Yeni Üyelik
15.
Bölüm

15. Bölüm

@__kao__

"Unutma, balayına yazın gitmek istediğimiz için şu an yalnızca üç günlük minik bir tatille yetindik." dedi Arat bin birinci kez.

Gözlerimi yuvarlarken koyu gözlerine baktım uzun uzun. Bu üç günde bir çok ön yargımı kırmıştı kendisine karşın ve tuhaf bir şekilde aslında yaptıklarından kendisinin de memnun olmadığını fark etmiştim. Mecburiyetleri vardı ve en büyük mecburiyeti de buydu.

Onun için üzülmemem gerekiyordu ama üzülüyordum.

"Ne olmak isterdin?" dedim birden. Ben şaşırmasını beklemiştim, belki sorumu anlamamasını ancak sanki o bunu sormamı bekliyordu. Soracağımı anlamıştı. Yalnızca gözlerime bakarak...

"Bilmem." dedi omuzlarını indirip kaldırarak.

"Hiç düşünmemiştim. Çocukluğumdan beri ne olacağım belliydi."

Başımı ağır ağır aşağı yukarı salladığım sırada çenesiyle beni işaret etti ve "Sen?" dedi.

"Gazeteci olmasan ne olmak isterdin?"

Bilmem dercesine dudaklarımı büzdüm ben de.

"Mesleğimden memnunum ama sanırım avukat olmak isterdim."

Hafifçe gülerken başını aşağı yukarı salladı.

"Tabii ki avukat!" dedi ardından da sorusunu saçma bulur gibi bir tavırla.

"Görüşürüz..." dedim ve kapıyı açmak üzere elim kapı kulpuna uzandı ancak Arat kolumdan tutarak geri kendisine dönmeme neden olmuştu.

Dudakları dudaklarımın arasına sızarken elleri belimdeki gamzelere inerek kendisine daha çok çekmişti beni. Bu üç günde bunu da bir alışkanlık haline getirmişti ancak tuhaf bir şekilde hiç de şikayetçi değildim ve hatta o içimdeki kötü hissi bastırabilecek bir his kaplıyordu içimi beni her öptüğünde, her bedenlerimiz birbirine karıştığında...

"Görüşürüz..." dedim dudaklarımı serbest bıraktığında ancak ondan uzaklaşmamıştım ve konuştuğumda dudaklarım dudaklarına değmişti.

"Önce yüzükler sol ele..." dedi Beyazıt da. O da dudaklarımızın birbirine değmesini pek sorun etmemişti. Gayriihtiyari başımı eğerek elime baktım. Ardından da herhangi bir itiraz da bulunmadan yüzükleri sol elime geçirdim.

O günden sonra sol ve sağın farkını araştırmıştım elbette. Sağ nişan, sol evlilikmiş...

Beyazıt'ın parmağına da gözüm istemsizce kaydığında kendisinin çoktan sola takmış olduğunu görmüştüm.

"Oldu mu?" dediğimde bakışlarımı yüzüne çevirerek üzerime eğildi ve ancak ne öptü ne de bir şey dedi. Uzanıp kapımı açtı ve hafifçe de geri çekildi. İstemsizce şaşırmış ve biraz da dumura uğramıştım.

Mart kedisi gibi geçirdiğin için üç günü... Eh, ne demişler? Alışmış, kudurmuştan beterdir...

Beyazıt ise "Görüşürüz..." dedi kısa bir iç çekişle birlikte. Zar zor etki alanından çıkıp kapıya hareketlendim ve kendimi olabildiğince hızlı bir şekilde arabanın dışına attım.

Ajansa doğru ilerlemeye başlarken arkamı dönüp bakmamak için büyük bir irade göstermem gerekmişti.

İçeri girer girmez bir kaç kişinin beni henüz burada beklemedikleri için oluşan şaşkın yüzlerini görmüştüm. Yine de bana kimi gülümsüyor kimi başlarını hafifçe eğerek selam veriyorlardı. Aslında patronları ben değildim ama tabii patronlarından birinin kızı olmam bu muameleyi görmem için yetiyordu.

Oysaki annem diğer herkes gibi beni de en aşağıdan başlatmıştı ve şimdi emekliye ayrılmış olan Feridun abinin asistanlığını yaptırmıştı. Feridun abiyi sevsem de tanıdığım en katı, en sabit fikirli insandı ve onunla çok zorlanmıştım zamanında.

