Yeni Üyelik
59.
Bölüm

59. Bölüm

@1scintilla

"Elbette senin için. Kalbinde sönmeyen o tek mumun ateşi için. Sana hamileyken çektiği fotoğrafları,"

"Nereden biliyorsun ben olduğumu?" diye hemen sabote etti. Çünkü şu an inanmakta zorlanıyordu.

"Çünkü sadece o seneye kadar uzundu annemin saçları. Sonrasında hep kısa kullanmayı tercih etti. Tıpkı bahsettiğin yas gibi. İlk göz ağrısıyla birlikte büyüttüğü uzun saçlarına da veda etti." İşte şimdi gözlerindeki derin sorgu kaybolmuş yerini masum bir buğuya bırakmıştı. Başını omzuna doğru yaslayıp dinlemeye devam ettiğinde tüm kalbimle sarasım geldi onu. Annemin sıcaklığını tatma fırsatı olmamıştı ama ben onun annesi olurdum. Bu yüzden onu yeniden kollarımın arasına aldım. Saçlarını okşadım ve anlatmaya devam ettim.

Annemin ona hamileyken çektiği bir sürü fotoğraftan, ona özel olarak yazdığı mektuplardan, sadece tek bir gün giydiği o mis kokulu zıbından ve ona aldığı her şeyi itinayla sakladığından bahsettim. Hiçbirini bize giydirmeyip, üstelik ikimiz de kız olmamıza rağmen hepsini ayrı bir yerde sakladığından bahsettim. Hatta bir shop programıyla doğumdan sonra ablamı kucağına aldığı fotoğrafı bizim aile fotoğrafımızla birleştirdiğini hepsini anlattım. Kimi zaman hıçkırıklarının dinmesini bekledik, kimi zaman göz yaşlarının akmasını... En sonunda ise başını göğsüme yasladığı yerde iç çeke çeke uyuyakaldı...

3 AY SONRA

Feris'in canımdan ve kanımdan öte olduğunu öğreneli birkaç ay olmuştu. Mevsim çoktan değişmiş ve kendimizi birden kış mevsiminin kollarında bulmuştuk. Sorunumuz şuydu ki burada kış çok çetin geçiyordu. Kuru ayaza alışıktım fakat kemikleri donduran bir ayazı nutkum tutulurcasına seyrediyordum. Bu yüzden kostümcü bize yeni ve oldukça kalın kıyafetler göndermişti. Üstelik o yılan gibi hareket eden mezurasıyla gelmemişti ve buna aşırı mutlu olmuştum.

Feris... Benim güzeller güzeli ablam. Ama yanında asla abla demediğim can içim, candan ötem... Kendini bana karşı sorumlu hissetmesi hâlâ bitmemişti. Kendimize haftada bir gün ayırıp abla kardeş günü yapıyorduk. İçimde ona karşı bolca sevgi olduğundan ablam olduğu gerçeğini kabullenmem ve alışmam hiç zor olmamıştı. Beni bir an yalnız bırakmak istemiyordu.

Hazel'in yeri bende her daim çok özeldi, yılların sevgisini bir anda ikiye bölemem sanıyordum ama, günler hatta haftalar içinde kalbim iki kardeşin sevgisini eşit bir konuma getirmişti.

Şimdi ise Profesör Layal'in özel davetine gidiyorduk. Söylentiye göre bazı öğrencileriyle arada özel yemekler yer, toplantılar ve durum değerlendirmesi yaparmış. Kimlerin katılacağı listeyi açıklayacağı zaman herkes heyecanla beklemişti. Ancak birçoğu hayal kırıklığına uğradı çünkü Layal üç evrede insan ruhu dersinin eğitmeniydi, biz buna üçevinruhu diyorduk kısaca. Vezirlerin baş eğitmeniydi ayrıca. Yani bu özel yemek safsatası koca bir hikâyeydi. Diğer gruplara dağılan vezirleri toplamak için yapılmış zihinsel bir şovdu.

Diğerlerine umut vermek gibi oluyordu ama her zaman her şeyin açıklaması olmayacağını ve herkesi memnun edemeyeceğimizi buraya gelince daha net öğrendim. Kulağıma gelen fısıltılara göre Layal daha önce bu yemeklerde yüzünü açıp gösteriyormuş, ama bana göre koca bir yalan ve aldatmacaydı. Layal gizemli ve havalı bir eğitmendi, dişil enerjisi yüksek bir kadındı. Gözlerini şimdiye kadar kimse görmediği gibi, bu etkinliğe gitmek için üçe beş katıp birbirlerini çıldırtıyorlardı sadece.

