@1scintilla
|
Merakı bir kenara bırakıp Arat'a yaklaşmaya çalışan küçük çalının da gözünü çıkardı Yargı. Bu direkt yok ediyordu. Boynuzları kırılınca ağlamaya başlayıp herkesin sinirini bozuyorlardı. Arat dönüp ona çapkınca göz kırpıp işine devam etti. Şu alanın ortasında bile Yargı'yı es geçmiyordu. Biraz da Yargı şov yapıp onun yanına geçmek istedi. Bu isteği sırt sırta vermeleriyle son buldu. Yaklaşan her yaratığı savuşturup yollarını temizlediler. Başarılı bir ekip oldular. Boğa yolunu temizlemiş, Sofya'nın uyuttuklarını sonsuz uykuya göndermeye çalışıyordu. Düşününce sonradan karşılarına çıkmamaları için bu şarttı. Tek zorluk çeken Owen gibi görünüyordu onun yanına da Pera gitmişti. Kendisi yılanının yanında duruyordu çünkü tek bırakırsa canavarla kimin mücadele ettiği bilinmezdi. Bu da demek oluyordu ki yılanı Yargı'dan başka kimse görmüyordu. Artık bundan emindi. Boğa, Pera'nın gittiği yöne bakıp kaşlarını çattı ve bir süre sonra o da Owen’a yardım etmeye başladı. Bir yandan da onu sinir edecek şeyler bulmaya çalışıyordu. "Senin gücün falan yok mu birader? Ne bu haller edalar?" Owen şaşkınca Boğa'ya baktı. Ne saçmalıyordu bu adam? Onlara zarar gelmesin diye gücünü kullanmazken gelip bir de dalga mı geçiyordu? Boğa hadsiz ve geveze bir insandı. Owen’ın gözünde bir kez daha netleşti bu durum. Etrafına hızlıca göz gezdirdiğinde hepsinin en az iki tane aptal çalı ile uğraştığını gördü. Duyabilsinler diye yüksek sesle konuşmaya başladı. "Herkes karşısındaki çalıyı ortaya doğru getirmeye çalışırsa hepsinden aynı anda kurtuluruz. Aksi taktirde gücümü kullanmam çok zor." Son dediğini Boğa'nın yüzüne bakarak konuştu. Fakat Boğa'nın odağı o değil, ardasındaki Pera idi. Tamam, yardım etmişti hâlâ neden gitmiyordu? Şeref ise bir köşede üzerine gelen boynuzlu çalılarla dalga geçmekle meşguldü. Gözleri aynaya dönmüş ışıl ışıl parlarken o sadece sırıtıyordu. Cebinden çıkardığı aynayı yansıma gücüyle birleştirip kullandı. Aynanın yansıması gözlerindeyken karşı tarafa da kendini gösterdi. Yaptığı tek şey öylece ayakta durmaktı. Karşıdan gelen çalı gözlerindeki aynada ona da biri saldırıyor sanıp heyecanlı ve panik hareketler yapıp kendine zarar veriyordu. Bu durumda Şeref'e pek bir iş düşmüyordu. Kalan çalıları ortaya kıstırma taktiği kullanarak Owen’ı dinlediler. Boğa içinden dalga geçerken diğerleri onun gücünü düşündü. Bu zamana kadar hiç görmemişlerdi. Owen çevreyi kolaçan ettikten sonra bir adım geri çekilip gözlerini elindeki kılıca yoğunlaştırdı. Bu sırada yanına geçen Şeref onu korumaya aldı ki odağı bozulmadan işini halledebilsin diye. Şimdi saldırı yapmayıp sadece savunmada kaldılar. Birkaç saniye sonra ay ışığı altında garip bir yansıma oldu. Owen’ın kılıcı büyüdü,büyüdü,büyüdü... Büyüdükçe parladı ve neredeyse hepsinin gözünü aldı. Kolsuz çalılar bu ışık kaynağına bakamadılar. Bir anlık