Yeni Üyelik
49.
Bölüm

49. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 16. Kalbe Vurulan Kilit

Sarılmak neden güzeldir bilir misin? Çünkü sağ tarafta kalp yoktur ve orası hep boştur. Sarılınca, sağ yanını onun kalbi doldurur.

Aziz Nesin

Toprakla ilgili özelliğimden dolayı çıplak ayakla bastığım her yer beni ödüllendiriyor diye düşünüyordum ama konu suya gelince istemsizce çekiniyordum. Su Arat’ın himayesi altındaydı ve ben su altındaki bütün varlıklarla iletişim kurabildiğini henüz bilmiyordum. Bu yüzden nehrin içindeki yakınlaşmamızı bölen güzeller güzeli deniz kızlarını görünce oldukça afalladım.

Hastayken yapamadığınız ne varsa sonunda büyük bir pişmanlık duyarsınız. Şunu yapabilirdim, bunu yapabilirdim düşüncesi zihninizi kemiren bir fareden farksızdır. Kendi kendinize yürüyebilmeniz bile mucize gibi gelir. Şimdi tüm bunları aşmanın derin bir şefkati vardı yüreğimde.

Ben buradaydım. Ben buradaydım ve yürüyor, zıplıyor hatta dövüşüyordum. Tekerlekli sandalyesini itmekte zorlanan Yargı yumruklarını kullanıyordu.

O kadar yorulmuştum ki, bu işin böyle olacağını asla bilemezdim. Buradaki tempoya uymam dışında aylardır yatakta pinekleyen bünyeme bu çalışma büyük bir şok olmuştu. İçten içe ise bu duruma gülen sinsi bir yanım mevcuttu.

Önce yumruklarımızı etkili kullanmayı öğrenmiştik, sonra nefesimizi kontrol etmeyi. Daha sonra ise bunu birbirimizin üzerinde denemeyi.

Laçin ve Arat’ın aday grubundan bir çocuk oldukça iyi iş çıkarmıştı. Bu eğitimi bulduğumuz her boşlukta yapma kararı aldıktan sonra dağıldık. Kendimizi biraz ilerlettikten sonra ok ve yay ile başlayıp kılıç ile devam edecektik. Sonrası ise sanırım bütün antik çağ silahlarını kullanmayı öğrenmekti. Zaten seviyem yükselince bunun dersini de alacaktım.

Herkes geldiği yoldan giderken ben Arat’ın gözlerine bakıp biraz daha dinlenmenin sinyallerini verdim. Hemen sonra ise kendimi arenanın ortasına attım.

“Lütfen soluklanalım biraz. Şekerim düştü galiba bayılacağım.” diye numara yapmaya başlayacaktım ama Arat “Buraya Yaşayanlar’ın hastalıkları yok beni kandırma.” demeseydi neredeyse başarılı olacaktım. Ona gözlerimi devirdikten sonra kapattım. Ta ki üzerime bir gölge düşene kadar.

“Ne yapıyorsun Arat Zemheri?”

“O kadar güzel duruyordun ki bir de bu hizadan bakmak istedim.”

“Anlıyorum. Benim de bu hizadan bakmak isteyeceğim şeyler var.” dediğimde bakışlarım dudaklarına düştü. Güneş ışığı direkt dudaklarına çarptığı için mi parlıyordu yoksa hep mi böyleydi? Tekrar gözlerine baktığımda yüzünde oluşan minik çilleri gördüm. Artık emindim bunlar utandığında daha belirgin oluyordu. Çok tatlıydı, o kadar tatlıydı ki bu konuda ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. En son ki flörtlerim ergenlik zamanlarımda falandı onlar da birer hafta anca sürmüştü. O yüzden şu an, yer yer bocalıyordum.

Onun bakışları da benim dudaklarımda oyalanırken sanki bir şey söylemek zorundaymış gibi “Çabuk öğreniyorsun.” dedi kısık bir sesle.

