Yeni Üyelik
34.
Bölüm

34. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 11. Geçmişin Savrulan Tozları

Geçmişi denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar.

George Orwell

Burada eşyalar ve hayvanlar bizi seçip sahiplenebiliyordu. Beni seçen de büyülü bir kolyeydi ve ne işe yaradığını öğrendiğimde şaşkınlık tüm benliğimi esir almıştı. Kolyem bana sorduğum cevapları zihnime görüntü olarak aktardığı gibi dokunduğum kişinin de hafızasına erişebiliyordum, böylece ruh eşimin bu anlamsız hareketlerini tüm kalbimle anlayabilmiştim.

Sofya gittikten hemen sonra zindana bağlanan koridorun kasvetli ve rutubetli haline daha fazla dayanamayıp hapşırdım.

“İyi yaşa diyeceğim ama Yaşamayanlar’ın arasında çok komik olacak.”

Tekrar hapşırdım.

“Tamam iyi yaşa o zaman.”

Tekrar hapşırdım.

Arat durup yüzüme ve gözlerimin içine baktı. Az önce olanların şokunu atamazken bir de üstüne bunu yaşıyorduk.

Tekrar hapşırdım.

Normalde birden fazla asla hapşırmazdım. Gerçi burada normal hastalıklar yoktu. Belki hapşırık bile anormaldi. Tam altı kez art arda hapşırdıktan sonra derin bir nefes aldım.

“Bitti galiba.” dediğinde başımı salladım. Bitmişti. Bu hapşırık beni resmen yormuştu. Arat’ın gözleri, içi parlayan bir galaksi gibi duran yuvarlak kolyeme değip gülümsedi. Hiçbir şey demeden zindandan çıktığımızda derin bir nefes daha aldım. Çocuklar bizi dışarıda bekliyordu.

“Keşke hiç beklemeseydiniz. Siz gidin gençler, benim bir yere uğramam gerekiyor.” dediğimde sorgulamadan kabul ettiler. Feris son kez gözlerime ve hâlâ arkamda duran Arat’a baktıktan sonra kararsızlığından sıyrıldı. Ona göz kırpıp gittikleri yönün aksine ilerlemeye başladım.

Arkamdan gelen adım sesleri beni şaşırtmamıştı. Boğazını temizledi. “Ben de gelebilir miyim? Her nereye gidiyorsan?” Omzumun üzerinden dönüp ona doğru baktığımda bakışlarındaki isteği gördüm.

“Olur. İşin yoksa bana eşlik edebilirsin.”

“Bu saatten sonra senden başka işim olamaz.” diye cesur bir cümle kurduğunda aniden arkamı döndüm ve çarpıştık. Geriye doğru sendeleyince büyük ama bir o kadar narin elleri hemen belimi buldu. İkimizin bedenine aniden bir elektrik akımı gelince bir saniyelik bir titreme yaşadık. Dışarıdan belli oluyor muydu bilmiyorum ama biz sanki güçlü bir akıma maruz kalmış gibi sarsılıyorduk. Uzun patika yolda bizden başka kimse kalmamıştı.

“Bir açıklama beklediğimin farkındasındır umarım.” dedim kısık ama kararlı bir ses tonuyla. Beni tutan eli onu bana iyice yaklaştırdığı için aşinası olduğum ve bayıldım portakal çiçeği kokusunu daha iyi alıyordum.

“Sana değer verdiğimi görüyorsun. Kartlarımı açık oynuyorum.”

“Anlamlandıramıyorum.”

“Sana değer veriyorum.” diye tekrarladı.

“Neden daha aylardır burada olan bir kız için bunları yapıyorsun. Burada tecrübesizim ve sen sürekli yardımıma koşuyorsun. Nereye baksam oradasın. Ne zaman yardıma ihtiyacım olsa yanımdasın, çevremdesin. Sebebi sana elektrik veriyor olmam mı?”

