Yeni Üyelik
17.
Bölüm

17. Bölüm

@__kao__

Seviştikten sonra Beyazıt beni koltuğa taşımıştı ve şimdi koltukta göğsüne uzanmış bir şekilde yatıyordum. Üzerimizde bir battaniye vardı. Eli her zamanki gibi belimdeki gamzedeydi ancak bu sefer tamamen çıplaktım tabii. Diğer eli de saçlarımla oynuyordu usul usul.

Eli birden duraksadığında ve bedeninin hafifçe doğrulduğunu hissettiğimde bakışlarımı çevirerek Beyazıt'a baktım.

"Bu arada kafana göre tanımadığın insanların evine girmemelisin. Önceden de girmemeliydin ama şimdi hiç girmemelisin!"

Sesi fazlaca ciddi ve beni kınarcasınaydı.

"Kendimi koruyabilirim." derken gözüm yere indirilmiş masamdaydı. Kalkıp işlerimi tamamlamam gerekiyordu ama şu an hiç istemiyordum ve zaten aciliyeti olan şeyleri de halletmiştim ama daha sonra bu işleri yine ben yapacaktım ve sabahlamışken hepsini bitirsem iyi olurdu.

"Kaç kişiye karşı? Biliyorum sözelcisin ama matematiğinin o kadar kötü olmadığını varsayıyorum."

"Ha, ha!" dedim gözlerimi yuvarlayarak.

"Ben ciddiyim Dilem. Ayrıca bir daha böyle bir durum yaşanırsa çocukların ne olursa olsun seni o eve sokmama emri var. Haberin olsun."

Bu sanırım kendini de çocukları da zor duruma sokma demekti. Ne dersem diyeyim bir şey değişmeyecekti o yüzden bir şey demedim ben de. Hatta başımı tekrar göğsüne yasladım.

İstediğimde pekâlâ ruhu duymadan ajanstan çıkabilirdim.

"Bu suskunluğunun, kabullenişinin altında bir şey aramalı mıyım?" dedi saniyeler sonra. Sesindeki şüphe derin, sıkıntılı bir nefes vermeme neden oldu.

Tekrardan göğsünden doğrulurken göğsüne düşen saçlarımla doğrudan Beyazıt'a döndüm. Gözlerini kısmış ve her hareketimden, her bakışımdan bir anlam çıkarmak istercesine tetikteydi.

Zaman kazanmak için Beyazıt gibi ben de onu süzdüm uzun uzun ve en sonunda samimiyetsizce gülümsedim.

"Bu güzel sevişmenin ardından sinirlerimi bozmamak için..." dedim ve çıplak olmayı gram umursamadan kitaplığın kapaklı dolabına ilerledim. Ne olur ne olmaz diye burada da bir kaç parça kıyafetim vardı ve tekrar o elbisenin içine girmek istemiyordum.

Bakışlarının üzerimde olmasını umursamadan üzerime beyaz oversize bir tişört geçirmiş ve onun üzerine de gri uzun bir hırka giyinmiştim. Göğüs uçlarım belli oluyordu ama bunu da sorun etmedim.

Tekrar Beyazıt'a döndüğümde tam da tahmin ettiğim gibi beni izliyordu. Ellerini başının altında birleştirmişti ve beline kadar gri ince battaniyeyle örtülüydü. Gözlerimi zar zor üzerinden çekebildiğimde işe dakikalar önce seviştiğimiz masanın üzerinde olması gereken eşyaları toplamakla başladım. Bakışlarının doğrudan üzerimde olması hem rahatsız ediciydi hem de tuhaf bir şekilde hoşuma gidiyordu. Çok geçmeden tekrar masama kurulabilmiş ve başka bir kalemle saçlarımı toplamıştım ama burada seviştiğimizi bilmek, bunu düşünmek kesinlikle odaklanmamı zorlaştırıyordu. Tabii bunda üzerimdeki gözleri de etkiliydi.

Odaklanamıyordum.

"Sen gitmeyecek misin?" dedim. En sonunda tüm kabahati Beyazıt'ta bulmuş ve doğrudan ona dönmüştüm. Bir milim dahi kıpırdamamıştı sanki.

"Cık!" dedi başını geriye atarak.