“Çabuk öğrenirim.” diye onayladım diyecek başka bir şey bulamazken. Dudakları dudaklarıma yavaşça dokunduğunda tüm bedenimin titrediğini hissettim. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Sadece tek bir temastı, ufacık bir temas! Böyle durmak eziyet gibi geldiği için bir sonraki hamleyi ben yaptım. Gökyüzünde çakan gür sesli şimşek sayesinde öpüştüğümüzü herkes öğrenmiş olmuştu. Bizim durumumuzu bilen herkes yani. Eminim insanlar şu güneşin ortasında bu şimşek nasıl çakıyor diye sorguluyorlardı. Öpüşü derinleşirken elimi saçlarının ucuna doladım. O kadar yumuşak ve ipeksiydi ki her seferinde şaşırıyordum. Ne yazık ki benim saçlarım böyle değildi.

Alt dudağımı hafifçe çekiştirip geri bıraktığında gözlerimi açıp ona odaklandım. Etrafımızı saran ılık rüzgâr yüzümüzü yalarken, saçlarımız uçuşuyordu. Boynuna doladığım kolumla onu üzerime çektiğimde hafifçe dengesini kaybetti ve kollarını bana doladı. Dünyada kalan son insanlarmış gibi evrenden soyutlandığımız an, ona sarılınca bir ses duydum. Bir kilit sesi.

Arat yavaşça geri çekildiğinde şaşkın bakışlarımla onu izliyordum ama onda bir tepki henüz yoktu. “Sen de duydun mu?” diye sordum biraz korku biraz heyecanla. Ne bileyim belki sihirli bir kilit vardır ve tam bu arenaya şeffaf bir balonun içine bizi kilitleyip kaçmışlardır. Sonra görünmez olmuşuzdur ve bizi bulamazlar? Olamaz mı? Olabilir. Ben bu evrenden her şeyi beklerim doğrusu...

“Duydum.” dediğinde sesi çok sakindi.

“Nereden geldi o ses?”

“Kalbimden.”

“Nasıl yani?”

“Seni kalbime nasıl kilitlediğimin sesiydi...” dediğinde gözlerinin içine baktım. Bu evrende romantiklikler böyle yapılıyordu demek. Ayrıca aşırı afili cümleleri vardı. Yeri geldiğinde yanakları kızaran ben değilmişim gibi patır patır kuruyordu. Aklıma gelen şeyle yattığım yerden biraz doğruldum ve onu daha dikkatli inceledim. Sonra elim üzerindeki gömleğin düğmelerine gitti. Hâlâ değişmeyen ifadesiyle bana bakıyordu.

Gömleğinin ilk üç düğmesini çözdükten sonra karşımda gördüğüm şey ile gülümsedim. Öyle bir gülümsedim ki sanki içimde güneş yeniden doğmuştu.

Arat’ın göğüs boşluğunda bir kilit dövmesi vardı. Asma kilit. Benim göğüs boşluğumda oluşan dövme ise anahtardı.

Biraz önce tesadüfen sarıldık ve anahtar kilit ile buluştu, sonrasında ise sesi duyuldu.

“Arat.” diye fısıldadığımda elim dövmesinin üzerinde dolaşıyordu.

“Söyle eşsizim.”

“Bu çok güzel, bu aşırı güzel bir şey.”

“Evet çok güzel.” dedi gözlerimin içine bakarken. “Ben de sana her baktığımda bu ifadeye ve bu hayran ses tonuna bürünüyorum.” Sanırım utanma sırası artık bendeydi.

“İkimize özel ve maneviyatı böyle dolu dolu olan bir şeye sahip olduğumuz için çok mutluyum. Bu çok değerli.” dediğimde gözlerinin içinde yine şimşek izi belirip yok oldu. “Sen çok değerlisin asıl, benim Yaşam’ım. Sen öyle değerlisin ki, senden gelen şeyler nasıl değerli olmasın.” Derin bir nefes aldıktan sonra dudakları göz kapaklarımla buluştu.

“Yargı, iyi geldin. Hoş geldin hayatıma. Öyle uzun zamandır seni bekliyordum ki, böylesine tamamlanacağımı ben bile tahmin etmezdim.”

O konuşunca aklıma tek bir şarkı dolandı. Sesim çok güzel değildi ama şu an bu şarkıyı söylemezsem ayıp edermişim gibi düşündüm. Bu yüzden mırıldanmaya başladım.