Ben daha odama yerleşemeden kapı açılmış ve annem girmişti içeri.

"Erken dönmüşsün sahalara?" dedi sorguyla ancak bu sorgusu daha çok Beyazıt'ın bir şey yapıp yapmadığını anlamak içindi. Beyazıt'a asla güvenmiyordu ve şu üç günde beni aramamak için büyük bir çaba sarf ettiğine emindim.

"Yazın yaparız dedik..." dedim gülümseyerek. Bir yandan da çıkardığım siyah kabanımı askıya asmıştım.

Annem doğruyu söyleyip söylemediğimi anlamak istercesine uzun uzun bakmıştı bana. Daha sonrasında pes etmiş olacak ki bakışları bir de bedenimi turlamıştı ancak ne bulmayı beklediğini asla anlamamıştım.

"Peki..." dedi en sonunda.

"Madem geldin, stajyerlerin görev dağılımını sen yap."

"Hayır, hayır!" dedim hızla.

"Beni hiç oralara katma, yanıma da bir stajyer yollama sakın."

Tepemde dolaşıp iş bilmeyen birinin sorularını hiç çekemezdim. Evet, zamanında ben de stajyerdim ancak annem sayesinde işe sıfır da değildim ve kimseyle uğraşacak mentalim de yoktu şu an.

"Burada bir kaç işim var, sonra gerçek sahalara döneceğim..." diye de devam ettim hâlâ bana dik dik bakan anneme.

Maillerimi kontrol etmem, editörün düzenleyip yolladığı haberleri onaylayıp imzalamam düşündüğümden uzun sürmüştü ve neredeyse akşam olmak üzereydi ancak daha da işim vardı ajansta.

Ne zamanki kapım tıklatıldı ve içeri Yasemin girdi o zaman başımı dosyalardan kaldırabilmiştim.

Ne olduğunu sorarcasına başımı iki yana salladığımda baş parmağıyla omzundan geride bir yerleri işaret etti.

"Bir beyefendi geldiler. Sizinle görüşmek istediklerini söylüyorlar."

"İsim?" derken saçlarımı toplamak için kullandığım kalemi çekip çıkarmış ve kumral saçlarımın omzumdan aşağı dökülmesine neden olmuştum.

"Servet Bozok..." dediğinde kalemi kalemliğe bırakmakta olan elim duraksadı. Servet Bozok...

Demek pek sevgili kocamın amcasıyla da tanışacaktım. Kalemi bırakırken Yasemin'i başımla onayladım.

Bu sırada hızlıca bir üzerimi de süzmüş ve de düzeltmiştim. Siyah kalem eteğim, yine siyah olan askılı crop ve üzerine giydiğim turuncu blazerla oldukça düzgün göründüğümü düşünüyordum.

 Siyah kalem eteğim, yine siyah olan askılı crop ve üzerine giydiğim turuncu blazerla oldukça düzgün göründüğümü düşünüyordum

Saçlarımı da hızlıca düzelttiğim sırada kapı tıklatılmış ve "Gel!" komutumla kapı açılmıştı.

İlk gözüme takılan şey kapıyı açan buruşuk eller olmuştu. Tamamen usulen ayağa kalkarken gözlerim yavaşça Beyazıt'ınkini andıran koyu ancak çevresinde fazlaca kırışıklar olan gözlerine çıkmıştı.

Ardından da yüzündeki iğrelti duran gülümsemeye inmişti. Ön yargıdan mıydı anlamamıştım ama adamın beni iten bir havası vardı.

Adım adım bana yaklaşırken Beyazıt'la gözleri dışında hiç bir benzerliklerinin olmadığını fark etmiştim. Adam yaşına göre oldukça dinç duruyordu ancak bir heybeti yoktu. Boyu kısa değildi ama uzun da değildi. Şık ve pahalı giyinimi sayesinde edindiği 'Ben önemli biriyim.' havası dışında pek bir numarası da yoktu üstelik.

Elini bana uzattığı sırada tek bir tel saç kalmamış kafasına bakıyordum.

"Servet Bozok!" dediğinde ben de elimi uzatarak elini sıktım.

"Dilem Ak- Arat."

Adam hafifçe gülerken ellerimizi ayırmıştım ve oturması için masamın önündeki koltuğu işaret etmiştim.

