Yeni Üyelik
7.
Bölüm

7. Bölüm

@1scintilla

Beyaz elbiseli kız iki kaşını birden yukarıya kaldırıp “Uzun zamandır bir oda arkadaşımız yoktu, o yüzden şaşırdık. Uzaylı görmüş gibi baktıysak kusura bakma. Ayrıca hiç bu kadar iddialı ve adalet kokan bir isim duymamıştım. Adını çok sevdim.”

Gri elbiseli kız hafifçe havayı kokladı.

“Sadece adalet de kokmuyor. Parfüm kokuyor. Yeni birinin böyle koktuğunu ilk defa duyuyorum.”

Tam ortalarında duran beyazlı kız iki koluyla birden ikisini de dürttü. “Lütfen kibar olup tanışın kızlar. Ben Işıl. Işıl Işıkhan.” dedi heyecanlı bir ses tonuyla. Sanırım adımı neden sevdiği ortadaydı. Çünkü onun ismi de soy ismi ile uyumluydu. Işıl Işıkhan dost canlısı birine benziyordu.

Grili kız “Ben Pırıl.” dedi. Kısaca onunla da tanıştık. Sanırım o pek dost canlısı değildi. Gözlerim otomatik olarak siyahlı kıza dönünce hiçbir tepki vermeden “Ben Çağıl. Gördüğün gibi üçüzüz.” deyip yerine oturdu. Bakışları oldukça sert ve donuktu.

Işıl ise cam kenarında kalan tek boş yatağı bana gösterdi. Artık tek başına bir odada kalmak yoktu. Sıkılmak yoktu. Hayattaki diğer şansımı oda arkadaşlarım olmasında kullanmıştım. Ölmüştüm ama söylenilene göre ikinci bir şansı hak etmiş ve kaldığım yerden yeniden dirilmiştim. Ailemi kaybetmiştim ama aynı zamanda acılarımı da kaybetmiştim. Hâlâ bir rüyanın içinde olup olmadığımı sorguluyordum.

Işıl bana yatağı gösterirken “Bu odaya uygun olmana çok sevindim.” dedi üzerimi süzerek. “Çiçekler böcekler, pembiş renkler hiç bize göre değil. Anlarsın ya?” dedi. Ona başımı sallarken “Kesinlikle haklısın.” dedim. Çiçek böcek ve pembiş renkler tam Hazel’e göreydi. Ona dair hatırladığım en son şey attığı çığlıktı. Çok üzülmüştü. Böyle bir yere geldiğimi bilse ne hisseder ne düşünürdü bilmiyordum.

“İstersen biraz dinlen kendine gel. Eminim aklında birçok soru vardır. Kafayı sıyırmak üzere olduğunda kalkarsın.” Onu kafamı sallayarak onayladım. İçlerinde en insaflı olan beyaz elbiseli Işıl’dı galiba.

Bacaklarımı kendime çekip bir cenin pozisyonunda uykuya daldım. Sıçrayarak uyandığımda ise ne ara gece olmuştu ne ara bu kadar derin uyumuştum anlamadım. Attığım çığlıkları bir süre sonra duydum. Hiçbir şeyin rüya olmadığını anladığım an duvara sinip sesim kısılana kadar bağırıp ağladım.

Işıl odanın kapısını açıp koşarak yanıma geldi. Farkında olmadan kapattığım kulaklarımdan ellerimi aldı ve yumuşak hareketlerle daireler çizdi. “Şşt tamam, geçti, sakinleş. Ben buradayım, yanındayım.” Hâlâ ağlamaya devam ederken çenemi yavaşça kaldırıp göz temasına girmemizi sağladı.

“Sakinleş.” Ses tonu bir ninni gibi gelirken ağlamalarım iç çekmelere başladı. “Neresi burası? Ben en son hastane yatağımda uyuyordum. Bütün bu saçmalıklar rüya değil mi? Kardeşim nerede? Onu çok özledim, onu istiyorum, nerede? Gitmek istiyorum.” Kapının önünde kollarını birbirine kavuşturmuş üçüzlerin diğerleri, sabit bir suratla bana bakıyordu.

“Burası Yaşamayanlar evreni. Sen öldün ve buraya geldin. Farklı bir boyuttasın. Kardeşin burada değil çünkü o yaşıyor, ölmedi. Senin için her şey çok karışık ama zamanla alışacaksın. Kendine zarar vermek hoş bir durum değil. Seni anlıyorum, dünyan tam anlamıyla alt üst oldu, ama üstesinden geleceksin. Şimdi sana rahat bir şeyler giydirelim. İstersen duş al. Buna hazır değilsen yüzünü yıkaman yeterli.”