“Cık. Ben sana elektrik veriyorum ve bunun sende bir karşılığı var. Baktığın her yerde beni göreceksin. Sebebi için henüz erken, bünyen bir anda bütün cevapları kaldıramaz. Yardımına koşuyorum çünkü bunu yapmak istediğim insanlar sınırlı sayıda ve sen en baştasın.” dediğinde gitgide karşı konulamaz bir çekimle birbirimize doğru yaklaşıyorduk.

“Hiçbir şey için erken değil.” diye fısıldadım bana iyice yaklaşan yüzüne doğru. Yutkunduğu an adem elması hareket etmişti. Sanki o çıkıntıyı bedenimde hissediyor gibi etkilendim. “Ne sakladığını öğreneceğim Arat Zemheri. En azından bazı sebeplere ve bir tane de olsa soru işaretinin kalkmasına ihtiyacım var.”

Gözlerimiz birbirine kenetlenmiş dururken bakışları dudaklarıma düştü. Sanki ben konuşurken duymuyor ama dudaklarımın hareketini takip ediyor gibiydi. Nasıl olsa o beni tutuyor diye bir elim ensesine çıktı. Bu hareket ikimizin de kalbinin hızlanmasına yol açtı. Kesik ve sık nefes alıyorduk. Anın buhranından kurtulmazsak oluşacak elektriği tahmin bile edemezdik.

Elimi ensesine götürdüğümde bu hareketi yanlış anlamış olacak ki kendini bana biraz daha yaklaştırdı. Dudaklarımız neredeyse birbirine değip soluklanmak istiyorken, asıl amacımı hatırladım. Boşta kalan diğer elimi saniyesinde boynumdaki kolyeye götürdüğümde zihnimde tek bir soru belirdi Arat’ın bana bu kadar yakın olmasının sebebi ne?

Başım anında yukarı kalkarken gözlerimin önüne beyaz bir tabaka indi. Sanki bir uçurumdan atlıyormuş gibi dehşet doluydum. Kalbim bu adrenalini kaldıramayacak sanırken bir odaya düştüm.

Oda birkaç mum ışığı dışında karanlıktı. Uzun yeşil mumlar şamdanların içinde yanmaktan erimiş bir hâldeydi. Fırfırlı perdeler tüm camı örtmüştü. Büyük odanın bir köşesinde devasa bir kütüphane vardı. Hemen yanında büyük eskimiş ahşaptan bir masa. Üzerinde onlarca kitap. Bazılarının sayfası açık kalmış, bazılarının üzerine not düşülmüş, bazı cümlelerin ise altı çizilmiş. Masanın altında da kitap vardı. Bir kısmı üst üste dizilmiş sanki bir cetvel ve boy ölçmeye yarıyor gibi uzundu. Fırfırlı perdenin önünde bir sallanan sandalye vardı. Biraz ilerisinde üzerinde yastık ve dağınık bir örtü olan bir kanepe. Kanepenin altında içinde bulaşık olan birkaç tabak ve bardak.

Sanki kim yaşıyorsa bu odanın içinde yaşıyordu. Burada uyuyor, burada yiyor ve çalışıyor gibiydi.

Köşede duran dolabın içinden biri çıktı. Fıstık yeşili gömleği, kalın pantolon askıları, beyaz kumaş pantolonu ve kafasında fötr şapkası olan bir ihtiyardı. Saçları henüz görünmüyordu ama ak düşmüş sakalları oldukça uzun ve gürdü.

İhtiyar elindeki kitapta heyecanlı bir şey bulmuş gibi gülümseyip, gözlüğünü hafifçe burnundan ittirip masaya doğru yürüdü. Sonra kapıya doğru döndü ve “Orada daha ne kadar beklemeyi düşünüyorsun Zemheri? İçeri gir evlat.” dedi. Sıkılgan bakışları ve tüm endamıyla Arat içeriye girmişti. Üzerinde eski yıllara ait bir takım elbise. Ceketine takılı bir köstekli saat vardı. Saçları kısaydı ve inanılmaz yakışıklı görünüyordu. Beyaz gömleğinin yakaları içine katlanmış bir fular vardı. Daha genç duruyordu.