O otururken ben de eteğime dikkat ederek koltuğuma oturmuştum.

"Umarım aslının Bozok olduğunu biliyorsundur." dediğinde ben de hafifçe gülümsedim.

"Annesinin soy adını tercih etmesinde bir sorun yok bence. Sonuçta bir Bozok olduğu kadar Arat da."

Ve bu söylemimle Beyazıt'a bir an Bozok dediğimi düşünmüştüm. Kesinlikle Arat daha iyiydi.

"Amcası olduğumu biliyorsun yani. Peki tüm hikayeyi biliyor musun gelin hanım?"

Gülümserken elimle masadaki telefonu işaret ettim.

"Belli ki konuşma uzun sürecek. Bir şey içer misiniz?"

"Elinden içmek nasip olmadı ama makamında içelim kahveni. Sade olsun lütfen."

Bir şey demeden telefonu kulağıma götürmüş ve 2'ye basarak Yasemin'e bağlamıştım telefonu. Beni çok bekletmeden açtığında "Yasemin, iki sade kahve yollar mısın?" dedim hızla.

"Tabii Dilem hanım..."

Telefonu kapatarak Servet beye döndüğümde işaret parmağıyla beni işaret etti.

"Dilem ismini ilk defa sende duyduğuma eminim." dediğinde, gülümseyerek başımı iki yana salladım.

"Dilek olacakmış, nüfus müdürlüğü hatası. Çok bir numarası yok yani." dediğimde benden saklama gereksinimi görmeden yüzünü buruşturdu.

"Dilem iyi olmuş, tek bir harf gibi gözüküyor ama Dilek size gitmezmiş."

Başımı aşağı yukarı sallarken "Sadede mi gelsek Servet bey?" dedim artık sıkılarak.

"Bu kadar sabırsız olma, bekle bir kahvemiz gelsin."

Ardından saatine baktı.

"Saat beşi geçmiş gerçi. O orospu çocuğu kocan geç geldin diye kızacaksa daha sonra erken bir saatte tekrar geleyim."

Kaşlarım istemsizce çatılırken amcasıyla arasında bu denli bir sorun olmasını beklemiyordum. Hangi amca yeni evlenen yeğeninin karısına böyle bir şey söylerdi ki?

"Kelimelerinize dikkat edin!" dedim pek de yumuşak olmayan bir şekilde ancak bu onda hiç beklemediğim bir kahkahaya yol açmıştı.

Kaşlarım daha da çatılırken Servet Bozok ancak bir dakika sonra kahkahasını durdurabilmiş ve bana dönmüştü başını iki yana sallayarak.

"Küfür etmiyorum, gelin hanım. Olanı söylüyorum. Kocan annesinin gerçek bir fahişe olduğunu anlatmadı mı sana?"

Bu beklediğim bir şey değildi ve bu sebeple ifademi kontrol etmekte oldukça zorlanmıştım. Neyse ki benim bir tepki vermeme gerek kalmadan kapı tıklatılmış ve ardından da Yasemin elindeki minik tepsiyle içeri girmişti.

Bu süre zarfında ne yapmam gerektiğini düşünmem gerekiyordu ancak benim aklımda yalnızca yanında küfür ettiğimde verdiği abartı tepki dolanıyordu. Yasemin kahvelerimizi bırakarak çıktı. Bozok hızla bir yudum aldı kahvesinden ve ardından da iç cebinden çıkardığı siyah kadife bir kutuyu masamın üzerine bıraktı.

"Malum sebeplerden düğüne katılamadım ama şöyle düğün hediyenizi de takdim edeyim." demiş ve kutuyu biraz daha bana doğru ittirmişti. Ardından da ayağa kalkarak tekrar elini uzattı ancak bu kez ben elimi uzatmadım ve elimle kapıyı işaret ettim.

"Hediye için teşekkür ederim ama kabul edemem."

Hediyesini de ona geri ittirmiştim ancak o hediyeyi almadan gülerek odadan çıkmayı tercih etmişti.

Öğrendiklerimi hazmetmem biraz zaman alacaktı sanırım. Annesi amcasının bahsettiği gibi biriyse niye onun soyadını alsındı ki?

Fahişe olması, kadının kötü biri olduğu anlamına gelmez, Dilem. Onu o yola neyin sürüklediğini bilemeyiz. Ayrıca bir diğer ihtimal de babasının annesinden de kötü biri olması...