boşluklarından yararlanan Owen "Geri çekilin! Çabuk." dedi ve herkes olabildiğince geri durdu. En geride duran Yargı idi çünkü Arat yetmemiş gibi bir de kendi arkasına almıştı. Owen elinde inanılmaz boyuta ulaşan kılıcı ustalıkla sallayıp hepsinin tek hamlede o koca gözlerini bedeninden ayırdı. Uğultulu bir gürültü duyduktan hemen sonra ses kesildi. Şimdi devasa kılıcın içinden geçmiş bir sürü göz vardı. Bu görüntü çoğunun midesini bulandırsa da çaktırmamaya çalıştılar. Onun özelliği nesneleri büyütmek ve bunu kontrol ederken asla zorlanmamasıydı. Bu özellik inanılmaz işine yaramıştı bu zamana kadar. Şimdi ise kalan çalıları tek darbede sildi. Son hamleye kadar gücünü kullanmadı çünkü içlerinden birine zarar gelsin istemedi. İşte ekip ruhu buydu. Yaşam Yargı Yargıcı Hepsi bittiğinde derin bir nefes alıp kendimi yere bıraktım. Yorulmuştum. Ördüğüm saçlarım dağılmıştı. Ama iyi bir eğitim olmuştu. En azından teori değil pratikte neler olabileceğini görmüştüm. Ellerim toprağı bulduğunda artık huzursuz hissettirmiyordu. Arat sorar gözlerle bana bakınca sırıttım. Yanıma gelip gözlerimin üzerinden öptü ve kendini yere attı. "Nasıldı?" "Harika." "Demek harika?" "Acemiliğimi attım fena mı oldu?" "Yenge sen acemiliğini atarken benim götüm de üç buçuk attı yemin ediyorum." dedi Boğa. Ama der demez ufak bir çarpılma yaşadı. "Doğru konuş çarpmayım belanı!" Şeref buna gülerken "İnanılmaz orijinal bir küfür. Kalıplaşmış bir sözcük ve sıfır tehdit. Bayıldım buna ben." dedi. Haklıydı. Çarpardı ve nitekim çarpmıştı da. "Her şey benim başımın altından çıktı sanırım." "Sakın o toplara girme bu sen değil herhangi birimiz olabilirdik. Hem bakalım önümüze daha neler çıkacak?" Arat daha ağzını bile açamadan Pera onu durdurmuş ve beni de bir güzel paylamıştı. Çantamdan mataramı çıkarıp kana kana su içtim. Birazı çenemden aşağı dökülürken Arat'ın gözleri giden yolu takip etti. Ona hayırdır der gibi baktığımda yapmacık bir gülüş kondurdu dudaklarına. Bir şeyler atıştırıp yola devam ettik. Dinlenelim diye oturduğumuz yerden daha çok yorularak çıktık. Haritayı yeniden inceledik ve elimizdeki beyaz at taşıyla daha yakın hissettiğimiz yöne doğru yürüdük. Hava iyice aydınlanana kadar da durmadık. Güneş tam tepeye vardığında ise atları bizden uzak güvenli bulduğumuz bir bölgeye bıraktık ve kendimiz için uyuyacak bir alan bakmaya başladık. Bu alanın bir ağacın üzeri olduğunu tahmin edememiştim. Prenses bünyem yatak mı istiyordu emin değildim ama, ağaç bir tık şaşırtmıştı. Arat uzun ve kalın gövdeli bir ağaç bulup incelemeye başladı. En sonunda karar vermiş olacaktı ki kafa salladı. Biz ikiye ayrılmış, Sofya ve Şeref diğer ikili olarak başka bir yere gitmiş ve kalanlar da kendine uygun ağaç arıyorlardı. "Bence bunu sen yapabilirsin." "Neyi?" "Ağacın kökleri toprakta. Sen ise toprağa hakimsin. Şimdi iki elini birden ağacın