Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 1. Yaşamın Altı ve Üstü: Toprak

Hepimizin bir annesi vardır, toprak.

Victor Hugo

 

 

Hastalığım boyunca gençliğimi yitirdiğimi, çektiğim acıların neye değdiğini düşündüm durdum. Ölümden korkuyor fakat toprağın altının, üstünden güzel olabileceği o ihtimali bilmiyordum. Bunu öldüğümde ve gözlerimi farklı bir evrenin olasılığında açtığımda anladım.

Yaşam: Doğumdan ölüme değin geçen süre.

Başlangıç ve bitiş. Bebek arabasıyla gezdiğim yolları, şimdi tekerlekli sandalyeyle geri dönüyorum.

Artık hastalıktan dolayı o kadar yorgun ve halsiz hissediyordum ki, değil yürüyecek ayakta duracak dermanım yoktu. Saçlarım, kirpiklerim, kaşlarım dökülmüştü. Yanımdan geçen insanların tuhaf bakışları beni daha çok bezdirmişti. Onlara baygın bakışlar atarken, kız kardeşim tekerlekli sandalyeyi daha da hızlandırdı. O da uzaylı görmüş gibi ya da acıyarak bakmalarını sevmiyordu.

Artık kemik ağrılarım artmıştı, yüzüm solgundu ve çok çabuk yoruluyordum.

Vücudumda morluklar oluşmaya başladığından beri hep uzun kollu kıyafetler giymeye başlamıştım. Her şey bir anda olmuş gibiydi. Aylar öncesinde gayet sağlıklı olan ben, aylar içerisinde yıkılmış ve darmaduman olmuştum. Benimle beraber ailem de kahrolmuştu. Onların üzüntüsüne dayanamıyordum. Bu yüzden hep mutluymuş gibi yapmaya devam ediyordum.

Aldığım ilaçların ağrısını gizlerken çektiğim sıkıntıyı bir ben bilirdim. Bunu anladıkları ve o an bana iyi gelmediklerini düşündüklerinde, ilaç aldığım zaman yanıma gelmeyi bıraktılar. Çünkü elimi tuttuklarında acım geçmiyordu ama bağırıp çağırınca kendimi daha iyi hissediyordum. Odadaki televizyondan müzik kanalı açıp sesini yükseltince zaten anlıyorlardı. Kimse farkında değilmiş gibi davranıyordu, yoksa öbür türlü yaşayamazdık.

Hayallerim vardı çiftçilik yapıp kendimi toprağa salacaktım. Belki gün boyu ayakkabısız gezerdim. Ayaklarım toprakla temas halinde olurdu. Ekip dikmek istiyordum. Toprak insanlar gibi değildi, sen bir fidan dikerdin o sana bin meyve verirdi. Bu yüzden zamanımı insanlarla harcamak yerine toprakla harcıyordum. Deli gibi resim yapardım. Boyalar ve tuvallerden oluşan bir odam bile vardı. Müziğe oldukça ilgiliydim. Mutluydum. Çevremde başka insanlara gerek yoktu. Ama annem bunu asosyal olmama bağlayıp üzülüyordu.

Şimdi ise keşke kimse olmasa ama sen iyi olsan kızım diyor. Onları üzmek istemiyorum.

Ancak bu illet hastalık gelip beni bulmuştu. Saçlarımın tutam tutam elime geldiği anlardan sonra kazıtma kararı almıştım. Sürekli üzüleceğime tek seferde üzülürdüm daha iyiydi. Ama bu kararı kız kardeşimle ortak aldığımı bilmiyordum. Saçlarımı keserken bir anda tıraş makinesini kendi saçlarına çevirmiş ve ben daha çığlık atamadan saçlarını kazımaya başlamıştı. Her daim yanımda olduğunu bu şekilde göstermek istemişti. Eğer istersem birlikte peruk takabilirdik ama ben istememiştim. İnsanlar ve bakışları umurumda değildi.

Ağlayarak saçlarımızı kestiğimiz o günü asla unutmayacaktım. Çığlığımı duyan annem banyoya daldığında hep birlikte hıçkırarak ağlamıştık. Anneme göre bu bizim dönüm noktamızdı çünkü bir daha asla o şekilde ağlamadık. Bir kadının saçlarını istemeden kazıtması kadar acı bir şey yoktu bu dünyada.