*

"Buyurun..."

Kadın kapıyı yarım bir şekilde açmış ve arasından konuşmuştu.

"Helin Seçkin, değil mi?" dediğimde kadın içgüdüsel olarak kapıyı bir miktar daha kapatmıştı.

"Siz kimsiniz?" dedi bir miktar tedirginlikle de.

"Dilem Akçay..." dedim ve ancak söyledikten sonra fark edebildim ama düzeltme zahmetine de girmedim ilk izlenim için.

"Bir beş dakikanızı alabilir miyim?" diye de devam ettiğimde sıkıntılı bir nefes çekmişti içine.

"Konu neydi?"

"Ben gazeteci-"

Ağzımı açmam ve kapının suratıma kapanması bir olmuştu. Kartımı kapının kenarına sıkıştırırken sesimi duyabilmesi için bir miktar yüksek sesle konuşmak durumunda kalmıştım.

"Buraya kartımı bırakıyorum Helin. Kenan Yılmaz'ın bire bir kurbanı mısın yoksa sadece şahit misin bilemiyorum ama gördüklerinin ya da yaşadıklarının ilk de son da olmadığını bil. Yalnız olmadığını bil. Artık korkması gereken sen değilsin, sıra onda ve lütfen bana ulaş..."

Ses gelmemişti, kapı açılmamıştı ancak bir şekilde beni dinlediğine emindim. Mecburen arkamı dönüp uzaklaşırken kolay olmayacağını kendime defalarca kez hatırlattım. Medyanın, televizyonun sempatik bir yüzüydü ve ne kadar kanıt sunarsam sunayım inanmayacak bir kitle de olacaktı. Ve hatta belki de karalamakla suçlanacaktım çünkü fazlaca her şeyini insanların önünde yaşıyordu. Ve maalesef insanlar kamera kapandıktan sonra ne kadar korkunç bir insana dönüşebileceğini akıllarına sığdıramayacaklardı.

Fatih'in kullandığı arabaya doğru yürürken Fatih hızla koltuğundan kalkmış ve kapımı açmıştı. Arabaya bindim ve çantamı biraz da sinirle yan koltuğa fırlattım.

"Nereye Dilem hanım?" demişti arabaya tekrar kurulur kurulmaz Fatih.

"Eve..." dedim yorgunlukla. Üç gün boyunca yattıktan sonra çalışmak biraz zor gelmişti. Özellikle de neredeyse tüm gün masa başında olmak. Fatih eve doğru sürerken başımı cama yaslamış ve öylece yolu izlemiştim. Zaten çok geçmeden de eve gelmiştik.

Arabanın kapısını kapıdaki korumalardan biri hızla açarken çantamı alarak inmiştim. Ben evin kapısına giden merdivenleri tırmanana kadar kapı açılmıştı. Jale olmalıydı bu. Çantamı ve kabanımı alırken "Hoş geldiniz..." demiş ve de eliyle salon tarafını işaret etmişti.

"Yemek hazır olmak üzere. Beyazıt bey salonda, Baha bey de birazdan iner."

Jale'ye gülümserken adımlarımı salona yönlendirmiştim.

Çıkan topuk seslerinden olsa gerek Beyazıt'ın gözleri anında beni bulmuş ve baştan aşağı süzmüştü. Ardından da bilekten diğer bacağının üzerine attığı ayağını indirerek doğrulmuştu oturduğu yerde ve bakmakta olduğu tableti de kapatarak yanına bırakmıştı.

"İnsanın iş kolik bir karısının olması pek de güzel değilmiş." dediğinde, ister istemez gülerken yanına ,koltuğa, bıraktım kendimi.

"Allah bilir bir kaç güne çok yoruluyorsun, ben bakarım sana falan da demeye başlarsın..."

Alaylı söylemime o da gülmüş ve bana doğru eğilmişti.

"Neden olmasın? Hem başına daha fazla bela almaz ve benim başıma da daha fazla iş çıkarmazsın. Bunu da bir iş teklifi gibi değerlendirebilirsin." dediğinde üzerime eğilmiş bedenini omzundan geriye ittirdim.

"Çok beklersin, Arat!" da dediğimde yüzünü buruşturmuş ve arkasına yaslanmıştı koltukta.

"Şaka bir yana en azından yemekte evde ol!" dedi gerçekten de büyük bir ciddiyetle.