Bu benim ilk özel davete katılışım olacaktı. Kale grubuna gelen kenarları yanık mektup zarfında adım okununca, birkaç kişinin meraklı ve inanamaz gözlerle bana bakışını gördüm. Yaşamayanlar dünyasına geleli uzun zaman geçmişti, ne yazık ki bunu kimse algılamak istemiyordu. Başlangıç seviyelerini çabucak geçtiğim için ilerlemem kısa sürüyordu. Bir de sanırım Arat Zemheri'ye daha çok yaklaşmak için kendimi hırslandırıyordum.

Bilgiye aç ruhum herkese sorular sorup, sorduğum her sorunun ruhunu emene kadar cevap arıyordu. Yetmiyordu gece kütüphaneye gidiyordum. Arat bana kendince önemli bulduğu kitapları ve not defterini getiriyordu. Yazısı inanılmaz derecede okunaksızdı. Ama benim de ondan kalır yanım olmadığı için harfleri çözer çözmez zorlanmadan okumaya başladım. Kütüphaneye kızlarla sırayla gidiyorduk. Aynı zamanda savunma eğitimi almaya devam ediyor ve kendi ekibime de bunu öğretmeye çalışıyordum. Ne kadar Yaşayamayanlar'dan insanı hayata kazandırırsak o kadar iyiydi. Onlar da bunu bir iş gibi görmeyip artık kaliteli zaman geçirmeye başladılar.

Akşam yemeğinden sonra üçüzlerle birlikte odaya çıkmış ve giymem gereken o kombini bulmaya çalışıyorduk. Onlara göre aşırı havalı bir davet olduğu için kimseden bir eksiğim olmamalıymış. Işıl tüm neşesiyle dolabın önünde bülbül gibi şakırken, Çağıl güneş gözlüklerinin arkasından bize boş bakışlar gönderiyordu.

Davete eski çağ kıyafetleriyle katılmak daha önemli olabilirmiş. Neden bilmiyordum ama Pırıl öyle söylemişti. Eh benim de uzun etekler ve elbiseler oldum olası hoşuma gittiğinden, işime gelirdi. Güpürlü ve kolları lastikli bir gömlekten sonra uzun korse bir etek giymiştim. Korsenin iplerini Işıl tüm gücüyle sıkarken buna gerek olup olmadığı anlamadım. Zira nefesi bir yerlerimden alacaktım. Düğmeleri açık olan ve biraz dekolte veren gömleğim, Çağıl'ın gelip tek tek boğazıma kadar kapatmasıyla artık dekoltesiz olmuştu. Kızlar buna kıkırdarken ben göz devirmekle yetindim. Üzerime attığım kahverengi kalın pelerinden sonra hazırdım.

"Bak davetten sonra mutlaka buraya gel ha, durum değerlendirmesi yaparız." diyen Işıl'a gülümseyerek baktım. Artık bazı geceler kale grubundaki yatakhanemde kalıyordum ve kelimenin tam anlamıyla beni paylaşamıyorlardı. Yaşayanlar'ın dünyasında böyle bir hisle hiç karşı karşıya gelmediğim için derin bir sevgi ve kıskançlıkla sarmalanıyordum. Açıkçası biraz da hoşuma gidiyordu. Ben mi? Ben ise herkesi seviyordum. Kalbim dolu doluydu. Kocaman bir ailem olmuştu, gerçek bir aile. İyi ve kötü bütün zamanlarımda yanımda ve bana destek olan bir sürü dostum olmuştu. Bundan aşırı memnundum.

Kızlara havadan bir öpücük attığımda Çağıl hemen kusar gibi yaptı. Daha doğrusu benden kaçıyordu. Ona sırıtıp hafif kabarık eteğimin yumuşak kumaşını tuttuğum gibi aşağı indim.

Yatakhanenin dışına çıktığımda pelerinine sarılmış bir adet Arat Zemheri gördüm. Yüzümde oluşan kocaman bir gülümsemeyle hızlı adımlarla ona doğru gittim ve boynuna atıldım. Vücudunda gözlerinden sonra belki de en sevdiğim yer nazik elleriydi ve o eller şu an belime dolanıp beni havada birkaç tur çevirmeye başladı. Neşeli kahkahalarım Arat'ın öpücüğü ile son buldu.

"Sanki günlerdir görmemişim gibi özledim, inanır mısın?"

"İnanırım." dedim büyük bir hevesle. "Çünkü ben de seni özlüyorum, görmediğim her gün, her saat, her dakika. Kalbime ektiğin bu siyah opal taşı gözlerinin tohumları sürekli kendini hatırlatıp tüm benliğimi sarıyor."

"Kalbine ektiğim tohumlar demek. Bak bu etkileyiciydi. Ama bu tohum alanını biraz çoğaltalım derim ben." dedi burnu saçlarımın üzerinde gezinirken.

"Ne demek istediğinizi inanın anlamıyorum Zemheri Bey. Şimdi beni derhal Layal'in davetine götürün geç kalmak istemem."