"Manzarayı sevdim." Yüzündeki çapkın gülümsemeyle kısık gözleri altından alenen beni süzmüş ve manzaradan kastının ben olduğumu fazlaca belli etmişti.

Nedensizce utanarak gayriihtiyari gözlerimi etrafta gezdirdim.

"Yalnız ben yarın bütün gün evde olmayı planlıyorum. Sen işe gitmeyecek misin?" derken de gözlerim tekrar gözlerini bulmuştu.

"Geç giderim..." dedi umursamaz bir tavırla.

Bunun üzerine tek kelime daha edememiş ve olabildiğince işime dönmüştüm. Neyse ki bir yerden sonra ilgimi çeken bir uyuşmazlık yakalamıştım da oradan devam etmiştim. Gözlerim batmaya başladığında Beyazıt'a kahve isteyip istemeyeceğini sormak için dönmüştüm ama çoktan uyuya kalmıştı. Ben de bunun üzerine yalnızca kendime yapmak üzere mutfağın yolunu tutmuştum.

Saat altıya gelirken de tamamen bitmiştim. Bir saat içinde görevliler temizlik için gelirdi ve çıkmamız gerekiyordu. Yoksa şu an Beyazıt'ın yanına kıvrılıp uyumak bana daha cazip geliyordu.

Uyandırmak için koltuğa doğru ilerlemiş ve ucuna oturmuştum. Uykusunda kaşlarının çatık olması pek hoşuma gitmemişti. Keza hoşnutsuzlukla buruşmuş yüzü de.

"Beyazıt!" dedim gözlerimi yüzünden çekebildiğimde ve hafifçe de omzuna dokundum. Birden irkilerek uyanmasıyla kendimi ister istemez geri çekerken bulmuştum. Yine de ağız ağıza gelmiştik neredeyse. Tabii çıplak olması da işin cabasıydı.

Bir süre öylece uyku sersemliğiyle ne olduğunu anlamak istercesine yüzümü turlayan gözlerine baktım. Nefesleri hızlı, kalbi duyabileceğim kadar gürültülüydü.

En sonunda "Gitmemiz gerekiyor..." dedim dudaklarım dudaklarına çarparken. Uyku sersemliğini atmak istercesine hafifçe başını iki yana sallarken derin bir nefesle doldurmuştu ciğerlerini. O an bir elinin beline gittiğini fark etmiştim. Silah olması gereken beline...

Beyazıt'ın gözleri mevsim gereği henüz aydınlanmamış şehre dönerken benim gözlerim biraz önce belinde olan elindeydi hâlâ. Aklıma düş kapanını sorduğu zaman geldi. O zaman neden sorduğunu anlayamamıştım ama şimdi acaba demiştim.

Sanırım tek kabus gören biz değiliz, Dilem ama yine de kocamız bu tarz şeylere inanacak biri gibi değil sanki...

"Bence biz yataklı bir çalışma odası yaptırmalıyız..." dedi yüzünü buruşturarak da Beyazıt ve en nihayetinde elindeki gözlerim yüzüne çıkabilmişti. Elinin beline gitmesinden ziyade daha önce de fark ettiğim ancak varlığını unuttuğum sol başparmağındaki yanık izi batmıştı gözüme.

Beli tutulmuş olsa gerekti ki oldukça da normaldi. İki metrelik boyuyla küçücük koltukta uyuyakalmıştı.

"Silah zoruyla seni burada tutan olduğunu sanmıyorum..." dedim hafifçe omzuna vurarak ve kenara koymuş olduğum kıyafetlerini kucağına doğru attım.

"Giyin de çıkalım..."

Hemen arkamı döndüm ve askılığa yürüdüm. Beyazıt giyinirken onun gibi alenen izlemeye nedense utanmıştım. Gereğinden yavaş bir şekilde askılıktan montumu almış, büyük bir yavaşlıkla üzerime geçirmiş ve sonra da gerek olmamasına rağmen masamı düzenlemeye koyulmuştum.

Bir iki dakika sonra Beyazıt da "Giyindim oyalanmana gerek yok..!" dedi muzip sesiyle eğlendiğini benden gizlemeden.

Onu duymamışçasına çantama uzandığım sırada sırtına montunu geçiriyordu.

"Önünü kapat." dedi ben kapıya yönelirken.

Zaten o söylemese de bu soğukta öylece çıkacak değildim ancak söylemiyle istemsizce gözlerimi yuvarladım.