Ona cevap vereceğim sırada gözüme elimde tutmakta olduğum kutu takıldı. Annesi hakkındaki şeyleri öğrendiğimi bilmesine gerek yoktu bence ancak amcasının bugün ki tavrından sonra onun geldiğini bilmesi gerekiyordu.

"Bugün ajansa Servet Bozok geldi." derken eş zamanlarda elimdeki kutuyu kucağına doğru fırlattım. Kaşları derince çatılırken kutuyu da anında kapıp açmıştı. Ben içini açıp bakma zahmetine dahi girmemiştim daha önce ancak belki de milyon dolarlık bir bileklik vardı içinde.

"Düğün hediyesiymiş, bilmek istersin diye düşündüm."

İfadesi an be an daha da değişti. Boynundaki ve alnındaki damarların belirginleşmesi bana sinirlendiğini söylerken sert çehresiyle de bana döndü.

"Bir şey dedi mi? Ne konuştunuz?"

Başımı iki yana salladım.

"Düğüne gelemediğini, hediye getirdiğini falan söyledi. Sonra annem geldi zaten. Annemin gelmesiyle de gitmesi bir oldu."

Böyle olmamıştı ama içimdeki bir ses bilmemi istemeyeceğini bundan rahatsız olacağını söylüyordu ki kim olmazdı?

Bilmiyor gibi davranabilirdim ve o aksini yapmadığı sürece de onu annesinden babasından vuracak kadar da gaddar değildim. En nihayetinde ailelerimizi kendimiz seçmiyorduk.

Kutuyu kapattı ve avuçları arasında sıktı. Bu sırada Baha savcı da salondan içeri girmişti.

"Siz başlayın yemeğe." dedi Beyazıt sabit tutmakta zorlandığı bir sesle.

"Geliyorum ben..." diye de devam etti. Salondan çıkacakken durdu ve kutuyu bana gösterecek şekilde havaya kaldırdı.

"Alıyorum ama telafi ederim."

Ondan böyle bir beklentim yoktu ve benim gözüyle falan da bakmamıştım ancak bir şey dememe fırsat bırakmadan çıkmıştı salondan.

"Ne oluyor?" dedi Baha da abisinin arkasından şaşkınlıkla bakarak. Bilsem de bilmiyormuşçasına dudaklarımı büzmüş ve ben de ayaklanmıştım.

"Çok aç değilim ben, afiyet olsun size..."

*

"Ezgi?" dedim biraz da korkmaya başlarken. Ben çoktan döndüklerini düşünmüştüm ancak Ezgi arayıp müsait olup olmadığımı sorduğundan beri de içim içimi yiyordu.

"Zaten erken dönmeni bekliyordum. O yüzden dönmedik. Önce bir seninle konuşmam gerekiyordu."

Yüzündeki pek de mutluluk içermeyen gülümseme beni iyice tedirgin ederken uzanıp elini avucumun içine aldım.

Ben ikili koltuğun ucunda oturuyordum ve hemen yanımda berjerde oturan Ezgi'ye doğru eğilmiştim.

"Ezgi lafı dolandırmasan mı artık? Korkutuyorsun beni? Hem Buse ve Erdem niye gelmedi?"

"Yalnız olalım istedim." derken beni iyiden iyiye korkutmayı başarmıştı.

"Dolandırma artık lafı, Ezgi!" dedim sabrımın sonlarına gelirken. Sıkıntılı bir nefes verdi ve ardından da sağ elinin işaret ve orta parmağını birleştirerek iki kez şakağına vurdu.

"3. evre..." dediğinde ağzım şaşkınlıkla açılmıştı. Bir süre öylece yüzüne bakakalırken o gülümsüyordu acı acı. Ellerimi ateşe değmişçesine ellerinden çekerken öne doğru eğilmiş olan bedenimi düzeltmiş, saçlarımı kulaklarımın arkasına kıstırmış ve dilimle dudaklarımı ıslatmıştım.

"Anlamadım?" dedim kendimi gülümsemek için zorlarken.

"Biliyorsun zaten... Abim de bu yüzden öldü. Normalde düzenli bir şekilde kontrole gidiyordum ama Buse'den sonra savsaklamaya başlamıştım. Baş ağrılarım çok artınca doktora gittim..."