üzerine koy ve beni tekrar et." Im'perveniens te (Ulaşıyorum sana) Ad terram radicibus (Köklerdeki toprağa) Accipe me huic arboi (Çıkar beni bu ağaca) Ellerimi geri çektiğimde ağaçta ufak hareketlenmeler oldu ve gövdesinden bize basamak olarak kullanabileceğimiz bir çıkıntı oluştu. Arat'a baktığımda yüzünde memnun bir gülümseme vardı. "Toprağı işe karıştırıp çağırmak daha kolay oldu. Bunu ben yapamam mesela. Daha farklı yollar denemem gerekir." Bu da benim yeteneğimdi. Sanırım övünmem gereken yer bu kısımdı. Önden ben çıkıp ağacın kalın dalına oturdum. Sonra Arat yanıma geldi. Çantasından çıkardığı ipi uzattığım ayaklarıma ve bacaklarıma dolayarak bir şeyler söyledi. Öğlen saatlerinde olduğumuz için soğuk olmayan havada hafif bir rüzgâr vardı. Göz kapağımı öpüp "Artık uyuyabilirsin dinlenme zamanı." dediğinde gözlerimi çoktan yummuştum. YAZARDAN Arat, Yaşam'ının uyuyakalmasını müthiş bir zevkle izledi. Saçları, gözleri, kirpikleri hatta aldığı nefes bile o sevsin diye yaratılmıştı sanki. Emin olduğu bir şey daha vardı. O da mühürleri olmasa bile ona yine aşık olacağıydı. Kalbi kendisi kadar hassas olan bu kadının, bunca yıllık ömrüne yollanan şifa gibi bir hediye olduğunu düşünüyordu. İple sıktığı bacaklarını biraz gevşetti. Sonra tekrar sıkılaştırdı, emin olamadı ve yeniden gevşetti. Uyandığında kangren olmasını istemezdi. Onu ilk defa uyurken bu kadar yakından ve dikkatli inceleyebiliyordu. Dudakları hafif aralık dururken kafası da omzuna düşmüştü. Bugün gerçekten pratik yapmıştı Yargı. Arat'ın bir eli onun üzerinde olsa da iyi iş çıkarmıştı. Saç teliyle özümsenen kılıcı ve hançeri ona çabuk uyum sağlamış ve bu da boynuz ayaklarla iyi idare etmesine yaramıştı. Evet aptal çalı yaratığının asıl adı buydu. Soğuk hava öğlenin sıcağında bile ruhlarını donduruyordu. Güneş ısıtmak için değil aydınlatmak için var olmuş gibiydi. Arat omuzuna astığı çantasının içinden ince bir örtü çıkardı. Bu örtü hava ile teması kesmeye yarıyordu. Biliyordu üzerinde termal giysi olduğunu ama yine de örtmek istedi. Derinlik büyüsü yapılan çantasının içinden eline takılan şekerlerle dudağının ucu kıvrıldı. Yargı bu minik portakallı şeyleri çok seviyordu. Turuncu renge aşıktı, Arat da ona... Mutlaka bir yerine turuncu bir eşya iliştiriyordu. Bu bazen minik bir toka oluyordu, bazen bir yüzük, bileklik. Arat onu gördüğünde heyecanlı bir yapboz gibi turuncuyu arıyordu. Neresine takmış diye düşünüyordu sürekli fakat bulamadığı anlarda oluyordu. İşte o zaman aklına farklı fikirler geliyordu. Bu fikirler kendini dizginlemesini oldukça zorlaştırıyordu. Yargı zaten onu zorluyordu. Kadınsı gülüşü, ses tonu, konuşurken ellerini farkında olmadan ona dokunması, her bir teması Arat'ın içine işliyordu. Derin bir araştırma yapmıştı, ruh eşi olacağını öğrenince. Yazılan bazı şeyler okurken hoşuna gitmese de Yaşam'ını görüp biraz