“Hediye gibi geldin hoş geldin, seyirlik değil ömürlük olsun, dilerim bu defa bu son olsun. Seyirlik değil ömürlük olsun, bir yastıkta nasip olsun. Gel koynuma, gel oyunuma, gel akşam gözlü esmer.”

Mırıldandığım şarkı bitene kadar Arat gözlerini gözlerimden çekmedi. Son satırı işaret parmağımı göz çevresinde dolaştırırken yeniden söyledim. Sezen Aksu’nun yazdığı şarkıların her zaman kalbe giden bir yolu vardır.

“Bu çok güzeldi. Yeniden söylesene.” dediğinde kıkırdadım. “Hayır sesim güzel değil. Sadece bu an için kullanmazsam hattı kalırmış gibi hissettim.”

“Her sözünü detaylıca anlamadım ama, anladığım kısımlar çok güzeldi. Çok söylenir miydi oralarda?”

“Şarkılar mı? Elbette. Bu şarkıyı söyleyen kadın ise Yaşayanlar’ın dünyasında çok sevilen birisi. Sesini duymanı isterdim. Kendisi benim de en sevdiğim sanatçılardan.”

“Sen seviyorsan ben de severim. Baksana birkaç sözcük ile kenetledin beni kendine.”

“O zaman bu kenetlenmenin şerefine bir şeyler yapmak lazım.” dedikten sonra hırkamı çıkardım. Sporcu sütyeniyle karşısında kaldığımda gözleri bir an olsun aşağıya inmedi. Sonra sütyeni biraz daha sıyırarak dövmemi açığa çıkardım. “Baksana.” diyene kadar da resmen hareket etmemişti. Bedeninin kasıldığını hissediyordum. Göz bebekleri yavaşça aşağı inip dövmemi gördüğünde yutkundu. Bu kez dudaklarının buluştuğu yer göğüs boşluğumdu. Sıcacık dudakları sanki bana yeniden yaşam veriyor gibiydi. İçimi aynı anda yaz sıcağıyla doldurup, yine aynı anda nasıl bahar esintisiyle sarabilirdi? Sonra beni kendisine çekip sarıldı.

“Çok güzel, ama senin kadar değil.”

Sarıldığımız an ilk başta duyduğum kilit sesini yeniden duydum. Bakışlarım göğsüne doğru düştüğünde minik safir bir ışık kilit ve anahtarın denk geldiği kalp kısmında parlayıp söndü. Bu çok özeldi. Çok çok özeldi. Nasıl dile getireceğimi bilmiyordum ama delirecek gibi hissediyordum. Kalbimin atışını kurtlar kuşlar bile duyuyordu eminim.

Arenadan çıkarken öyle yorgundum ki yürümeye mecalim kalmamıştı. Taşlı yerden inmesi çok kolaydı ama çıkması oldukça zordu. Bu zorluk ta ki Arat’ın beni kucağına almasına kadar sürdü. “Ay, Arat dur. İndir beni lütfen bu şekilde gitmek istemiyorum. Zaten yollar zorlu bir de benimle uğraşma.”

“Arat mı? Sadece Arat mı? O da ne demek?” dediğinde kıkırdadım. Adıyla seslenmem hoşuna gitmemişti.

“Sevgilim lütfen beni indirir misin?” dediğimde gözleri beni buldu, sonra muzip bir gülüş eşliğinde kafasını iki yana salladı.

“Aratcığım?”

“Ne?” diye şaşırdıktan sonra gür bir kahkaha attı. Tekerlekli sandalyeden sonra kucakta taşınma fobim oluşmuştu. Kimseye yük olmak istemiyordum bir nevi. Hem elim ayağım tutuyordu.

“Yaşam çizgim lütfen beni indir sana ağırlık yapmak istemiyorum.”

“Bak bu hoşuma gitti işte. Aratcığımdan daha güzel en azından. Hem üç kilo falan mısın sen? Hiç mi beslemediler seni?”

“Üç kilo falan değilim.” diye homurdandım. “Beni bırakmamak için yapıyorsun değil mi?”