Telefonumda olan duvar kağıdıma baktığımda hüzünlenmeden edememiştim. Kıvırcık ve uzun saçlarımızla tuval boyarken çekilmiş bir fotoğrafımız vardı. Saçlarımı özlüyordum. Her kadın özlerdi. Kırıklarını almaya gittiğinde bile keşke hissi dolardı içine, komple kestiğinde nasıl dolmasın?

Ben Yaşam Yargı Yargıcı.

Babamın yaşadığı adaletsiz bir olay üzerine, canla başla adaletli bir insan olabilmem için çabalamış ve bunu ismimle desteklemişti. Yargı Yargıcı. Çoğu insan adımla dalga geçerken, bazıları çok ciddi buluyordu. Ciddi bulanlardan biri de annemdi. Yaşamı boyunca ağır bir yük gibi kalacak kızımın omuzlarında bu isim deyince, adıma bir de Yaşam eklenmişti.

Ben Yaşam Yargı Yargıcı, tüm adaletsizliklerle savaşmak için hukuk okumaya başlayan, babasının yaralarına merhem olmaya çalışan o kişiyim. Kişiydim. Şu an bir gün sonrasını düşünemiyordum. Bu yüzden okulumu dondurup kendimi daha iyi hissedeceğim şeyi seçtim. Resmi, müziği ve toprağı.

Hastaneden özel izin alıp bahçenin bir kısmıyla ilgilenmeye başlamıştım. Yaptığım ilk iş ise köşeye bir ceviz ağacı dikmek oldu. Ceviz bu hayatta en sevdiğim yemişti. Annem bazen bu huyumdan yılsa da zamanla o da alıştı. Çünkü gittiğim her yere kendimden biz iz bırakmak ve gelecek nesiller faydalansın istediğim için ceviz dikerdim. Hem ceviz beyni geliştirirdi. Çocuklar için daha iyi bir fırsat düşünemiyordum.

Kız kardeşim benim için bu sefer sebze fidesi de getirmişti. Dinlene dinlene toprağı bir güzel havalandırmış, ardından domates, biber ve salatalığımı ekmiştim. Belki bunları yemeye ömrüm yetmezdi ama hissettiğim bu his çok güzeldi. Burada yatan başka hasta çocuklar yerdi o zaman. Belki cevizin gölgesinde soluklanırlardı ve ben akıllarına gelirdim. Tanımasalar bile bu ağacı diken kişi diye beni anarlardı. Bu hissiyat kalbime çok iyi geliyordu. Hepsini diktikten sonra kardeşimin yardımıyla can sularını da dökmüştüm.

Bugünlük bu kadar yorgunluk yeterdi. Tekerlekli sandalyeme bile iki adım attıktan sonra duraksayarak vardım. Sandalyeme zar zor oturup gitmeye başladık. Onu itecek gücüm bile yoktu. Bir başkasına muhtaç yaşamak bu hayattaki en kötü duyguydu.

Bunu bana asla hissettirmiyorlardı ama ben kendimi yine de kötü hissediyordum.

Bir gün annem yanıma oturmuş “Bütün anneler bebekleriyle ilgilenir ve bundan asla sıkılmazlar. Bebekken seninle ilgilenmemi nasıl kafaya takmıyorsan bunu da öyle takmamalısın kızım. Seni anlıyorum ama ben senin annenim. Bana asla yük olmazsın. Sen canımın bir parçasısın.” demişti. O günden sonra bunu dillendirmedim ve bunun için üzülmemeye çalıştım.

Kız kardeşimin adı Hazel. Bu ismi ona çok yakıştırıyorum. Saçları aynı kurumuş yapraklar gibi kahve tonunda, bazı tutamları daha açık ve daha koyu. Güneşe çıktığı zaman renk değiştirir gibi en açık tonda parlar ve ben buna bayılırım. Dün yanımdan kaybolduğu anda uzayan saçlarını yeniden kesmişti.

Beni yatağıma yatırırken “Hazel, güzelim artık saçlarını uzatmanı istiyorum. Bana destek oldun tamam, ama ben kardeşimi uzun saçıyla görmek istiyorum.” dedim.

Yanıma oturup tuttuğu ellerime bir öpücük koydu. “Ablam, güzeller güzelim. Sen yanımdayken benim ne bir saça ne başka bir şeye ihtiyacım var. Lütfen kararlarımı sorgulama. Ayrıca 18 yaşına gireceğim aaa reşit bir bireyim ben kendine gel. Birlikte saçlarımızı uzatacağımız günü sabırsızlıkla bekliyorum.”