Işıl konuştukça sakinleşip daha rahat nefes aldım. Odada bulunan banyoyu gösterdiğinde içeri girdim. Tanımadığım bir yerde henüz duş alacak değildim. Gerçekten kardeşimi ve ailemi özlemiştim. Çektiğim acılara bile katlanabilirdim şu an. Burası gerçekten vardı. Bu bir rüya değildi. Kendimi yeteri kadar çimdiklemiştim.

Elime su doldurup yüzüme üç kere çarptım. Musluk başı da ayrıca ürkütücü duruyordu. Bir yılan gibi dolanmış ve açtığı ağzından su akıyordu. Aynaya tekrar baktığımda mum ışığında olan yansımamı gördüm. Evet banyoda mum yanıyordu. Bu değişik yerde umarım elektriğin icadından haberleri vardır. Saçlarım sabah dükkân camında gördüğümden biraz daha uzamıştı. Birkaç saatte bu değişim inanılır gibi değildi. Evet inanılmaz olan bazı şeyler daha vardı.

Bir kuş konuştu.

Tabela konuştu.

Orman siyah beyaza bölündü.

Saçlarım yeniden ve siyah beyaz olarak çıktı.

Bu değişik şeyleri kimseyle paylaşmamam bildirildi.

Kendiliğinden çıkacak bir dövmem olacaktı.

Burası 6 gruptan oluşan bir satranç tahtası gibiydi.

Her şey yeteri kadar garipti ve korkarım ki bunlar gerçekti. İlk geldiğimde veremediğim gecikmiş tepkiyi uyuyup uyanınca vermiştim. Bir ihtimal hep rüya olma olasılığı var sanmıştım. Bir de ağrılarım tık diye kesildiği için beynim ambale olmuş gibiydi. Ta ki gözlerimi açıp bu büyük anahtarlı kapının içinde olduğumu anlayana kadar.

Kapı tıklandığında mum ışığındaki yansıma tekrar bakıp kapıyı açtım. Işıl elinde tuttuğu beyaz eşofman takımıyla kapının önünde bana bakıyordu. “Değiştir, rahatlarsın.” deyip elime bıraktı ve gitti. Eşofmanı giymek için eteği çıkardığımda cebindeki fazlalık dikkatimi çekti. Bugün taş evlerin olduğu çarşı gibi yerden geçerken bakamamıştım. Herkesin gözü üzerimdeyken bir terslik olsun istemedim.

Küçük poşeti açıp içinden çıkanları görünce göz yaşlarım yeniden geldi. Peçetenin içinde biraz toprak ve son ektiğim sebzelerin fidesi vardı. Hazel kalbime öyle derin bir sevgi bırakmıştı ki, anlatamazdım. Her gittiğim yere ceviz diktiğimi bildiğinden, beni uğurladığı son yolculuğunda cebime ceviz koymuştu. Hem de dikilmeye hazır bir şekilde.

Cevizi ne kadar sevdiğimi biliyordu. Yanına asla yiyemeyeceğimi düşündüğü domates, biber ve salatalığı da koymuştu. Hastanenin bahçesine dikerken onları yeme umudum zaten yoktu. Bu nahif hareket karşısında ne yapacağımı şaşırmıştım. Bir tane de minicik portakallı şeker vardı. Onunla küçükken limonlu ve portakallı şekerleri sürekli seçerdik. Hem de her gittiğimiz yerden. Babam ise bu duruma biraz tepki gösterirdi.

Banyonun kapısı tekrar tıklandığında düşüncelerime ara verdim “İyi misin?” diye soran diye soran Işıl’a “Evet geliyorum.” diye cevap verip yeniden çığlık atma isteğimi bastırdım ve kendimi toparladım. Banyodan çıktığımda herkes kendi yatağındaydı.

Gri elbiseli ve yine gri saçlı kız elindeki küçük poşeti bana kabaca uzatıp “Al. Yemeği kaçırdın. Acıkmışsındır.” dedi. Poşeti elinden alıp “Teşekkür ederim.” diyerek yanıtladım çekinerek. Pek nazik biri gibi durmuyordu ama beni düşünüp yemek getirmesi bile bu duruşu yıkmama yeterdi.

Poşeti açtığımda içinden bir sandviç çıktı. Aç karnım bu duruma çok sevinmişti. Hem bayağıdır yediğim şeylerin sayısı çok azdı. Hafif ucundan açıp ne var diye baktığımda, Işıl hemen söze girip “Ton balıklı ve yeşillikli sandviç güvenle yiyebilirsin.” dedi.