İnadına kapatmamak vardı ama birazdan temizliğe gelirlerdi ve birileriyle karşılaşırsak alenen burada seviştik demeye gerek yoktu.

"Acaba yetkililer ne zaman tarihi eser diye sana el koyacak?" demekten de geri kalmadım.

"Göğüslerinin görünmesine izin vermem modernlik değil, gavatlık!" dedi ters bir tavırla ve arkası yukarı çıkmış olan tişörtümü de düzeltmişti asansöre ilerlerken.

"Ay, tamam!" dedim yüzümü buruşturarak. Bir yandan da başımı eğmiş ve kabanımın önündeki kuşağı bağlamıştım.

"En gavat olmayan sensin!"

"Cık!" dedi asansöre bindiğimiz sırada ve bir şey için üzgünmüş gibi dudaklarını hafifçe içeri doğru büktü.

"Bana kalsa böyle çıkman dahi gavatlık da... Eli maşalı bir karım var..."

Sinir bozukluğuyla gülerken onaylamazcasına başımı da iki yana sallamıştım.

"Alt tarafı otoparka ineceğiz kimse görmeyecek, arabadan da doğrudan eve geçeceğiz. Ayrıca cidden bu kadar abartılı kıskançlıkların varsa birini böyle tehditle evlenmeye zorlamana şaşmamalı."

Kısa bir an duraksadı. Durmasıyla ben de duracak gibi oldum ama tekrar yürümeye başladığında yalnızca bana yetişebilmesi için bir kaç adımımı daha küçük attım. Otoparka da gelmiştik.

"Gavat olmadığım için özür dilemeyeceğim... Ayrıca bu imayı ikidir yapıyorsun. Hiç bir şeye zorlamadım seni. Kendin gayet hür iradenle bana evet dedin."

Sesi kendinden oldukça emindi. Aksini kabul etmez bir tonla söylemişti.

Benim açımdan önümdeki iki seçenek düşünülürse gerçekten bayağı hür bir iradeydi ancak haklılık payı da yok değildi. Ne olursa olsun ben seçmiştim, kendi seçimlerimi yaşıyordum.

Bomboş otoparkta bulmakta hiç de zorlanmadığımız arabasının kapısını açtığında binmeden önce duraksadım. Benim duraksamamla Beyazıt da durmuştu.

"Benim kullanmamı ister misin? Uyku sersemi gibisin hâlâ."

"Bin." dedi yalnızca ve kendisi de şoför koltuğuna yerleşti.

*

Duyduğum tıkırtılar uykumu bölmüştü. Aydınlıktan rahatsız olarak ellerimle yüzümü kapattım ve açabilmek için gözlerimi ovuşturdum.

"Pardon, uyandırmak istememiştim..."

Beyazıt'ın gerçekten bunu istememiş olduğunu ses tonundan anlayabiliyordum, her ne kadar henüz kendisini görememiş dahi olsam...

En nihayetinde gözlerimi kırpıştırarak açabildiğimde oldukça hazır bir şekilde buldum Beyazıt'ı. Giydiği lacivert takım elbise ona fazlaca yakışmıştı ve yüzüne de farklı bir şeyler katmıştı. Daha canlı duruyordu.

"Günaydın..." dedim. Uyuşmuş bedenimle doğrulmuş ve geriniyordum.

"Saat kaç?" diye sorarken de üzerimdeki örtüyü atmış ve bacaklarımı sarkıtmıştım.

"2'ye geliyor..." dedi tam da saatini bileğine takarken. Yaklaşık 7 saat kadar uyumuştum ve sanırsam bu kadarı yeterliydi.

"Gidecek misin?"

Hazırlandığını görebiliyordum ama amacım söylediğimi tasdiklemesi değil, nereye gideceğini öğrenmekti.

"Evet, gece de geç gelirim." derken yatağa doğru yaklaşmıştı.

Yanıma oturduğu sırada gülümsedim. "Bu kadar çabuk kısas yapmayı beklemiyordum." dediğimde ise minik bir kahkaha bıraktı odaya.

Gülüşü benim dudaklarıma da yansırken dudakları da dudaklarıma kapandı yavaşça. Bir yandan dudaklarımızı ayırmaya çalışırken diğer yandan belimden tutarak beni kendine çekmeye çalışıyordu. En sonunda dudaklarımız ayrıldığında derin bir nefes bıraktı.