Gönlü o kadar büyüktü ki tüm dünyayı sığdırabilirdi. Kıvırcık saçlarını artık görmek ve dokunmak istiyordum. Küçükken onu her kurtardığımda saçlarıyla dalga geçtiklerinden yakınırdı. O zaman da kesmek isterdi ama buna hep engel olmuştum. Arkadaşları için uzun bir süre alay konusu olmuştu. Mahallede başka kıvırcık saçlı çocuk yoktu ve bu dünyada farklıysan sevilmezdin. Farklıysan kabul görmezdin. Annemizin bize geçen en özel geniydi bu. Kıvırcık saç baskın bir gen olduğundan daha karnındayken bizi kıvır kıvır hayal ettiğini söylerdi.

Hazel’in arkadaşları en sonunda benim sürekli adalet kavramını vurgulayan konuşmamdan sıkılmış olacaklardı ki artık onu aralarına kabul etmişlerdi. Hatta sonra çok özenmiş ve sevmişlerdi. Hiç üşenmeyip tek tek onların saçını örer ertesi güne kıvırcık uyanmalarını sağlardım. Bu onların çok hoşuna giderdi.

Haftanın bir günü saç günümüzdü bu yüzden. Şimdi hepsi aşağı yukarı 16-19 yaşları arasındaydı. Hiç bıkmadan her gün hastaneye gelir, camın altında bekler ve beni gördükten sonra giderlerdi. Bekleyen tek kişi mahalledeki çocuklar değildi, okuldan birkaç arkadaşım da bekliyordu. Bu duruma en üzülen kişi hiç şüphesiz Efe’ydi.

Efe bana karşı duyguları olduğunu bildiğim, ama aynı duyguları ona hissetmediğim kişiydi. Sürekli yanımda olup en ufak bir boşluğunda vakit yaratan kişiydi. Birkaç kişi hariç arkadaş grubumuzda bizi yakıştırırlardı. Ama bunu sesli dile getirmemelerini rica ettim. Efe’yle de ona karşı bir şey hissetmediğimi güzelce konuştum. Beslediğim duygular yalnızca arkadaşlıktı, dahası yoktu.

Bu durum onu üzerse konuşmaya son verebileceğimizi de bahsettim ama ısrarla karşı çıktı. Dediğine göre benden bir karşılık beklemiyormuş, beni sevmeyi çok seviyormuş. Yanımda olmak ona iyi geliyor ve mutlu hissediyormuş. Bir gün eğer gerçekten birini seversem ancak o zaman kendine hâkim olabilirmiş. Ya da onun gönlü bir başkasına kayarsa, karşısındakine haksızlık olmaması adına aramıza mesafe koyarmış. Hukuk okuduğumuz için adalet kavramı biz de çok fazla yankı yaratıyordu.

Yine camın önünde bekleyen Efe’yi gördüğümde ona el salladım. O da bana gülümseyerek el salladı. “Abla neden ona bir şans vermiyorsun? Belki motivasyonunu daha çok yükseltecek? Belki sen de onu seveceksin? Denemeden bilemezsin.” dedi Hazel.

Ona beni anlamıyormuş gibi baktım. “O benim deney farem değil Hazel. Ona bu haksızlığı yapamam. İçimde ona karşı derin bir sevgi var ama bu sana olan sevgiyle aynı. Aşk yok, kıpırtı yok, heyecan yok. Bana kalsa yanımda olması bile onu üzüyor ama o tam tersini söylediği için yanımda. Ben de iyi bir arkadaşımı kaybetmek istemiyorum. Arkadaşlığını ve desteğini çok seviyorum. Benim için özel biri. Birbirimize bazı sözler verdik. O ya da ben bir başkasından hoşlanırsak, arkadaşlığımıza mesafe koyacağız.”

“O kadar iyi kalplisin ki iyi ki benim ablamsın. Bana sevgiyi böyle öğrettiğin için teşekkür ederim. Artık karşıma beni kıpırdatmayan biri çıkmadığı müddetçe konuşmayacağım.” dedi kıkırdayarak.

“Dedi henüz reşit olmayan birey.” diyerek onunla uğraşmaya başladım.

