. Saçı çok zarif bir topuz şeklinde ensesindeydi. Şah’ın kafasındaki tacın aynısının daha ince ve parlak olanı Şahbanu’nun kafasındaydı. Elbisesinin ucu pelerinle birleşmiş ve sanki hareket ediyor gibi görünüyordu. Şaşırdığım bir durum daha vardı, oldukça genç duruyorlardı. Şah diye anlattıklarında, eski zamanların Kral ve kraliçesi gibi yaşını başını almış insanlar olduğunu düşünmüştüm. Gerçi burada yaşlanmak sandığımız kadar kısa sürmüyordu ama bunu da beklememiştim. Otuzlarının ortasında gibi göz alıcı görünüyorlardı. Şah ellerini kaldırıp önce Yaşamayanlar halkını selamladı. Şahbanu’ da dizlerini hafifçe kırarak ona eşlik etti. “Turnuvamıza hoş geldiniz. Akşam göğünün zarafeti üzerinizde olsun. Adaletli ve zekice bir maç diliyorum. Aramıza yeni katılanlar size şans getirsin.” dediği an gözlerinin o kadar insan arasında şak diye beni bulmasını beklemiyordum. Aralarına benden başka kimse katılmamıştı. Yani direkt bana söylüyordu. Herkesi böyle tek tek takip edip etmediklerine şaşırarak bakmıştım. Şahbanu ise “İyi geceler sevgili Yaşamayanlar. Bu gece şans hepinizden yana olacak. Başarılar, turnuva başlasın.” diyerek şans dediği kelimeden sonrasında baka bakıp göz kırpmıştı. Neler olduğunu anlamadım ama benden bir beklentileri olduğu kesindi. |
0% |