Gözleri dolmuş ve hatta gözünden de bir damla düşmüştü ancak hızla onu silmiş ve tekrar yüzüne o acı gülümsemelerinden birini yerleştirmişti.

"Hayır..." dedim başımı da iki yana sallarken.

"Ezgi şakaysa gerçekten komik değil!" dedim inanmak istemeyerek.

Ezgi gülerken ayaklanmış ve oturduğum koltuğun kol koyma yerine oturarak kollarını bedenime sarmıştı.

"Kızım önce babasına, sonra sana emanet." dediğinde, itiraz edercesine başımı iki yana sallamış ve kolları arasından sıyrılarak geri çekmiştim kendimi. Ellerimi ne yapacağımı bilemeyerek saçma bir şekilde öne doğru savurdum.

"Saçmalıyorsun şu an, Ezgi! Ameliyat olursun! Buluruz iyi bir doktor. Kendi kızına kendin bakarsın! Ama bunu bana bu şekilde yapamazsın!" dedim itiraz ederek. Olamazdı.

"Çok riskli Dilem!" dedi o da başını iki yana sallayarak.

"Çok hızlı büyüyor ve eğer şanslıysam kızımla geçirebileceğim 1.5 yılı riske atamam!"

Gözümden bir damla akarken bunu ondan saklama girişiminde bulunmadım.

"Kızınla geçirebileceğin bir koca ömrü riske atıyorsun ama!"

"Yapma!" derken o da artık göz yaşlarını benden saklama gereği görmüyordu.

"Düşünmedim mi sanıyorsun? Her şeyi düşündüm ama yapamam! Ya benim kızım daha doya doya anne demedi. İlk adımlarını daha yeni attı, sütten kesmek zorunda kaldım zaten, daha fazla kızımdan bir şey çalamam ben! Düşük bir ihtimal uğruna doya doya geçirebileceğimiz 1,5 yılı çalamam!"

Gözünden ardı ardına yaşlar akarken başını da iki yana sallamıştı.

"Yapma!" dedim yalvarırcasına. Zaten bir avuç insan vardı. Onlardan da herhangi birine bir şey olmasına tahammülüm yoktu.

"Özür dilerim..." derken samimi bir şekilde, önümde dizleri üzerine çökmüş ve ellerimi ellerinin arasına almıştı.

"Düğünden bu kadar kısa süre sonra söylemek istemezdim ama yarınımın garantisi yok. Özür dilerim..!"

"Ezgi!" derken titrek bir nefes vermiş ve kollarımı ona dolamıştım. O da kollarını sıkı sıkıya bana dolarken gözlerimden akan yaşları sorun etmiyordum. Tıpkı ne benim gözümden akan yaşların onun tişörtünü ne de onun gözünden akan yaşların benim tişörtümü ıslatmasını sorun etmediğim gibi.

Benden hafifçe uzaklaşırken burnunu çekmiş ve dağılan saçlarımı düzeltmişti.

"Allah korusun!" derken yanındaki ahşap sehpaya vurmuştu.

"Ancak senin de düzenli kontrol ettirmen gerekiyor biliyorsun değil mi? Benim yaptığım hatayı yapma ve sakın atlama kontrolleri!"

Yüzümü elleri arasına alırken alnımı da öpmüştü.

"Seni seviyorum, bir tanem ama şimdi beni kızım bekliyor ve annesini ağlamış olarak görmekten haz edeceğini sanmıyorum. Yarın sabah da dönüyoruz bu arada. Buse'ye veda etmek istersen havaalanında olacağız yarın sabah 7'de."

Başımı iki yana salladım bir kez daha yavaşça.

"N'olur bir kez daha düşün. Daha önce de böyle bir ameliyat yapmış doktor buluruz. Bakarız bir çaresine ama kestirip atma!"

"Tamam!"

Beni eylemek için mi söylemişti anlamamıştım ama en azından hâlâ böyle bir ihtimalin olması da bir şeydi.

Tam göz yaşlarımı sildiğim ve de Ezgi ayaklandığı sırada Arat girdi içeriye. Bir adım daha atmadan kapı eşiğinde duraksamıştı.

"Bir merhaba demek istemiştim ama..." dedi çıkıp çıkmaması gerektiğini tartarcasına bizi süzerken.

"Ben de tam gidecektim zaten." dedi Ezgi gülümseyerek.

Ben Ezgi kadar güçlü değildim ve gülümseyememiştim.