Arat keyifli bir gülüş sergiledi. "Ne oldu utanan sen mi oldun bu sefer. Benimle olan konuşmaların dün gibi aklımda oysa."

"Bana bakın bayım. Benim damarıma basmayın sizi bir utandırırım, kulaklarınıza kadar kızarırsınız."

"Tamam biricik leydim. Kibarlaşmaya başladığına göre sinirlenmeye de başlıyorsun. Lütfen girin koluma ki sizi bu davete derhal götürebileyim."

Evet sinirlendiğimde babamın kızı özelliklerimden birine girip kibar kibar giydiriyordum. Arat şu an içimden geçenleri bilse, giydirmeyi değil zıt anlamını tercih ederdi. Zira o utangaç adam, utanma evrelerini git gide açıp benim de sınırlarıma işliyordu.

Havanın nefes kesen soğuğunu ondan ayrılınca daha iyi anlamıştım. Kalın pelerinime sıkı sıkı sarılıp yola devam ettim. Zaten az ilerde atlarımız bizi bekliyordu. Arat'ın kehribar rengi atı ve benim siyahlar içindeki Karaka'm. Yelelerinin ve kuyruk kısmının birazında beyaz tüyleri vardı. Tıpkı bana özel yaratılmış gibi. Bugüne kadar kimseyi seçmemesinin bir nedeni buydu zaten.

Geleceğimi hissetmesi...

Burada bazı eşyalar ve hayvanlar bizi seçiyordu. Biz onları değil. Bu garip hissettirse de hoş bir duyguydu. Sana özel bir şeylerin varlığının olması.

Arat'ın yardımıyla atımın üzerine bindim. Açılan bacaklarıma sert rüzgâr anında nüfuz ettiğinden kısa bir ürpermiştim. Arat ise pelerinimi üzerimden daha sıkı sarıp açılan boşlukları ivedilikle doldurdu.

Birlikte yola çıktığımız zaman nereye gideceğimizi çok merak ediyordum. Eğitmenlerin de kendine özel bir yatakhaneleri var mıydı yoksa ayrı evlerde mi yaşıyorlardı?

Ellerime taktığım siyah nubuk eldivenler olmasa bu ayazdan kuruyup gideceklerdi. Neyse ki özel iksirler ve kremler vardı. Bu sorunu kökten hallediyorlardı. İşte büyünün sevdiğim can alıcı kısımları bunlardı.

Zihnimdeki soruları cevaplayıp biraz da olsa ısınmak için Arat'a döndüm.

"Sence bu özel yemek lakırtısının ardında ne var? Daha önce katıldın mı?"

"Özel görevler var. Daha önce katılmadım çünkü ben genelde bireysel çalışırım. İlla ekip ruhu olan görevlere ise bizim çocuklarla katılıyorum."

"Özel görevler mi? Geçen ki gibi hayalet kediyi bulmak gibi mi?" Gerçi ondan sonra daha farklı görevlerde de denenmiştim ama ilkin tadı başkaydı.

"Onlar sınamak içindi, bunlar gerçek görev. Ayrıca kırmızı alarm verildi. Bu bir sorun var anlamına geliyor. Sorun her neyse onu çözmek için toplantıya gidiyoruz."

"Neden bireysel katılıyorsun?" diye yeni bir soru yönelttim.

"Çünkü kendi işimi kendi başıma halletmeyi seviyorum. Kimseyi çekmek istemiyorum. Boş muhabbetleriyle beynimi doldurmalarından nefret ediyorum. Ayrıca illaki bir falso veriyorlar. Sessiz olun diyorum ses yapıyorlar." Küçük bir çocuğa dönüşmüştü ve bana onları şikâyet ediyordu. Bu soğuk havaya rağmen içim ısındı bu haline.

Kızların başta söylediği gibi kimseyle ilgilenmemesi, muhatap olmaması doğruydu. Çünkü kimseye tahammül etmek istemiyordu. Arat anlattıkça gelen gülmemi bastırmaya çalıştım. Konuşa konuşa geldiğimiz için yol oldukça kısa sürmüştü.

Fakir ruhum ev mi yatakhane mi derken koskoca bir şato ile karşılaştı. Simsiyah kasvetli gözüken bu şato bir tık Layal'e benziyordu da... Ürkütücüydü.

Taş yolu atlarla gidebildiğimiz kadar gidip, onları korunaklı ve kapalı bir alana bıraktık. Zaten burada birkaç at daha vardı ve tahminime göre diğer misafirlere aitti.

Gün çoktan batmıştı ve yukarıdaki ay ışığından başka bir aydınlatıcımız yoktu. Tabii bir de sevgilim vardı. Benim için şimşek çaktırıp yolunu aydınlatabilirdi. Sevgili gibi sevgiliydi...

