Yeni Üyelik
64.
Bölüm

64. Bölüm

@1scintilla

Bölüm 5. Karga Değişeni

 

 

Gerçek, dışarıda keşfedilmesi gereken bir şey değildir; içeride fark edilmesi gereken bir şeydir.

Osho

Sırtımdan kanatlar doğurduğumu biliyordum ama bunun adına değişen dediklerini bilmiyordum. Bize saldırmaya çalışan karga sürüsünden kurtulmak için kanatlarımı çağırdığımda, savunmaya hiç gerek kalmadan kendileri durmuştu. Üstelik onların soyundan geldiğimi iddia ettikleri için “efendim” diyerek, öyleyse efendileri bu savaşta onları yanına çağıracaktı.

YAZARDAN

Owen’a yardım eden Pera'yı dikkatle izliyordu Boğa. 'Nereden çıkmıştı bu çocuk onların ekibine' diye düşündü. Aslında yalan yok onun ismi açıklandığında bize eğlence çıktı demişti. Çünkü Yargı ile Arat arasında atışmalar olacaktı ve Boğa'da gülecekti. Ama öyle olmadı, çünkü Pera onu tek bırakmadan yanına gidip yardım etti ve Owen da bu yardım karşısında teşekkürlerini sundu, hâlâ sunmaya devam ediyordu.

Ne vardı o götten bacaklardan biri boynuzunu münasip bir yerlerine değdirseydi. O zaman bu kadar rahat konuşamazdı. Bir de kibardı utanmaz. Pera'nın yüzünden gülümseme eksik olmuyordu. Boğa onların arkasından hırslı hırslı yürürken bir yandan da kendini dolduruyordu. İstediği gibi bir ağaç bulduğunda ise kılıcını kınından hızla ayırdı ve çıkan ses öndekilerin durmasına yol açtı.

"Ne oluyor bizi mi doğramaya karar verdin?" Pera'nın gülüşü alaycıydı.

"Uygun bir yer buldum. Bu ağaca çıkıyoruz." dedi Boğa kaşları çatık bir şekilde.

"Oraya hepimizin sığacağını sanmıyorum." diyen Pera elini koluna kavuşturmuş ve itiraz etme moduna girmişti. İçten içe güldü buna Boğa. Düşünmüştü zaten ayrılmaları iyi olmazdı. Ama aynı ağaçta yatacak kadar da uzun boylu değildi.

"O ileriye gidecek zaten. Bak tam minicik fıçıcık içi dolu turşucuklar için ayrılmış bir yer var."

Owen koca bir kahkaha attı bu lafı duyunca. O mu minicik fıçı- neydi o saçma söz öyle. Heybetli bedeniyle karşısında dikilirken Boğa'nın da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Gözlemleri kadarıyla hoşlanıyordu Pera'dan. Ama aynı zamanda tersleyip kedi köpek gibi kapışıyorlardı. Bu tekniğin yolu yanlıştı. Bu yüzden olaya bir el atmaya karar verdi Owen. Pera'ya biraz ilgili davranıp nabız yoklayacaktı.

O sırada gizli bir üçgenin diğer ucuna sözleşmiş gibi gitti Sofya ve Şeref. Şeref hiç susmuyor Sofya bu duruma deli oluyordu. Elinde olsa kulak tıkama büyüsü yapardı ama kendini düşman bölgede sayıyor ve frenliyordu. Çantasından küçük bir salkım üzüm daha çıkardı. Tam ağzını havaya kaldırmış üzümleri iştahla ısıracaktı ki "Kaç kilo taşıyorsun o çantada merak ediyorum?" diyen Şeref'i duydu. Gözlerini devirmemek için kendini zor tutarak küçük bir salkım da ona verdi belki susar umuduyla. Şeref üzümleri kabul etmedi. İşte bu biraz şaşırtıcıydı.

"Teşekkür ederim ben pek sevmem." Ses tonu biraz hüzünlü gelse de Sofya aldırmadı. Umurunda olan tek şey kayıp taşı bulup yatağında yayılmaktı. Bir iki adım önüne geçti Şeref'in ama hüzünlü ifadesini de silmek istedi. Ayın parlak ruhunu çağırıp yanındakinin kasvetini götürmesini rica etti.

Şeref ise kaldığı yerden konuşmaya devam etti.

"Sence kaç gün daha buralarda oluruz?"

