@1scintilla
|
Bölüm 18. Geçmişin Sancısı Aile, her türlü iyilik ve kötülüğün öğretildiği bir okuldur. Wilhelm Stekel Burada geçirdiğim zamandan beri ailemin sancısı içimden çıkmazken gözümden kaçırdığım bazı detaylar vardı. Burada yaşlanma normal zamana göre birkaç yılda bir artıyordu ve küçük kızın bana olan bu ilgisini nasıl yorumlayacağımı bilemiyordum. Küçük bir çocuk gibi dursa da sürekli benden büyük olduğunu söylüyordu ama onun doğumdan sonra hemen ölen ablam olduğunu henüz bilmiyordum, bugün beni kuru kafadan kurtarıp kendini feda ettiğinde öğrenecektim. Bir satranca bir Arat'a bakmama rağmen bağlantıyı kuramadım. "Bu da ne demek oluyor?" diye sorduğumda Arat huysuzca "Sanat odası hislerime çomak sokuyor!" dedi. İçimdeki kıro bak hele çomak sokmayı da öğrenmiş diye fısıldadı. Piyanonun üzerinden nihayet kalktığımda hâlâ kendi kendine homurdanıyordu. Birden beliren bu tahtaya ben ne yapabilirdim ki? Evren onların evreniydi, yeni olan bendim ve uyum sağlamaya çalışıyordum. "O halde satranç oynamamız gerekiyor. Kazanan serbest mi kalacak yani? Kaybedersem bu odaya tutsak mı olacağım" diye onu darlarken aşırı eğleniyordum. "Senin tutsak olabileceğin tek yer benim kalbim. Felaket sahnelerini çıkart aklından lütfen." "İşte bu etkileyiciydi. Sen bir gerildin sanki? Yeniden mi masaj istiyorsun Arat Zemheri?" "Senin şifalı ellerinden ne olsa isterim kadın." İşte bu çıkışı hem komiğime hem de hoşuma gitti. Bana şey gibi hissettirmişti; annemle babamın atışmaları. Kısa bir an kendimizi evli bir çift gibi hayal ettim. Sabah uyandığım an onun zifiri karanlık gözlerinin, benim içime nasıl güneş gibi doğduğunu izlemeyi, birlikte bir şeyler paylaşırken atışmayı, aynı evin içinde soluk almayı, aynı yastığa baş koymayı... Yaşayanlar'ın dünyasında olsaydık aynı anahtarı taşımayı ve bıçağın ucunda elma kesip vermeyi de hayal edebilirdim. Çok mu romantik düşünüyordum? Tüm bunlar olmasa bile varlığı yeterdi. Zifiri karanlıkta kalsak bile onun kalbinin ışığıyla yolumuzu bulabilirdik. Çünkü onu seviyordum. Çünkü onun beni sevdiğini yüreğimin orta yerinde hissediyordum... "Oynayalım madem." "Ne? Dalga geçiyorsun? Turnuva birincisiyle satranç mı oynayacağım?" "Evet. Nesine?" Ses tonu eğlenmeye başlar gibi çıkmıştı. "Tavla oynayan dedeler gibi nesine mi diyorsun bir de utanmadan. Yazık." Gençlik bitmiş der gibi çıkan ses tonum onu güldürdü. El mahkûm beyaz taşların olduğu tarafa gittim ve yere oturdum. Arat da tam karşıma geçtiğimde oyunumuz başladı. İlk hamle beyazındı. Piyonumu hareket ettirdiğimde gözlerinin içine baktım. İçimden bir ses çok eğleneceğiz diyordu. “Şahını koru Yargı Yargıcı, hamleleriyle dans et. Her oyun bir hikâyenin başlangıcıdır.” dediğinde üzerinde altmış dört kare bulunan bu muhteşem tahtaya baktım. Ahşap taşların her biri özenle oyulmuş gibi kalitesini belli ediyordu. Yaklaşık yarım saattir buradaydık ve bu süre içinde kâh olduğum yere yattım, kâh kalktım. Oturdum, bağdaş kurdum, bacaklarımı tahtanın etrafına sardım ama asla yerimde duramadım. Bir yandan o turnuva birinci olabilir ama sen de fena sayılmazsın diye kendimi gazlarken, diğer