"Ne yazık ki işim şirkette değil."

Sanırım daha illegal bir işti, yani sorsam da cevaplamazdı.

"Başka zamana..." derken bu kez de ben dudaklarına kapanmıştım.

Artık son kez ayrıldığımızda dudakları bu kez de gözlerime gitmiş ve her iki gözüme de birer öpücük bırakmıştı. Kalbimin kasıldığını hissettim. Defalarca kez sevişmiş ve öpüşmüştük ama...

Ama?

İlk kez gözlerimden öpüyordu ve bu... Bu çok farklı hissettiriyordu. Sanırım heyecanlanmıştım ya da panik yapmıştım... Ne hissettiğimi bile bilmiyorum.

"Kızlara sana kahvaltı hazırlamasını söylerim, şimdi çıkmalıyım."

Sesiyle kendime gelsem de bir kaç saniye yüzüne şaşkınca bakmama engel olamamıştım. Bana beklentiyle bakmaya devam ettiğini fark ettiğimde de mecburen başımı sallayarak onayladım Beyazıt'ı. Bunun üzerine Beyazıt bana son bir bakış atarak odadan çıkmak üzere kapıya ilerlemişti.

Öylece kapının ardından kapanmasını izlemiştim. Bir süre daha öylece yatakta anlamsızca etrafa bakındıktan sonra kalktım ve banyoya doğru ilerledim. Kendime gelmem gerekiyordu. Zaten ilk geldiğimizde hızlıca bir duşa girmiştim. Bu sayede hızlıca elimi yüzümü yıkayarak kendime gelmeye çalışmış ve banyodan giyinme odasına geçmiştim doğrudan.

Evde olacağım için rahat beyaz bir takım seçmiştim kendime. Üst kısmı askılı ve göbeği açık olduğu için üzerine de turuncu bir hırka geçirmiştim. Saçımı taradığımda ve günlük bakımımı yaptığımda ise ev için fazlasıyla hazırdım.

Odadan çıkar çıkmaz Tekin'in sitemli, yarı yüksek sesi dolmuştu kulaklarıma

Odadan çıkar çıkmaz Tekin'in sitemli, yarı yüksek sesi dolmuştu kulaklarıma.

"Ne demek ben gelmiyorum oğlum? Tek mi gideceksin?"

Bir kaç sessiz adımın ardından hem daha rahat duyabileceğim hem de görünmeyeceğim bir basamakta durdum.

"Baha da yok. Dilem de evde. Ne olur ne olmaz tek kalmasın. Cevdet'ten hâlâ ses çıkmadı ve senden başka kimseyi de evde bırakamam. Zaten bu davette de hoşuma gitmeyen bir şeyler var da gitmezsem olmuyor işte..."

"La eve kim girebilir? Baskın yaptılar diyelim. Bahçeden içeri adımlarını atamazlar. Evde gayet güvende karın. Asıl tehlikede olan sensin."

Beyazıt'ın sinirli bir soluk verdiğini duydum.

"Hadi diyelim gerçekten tehlikede olan benim, tek başına ne yapabilirsin orada ama evi avucunun içi gibi biliyorsun. Ben kendimi idare ederim."

"Zaten neden evlendiğini de söylemiyorsun, bebek bakıcılığını da bana kitliyorsun..! Bir gün gerçekten bozuşacağız amına koyayım!"

Bebek bakıcılığı?

"Sıkıyorsa Dilem'in yanında da böyle konuş!" dedi Beyazıt da alayvari bir tavırla.

"Abicim kusura bakma ama karının şansının yaver gittiğini düşünüyorum yoksa 3 tane izbandut gibi adamı idare etmesinin imkanı yok."

Kaşlarım havalandı istemsizce. Tekin sadece kendisine daha çok bilenmeme neden oluyordu.

Bence dua etsin Dilem, şu an gizlice dinliyoruz...

Bence de Narenciye...

"Elinin ağırlığını tatmadığından o..." dedi Beyazıt ve güldüğünü işittim.

Bu da dayak arsızı mı ne? Tokat yemekten bu denli zevk alan birini daha tanımadım, Dilem.

"İnşallah ben yokken kaşınırsın da tadarsın!"