Yatağı bana en yakın olan siyah elbiseli ve siyah saçlı kız ise dolabının içinden aldığı bir kutu meyve suyunu, bana hiç bakmadan parmağının ucuyla önüme doğru itekledi. Hemen iletişim kuramayacak olsak da ben yine de teşekkür ettim. “Çağıl eşyalarını kimseyle paylaşmayı sevmez. Şanslısın.” diye şakıdı Işıl. Çağıl ona ters ters baktığında ise elini ağzına götürüp fermuar çeker gibi yaptı. Bu hareket dudaklarımın yukarı kıvrılmasına sevap oldu. Bana Hazel ve beni hatırlattı.

Şeftalili meyve suyuna bakınca, demek en sevdiği şeftali diye düşündüm. Benim için en güzeli portakal suyuydu ama şu an seçecek noktada değildim. Zaten sabah yasak elmayı yiyeceğim diye çok korkmuştum.

Sessizce elimdekileri yerken, bir yandan odayı bir yandan kızları inceliyordum. Girer girmez dikkatimi çeken tek şey bu odada rengin olmamasıydı. Hele açık renk bir şey hiç yoktu. Odada ilginç eşyalar da bulunuyordu. Mesela siyah elbiseli Çağıl’ın masasında cam bir şişenin içinde, yeşil bir sıvı vardı ve de sıvının içinde yeşil bir canlı vardı. Aynı tırtıl gibiydi ve kafa kısmı sadece kocaman bir gözden oluşuyordu. Midem bulanmasın diye daha fazla ona bakmamaya gayret ettim. Işıl neye baktığımı anlamış gibi kıkırdadığında gözlerimi onun masasına çevirdim. Elinde bir küre tutan cadı tırnaklı biblo vardı. Ne kadar biblo diyebilirsek işte. Onun haricinde Pırıl’ın yatak başlığında bir ipe bağlanmış akrep vardı.

Akrebin yaşayıp yaşamadığını anlamak için gözlerimi kısıp baktığımda Işıl bu kez kahkaha attı. Bulunduğum yeri bir akreple paylaşacak değildim. “Affedersin çok tatlı geldi. Odamızı uzun zamandır biriyle paylaşmıyoruz ve yine uzun zamandır bu evrene kimse gelmemişti.” dedi ışıl.

“Bu yüzden mi bu kadar dikkat çektim?”

“Öyle, yeni geldin, uzun zaman sonra ilk kez sen geldin ve çıplak gelmedin.” dediğinde bunun sandığımdan daha büyük bir mevzu olduğunu anlamıştım. Gözlerimi devirerek “Beni kız kardeşim giydirmiş. Çünkü ona öldüğümde beni çıplak görecek kişilerden utandığımı ve bu durumdan korktuğumu söylemiştim.” dedim. Işıl ise yatakta hareketlenecek

“Vay canına işte müthiş bir kardeşlik örneği?” diye sordu meraklı bir sesle.

“Kesinlikle. Kaç yaşındasınız?” diye sordum diğer kızlara da hitaben. Işıl kıkırdayarak “Kaç gösteriyoruz?” dedi. Küçük gösteriyorlardı. “On sekiz falan mı?” diye sordum tekrar. Pırıl ve Çağıl göz devirirken Işıl gayet eğleniyordu. “Hayır balım. Karşında otuzuna merdiven dayamış üçüzler duruyor.” dediğinde gözlerim kocaman açılmıştı. Bu kadar genç durmaları imkansızdı. Benimle dalga geçtiklerini düşündüm.

“Nedir bu yeni gelenle alay etme taktiği mi?” dedim aldırmaz bir ses tonuyla. Işıl’ın gülümsemesi gittikçe küçüldü. “Hayır. Alay yok, şaka yok. Burada yaşlanma zamanı dünyayla farklı ilerliyor. Hemen yaşlanmıyorsun anlayacağın.”

“Nasıl yani?” Kafam karışmıştı. Dalga mı geçiyordu yoksa ciddi miydi? “Burada yaklaşık sekiz, on yılda bir, bir yaş alırsın. Bazen daha erken olduğu da oluyor ama büyümen yıllar sürüyor.” anlamaz biçimde ona bakarken. “Mesela seni tavlamaya çalışan gençlere mutlaka yaşlarını sor. Otuzlu yaşlarda gözüküp ellili yaşlarda çıkabilir.” dediğinde bu sefer Pırıl da gülmeye başlamıştı.

“İyi de bunu nasıl anlarız ki? Gözüktüğü kadarını söylese inanırım zaten.”

Sanki her şey çok normal ve yeni tanıştığım birinin yaşı anormalmiş gibi. “O zaman sen de bize gelip sorarsın. Bizim her yerde gözümüz ve kulağımız vardır.” dediğinde gözüm istemsizce yeşil sıvılı cam şişenin içine kaydı. Umarım göz derken bundan bahsetmiyordur.

“Siz ne zaman geldiniz buraya?”