yandan Arat'ın eğlenen ifadesi giderek sinirimi bozuyordu. "Gel üzerime çık istersen orada rahat edemedin?" "İstemez." derken ses tonum da suratım gibi asıktı. Bu huysuzluğumla onun eğlencesi giderek artıyordu. Tüm yolları zihnimde canlandırıp yaklaşık son dört hamlesine kadar tahmin ediyordum. Ama o beşinci hamleyi yapıp beni delirtiyordu. "Kumarda kazanan aşkta kaybeder diye bir laf vardır." diye homurdandığımda ise asla beklemediğim o hamleyi yaptı ve bana açık kapı bıraktı. Ben ise adeta bir çocuk küskünlüğünde şah dedim ama hamlemi yapmadım. Tam o sırada bir şey oldu. Arat tahtanın karşısından üzerime doğru bir panter gibi atladı. Doğru duydunuz panter gibi ve kazandığıma dair çıkan konfeti sesiyle aynı oranda olunca çığlık atmam kaçınılmaz olmuştu. "Üstümde ne aradığını sorabilir miyim? Neden zorladın zorladın da bilerek yenildin?" "Aşkta kaybetmek sizin özlü bir sözünüz ya da deyiminiz bile olsa bunu riske atamam." dediğinde koca bir kahkaha attım. Bana bıraktığı tek açık kapı artık mat kapısı değildi. Ben bu yolu çok kullanırdım. "Oldukça dişli bir rakipsin bu arada. Bir daha kendini asla küçümseme." "Kendimi küçümsediğimi de nereden çıkardın? Karşımda turnuva kazanını var dedim sadece. Hem biliyor musun buraya gelmeden önce kardeşim de bana bir set almıştı." Sesim duygusal bir çökkünlük ile çıktığında Arat yavaşça üzerimden doğruldu ve beni kucağına aldı. Yerde dağılmış satranç taşları bana Yaşayanlar dünyasında geçirdiğim son anı hatırlattı. Hazel'in hepsini tek tek sağa sola fırlattığını, abla beni bırakma diye feryat figan bağırdığını... Gözümden bir damla yaş düştüğünde, yolculuğu yaşam çizgimin dudaklarında son bulmuştu. "Onu çok seviyorsun." deyip beni yatıştırmaya çalıştı. “Çok." "Onu çok özledin ama yaşadığı için de mutlusun." "Çok özledim ve yaşadığı için mutluyum. Sadece onu da değil, anne ve babamı da çok özledim. Ne kadar buraya adapte olmaya çalışsam da bazen onların kolları arasında olmak istiyorum. Sanki annemin dizine yatınca ya da babam saçlarımı okşayıp her şey düzelecek kızım deyince geçecekmiş gibi hissetmek istiyorum. Arat ben ailemi çok özlüyorum." "Biliyorum güzel Yargı'm biliyorum. Hissettiğin duyguyu bugün daha çok hissettim. Belki de bu mührümüzün geliştiğine işarettir." "Nasıl yani?" diye yaslandığım göğsünden kafamı kaldırıp ona baktım. "Biz her duygulu bir an yaşadığımızda birbirimize daha çok çekilip bağlanıyoruz. Bu da mührümüzün daha çok işlemesine neden oluyor. Mührümüz genişliyor, bu da bize getirdiği güçler de genişliyor ve büyüyor demek." "Anladım." diye mırıldandım. Bir bok anlamamıştım. Sakin bir kafada değildim şu an. O da bunu anlamış gibi manidar bir şekilde güldü. Karanlık sanat odasının duvarına yaslanmış bir şekilde oturuyorduk. Işığın vurduğu tek yer odanın tam ortasındaki satranç tahtasıydı. Dağılan taşları bana dağılan ailemi hatırlattı. Bunu da ruh eşimin kolları arasındayken düşünüyordum. "Anlatsana biraz." dediğinde düşüncelerimden sıyrıldım. "Neyi?" "Oradaki yaşantını." Buruk bir gülümseme eşliğinde anlatmaya başladım. Beni tam karşısına altı. Anlatırken yüz ifademi görmek istiyormuş. Böyle