“Otur evlat. Şeytan gibi başımda dikilmeye gelmedin öyle değil mi? Sen çok sık uğramazsın buraya hayırdır?”

Arat lafı hiç uzatmadan konuya girdi.

“Rüyamda birini gördüm.”

“Aaa demek ki birileri de rüyasında sana kendini gösterebiliyor.” dediğinde şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım. Sanki odanın bir köşesinde kabarık uzun elbisemle ben de onlara katılıp izliyor gibiydim. Birileri rüyasında sana kendini gösteriyor ne demekti?

“Nefes aldığım süre boyunca aklıma hiç böyle bir şey gelmedi. Bu duyguyu bilmiyordum. Yüzünü görmediğim biri, bir kadın, elimi tuttu ve bana sarıldı. Sarılmak çok güzel bir hismiş, hissettim ve sonra bunu bu zamana kadar neden denemediğimi sordum.”

“Ama deneyemedin?” diye ekledi ihtiyar sakallarını kaşırken.

“Evet neden?”

“Çünkü henüz yüzünü görmediğin o kadına sarılmak istiyorsun.”

“O bir rüyaydı.”

“Rüyalar bazen gerçeğin bir yansıması olurlar evlat. Bir mesaj verir, ama sen almak istersen.”

“Neden çevremdeki arkadaşlarım gibi gönül işlerine bu kadar sıcak bakmıyorum. Ben de bir sorun mu var? Onlar gayet eğleniyor gözüküyor, ben de bu tarz bir mutluluk arayamaz mıyım?”

“En doğal hakkın. Peki aradın mı?”

“Evet ama tiksindim. İstemedim. Birileriyle arkadaş olmak dışında herhangi bir yakınlık kurmak hoşuma gitmedi. Bu normal değil, değil mi?”

İhtiyar yeniden gözlüğünü düzeltti. Elindeki kitabı kapattı ve dikkatle Arat’a baktı. “Senin ruhun bekliyor evlat. Endişe edeceğin bir durum yok.”

“Neyi bekliyor?”

“Eşini. Ruh eşini.”

“Ne zaman gelecek? Ölünce mi?” dedi kaşlarını çatarak büyük bir sabırsızlıkla.

“Normal şartlar altında oldukça uzun bir ömrün olduğunu biliyorsun. Beklemek senin kaderinde var sabırlı ol. Belki daha doğmamıştır.”

“Bu ne demek? Bir bebekle aşk yaşayacak değilim.” dedi Arat iğreti duran bir yüz ifadesiyle. Sanki kendinden daha da tiksiniyor gibiydi.

“Buraya geldiğinde bir bebek olmayacak.”

“Biliyorsun. Kim? Ne zaman gelecek? Başka bir evrenden mi ya da civardan mı?” diye art arda sorularını sıralarken ihtiyar ona tebessüm ediyordu. Arat cevaplanmayacağını anladı.

“Beklemek bu kadar uzun sürmek zorunda mı?”

“Beklemek ne kadar uzun sürerse, yaşayacağın duygu o kadar kaliteli olur evlat. Kaderin çizgisinden çıkamayız.”

“Ya buraya geldiğinde çoktan bir başkasını kalbine almış olursa? Ya bunca yıldır beklemem boşuna çıkarsa.”

“Alamaz. Onun ruhu da seni bekliyor. Nerede olursa olsun.” dedi ihtiyar fıstık yeşili gömleğini düzelterek. Sonra arkasını dönüp gitmek üzereyken Arat bağırdı.

“Geldiğini nasıl anlayacağım?” diye sordu büyük bir merakla, aslında henüz gençlik yıllarının başında gözüken fakat küçük olmayan Arat.