Açık çek... Bundan memnun olurken adım seslerini işittim. Ardından da kapı açıldı.

"Hadi görüşürüz..."

Bir süre bekledim ve seslerden Beyazıt'ın çıktığına emin oldum. Ancak ondan sonra kalan basamakları da inmeye başladım. Beyazıt'ın onları dinlediğimi bilmesine gerek yoktu ama Tekin bilip ayağını denk alsa iyi olurdu çünkü gerçekten sinirlerimi bozuyordu.

"An itibariyle bebek bakıcılığı mesain başladı sanırım?" dediğimde bana arkası dönük olan Tekin bu tarafa dönmüştü. Gözlerinden geçen şaşkınlık çok geçmeden yerini zevzekleşeceğini belirten bir ifadeye bırakmıştı.

Ağzını açacakken elimi kaldırarak durdurdum onu.

"Gözüme ilişme kafi. Yoksa bugün gerçekten elimde kalacaksın Tekin!"

"Kapı dinlemek hoş bir eylem değil yengecim." dedi biraz önce Beyazıt'la konuşurken ki ciddi tavrından sıyrılmış ve beni sinir eden şuursuz tavrına bürünmüştü.

"Birinin arkasından konuşmak da öyle Tekin!" demiş ve yanından sıyrılarak mutfağa ilerlemiştim.

Jale bir şeylerle uğraşıyordu.

"Birazdan kahvaltınız hazır olur, Dilem hanım." dedi beni fark ettiğinde. Kendime sürahiden bir bardak su doldururken basit bir gülümseme sundum.

"Nerede yersiniz, nereye kuralım masayı?"

Kısa bir süre düşündükten sonra işaret parmağımla yukarıyı işaret ettim.

"En üst kattaki hobi odasına."

Orada büyük bir de televizyon vardı ve bir şeyler izleyerek yiyebilirdim. Sıkılınca da bir şeyler okurdum belki, kitaplık da vardı ve oradaki bibloları bir kez daha Beyazıt'ın yaptığını bilerek incelemek istiyordum.

Sanırım günün kalanını orada geçirecektim.

*

"Bu ne?"

Kerem'in sitemli sesine gülerken sol elimle telefonu kulağımda tutuyor ve sağ elimle de Beyazıt'ın elleriyle oyduğu tahta bibloyu inceliyordum.

"Gecikmiş bir doğum günü hediyesi..."

Nedenini anlamamıştım ama harabe bir binaydı elimde tuttuğum biblo. En ufak ayrıntısına kadar oyulmuştu ve 8. sanat olmaya adaydı.

"Normalde birebir alıp elden vermek istemiştim ama vaktim olmadı, gecikme için özür dilerim."

Görmesem de Kerem'in dudaklarını içeri doğru bükerek, "Sahi mi?" dercesine başını aşağı yukarı salladığını hayal edebiliyordum.

Elime bir diğer bibloyu aldım. Minyatür bir odaydı bu. Tavanı yoktu ve bu sayede içini görebiliyordum. Huzurlu gözüküyordu. Şöminedeki ateşe kadar en ince ayrıntısına kadar nasıl oymuştu gerçekten merak ediyordum artık.

"Biliyor musun? En çok ihtiyacım olan şey evimin yarısını kaplayan devasa bir peluş karetta karettaydı. Evim tamamlandı resmen!"

Alaylı sesiyle gür bir kahkaha atmama engel olamadım.

"İki tabak, çatal yıkamaya üşenip, plastik kullandıkça gözünün önüne gelsin diye... Emin ol doğa da minnettar kalacak bu hediyemden."

Kerem'in de güldüğünü anlamıştım verdiği nefes sesinden.

"Doğa ve ben sana teşekkür ediyor ve böylece de karetta karettamın adını Doğa koyuyorum."

"Çabuk benimseyeceğini biliyordum!" dedim ve bu hoşuma giden odayı eski yerine bırakarak saatlerce oturup dizi izlediğim, kitap okuduğum koltuğa tekrar oturdum.

"Dilem..." derken sesi birden ciddileşmişti ve bu istemsizce daha yeni oturduğum koltukta diken üstünde olmamı sağlamıştı.

"Ne oldu?" dedim biraz da endişeyle.

"Ben bir kaç gün İstanbul'da olmayacağım."