bir adamın varlığına inanamıyordum. Kalbim nasıl olurdu da ona doğru çekilmezdi. "Buraya gelmeden aylar önce hasta olduğumu öğrendim. Bir anda ve hiçbir şeyim yokken. Sadece bayılmıştım ve burnum kanamıştı. Bu herkese olurdu neden bu kadar korktuklarını anlamadım. Onları o gün geçiştirmiştim ama tekrarı olunca hastaneye gitmek kaçınılmaz oldu. Tüm tetkikleri yaptıktan sonra o kötü haberi aldık. Kansersin dediler, hemen tedaviye başladılar ama ben tedaviye cevap vermek yerine daha da kötüleşiyordum." Aratın kaşları gittikçe çatılmıştı. Bu hastalığı kafasında çözmeye çalışıyordu. "Bu hastalık vücudun belli bir yerinde çıkıyor ve zehirli bir sarmaşık gibi her yerini zamanla sarıyor. Tıpkı ağacın toprağa kök salması gibi." diye devam ettiğimde "Vücudunu mu sardı? Zehirlendin?" diye sormuş bulundu. Mecaz anlamlar burada oldukça gerçek sanılabiliyordu bu yüzden gülümsedim. “Öyle değil. İç organlarını ele geçiren bir mikrop, çoğalan bir organ parçası, zaman geçtikçe büyüyor ve başka organlara sıçrıyor işte." "Acı veriyor mu?" İşte kısık sesle sorduğu bu sorunun cevabı onun asıl merak ettiği şeydi. Bir elimi yüzüne çıkarıp yavaşça okşamaya başladım. "İlaç tedavisi daha acı veriyordu. O kadar kısa sürede büyüdü ki kontrol edilemez bir hâle geldi. Hâlsiz kaldım. Canım yanıyordu. Kimseyle görüşemiyordum, dışarıya çıkamıyordum. Aylarca o küçük hastane odasında yaşadım. Bunu yaşamayan anlayamaz. Oraya da ceviz ve domates ekmiştim. Ama son gelen yasak toprakla ilgilenmemem gerektiği oldu. Bu beni nasıl yıktı bilemezsin." derken yeniden burnumun direği sızladı. O anları yaşamak oldukça zor olduğu gibi anlatması da zordu. Arat saçlarımı okşarken derin bir nefes aldım. O an anlamamıştım ama bu zorluğun en güçlü nedenlerinden biri de toprağın benim özüm olmasıydı... Babamın saçlarımı okşamasını istediğim için mi şu an aşırı şefkat hissediyordum? Saçımda gezinen eller babamın merhameti gibiydi. "Çok uzun bir süre tekerlekli sandalye ile gezdim. Onu bile kendim süremiyordum. Çünkü elimi kolumu kaldıracak dermanım yoktu. Herkes acıyan gözlerle bakıyordu bana. Bu yüzden kucakta taşınmaya çok tepki vermiş olabilirim. Bu hastalık vücudundaki tüyleri döküyor. Saçlarım günden güne azalıp yastığıma tutam tutam çıkıyordu. Kirpiklerim ve kaşlarım dökülmüştü. Her gün saçıma üzülmektense hepsini kesmeye karar verdim. Hazel'den yardım istedim. Ama o benim saçlarımla birlikte kendi güzelim saçlarını da komple kesmişti. Kapıda bizi gören annemle birlikte büyük bir ağlama krizine girdik. O ağlama krizi ilk ve sondu. Herkes bir şey olmamış gibi davranmaya başladı o andan sonra. Çünkü anlamıştık ki acı acıyı doğuruyor ve o zehirli kordon bizim boğazımıza dolanıyordu. Rahat nefes alamamaktansa daha ılımlı olmaya başladık." Arat'ın gözlerindeki hüznü gördüm. Anlattıklarım canını yakmıştı. Sadece anlatınca böyle oluyorsa yaşamak ne büyük bir yüktü. Sırtımıza kambur bırakan acılar yumağı hayatımızın her anında peşimiz de mi olacaktı? "Yaşam. Yaşam'ım. Kalbimin Kıvılcım'ı." Ellerimi kucağına aldığında tek tek bütün parmaklarımı sevmeye başladı. "Bu parmaklarınla mı acı çekti güzel