“Sadece üç gün kaldı. Üç gün.” Beni ikna etmek ister gibi konuştu. “Çok merak ediyorum reşit olunca ne olacak? Gece birden havai fişekler fırlayıp tüm dünyaya senin reşit olduğunun haberi gitmeyecek. Buna çok takılıyorsun. Ben de çok hevesle beklemiştim ama bir önceki günün aynısını yaşayınca, bir şey değişmediğini anladım.”

“Of abla ya hevesimi kırmasana. Tüm dünya olmasa da tüm hastanede bir havai fişek patlatabilirsin. Bir kere artık akşam eve geç gelebileceğim.” diyerek parmaklarıyla saymaya başladı. Bunu yaparken aynı zamanda odayı da turluyordu. “İstediğim zaman arkadaşımda kalabileceğim. İçkili mekanlara girebileceğim. Araba kullanabileceğim. Kendime ait bir kredi kartım olacak. İşe girip çalışabileceğim.”

“Hazel 22 yaşındayım ve bu saydıklarını ben yapamıyorum. Hevesini kırmak istemem ama umarım sen yapabilirsin.”

“Off ya.” diyerek yatağın ucuna çöktü. “Abla olan sensin. Senin isyan başlatıp bunları yapman lazımdı, benim de ablam yapıyor ben neden yapamıyorum, onu daha çok seviyorsunuz deyip duygu sömürüsü yapmam lazımdı.” deyince tekrar gülmeye başladım. Benim gülüşümü fark edince o da kendini tutamadı ve kahkaha attı. Bu sırada içeri giren annem ve babam bizi bu halde görmenin mutluluğunu yaşadılar.

“Güzel kızlarım benim.” dedi babam kollarını bize dolayarak. “İyi ki benim kızlarımsınız, siz olmasanız ne yapardım?”

Babam önceleri çok disiplinli bir insandı. Yemeğe saatinde inmeli, tabağını bitiren diğerlerini beklemeli ve sofra birlikte toplanmalıydı. Ona göre saygısızlık anlamına geliyordu. Sabah kalktığımızda pijamayla etrafta dolanamazdık ve erken kalkmak zorundaydık. Kısacası askeri bir disiplin mevcuttu evde.

Bu durumdan zaman zaman sıkıldığımız için pazar günlerini kendimize tatil yapmak istemiştik. İstediğimiz saate kadar yatacak ve pijamayla dolanabilecektik. Kahvaltıyı öğlen saatinde yapabilecektik. İyi bir hukuk öğrencisi olduğum için güçlü bir savunma hazırlamış ve babamın karşısına avukat cübbesiyle çıkmıştım. Mutfağı ise duruşma salonuna çevirip annemi hâkim yapmıştım. Babam bizim bu durumumuzu görünce yaklaşık beş dakika kahkaha attı. İşte bu benim kazandığım ilk davaydı. Hem de henüz avukat olmadan.

Sevgisini bizden asla eksik eden bir insan değildi ama disiplin de onun için çok önemliydi işte. Ta ki ben bu hastalığa yakalanana kadar. İkinci çocuğunu kaybetmenin eşiğine geldiğinde bütün kuralları ve benliğinden vazgeçmişti. Hatta o da her şeyi boş verip bizim gibi pijamalarla dolaşıp eşlik etmeye başladı.

Ablam... O doğumdan bir gün sonra ölmüştü. Ailemin üzüntüsü uzun bir müddet hiç geçmemiş, yasları hiç bitmemişti. Ta ki bir gün annem bayılıp da hastaneye kaldırılana kadar. İşte varlığımı aylar sonra böylelikle öğrenmişler. Daha sonra annem yasını içinde yaşamaya karar verip beni sağlıklı bir şekilde karşılamak için elinden geleni yapmış. Babam böyle anlatıyor.

“Ne oluyor bakıyım orada? Çekil ben doğurdum onları en çok ben seveceğim.” diye ortama giriş yapan annem babamı itekleyiverdi. “Yahu Belgin Hanım kızları mı benden kıskanıyorsun, beni mi kızlardan kıskanıyorsun inan anlamıyorum.” dedi babam şakacı bir isyanla. Annem ise burnunu kırıştırarak “Senin neyini kıskanayım Adil Yargıcı? Gelmişsin kaç yaşına!”

“Sen bana ne demek istiyorsun Belgin Hanım? Yaşlı mı olduk şimdi gözünde?”