“Biz çok küçüktük geldiğimizde, uzun zamandır buradayız. Trafik kazası geçirdiğimizi hatırlıyoruz. Tek şansımız üçümüzün birlikte buraya gelmesiydi. Tek başıma gelsem çıldırırdım.” dedi ama pot kırdığını fark edip “Ama senin yanında da biz varız. Yalnız değilsin.” diye tamamladı cümlesini. Onlarda ailesinden kopup gelmişlerdi ve anne babası bir değil tam üç evladını kaybetmişti. Ne acıydı. Kızlar buraya bir şekilde adapte olmuştu evet, peki onlar ne durumdaydı? Evlat acısının hiçbir şeye benzemediğini ve asla geçmediğini söyleyenler ne kadar doğru söylüyordu?

Derler ki sevdiğin birini kaybettiğinde yüreğinde kırk tane mum yanar. Yüreğinin acısı her gün bir mum sönerek azalır. Otuz dokuz mum söner de o bir mum asla sönmez ve daima senin kalbinde kalır. Üçüzlerinde kalbinde yanan tek bir mumla yaşadığını hissettim ama üzülmesinler diye dile getirmedim. Bu yüzden konuyu değiştirip aklımdaki soruları sormayı seçtim.

“Peki bu dövme mevzusu nedir?”

“Buraya geldikten belli bir zaman sonra vücudunun herhangi bir yerinde bir satranç taşı dövmesi oluşur. Oluşan dövmeye göre gruplara ayrılırsın. Piyonlar, atlar, filler, kaleler, vezirler ve şahlar. Herkesin önemli görevleri ve yapabildikleri olur. Kişinin bölümüne göre güçleri çoğalabilir. Piyon olarak başladığın bu yolda yaptıklarınla vezir bile olabilirsin, bu piyonların en güçlü gücüdür. En önemli görevler vezirlerindir. Şahlar da sayıca az, ama vezirler daha az. Onlar daha seçici kişiler oluyorlar.”

“Sizin dövmeniz hangisi? Yani paylaşmanız yasaksa tabi söylemek zorunda değilsiniz.” dediğimde Pırıl güldü. “Neden yasak olsun. Bunun için eğitim görüyoruz. Biz Fil grubuyuz. Filler stratejiyle ve bilgiyle ilgilenirler.”

“Ya diğerleri? Atlar, piyonlar, kaleler?”

“Piyonlar da genel savunmada kalırlar, onun haricinde üretim yaparlar. Her şey büyüyle olmuyor bazı şeyler emek ister. Atlar taarruz kısmındalar. Teknik şeylerle ilgilenirler, vahşi hayvanlar ve türevleri gibi. Kaleler ise koruyuculardır. Burada yaşayan tek tür biz değiliz ve bulunduğumuz alanı başkalarından korurlar.”

“Vezir ve şah?”

“Vezir satrançta en önemli ve güçlü taştır bilirsin. Her kareye istediği hareketle istediği kadar basamak ilerleyebilir ve bu da beraberinde önemli güçler getirir demek. Ama sayıları çok az ve sıfırdan vezir değilsen, vezir olmak çok zordur. Yani bir piyonun vezir olabilmek için üstün başarılar sergilemesi gerekir. Piyondan başka bir kişi de bu duruma gelemez. Vezirler birden fazla şeyle ilgilenmek durumdalardır. Onların gizlilik ihlali var. Kendisinin vezir olduğunu söylemek zorunda değil. Şahlarında aynı zamanda, bilinmek istemezler. Herhangi bir grupta devam edebilirler. Bunu saklayamayacağın birkaç kişi var sadece, onlar da seni bulur ve gerekli eğitim programını verir. Böylece baskı altında kalmadan yaşamını sürdürebilirsin.”

“Şah olunca ne oluyor? En güçlü benim diye ortada mı geziniyor?” dediğimde Işıl koca bir kahkaha attı. “Hayır balım. Onlar yönetici vasfında oluyorlar. Bir nevi kral, kraliçe gibi düşünebilirsin. En güçlü ve en yüksek mertebedesin. Bu evrenin sorunlarıyla uğraşmak zorundasın. Buranın şahısın, çok korkunç. İyi ki fil olmuşum.” dediğinde ona merakla baktım. Acaba dövmem ne zaman çıkacaktı? Şah olma gibi bir düşünce milyonda bir ihtimal bile değildi. Ben kim yöneticilik yapmak kimdi? Hem de sonradan gelmişken.

“Diyelim ki şahsın ama bir at ya da kaleye aşık oldun. Onu nasıl kraliçe yapacaksın? Çok mantıksız.” diye soruvermiştim birden. Hadi ama daha düşünmemiştim bile. Işıl bana birden parlayan gözleriyle baktı. İrkilmiştim, gerçekten gözlerinden ciddi bir parıltı geçti, aynı elektrik akımı gibiydi.


Loading...
0%