yüreğin? Bunların mı dermanı yoktu?" Yutkunuşu kalbimin nehirlerine koca koca taşlar koyuyor ve serin suların akmasına engel oluyordu. Ayaklarımı nazikçe kucağına koyup bileklerimi ovmaya başladı. "Bu ayaklar mı seni bir yatağa mahkûm etmişti?" Eğilip bileğimi öpünce içli bir nefes aldım. Acı senin değilse bu acıyı nasıl içselleştirebilirdin? Arat'ın gözleri bütün acımı yaşıyordu şu an. Beni bir bebek gibi yeniden kucağına aldığında dudakları dizime, bacağıma, göbeğime, göğsümün üzerine değip en sonunda çeneme çıktı. Öptüğü her yer bedenimi sarmaşık gibi saran o zehrin izlerini silmek ister gibiydi. O da bir zaman saçlarını kazımıştı... Ağzının içinde mırıldandığı şeyi duyamadım. Ama sormadım da... Arat Zemheri benim şifamdı. Şimdi ise geçmişte yaşadığım hastalığın izlerini yok etmek gibi bakıyordu yüzüme. Sıcak dudakları kirpiklerime ulaştığında anladım. Dökülen kirpiklerimin anısına bir öpücük bırakıyordu. Kapalı gözlerimin ardına kaç öpücük bıraktığını saymadım. Saymak da istemedim. Ruhuma verdiği her şifayı tüm benliğimle kabul ettim. Bir adam vardı kirpiklerimi, kaşlarımı, saçlarımı öpen. Derdimi kendine dert edinen. Arat Zemheri, ben seni kazanmak için ne yapmıştım? Kötü bir insan değildim. Adalet duygumu dibine kadar yaşamak için yaşattıklarım haricinde. Tamam ama hangi iyiliğimin karşılığıydı? Ruhumu bu denli doyurması, kalbimi sımsıcak hissettirmesi eşliğimizin en güzel geri dönüşlerinden biriydi. "Neden gözlerime bakmıyorsun?" "Arat gözlerime bak!" "Eşsizim?" Son kelimemle ağır ağır başını kaldırdı. Gözlerinin içi kızarmıştı. "Arat." dedim hayret dolu bir nidayla. "Bunları sana acı çek diye anlatmadım. Neler yaşadığımdan bahsetmek için anlattım. Lütfen, lütfen bana böyle bakma." "Utanıyorum Yargı." "Utanmanı gerektirecek hiçbir durum olmadı. Hem insan eşinden utanır mı?" deyip cilveli bir şekilde omzumla omzuna vurdum. Ama yüzünde istediğim tebessüm olmadı. "Sen bunları yaşarken ben ne yapıyordum? Ruhumdaki sevdanın büyüklüğünü hissediyorum, biliyorum. O zaman sen acı çekerken neden bunu hissetmedim. Neden müdahale edemedim." "Hiçbir şey yapamazdın. Aynı evrende bile değildik. Buraya geldiğimde bile neler olduğunu hemen anlamadık öyle değil mi?" "Keşke acıyı bu kadar tatmış olmasaydın. Kısacık ömründe koca bir ceza gibi. Şimdi sen her yürüdüğünde, cıvıl cıvıl bir kelebek gibi her koştuğunda ben mutlu olacağım. Yargı, bu kalbe bir daha böyle bir acı girmesin." "Girmez." dedim hemen yemin eder gibi çenemi yukarı kaldırıp. "Girmez çünkü artık kalbimde sen varsın." "Ben varım değil mi? Kalbinin içindeyim, tam şurada. Bakıyım yerim rahat mıymış?" deyip biraz aşağı kaydı ve göğsüme başını koydu. "Çok rahatmış. Ölünür buraya." dedi ve ağzına minik bir tokat yedi. Sonra ise bu hoşuna gitmiş gibi güldü. Tabii ki rahattı, Çağıl olsa 'doksan beden göğüsler rahat olmayıp ne olacak?' şeklinde bir yorum yapardı. Şu an minik bir çocuk gibiydi. Göğsümde duran saçlarını okşadım. Parmaklarımın arasından akıp giden saçları ipek gibiydi. Bir erkek böyle saçlara nasıl sahip olabilirdi? Parmaklarım gözünün çevresindeki dövmesinde gezindi. Elmacık kemiklerinde