Daha önce de bir kaç sefer böyle İstanbul'dan gitmiş ve bir kaç gün boyunca hiç bir şekilde ona ulaşamamıştım. Neyse ki böyle haber veriyordu ama her döndüğünde de morali fazlaca bozuk oluyordu ve toparlanıp eski Kerem olması günler ve hatta haftalar sürüyordu.

"Şu babanla tanışmak istiyorum." Birebir babasına gittiğini hiç söylememişti ama tahminim o yöndeydi. Hayatında onu bu denli bozabilecek yalnızca tek bir figürden bahsetmişti bana ve bir kaç telefon konuşmalarına da denk gelmiştim.

Derin bir nefes aldığını işitsem de söylediğime herhangi bir tepki vermemişti.

"Ben yokken başını belaya sokma, tamam mı? Çok kalmam zaten."

"Anlaştık..." dedim aklının kalmaması için. Onunla gelebileceğimi her söylediğimde beni reddediyor ve hatta bunu yaparken her nedense agresifleşiyordu. Bu yüzden bu kez böyle bir teklif sunmadım.

"Bir telefonunla anında yanında olacağımı biliyorsun, değil mi?" demekten de geri kalamadım yine de.

"Biliyorum, güzelim..."

Sesi buna canı gönülden inandığını bana geçiriyordu.

"Hiç olmayan kardeşimsin sanki..." de dediğinde bu kez kalakalan taraf bendim.

"Tek gerçek arkadaşımsın..." dedim arkadaş kısmına vurgu yaparak. Bunun onda ne yaratacağını şu an telefon arkasından tahmin edemiyordum ama tek bildiğim şey bir abi istemediğimdi.

"Görüşürüz." dedim ardından da hızlıca ve telefonu bir cevap dahi beklemeden suratına kapattım.

Telefonu sehpanın üzerine öylece fırlatırken başımı da geriye atmış ve ayaklarımı sehpaya doğru uzatmıştım.

Onu düşündükçe, onu bir şekilde andıkça, bir şekilde hatırıma düştükçe onu çağıracakmış gibi hissediyordum. Gerçekte olmasa dahi bugün rüyama bir şekilde gireceğini biliyordum ve sanırım beni uykusuz, uzun bir gece bekliyordu.

Gözümden akan bir damlayı silerek ayağa kalktım hızlıca. Daha fazla düşünmek falan istemiyordum. Bahçeye çıkmam gerekiyordu. Soğuk beni kendime getirirdi.

Merdivenleri hızlı hızlı inerek adımlarımı salona yönlendirmiştim. Normal kapıdan çıkıp o kadar korumanın içinden geçmek istemiyordum ve bu sebeple salondaki bahçe kapısını kullanmayı planlamıştım.

Ancak salondaki üçlü koltuğa uzanmış, bir eli başının altında bir eli, elindeki minik topu atıp tutmakla meşgul olan Tekin daha beni o an ön kapıyı tercih etmediğime pişman etmişti. Ayak seslerinden sebep başını iyice geriye atıp bana baktığında maden bulmuşçasına gözleri ışıldamış ve hızlıca yattığı yerden doğrulmuştu.

"Bebek bakıcılığı çok sıkıcı gidiyor yenge be! Hayrına benle bir tavla atsana!"

Derin sıkıntılı bir nefes alıp verirken sakinleşmekte zorlanıyordum.

"Siktir git, Tekin!" dedim sinir bozukluğuyla ve bahçe kapısına doğru bir adım daha attım ancak tam o anda bir ses geldi. Sanırım bu ses bir silahtan çıkmıştı. Seslerin devamı da gelirken oldukça yakınlarımızda bir yerlerde bir çatışma çıktığı belliydi. Tekin zaten halihazırda oturur pozisyona geçtiği koltuktan ayağa fırlamış ve gerçekten akılsız olacak ki benim saniyeler önce açmaya niyetlendiğim kapıyı açarak bahçeye çıkmıştı.

Kapının açılmasıyla birlikte yüzüme vuran soğuk hava üzerimdeki şaşkınlığı atmamı sağlarken akla mantığa sığmasa da Tekin'in peşinden ben de bahçeye çıktım.

Evet, akla mantığa sığmıyor!!!

"Abi ilk hattı aşmışlar. Dört bir yandan sarmışlar!"