“Seni bırakmayacağım. Ne şimdi ne de ömrüm boyunca.” dedi gayet ciddi bir ses tonuyla. “Bana ağırlık falan yaptığın yok. Çok daha fazla ağırlıkla farklı görevlere gittiğim oldu, sevdiğim kadını mı taşıyamayacağım?” dediğinde dayanamayıp dudaklarına bir buse kondurdum. “Böyle konuşunca içim bir tuhaf oluyor. Sanki defalarca yanlış yazılmış telefon kilidi gibi hata veriyor beynim.”

“Telefon kilidi mi?” İşte bir bilinmezlik daha. Elimden düşürmediğim o telefonu nasıl da aylar boyunca kullanmadım ama. “Evet. Burada teknolojik aletler nadir kullanılıyor sanırım.”

“Dediğin şeyi hiç kullanmadım.”

“Haberleşmek için ne kullanıyorsunuz?”

“Posta kuşları, kapı kartları gibi şeyler.”

“Çok hoş.”

“Senden daha hoş değil.”

“Şimdi de ben utanacağım bak.”

“Utan bakalım nasıl utanıyorsun?”

“Böyle bir anda olmaz ki canım?”

“Peki canım, başka bir ana bırakalım o zaman.”

Sonunda beni yere indirdiğinde ağaca bağlı olan atını gördüm. Kendi halinde otları yiyordu. Atı bu halde görünce gülesim geldi. “Neye gülüyorsun bakalım böyle içine içine?”

“Derste konuşanları azarlayan öğretmenler gibi söyledin.” dediğimde tek kaşını kaldırıp baktı. “Küçükken bir soruyu yanlış yapmıştım. Bu bizim ailede mükemmel bir dalga konusu olmuştu. Annem ise yıllarca unutmayıp her sene özenle hatırlattı. Soru şuydu; at ne yer?”

Arat eğlenen bir yüz ifadesiyle bakmaya başladı. “Ee sen ne cevap verdin?”

“Et yer dedim.” dedikten sonra elinle alnıma vurdum. Sesim neredeyse inleyerek çıkmıştı. Bu rezilliğime ortak olsun istemezdim. Arat’tan neşeli bir gülüş daha duymuştum.

“Karaka’yı taze biftekle beslemene engel olalım o zaman.”

“Tanrım sadece yedi yaşındaydım. Daha önce hiç gerçek at görmemiştim ve koca hayvan anca etle doyar sandım. Bu benim suçum değildi.”

“Tabii ki senin suçun değildi. Atla bakalım.”

“Hâlâ gülüyorsun?”

“Hem de her aklıma geldiğinde bunu yapacağım.”

“İnanamıyorum keşke anlatmasaydım.” derken Arat elini birleştirmiş ve ata binmem için önüme tutmuştu. Ona hafif sinirlenip eline bastığımda ise bir ahh sesi duydum.

“Bu ayakkabı da bir şey olduğunu anlamıştım.” dediğinde ata asılı kalmış bir şekilde bakakaldım. Ayakkabı mı? Ah! Lanet olsun ayakkabı büyülüydü. Altındaki bıçakla Arat’ın elini kesmiş olamazdım değil mi? Olmamalıydım.

Hemen bulunduğum yerden zıplayıp eline bakmaya gittim. “Ay İnanamıyorum! Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim.”

“Tamam sakin ol. Büyütülecek bir şey değil. Gidince bir karışım yaparım ve geçer.”

“Gidene kadar ne olacak Arat? Derin duruyor. Aklıma gelmedi benim hatam. Güldün diye homurdanıyordum sadece nasıl çalıştı bilmiyorum.”

“Yaşam’ım tamam. Sararım birazdan toplar. Kendini suçlama ve abartma.”

Abartma dediği bir bıçak kesiğiydi ve hızla elinden içeri girmişti. Ayrıca derindi görüyordum. O an aklımda bir görüntü belirdi.

“Sanırım ne yapmam gerektiğini biliyorum.”

“Evet bende. Öp de geçsin madem.” dedi sevimli bir ses tonuyla.

Altın boynuzla karşılaştığımız o gün gözümün önüne geldiğinde siyah saç telimden bir tel kopardım. Arat sakince beni izliyordu. “Hokus pokus zamanı.”