“Herkesi elektriğiyle çarpan Arat Zemheri’yi kendi silahıyla vuracak. Öyle bir gücü olmamasına rağmen o da seni çarpacak, bir tek seni ve sen o zaman ruhu senin için çarpan o kadını tanıyacaksın. Hem de daha ilk bakışta. O saniyeden sonra hep yanında olmak isteyecek, onu tüm tehlike ve karanlıktan korumak isteyeceksin. Yüzünde bir tebessüm görmek için uğraş vereceksin. Onu yıllardır tanıyor ve hep yanındaymış gibi hissedeceksin. O günden sonra evlat, ruhun huzura erecek.” der demez etraftaki mumlar söndü ve geriye kalan duman bütün odayı kapladı.

Geriye kalan sesler de Arat son olarak “Peki adı ne?” diye fısıltıyla sordu. Aldığı cevap ise tek kelimeydi “O senin Yaşam’ın olacak...”

Mumun dumanı beni bir sis gibi içine sararak odadan çıkardı. Düştüğüm uçurumu uçarak çıktığımı hissettiğimde kafam önüme doğru tekrar düştü ve gözümdeki beyaz tabaka kalktı.

Bu kadar yakınımda olduğunu unuttuğum Arat oldukça yoğun gözlerle bana bakarken elim hâlâ ensesinde duruyordu.

Aslında adımın Yaşam olduğunu bilmiyor muydu yani, ya da sonra mı öğrenmişti? Bana seslenişi kendi yaşamı olacağım için miydi? Bu kelimeyi içselleştirmiş miydi yoksa gerçekleri biliyor muydu?

Buraya geldiğim ilk günü hatırladım. Karşıdan karşıya geçerken gördüğüm tek arabayı ve arabanın aralık duran camının küçük boşluğundan, onun gece karası gözlerini ilk gördüğüm an kısa bir elektrik akımına maruz kaldığımı hatırladım.

Sonra turnuvada onu çarptığım geldi aklıma.

Beni Veronika’nın küçük ama sinsi büyülerinden kurtardığı.

Kanatlarımın çıktığı gece büyük bir korkuyla yanıma gelip sarıldığını.

Dövmemin oluştuğu gece sadece dudaklarını tenimde hissederek acımı dindirdiğini. Üstelik bu onun gücünü tüketmesine rağmen.

Hep yanımdaydı, hep ve her zaman.

Yaşayanlar’ın dünyasında bir erkek sinek bile ilgimi çekmemişti. Efe çok iyi bir insandı ama ona karşı asla bir çekim hissedememiştim. Odamın içinde yalnızlıktan daraldığım anlar olurdu. Sanki herkes çiftmiş de ben tekmişim gibi hissettiğim. Buraya geldiğim andan beri böyle büyük bir yıkım hissetmemiştim. Sadece aileme olan özlemim beni derinden sarsmıştı. Elimden geldiğince çabuk adapte olmuştum buraya.

Çünkü ruhum burada mutluydu, nefes alıyordu. Huzurluydu çünkü ruh eşini bulmuştu. Onun beni yıllardır beklediğini bilmiyordum. Dışarıya verdiği soğuk ve gizemli havanın sebebini anlamıştım. O da benim gibi kimseyle gönül bağı kuramamıştı. Yapmamız gereken tek şey yıllarca birbirimizi beklemek olmuştu.

Sorumun cevabını muhteşem bir şekilde almıştım. Bir şeyler olduğunu hissediyordum ama bunu tahmin edebilir miydim? Asla. Hayatımın en güzel bilinmeyi olmuştu. Şu an her şey daha net ve daha sıcak geliyordu. Şu an her şey daha anlam kazanmıştı.