vakit geçirdikten sonra oldukça ilgisini çekmeye başlamıştı. Kendi bir başkasına asla çekim hissetmemişti, Yaşam da öyleydi. Üstelik Arat bunu en üst seviyelerde yaşıyordu, midesi bulanıyordu bir başkasına kapılacağı fikrini duyunca. Aradaki engeller zamanla kalkar diyordu kitapta, ruhen, konuşurken, hissederken. Başlarda böyle olmayan Yaşam, ara ara arsızlaşıyordu. Öyle ki bu Arat'ı utandırıyordu bile. Herkesle ve her şeyle dövüşen, hazır olan, taştan sandığı kalbine kimsenin dokunamadığı yere bir güzel dokunulmuş hatta yuva yapılmıştı. Birbirlerine olan çekimleri özeldi. O kadar az kişi de oluyordu ki bu, bir efsane olarak doluyordu insanların kulağına. Arat da başta öyle sanmıştı. Mühürler kitabını okurken saçmalık diyerek sağa sola savuşturduğu çok olmuştu. Ama başına gelmeyen anlamazdı işte. Özellikle yıllardır burada yaşayıp görebildiği çoğu şeyi gören Arat bile nasıl vurulduğunu anlamamıştı. Yargı için daha zordu buraya alışmak, burada yaşamak. Geceleri elinden geldiğince anlayışlı olacağı konusunda kendini ikna ediyordu. Başlarda karşısına çıkmamak için zor direniyordu hatta. Aklı karışmasın diye. Feris de böyle yapmıştı. Zaten bir masalın içine gözlerini açtığını düşünen Yargı'nın daha fazla duygu durumu ve düşüncesiyle oynamamalılardı. Feris karşısına çıkıp bir kere söylemeye niyetlenmişti ama Arat durdurmuştu onu 'henüz hazır değil' diyerek. Yeniden düşüncelerinden sıyrılıp etrafı kolaçan etti. Görünürde bir şey yoktu. Aklına gelen diğer şey ile elini yeniden çantasına attı. Bunu turnuvada kazandığı ödülüyle istemişti şahtan. Şah buna şaşırsa da isteğini yerine getirmiş, kalbi koruyan özel tılsımdan bir tane daha üretmişti. Neticede Arat, şah için önemli bir kişiydi. Bu büyüyü bilen aralarında çok kişi olmadığı gibi başkalarının isteme imkânı da yoktu. Arat eline aldığı halkayı Yaşam'ının sol göğsüne doğru götürdü. Onu uyandırmadan hafifçe bastırıp koruyucu büyüyü yaptığında artık kıyafetle bütünleşen koruyucu çember, Yargı'nın kalbini de koruyordu. Bunu ona ilk defa savunma eğitimlerinde vermişti. Kalbine gelen darbeden korunsun diye. Arat ona genelde, Yaşam'ım diye sesleniyordu içinden. Bazen dışından. Sinirlendiği ya da ima yapacağı zamanlar Yargı Yargıcı diyordu. İsmini çok seviyordu Yaşam'ının. Çünkü kendi isminin anlamı ölümdü. Ölüm ve Yaşam evrenin dengesiydi, ince bir ipin üzerinde cambaz gibi gideceklerdi bu saatten sonra. Bir de Kıvılcım diyordu, kalbinin kıvılcımıydı onun çünkü. Öyle derin çarpmıştı ki onu, neye uğradığını şaşırmıştı. Kalbine ilk kıvılcım Yaşam'ı tarafından verilmişti. Onun kalbini de güvene aldığına göre artık birkaç dakika gözlerini kapatıp bilinçdışı kalmasında bir sorun gözükmüyordu. Gözlerini kapatmadan evvel aklına gelen düşünce şu oldu; Arat'ın bilip Yargı'nın henüz bilmediği şey ise ruh eşlerinin neden bir arada durmayıp ayrıldığıydı.
|
0% |