Soğuk hava ellerini biraz üşütürken düşündü Sofya, kaç gün daha burada kalırlardı? Umarım bir haftayı geçmezdi. En son gittiği görev neredeyse yılmasına neden oluyordu.

"Bilmiyorum şerefli. Temennim dört gün sonra eve dönebilmek."

"Umarım dört gün sonra kuş tüyü yastığıma sarılıp yatmış olurum."

Kazık kadar adamın kuş tüyü yastıkta yatmasına inanamadı Sofya. Ona yastık olsa yeterdi. Kendi yastığı ne tüyüydü acaba? Bu adam fazla mı detaycıydı?

Nihayet buldukları bir ağacın dalına konumlandılar. Kendilerini de koruyucu büyü alanına almayı ihmal etmediler. Ayrıca çantalarında iksirler vardı ama daha kötü durumlar için sakladıklarından kullanmak istemedi ikisi de.

"Uyumayacaksan bana yükselen burcunu söylesene?" Şeref yine duramamış meraklı hallerinden birine girmişti. Sofya derin bir nefes verdi.

"Burada böyle şeylere inanmayız. Geldiğin yerle arandaki bağ uzun zaman önce kopmuş olmalıydı. Ne diye böyle şeyler sorup duruyorsun?"

"Çünkü cici kız sohbet ortamı oluşturmaya çalışıyorum. Çalılar yeterince canımı sıktı. Bildiğim bir konudan gitsem iyi olur diye düşündüm."

"Şuna ne dersin; güneş batmadan ve tehlikeli ruhlar ortada dolanmadan biraz uyuyup enerji depolasak? Nasıl fikir?"

"Tamam seni muşamba suratlı iki kelime konuşturma insanı. Git yat zıbar." dedi Şeref tavır almış gibi ama bu Sofya'nın umurunda olmadı. Aşırı uykusu gelmişti ve bu papağanla laf dalaşına giremeyecekti. Zaten bir süre sonra Şeref de gözlerini kapayıp uykuya yenik düştü.

Yaşam Yargı Yargıcı

Gözlerimi açtığımda evrenin en güzel uykusunu almış gibi hissetmiyordum ama dinlenmiştim. Güneşin batmasına ve göreve devam etmemize az kalmıştı.

Olduğum yerde boynumu esneterek rahatladım. Yan dalda gözlerini bana dikmiş oturan bir Arat vardı. Gözlerinin parıltısı güneşe meydan okurdu. Onu görünce nasıl rahatlamazdım. Güvenin beden bulmuş haliydi. Bunca zaman bu duyguyu bir tek ailem için hissettim. Aile demişken Feris şu an ne yapıyor acaba? Meraktan deliye dönmüştür. Tüm bunlara alışmak bu dünyanın bir parçası olmaya başlamak demekti.

Ben artık bir Yaşamayan'dım ve buna alışacaktım.

Ablam ise doğduğundan beri buna alışmıştı. Onun için büyük bir sorumluluk demektim bunun farkındayım. Yine de rahatsız olduğunu düşünmüyorum. Burada gerçek bir kan bağı olduğu için mutlu gözüküyor. Kendi kanından kişilere hasret yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu buraya gelince öğrendim. Öğrendiğim bir diğer şey ise burada da aile bağlarına önem verdikleri oldu.

Bu yüzden çocukların akademiye geliş süreleri bu kadar uzamıştı. Aile ortamını ve beraberinde getirdiği tüm duyguları yerinde öğrensinler diye. Zaten yaşlanmak oldukça uzun sürüyordu.

Aklıma gelen büyük bir soru işaretiyle duraksadım. Arat'ın ailesi neredeydi? Yaşıyor muydu? Bana böyle güzel güzel bakarken onu yaralayıp yaralamayacağımı bilmediğim bir soruyu soramazdım. Görevdeydik ve kafasını meşgul etmek istediğim son şey bile değildi. Bu yüzden içimden geldiği gibi konuşmaya başladım.

"Ne güzel bakıyorsun sen öyle?"

Gözlerimin içine bakarak sırıttı. "Bu kadar güzel uyuyup, düşünüp, mimiklerini kontrol edemeyip beni kendine hayran bırakıyorsun da ondan."

"Demek mimiklerimi kontrol edemiyorum? Ne söylüyor mimiklerim sana?"