Arat gözlerimin içine artık aramızdaki gizemi bilmemin rahatlığıyla bakarken, dudaklarıma doğru “Ruhuma hoş geldin, eşim. Bunca yıllık beklemenin böyle güzel bir şekilde mükâfatlandırılacağını bilemezdim. Ufak bir isyan çıkardım affet.” diye fısıldadı. Gözlerinden kalbime akan şey hislerimizin yoğunluğu muydu?

Belimdeki eli daha çok sıkılaşırken sanki asla bırakmak istemiyordu. Ensesindeki elimle yavaşça saçlarını okşadım. İzlediğim geçmişte saçları kısaydı ama omuzlarına gelen bu uzunluğu da aşırı güzel buluyordum. Saçının bir tutamını parmağıma dolayıp hafifçe çektiğimde kafası milimetrik bir şekilde geriye gitti.

“Ruhuma hoş geldin, eşim.”

O benim ruh eşimdi. Bu gerçek kalbimin üzerinde havai fişekler eşliğinde patlayıp başımızdan aşağı yağıyor gibiydi. Daha fazla dayanamayıp ensesine uyguladığım baskıyla kendime doğru çektim. Dudakları dudaklarımla ilk kez buluştuğunda hiç nazik değildi. O an öyle bir çarpışma yaşadık ki duygularımız bizi aşıp doğaya karıştı. Gökyüzünde ardı ardına oluşan şimşekler büyük bir gürültüyle yere düştü. Ama bu hiç umurumuzda olmadı. Sadece bakışırken bile birbirimizi çarparken, dudaklarımız buluşunca bu derece bir elektrik yükünü beklemeliydik. Yıllardır bir köşede saklı olan ruhumuz birbirini bulmuştu. Bu kavuşma yıllardır bekleniyordu. Buraya geldiğim günden beri birbirimize çekiliyorduk.

Sıcak dudakları dudaklarımın arasında kayarken birbirimize sıkıca tutunduk. Uzun patika yolun ortasında yalnızca biz vardık ve üzerimize bardaktan boşalan su gibi yağan yağmurun altında öpüşüyorduk. Tutkumuz en derin boyuttaydı. Doğa bile bu birleşme karşısında şok olmuş olmalıydı.

Göğüs boşluğuma yayılan ince sızı, sanırım heyecandandı. Hem tatlı tatlı ilerliyor hem kıvrandırıyor gibiydi.

Bedeni bedenime yaslıyken dilini dudaklarım üzerinde sanki son dokunuşunu yapmak için gezdirdi ve hafifçe geri çekildi. Alnını alnıma yasladığında soluklarımız birbirine karıştı. Asla bırakmak istemiyordum. Bu sefer önce küçük bir öpücük bıraktım dudaklarına. Karşılık vermesine müsaade etmeden art arda sıraladım öpücüklerimi. Sonra oldukça nahif hareketlerle öpmeye başladım dudaklarını. Aslında ilki bu olması gerekirdi ama böylesi bizim şiddetli akımımıza yakışmazdı. İkinci öpücüğün bir adı olsaydı bu şefkat olurdu. Birincisi zaten şiddetti...

Birbirimize doymamız mümkün değildi ama bir kıkırtı duyduğumda geri çekildim. Arat buna karşılık gözlerini devirdi. O anlamıştı lakin henüz ben kendime gelememiştim. Hızlıca gözlerim çevreyi sararken ağacın üzerine çıkmış o kızı gördüm. Saçları rengarenk olan Sofya’yı.

“Doğa çıldırdı mı diye bakmaya çıkmıştım, meğer çıldıran o değilmiş. İyi akşamlar.” deyip yeniden güldü ve göz kırptı. Sonra hızla ağaçtan atladığı gibi gözden kayboldu.

Onu sorgulayamayacak kadar ağzımda atıyordu kalbim. Bizden başka kimse yok diye düşünmüştüm. Bizden ve ondan başka...