Pelerinime sıkıca sarılıp keskin rüzgârdan kurtulabildiğim kadar kurtuldum. Bu noktada yardımıma yaşam çizgim yetişmişti. Beni kendi pelerinine bir kat daha doladıktan sonra yürümeye devam etti. Zaten gözümü ondan alamıyordum. Siyah takım elbisesinin içinde nefes kesici görünüyordu. Yeleğinin düğmesinden cebine kadar uzanan köstekli saati onu gözümde daha da çekici yapıyordu. Bir saat gözüme hoş gelebilir miydi? Arat Zemheri'nin üzerindeyse gelebilirdi.

Ben bunları düşünürken o bizi hızlı adımlarla girişe yönlendirdi. Büyük demirden kapı bizi görünce ortasında bir ışık belirdi. Acaba içinden mektup mu çıkacak diye beklerken Arat elini kapıdaki ışığın tam ortasına bastı. Sonra yanında bir ışık daha belirdi. Gözlerimiz buluşunca eldivenimi elimden çıkardım ve anında kapıya bastırdım. Bu soğukta kemiklerimin donmasına gerek yoktu. Yeşil ışık ben de elimi koyduğum zaman mavi renge dönüştü ve bir tık sesiyle kapı açıldı. Masum zihnim zarf belirmesini beklerken biz bir kilidi açmıştık.

Ama daha önce yatakhanenin kapısından böyle bir ışık ve ardından mektup zarfı girmişti. Daha fantastik düşünemiyordum, ta ki görene kadar.

Kapı korku filmini aratmayacak bir gıcırtıyla açıldı. Profesör Layal'e de ancak böylesi yakışırdı zaten.

Dışarıdan şatoya bakınca eskimiş, duvarları dökülen, rutubet ve küf kokusuyla karşılaşmayı bekleyebilirdiniz, ancak bizi saran mis gibi bir gül kokusu oldu. Sanki gül tarlasının yanından geçiyor gibi huzurla doldu içim.

Girişte pelerinlerimizi koyduğumuz dolap biz geri çekilir çekilmez duvarla uyum sağlayıp kaybolmuştu. Tamam şaşırmıyordum ama bu tarz şeyler beni hâlâ küçük bir çocuk gibi heyecanlandırıyordu.

Mum ışıklarını takip edip büyük ve ihtişamlı bir salona giriş yaptık. Yuvarlak yemek masası salonun tam ortasında duruyordu. Geniş ve oldukça ağır gözüken sandalyeler masayla uyumlu bir şekilde gösterişini sağlıyordu. Beni hiç şaşırtmayan bir detay vardı ki o da sandalyelerin ucunda kıvrılan yılan motifiydi. Çatallı dilini dışarı çıkarmış sanki canlansa bir anda boynuna dolanıp sana saldıracak gibi duruyordu. Kuyruğu ise sandalyenin diğer ucundaydı. Sandalyeye oturmak biraz şey istiyordu açıkçası. Göt.

Profesör oldukça nazik bir biçimde ayağa kalktı ve "Hoş geldiniz benim sevgili vezirlerim. Akşamın dinginliği üzerinizde olsun. Lütfen oturun. Tamamen zararsızdırlar." dedi özel bir espri yapar gibi. O sırada elbisesinin eteklerinde dolanan siyah kaygan yılanına bakıyordum. Onu gördüğümün kesinlikle farkındaydı. Dudaklarının kıvrıldığını görebilmiştim. Başında büyük siyah bir şapka ve onun altında da gözlerini kaplayan bir tül vardı. Şapkası yine gözlerinin önüne kadar geliyor fakat bu ona asla engel olmuyormuş gibi görerek hareket ediyordu. Siyah ruju ve tırnakları dikkat çekiciydi.

Bize özel ayrılan yere oturduğumuzda boşta kalan dört sandalye daha arkamızdan gelen kişilerle doldu ve tamamlandık. Tanıdık simalar kadar tanımadık simalarda vardı. Sanırım toplamda yirmi kişi falan vardık. Belki biraz daha fazla, saymaya utanmıştım. Küçükken de böyleydim. Ne vardı kapının kıyısından çay bardağı çıkarmak için parmağımla insanları sayıyorsam!

Pera, benim beyaz güzelliğim Layal'in yanında duruyordu. Sofya, Boğa ve şerefli Şeref’i sandalyelerin arasından seçebiliyordum. Işıl'ın dediği gibi herkes bu tarzda bir kıyafet giymişti. Oldukça güzel duruyorduk. Güzel ve orta çağdan fırlamış gibi. Bir tek Layal bize uygun değildi. Vücut hatlarını saran siyah ve sıkı bir elbisenin içindeydi. Oldukça modern ve göz alıcı.

 

Loading...
0%