"Hava alanında olacağım!" derken düğümlenen boğazım sebebiyle sesim boğuk çıkmıştı.

Ezgi bana da genişçe gülümsedi ve gelip hızlıca tekrar sarıldı.

"Yarın vedalaşırız o zaman seninle..." demiş ve benden ayrılarak elini Beyazıt'a uzatmıştı.

Beyazıt uzattığı elini sıkarken dahi gözleri benim üzerimdeydi ve her hareketimi dikkatli bir şekilde inceliyordu.

Beyazıt'ın üzerimdeki gözlerini görmezden gelerek Ezgi'ye kapıya kadar eşlik etmiştim. Ancak içimden bir kez daha sarılmak gelmemişti.

Bile bile ölüme gidiyor, beni bırakıyordu.

O lanet his ise bir kez daha dolmuştu içime. Böyle olacağını biliyordum. Yine hayatım tepetaklak olacaktı işte. Yine hiç bir şey yapamayacaktım. Yine elimden hiç bir şey gelmeyecekti.

Kendimi korumayı boşu boşuna öğrenmiştim. Belli değil miydi zaten? Neye önlem alsam bambaşka bir şey patlak veriyordu. Hep bir açık kalıyordu.

Ben ona karşılık vermesem de Ezgi kollarını kısaca bedenime dolamış ve kiraladığı arabaya doğru ilerlemişti. Ben ise son derece tepkisiz bir şekilde bu süre boyunca verandada durmuş onu izlemiştim. Hatta araba gözden kaybolana kadar da orada durmuştum. Ve hatta üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmesine rağmen de durmaya devam ediyordum ama soğuk rüzgarın yüzüme çarpması hoşuma gidiyordu.

Üşümek, başka bir şeyler hissedebilmek hoşuma gidiyordu. Kapıdaki adamların bakışları falan da umurumda değildi.

Her biri hem gözlerini dikip bana bakmamaya çalışıyordu ancak baktıklarını, neden burada böylece durduğumu sorguladıklarını görebiliyordum.

"Sen nasıl hâlâ yataklara düşmedin anlamış değilim!" diyen sitemli sesin ardından omuzlarıma bir şey bırakılmıştı.

Ne denli üşüdüğümü de ancak o zaman anlayabilmiştim. Beyazıt hemen yanımda dururken adamlarına başıyla bir işaret vermişti ve her biri sistematik bir şekilde görüş alanımızdan çıkmıştı.

Bahçede kimsenin kalmadığına emin olmak istercesine gözleriyle kısa bir turlamış ardından bana cebinden çıkardığı sigarayı uzatmıştı.

Aldım ve hatta çakmağıyla yakmasına da izin verdim.

Sigaramdan derin bir nefes çekerken Beyazıt korkuluklara yaslanmış ve yüzünü bana dönmüştü.

"Bir sorun mu var?" dediğinde bilmem dercesine dudaklarımı büzdüm ve omuzlarıma bıraktığı montuma daha sıkı sarındım.

"Eğer elimden gelen bir şey olursa..." diye devam etti ben cevap vermeyince.

Ona döndüm ve kara gözlerine baktım. İçten bir ifade görmeyi beklemiyordum ancak oldukça içten duruyordu.

"Ölüyor." dedim birden.

"3.evre tümör, babam da böyle ölmüş. Tabii onun ki 4.evreymiş. Ezgi de böyle ölüyor. Ölüme gün sayıyor resmen!"

Dışımdan söylemedim ancak ben de sayıyordum şu an. Bir önceki aşağı yukarı 1 ay sürmüştü. Bu ne kadar sürecek bilmiyordum ve belki de çok önceden başlamıştı da ben farkında değildim.

Beyazıt'la tanıştığımız gece de kötü bir geceydi ve belki o gün ki hislerimi o evde kalmama bağlamıştım ancak Beyazıt'la tanıştığımdan beri pek bir şey düzgün gitmiyordu.

Sigaramdan bir yudum daha çekerken Beyazıt gibi ben de sırtımı korkuluklara yasladım.

"Hepimiz ölüme gün sayıyoruz." derken tam önüme geçmiş korkulukla kendi arasına sıkıştırmıştı beni.

"Cevdet'e, bana ya da bir başkasına kafa tutarken aynı zamanda sen de ölüme kafa tutuyordun, Dilem. Ezgi'ye soğuk davrandın. Muhtemelen ameliyat olmak istemiyor ve bu yüzden kızgınsın ona. Senin her zaman yaptığını bir başkası yapınca mı sorun oldu?"