Arat belimdeki elini gözlerimin içine bakarak yavaşça aşağı doğru indirdi ve elimi tuttu. Gözlerindeki derinliğinde bir de parlayan hareler eklenmişti. Muhtemelen aynısı benim göz bebeklerimin içinde de vardı. Ama şu an utanıp sakınacağım bir noktada değildim, ki ruhum buna asla izin vermezdi.

“Yaşam, bu anı satırlara döksem sayfalar yetmez. Toprağa diksem köklerinin sonu gelmez. Yağmurlara anlatsam, tıpkı az önceki gibi diyarda tek kuru bir yer bırakmaz.” dedikten sonra ellerimin üzerini yavaşça okşadı ve nazik bir buse kondurdu.

El ele tutuşarak patika yolu aştık. Ellerimiz birbirine kavuşurken huzur dolu bir yürüyüş yapıyorduk. Yüzümdeki gülümseme asla solmadı. En sonunda varmak istediğim yere ulaştık. Hazel’in eteğimin cebine soktuğu ve benim gizlice diktiğim fidelerin yanına.

Burayı Feris özel bir büyüyle koruma altına almıştı. Arat, ben ona gösterdiğim için görebiliyordu. Yaklaşıp bakınca şaşkınlıktan kaşları havaya kalktı

“Domates mi o?” diye sorduğu soruya gülerek cevap verdim.

“Evet kendimle birlikte başka bir mucize daha getirdim. Neydi bu domates meselesi?”

“Bir nevi lanet gibi bir şey. Yıllar önce yasaklandı. Büyü ile de temin edemiyorsun. Ne kadar hasret kaldık bilemezsin. Tadını unuttum neredeyse. Böyle bir mucizeyle buraya geleceğini kim bilebilirdi? Ne zaman olacak bunlar?” diye heyecanlı bir şekilde sordu.

“Aslında geldiğim zaman tam ekme mevsimiydi ama, bu her ay değişen mevsim şartlarınıza uymadı. Umarım çürümez.”

“Çürümesin ben ona ek kalkan yaparım. Gerekli ısı, nem ne ise hallederim. Ne yapacaksın bunlarla?”

“Çoğaltıp satacağım.” dediğimde gür bir kahkaha attı. Bir gülüş insanı bu kadar mı samimi gösterirdi. Yanımda ilk kez böylesine özgür gülüyordu, dolu dolu. “Ben yakınlarda yedim zaten. Bir yıl daha yemesem de olur. Hem mevsim geçişlerinde belki yine elde ederim.”

“Çok zekice bir hareket. İlk müşterisi ben olmak istiyorum. Lütfen listeye adımı ekle.”

“Size müessesemizin ikramıdır beyefendi.” dedim eğlenen bir ses tonuyla.

“Olur. O zaman listenin ikinci kişisine de beni yaz. Artık açık arttırmaya ne denk gelirse.” dediğinde bu sefer ben güldüm. Feris’in öğrettiği sulama büyüsünü uygularken ellerim toprakta geziniyordu. Kendimi bildim bileli kendimi toprağa yakın hissederdim. Asla iğrenmez sabahtan akşama kadar oynardım.

Babam toprağa olan bu ilgimi gördüğünde çok küçük yaşta, sebze meyve dikmeyi öğretmişti bana. Yeni gelen bilgiye öylesine aç olduğum için her şeyi beynime kazımıştım. E zaten cevize bayılıyordum. Gittiğim her yere ağacını dikmek istemem bundandı.

“Bunlar sana nasıl geldi Kıvılcım? Yani buraya herkes ölüp gömüldükten sonra geldiği için soruyorum. Gerçi senin kıyafetin de vardı ve bu konuda nasıl mesudum bilemezsin.”

Bana Kıvılcım diye hitap etmesi aramızda olan özel bir kelimeydi. İtiraf etmem gerekirse çok da hoşuma gidiyordu. Maneviyata her zaman daha fazla önem verirdim. Onun bedeninde ve ruhunda kıvılcım oluşturan ilk kadın bendim.