“Hokus pokus mu? Öyle bir büyü mü varmış? Hiç duymadım.”

Kıkırdadım. “Evet var, benim büyüm.” Saç telimin ortasına elimle bir düğüm attıktan sonra Arat’ın yarasının içine doğru ince bir şekilde yaydım. Biraz kaşlarını çatmıştı ama saçı biraz daha itip avucuna minik bir öpücük bıraktığımda artık kesikten eser yoktu. Yara kendini mıknatısın zıt kutupları gibi çekip birleştirmiş ve kurak bir toprak gibi ayrılan eti geri birleşmişti.

“Hokus pokus gerçekten.” dedi kısık bir sesle. “Yargı, saçların? Senin şifan demek.”

“Hep mi sen bana iyi geleceksin? Biraz da ben şifa vereyim. Gerçi yarayı açan da benim ama, sonuçta kapatmak daha önemli.” dediğimde beni yeniden kollarının arasına aldı. Burada olmayı seviyordum. Portakal çiçeği kokusu burnumun derinliklerine işleyip tüm damarlarıma çiçek açtırıyordu.

“O zaman al bakalım ödülünü.” dediğinde cebinden portakallı bir şeker çıkardı.

Şekerin paketini alıp hevesle ağzıma attığımda “Cebinde torunları için şeker taşıyan dedelere döndün demek?” diye sataştım.

“Dede mi? Bunu dedeler mi yapar?”

“Evet.” O kadar masum sormuştu ki yanaklarını tutup çekesim geldi. Ben nasıl onların dünyasında acemiysem onlar da Yaşayanlar’ın dünyasına acemiydi işte.

“Peki bu kötü bir şey mi?”

“Hayır çok tatlı bir şey.”

“Anladım. Sen yine de bana dede deme.”

“Hmm. Bak şüphelendim şimdi. Kaç yaşındasın sen Arat Zemheri?”

“Umarım olgun erkeklerden hoşlanıyorsundur Yargı Yargıcı?” dedi derin bir nefes alarak. Sonra da beni kucaklayıp atına bindirdi. Saniyeler sonra ise arkamda o vardı. Sırtım gövdesine yaslandığında içime yeni bir ürperti daha yayıldı. Ona yakın olmayı ve temas etmeyi seviyordum. Sanki ruhum susuz kalmış ve o da benim pınarımmış gibi canlanıyordum.

Başımı arkaya omzuna doğru ittiğimde açıkta kalan boynuma minik bir öpücük bıraktı. “İşte bu kokuya bayılıyorum. Yasemin çiçeği ve beyaz çikolatanın karışımı gibi. Önce çiçeksi kokun yayılıyor çevreme ve bir ağ gibi sarıyor beni. Sonra ise hafif çiçek kokusu dağılıp kendini tatlı bir kokuya bırakıyor. Gel beni ye der gibi.” Boynuma vuran nefesi tam da son cümlesi gibiydi.

“Neyse ki gel beni ye demiyorum. Hem sen benim sorumu kaynatıyorsun gibi geldi?”

“Kaynatmak mı? Çok mu sıcak yani?”

Koca bir kahkaha attım. Oldukça eğleniyordum. “Neyse sen sıcak olduğunu düşün şimdilik bakalım. Ben de sana dede demenin yollarını arayım.”

Ağzının içinde bir şeyler mırıldandıktan sonra atını daha da hızlandırdı. Bu hareket onunla olan temasımı arttırırken içimdeki duygulara engel olamıyordum. Kanım damarlarımdan çıkacak gibi çılgınca akıyordu. Ruhum tıpkı Arat’ın atı gibi dört nala koşmak istiyor, içimde çırpınıyordu. Ben neydim bilmiyordum ama içimde bir hayvan durmadan kımıldıyor ve sanki onu serbest bırakmamı istiyordu.

Bu yüzden hızlanan at yüreğime çok iyi geliyordu. Gözlerimi kapatıp hem Arat’ı hissederken hem geçtiğimiz yerleri dinledim. Layal’in dediği gibi zihnimi genişletiyordum.

 

 

 

 

 

 

 

Loading...
0%