"Uyandığında oldukça huzurlu görünüyordun. Sonra bir ara özlem geçti bakışlarından, ürperdin. Sonra şaşkınlık hatta merak doldu suratın. En son ise şefkatle kapanışı yaptın. İç dünyandan neler yaşıyorsun bilsem keşke."

"Merak ediyorsan sor Zemheri çünkü aksi mümkün değil."

"Bu kadar emin konuşma Yargıcı çünkü eşlik mührümüzün bizi nereye götüreceğini bilemezsin."

Bunu duyduğuma şaşırmıştım. Hatta tüm bedenimle tepki vermiş bile olabilirdim. Beni bir kitap gibi okuyabilir miydi yani? Görünüşe göre öyleydi ama aynı şey benim içinde geçerliydi. İşte bu güzel haberdi. Bacaklarımdaki ipleri çözmeye çalışırken gördüğüm şey ile duraksadım. Termal gömleğimde böyle bir desen olduğunu hatırlamıyorum. Arat'a baktığımda gülümseyerek beni izlediğini gördüm. Hemen onun kalbine de baktım. Onda da vardı. Bunu bana ilk kez antrenman yaparken takmıştı. Sorgu dolu bakışlarıma ise benden öğrendiği bir atasözüyle karşılık verdi.

"Üzümünü ye bağını sorma."

Ona olan hayranlığım gün geçtikçe artıyor ve bu durum beni biraz korkutuyor. Birini kısa zaman içinde bu denli sevmek, onsuz yaşayamayacak gibi olmak normal mi? Zaten aşk bizi bir anda bulur, zamanla gelişen tek şey sevgidir.

Sormak istedim ama bakışları bunu istemez gibi baktığı için vazgeçtim. Kalbim artık bedenime bütünlenmiş bir halka tarafından korunuyor ve bu sefer tek taraflı değil, diğer kalbim yani onun kalbi de öyle...

Çantamdan çıkardığım sandviçleri yerken biraz sohbet ettik. Sonra kaldırdığım ağaç basamaklarını yeniden oluşturdum ve kolayca indik. Arat'ın dediğine göre bir süre sonra büyü sözlerine gerek kalmadan kendiliğimden gelişeceğim. Bedenim buraya uyum sağlıyor. Tıpkı Veronika’ya karşı kullandığım toprak büyüsü gibi.

Arat değişik bir ıslık çaldı ve kısa süre sonra toplandık. Owen’ın yüzünde memnun bir gülümseme vardı. Boğa ise isminin anlamını taşıyıp kırmızı görmüş gibi davranıyordu. Şeref yapabildiği tek şey gülmekmiş gibi sırıtıyor, Sofya da 'bitse de gitsek' ifadesiyle bıkkın bir şekilde duruyordu.

"Günaydın demek ne kadar tezat kalsa da durumumuza uyuyor sanırım gençler."

Birkaç mırıltılı cevaptan sonra atlarımızı alıp yolumuza devam ettik. Kayıp taşın diğer eşi bendeydi ve ruhum nereye yönlendirirse oraya gittik. Atların da dinlendiği iyi oldu yoksa hepsi de sabaha kadar mır mır söylenip dururdu ve bunu duyan bir tek ben olurdum...

Havanın soğukluğu iyice artarken yüzümüzü kesen rüzgârdan korunma yolları aradım. Bunu fark eden Arat pelerinimin şapkasını yüzüme iyice örttü ve bilmediğim bir büyü yaptı. Siyah ince tülden kumaş yüzümü komple sarıp, gözlerimin önünü tüy kadar hafiflikle kapattı. Böylece önümü kolaylıkla görüyordum. Ellerime zaten geceden eldivenlerimi takmıştım.

Sessizce ilerlerken artık hayvanların mırıltısını bile duymuyorduk. Etrafı garip bir sis sardı.

"Arat?" diye sorar gibi seslendim neler olduğunu anlamak için.

"Siz de fark ettiniz mi?" diye soran kişi Boğa oldu. Sisi hepsi fark etmişti ve bana özel bir durum değildi.

"An itibariyle Alpagut bölgesine girmiş bulunmaktayız. Safları sık tutalım bir de sisin içinde birbirimizi kaybetmeyelim. Zaten yabancılar için özellikle yapılmış bir büyü."

"O kötülük tohumlarından başka bir şey beklemezdik." diye cevap verdi Şeref Arat'a.

 

 

 

Loading...
0%