“Ayyy içim şişti vallahi. Sen bize bir kahve alıversen de kızlarımla şöyle bir içsek.” dedi annem abartılı hareketler yaparak. Babam ise kafayı sallaya sallaya odadan çıktı. “Anlaşıldı anlaşıldı, gidiyorum.”

“Ay bu ne canım her dakika vır vır vır? Şimdi bir de yaş sendromu çıktı. Çocukları büyüttük kurtulduk derken, Adil Bey başladı o sendromdan bu sendroma girmeye.” diye söylendiğinde Hazel ile aynı anda “Anneeee.” diye uyardık.

“Aman siz de hep babanızı koruyun. Gariban çilekeş ananızın yanında durmayın hiç.” dedi ve ikinci planı olan duygu sömürüsüne geçti. Ne Hazel ne ben sesimizi çıkarmayınca, yalandan silmeye çalıştığı gözyaşlarını bıraktı ve “Yemediniz mi kız? Hiç mi işlemedi?” diye sordu.

Kaşlarımızı hayır anlamında kaldırdık. “Aman da benim zeki kızlarım. Gelin bir öpeyim sizi. Bu sömürülere akıl oyunlarına asla gelmeyin. Yarın bir gün biri çıkar kalbinizi çeler aman ha! Gerçi senin için daha erken Hazel.” dedi kıstığı gözleriyle kız kardeşime bakarak. “Anne ya reşit olacağım diyorum hiç anlamıyorsunuz.”

“A a a bu ne demek bu? Reşit olur olmaz kalbimi birine kaptırırım mı demek? O etlerini kopartırım senin.”

“Anne ne alakası var ya bak çok üzerime geliyorsunuz.” deyip bu sefer kendi duygu sömürüsü moduna geçti. Annemle ikimiz ona tepkisiz bir şekilde bakarken “Buda mı gol değil?” dediğinde kafamızı iki yana salladık.

Annem ağzının içinde cık cık cık yaparak “Kime çekti bu çocuk anlamıyorum ki?” dediğinde Hazel’le birlikte onu gıdıklamaya başladık. Babam kahveleri alıp geldiğinde ise dedikodu eşliğinde kahve keyfi yaptık.

Çok güzel ve sevgi dolu bir ailem vardı. Onlardan ayrılacağım düşüncesi içimi yiyip bitiriyordu. Herkes umutluydu bu hastalığı yeneceğimden ama ben değildim. Bu umutsuzluk değildi, içimde bir yerlerde hissettiğim bir şeydi. Bu hastalık beni yenecekti. Bu dünyadaki vaktimin dolmasına az kalmıştı. Hissediyordum...

İlaç saatim gelince herkes odayı terk etti. Artık ağrılara dayanamıyordum. Bir yanım öleceksem öleyim yeter bu acıyı çekmektense diyordu, diğer yanım ailemle birlikte biraz daha vakit geçirmeyi diliyordu. Gerçi vakit geçirdiğimiz tek her hastanenin bahçesi ve odasıydı.

Bir hastane odasının duvarlarının üzerine gelmesi hissini bilemezdiniz. Dördüncü günden sonra tahammülüm kalmamıştı. Bana bir psikolog ayarlamışlardı ama tam olarak işe yaradığını sanmıyordum. Yeniden lunaparka gidip, yeniden araba kullanıp, saatlerce alışveriş yapmak istiyordum. Bunlar masumca isteklerdi değil mi? Gün içinde yapabileceğimiz çok basit bir eylemdi. Ama yorgundum, halsizdim ayakta zor duruyordum. Böyle zaten yaşayamıyordum. Neden beni kurtarmıyorsunuz? Bu ızdırabı neden çekiyorum? Neden yüzüme yastık bastırıp çığlığım odadan taşmasın diye uğraşıyorum?

İlacın etkisi yavaş yavaş geçmeye başlayınca gözlerim kapandı ve uykuya daldım. Uykumun içinde mis gibi çiçek kokuları alıyordum. Gözlerimi hafif araladığımda kokular hâlâ burnumdaydı ama odada hiç çiçek yoktu. Annem dışında. Saçlarımı okşayarak ağlamak haricinde bir şey yapmıyordu. Uyuyormuş gibi yapmaya devam ettim. Annem içindeki zehri akıtsın diye, yanımda güçlü görünmeye çalışmasın diye. Çünkü saçlarımı kazıttığım günden beri ağlamamıştı. Böyle rahatlamak istiyorsa rahatlaması gerekirdi.


Loading...
0%