Bir yandan toprakla oynarken diğer yandan Arat’a vereceğim cevabı kafamda toparlamaya çalıştım. “Hazel. Benim kız kardeşim. Bu dünya için fazla masum ve güzel olan küçüğüm. Her yatıya gittiğim yere bir ceviz diktiğimi bilir. Bu bana göre kendimden izler bırakmak demek. Ne kadar çok ceviz ağacı, o kadar çok ben... Sonra bir gün çıplaklık konusu geçti aramızda, ben ise utandığımdan bahsettim, öldükten sonra bile. Böyle bir şey yapacağı aklımın ucundan geçmezdi. Kimseye çaktırmadan beni yeniden giydirmiş ve her gittiğim yere götürdüğüm cevizi de cebime koymuş. En son hastanenin bahçesine dikmiştim sebzelerle birlikte. O sebzeleri sularken kim bilir belki onları büyüteceğim, olgunlaşmasını bekleyeceğim ama yiyemeyeceğim diye konuşmuştum. Buna da çok içerlemiş galiba. Sonuç olarak cebimde fideler ve üstümde kıyafetlerimle kendimi burada buldum.”

Bana beni anlayan gözlerle bakıyordu.

“Sanırım artık cevizi ve Hazel’i bende seviyorum. Bunlar olgunlaşacak ve ağız tadıyla birlikte yiyeceğiz.” dediğinde tebessüm ettim. Hâlâ toprakla oynuyordum ama artık ellerim yüzeyinde geziniyordu. Arat’ın gözleri ellerime kaydı, bir müddet inceledikten sonra gözlerini kısarak bakmaya başladı.

“Sence de elinle çok uyumlu durmuyor mu?”

“Ne demek istiyorsun Zemheri?”

“Toprak diyorum, sanki ellerini bir mıknatıs gibi çekiyor, ahtapotun dokunaçları gibi pürüzsüzce sarıyor. Belki de toprağa olan bu ilgin bundan dolayıdır.”

“Evet. Yumuşacık hissediyorum ve hiç bırakmak istemiyorum.”

“Nasıl denesek acaba?”

“Düşündüğüm şeyi mi? Tanrım bir bu eksikti.” dediğimde güldü. “Öyle söyleme. Bu büyük bir avantaj olurdu. Henüz yaygın büyüleri bilmediğin için o seçeneği eliyorum. Bu yüzden ben yardımcı olacağım. Ellerini toprağın altına doğru göm biraz. Sadece yüzeyde kalmasın.”

Dediğini yaparken yumuşacık kumlar dediği gibi çoktan ellerime örtülüp saklamışlardı. Sanırım tahmini doğruydu. Ben burada uzun süre yaşamadığım için farkı kolayca kavrayamamıştım.

“Şimdi sana düşük bir elektrik vereceğim. Eğer tahminim doğru ise canın yanmaz, hissetmezsin bile. Mıknatıs gibi üzerini saran toprak senin için daimi bir koruma kalkanı oluşturur.” dedikten sonra hazırım der gibi başımı salladım. Önce gözlerini elime dikti, ama hiçbir şey olmadı. Sonra o da ellerini toprağa koydu ve yeniden ellerime baktı.

Yine bir şey olmadı.

“Değişen bir şey oldu mu?”

“Verdin mi?”

“Evet, öyleyse hissetmedin.” Başımı iki yana sallayarak gözlerine baktım.

“Dozu bir tık arttıracağım.” dedikten sonra yine ellerime baktı ama herhangi bir titreşim bile hissetmiyorum. “Biraz daha.” diye mırıldanıp yine devam etti ve bu hareketi voltajı biraz daha arttırarak beş kere daha tekrar etti.

Sonuç olumsuzdu.

Toprak beni koruyordu.

Küçüklüğümden beri ayıla bayıla oynadığım toprağın üzerinde bir gücüm vardı ve bu inanılmaz bir histi.

 

 

 

 

Loading...
0%