Alayla gülümsedim. O da anlamıyordu beni. Bana bir şey olsa annemin kocası vardı, bir diğer kızı vardı, kardeş gibi gördüğü arkadaşları vardı, aynı şekilde Ezgi'nin de kızı ve kocası vardı, çok iyi arkadaşları vardı ancak benim onlardan başka kimsem yoktu.

Bana bir şey olsa bir şekilde toparlanır ve hayata devam ederlerdi ama ben edemezdim. O kadar güçlü değildim.

Çenemden tutup başımı kaldırdığında gözlerimiz kesişti.

"Bırak nasıl istiyorsa öyle yapsın. Ölmeyi beklemek ya da ameliyat olup masada kalma ihtimalini göze almak... Eğer sen istedin diye o ameliyatı olursa ve Allah korusun başaramazsa kendini yiyip bitirirsin... Önündeki seçenekler de ihtimaller de belli ve izin ver kendi seçimini kendi yapsın ve bu yüzden ona kızma. Geçirebileceğin kadar vakit geçirmeye bak, iyi hatırlamaya bak..."

Başımı iki yana salladım itiraz edercesine.

"Buse daha 1 yaşında, onun için olmuyor. Ancak dediği gibi en iyi ihtimalle 1,5 yıl yaşasa bile Buse yine hatırlamayacak onu! Çok saçma bu!"

"O bir anne." derken bana doğru iyice eğilmişti.

"Çocuğu için en iyisinin ne olacağını düşünüyorsa onu yapıyor."

Anneler her zaman çocuklarını göremezlerdi ki. Neye ihtiyaçları olduğunu göremezdiler. Onların sanılanın aksine sihirli güçleri falan da yoktu.

Beyazıt'ın annesinin bunu öğrenemeyeceği kadar küçük bir yaşta ölmesi mi daha iyiydi emin değildim.

Gözümden akan bir damla yaşı hızla sildim. Yeterince zayıf görünmüştüm zaten karşısında. Bir de ağlayıp taçlandıramazdım.

"Her hareketinin akşama haber olma ihtimali olan benim, sen değilsin!" dediğinde muzip bir tonla istemsizce gülmüştüm.

"Ağlarsan görmem, duymam, konuşmam ama yanında olabilirim."

İçten bir şekilde gülümsedim ona. Daha önce böyle içten gülümsemiş miydim Beyazıt'a emin değildim ama şu içtenliği içimi ısıtmıştı.

"Eğer ihtiyacım olursa aklımda olsun." dediğimde bu kez herhangi bir yorum yapmamıştı ancak elimde kalmış ve rüzgarın kendi kendine bitittirdiği sigaramı alarak arkasındaki beton cam kenarında söndürmüştü ve bunu yaparken gözlerini üzerimden ayırmamıştı.

Üzerime doğru eğildiğinde parmak uçlarımda yükselerek dudaklarımızı ben birleştirdim. Elleri belimdeki yuvalarına yerleşirken öpüşmemiz giderek hararetleniyordu. Sanki ben Ezgi'ye olan, Beyazıt amcasına olan sinirini öpüşerek, birbirimizin dudaklarından çıkarıyorduk.

"Abi!"

Baha savcının sesinin ardından çok geçmeden kendisi de görünmüştü ve biz dudaklarımızı ayırmak için bir miktar geç kalmıştık.

"Pardon!" demiş ancak bunu tamamen refleksle söylemişti. Şaşkın gözleri ikimiz arasında mekik dokurken ben bir adım kadar daha geriye giderek sırtımı tamamen korkuluklara vermiş, Beyazıt'tan uzaklaşmıştım. Önüme düşen saçlarımı da geriye atarken Beyazıt bıkkınlıkla "Ne var Baha?" demişti.

"Bilardo oynar mıyız diyecektim ama sanırım sizin planlarınız başka." demiş ve ardından da Beyazıt'ın sert bakışlarından olsa gerek geri geri içeri ilerlemişti.

Baha gittikten sonra Beyazıt sinirli bir soluk vererek bana dönmüştü.

"Atsan atılmıyor, satsan satılmıyor..." diye söylendiğinde belli belirsiz güldüm.

Loading...
0%