dolaştı ve en son dudaklarına indi. Yeniden minik bir öpücük kazanmayı beklerken bir anda kendimi dişlenmiş bir şekilde bulmuştum. "Ahh! Seni haylaz serseri! Hain kelle seni!" "Ne? Ne? Ne?" Deyip kahkaha atmaya başladı. Bu kadar komik ne söylemiştim? Ona sataşmaya başladığımda kollarına gelen darbelerden hiç sakınmıyor, gülerek bekliyordu. Karşılık alamadığım için sıkılıp bıraktım ben de zaten. "Tamam. Hadi çıkalım şu odadan? Hem saat kaç oldu, kızlar kayıp ilanı vermemiştir umarım!" "Vermezler korkma. Yaklaşık bir saat önce gökyüzünde güzel bir şimşek çaktırdık. Mesajı almışlardır." deyip çapkın bir şekilde güldü ve kolunu omuzuma atarak beni odadan çıkardı. İşte bu şimşek meselesini unutmuştum. Eminim Çağıl siyah güneş gözlükleri ve çatık kaşlarıyla beni bekliyor ve nerede sürttüğümü merak ediyordu. Yatakhaneden uzaktaydık. Şimdi bir de o yolu geri gitmek vardı. Umutsuzca Arat'a dönüp "Sen uçabiliyor musun?" diye sordum. O da bana sen ne anlatıyorsun der gibi baktı. Evet ben uçabiliyordum ama bunu ortalık yerde yapmıyordum henüz. "Yani burada bir cadı süpürgesi, efendime söyleyeyim uçan halı falan yok mu? Tanrım ulaşım101 dersine bunun için gidip, atlarla tanışmıştım." dediğimde koca bir kahkaha attı. O gülünce otomatik olarak sitemimi unutup bende güldüm. Patika yolda çok az öğrenci vardı. Gerçi Arat'ın kahkahasından oluşan o tını kimseyi rahatsız edemezdi? Ya da etse miydi? Saçmalama Yargı kıskançlığın lüzumu yok! Sonunda gülmesini bitirip bana baktı. "Güzeller güzelim, gel seni bir öpeceğim." dediğinde ayaklarımı yerden keseceğini tahmin edemedim. Ayrıca hiç öpmemiş gibi bu da neydi? Ufak bir sevinç çığlığıyla birlikte havada birkaç tur döndükten sonra öptü ve yeniden yere bıraktı. "Bu kavramlara uzak olman seni öyle tatlı yapıyor ki. Bazı eşyalar var tabii ama öyle yaygın kullanılan şeyler değil." dediğinde başımı salladım. Olsaydı iyi olurdu. "Geç kaldıkça Çağıl'ın huysuzluğu artacak." diye mırıldandım. Sanki annem hava kararmadan eve gel demiş ve ben geç kalmıştım. "Onlarla aynı odada kaldığın için mutlusun." diye oldukça haklı bir çıkarımda bulundu. "Evet. Buraya geldiğimde öyle bir yalnızlığın içinden çıkmıştım ki ilaç gibi geldiler." dediğimde sessiz kaldı ama saçlarıma yeni bir öpücük bırakmayı unutmadı. Ben de bu hareketiyle birlikte Nova'yı çağırma fikrimden vazgeçtim. Araları hâlâ düşman surları gibi olabilirdi. Neyse sırada üçüz mühürlülerim ile söyleşi yapmak kalmıştı... Odaya girdiğimde Işıl yatağın üzerinde tırnaklarına beyaz ojesini sürerken, Pırıl çalışma masasında kitap okuyordu. Çağıl ise, gözlüklerinin altından öldürücü derecede ifadesiz gözlerle beni izliyordu. Işıl ellerini heyecanla sallayarak ayağa kalktı. Sanırım oje kurutma büyüsü yoktu... "Ee anlatsana ilk görevin nasıl geçti?" diye şakıdı neşe dolu sesiyle. "Beni kandırmaları dışında gayet iyiydi." "Kim kandırdı?" dedi Pırıl odaklandığı kitabı bir köşeye kaldırıp. "Herkes. Bana birlikte ormanda birini arayacağız dediler. Ama en başından beri arıyormuş gibi yapıyorlarmış." "İlk görevin hayalet kediyi bulmak mıydı?" Şaşıran Işıl'ın bu tepkisine anlam veremedim.
|
0% |