Fatih'in sesi oldukça mahcup ve endişeli çıkıyordu.

"Bir kez de o şom ağzını açma amına koyayım!"

Tekin doğrudan isim vermese de sanırsam kocamın arkasından söyleniyordu. Sinirle arkasını dönmüştü ki beni gördü ve içine içine bir küfür daha savurdu.

Ardından tekrar Fatih'e döndü ve yaklaşan silah sesleriyle birlikte sesini duyurabilmek adına bağırarak konuşmasını sürdürdü.

"Tek bir kayıp daha istemiyorum! Her biriniz önce kendi canınızdan, sonra birbirinizin canından mesulsünüz!"

Fatih minik bir baş hareketiyle onayladığında Tekin bana dönmüş ve bir kaç büyük adımla yanıma ulaşmıştı. Kolumdan tutarak beni peşi sıra içeri çekiştirdiğinde pek de itiraz edecek durumda değildim. Sanırım polisi arayamıyorduk ve silah sesleri o kadar yaklaşmıştı ki...

Ardımızdan cam kapıyı kapatırken "Yukarı!" dedi omzunun üstünden bana dönerek de ve dediğini yaparak yukarı ilerlememe neden oldu. Yalnızca bir kaç dakika önce indiğim merdivenleri bir kez daha arşınlayarak çıkmaya başladım.

En üst kata ulaştığım sırada cama bir şeyin sertçe vurmasıyla irkilmiş ve istemsizce duraksamıştım.

"Kurşun geçirmez bu camlar." diyen Tekin, tekrar kolumu tutmuş ve kendiyle beraber beni de Beyazıt'ın çalışma odasına ilerletmişti. Hızlı girmesinden dolayı göremediğim şifreyi tuşladığında kapı açılmıştı ve Tekin önceliği bana vererek geçmem için beklemişti.

Ben içeri girdiğimde kapıyı ardımızdan kapattı. Kapı zaten saniyeler sonra otomatik olarak kilitlenmişti ama bu Tekin'e yeterli gelmemiş olacak ki daha önce dikkat etmediğim dümen gibi ama küçük bir şeyi çevirmiş ve sanırsam manuel olarak da kilitlemişti kapıyı.

Ardından iç tarafta kalan panele hızlıca bir şifre girmiş ve parmak izini okutmuştu tekrar. Bunun Üzerine irkilmeme sebep olacak bir gürültüyle çalışma odasının boydan boya camla kaplı olan duvarına kepenk gibi bir şey inmeye başlamıştı.

Burada oturup öylece kendi kendilerine gitmelerini falan beklemeyecektik umarım ki...

Kepenkler tamamen kapanana kadar öylece durmuş izleyen Tekin'in ne yapmaya çalıştığını gerçekten anlayamıyordum.

"Burada mı bekleyeceğiz?" dedim biraz da şaşkınlıkla ancak Tekin bana cevap verme zahmetine girmeden kitaplığa doğru ilerledi ve sağda en köşede kalan kitaplığın yanındaki kalın kitaplardan bir kaç tanesini hızlıca yana çekti. Eliyle kitapların arkasında kalan duvarı hızlıca yoklamış ve aradığını bulmuş olacak ki hafifçe duvara bastırmıştı.

Bastırmasıyla duvar biraz içe gömülmüş ve Tekin eliyle sola kaydırdığında da bir panel açılmıştı. Tabii ki evde acil durumlar için gizli çıkışlar vardı.

Şifreyi girdiğinde kitaplık bir tık sesiyle biraz öne çıkmıştı. Tekin paneli kapatıp hızlıca kitapları geri dizerken bana başıyla geçmemi işaret etti.

Açılan kapıdan içeri girdim ve merdivenlere doğru hareketlendim ancak Tekin "Bekle!" diyerek beni durdurdu. Burası fazlaca karanlıktı zaten ve düşmeden inmek mucize gibi bir şey olurdu sanırım.

Kitapları dizmeyi bitirdiğinde kendisi de içeri girdi ve üzerimize kitaplığı çekti. Zifiri karanlığa büründüğünde istemsizce nefesimi tutmuştum. Karanlıktan korkmazdım ama bu biraz fazla karanlıktı. Belli belirsiz bir siluet dahi göremiyordum.

Neyse ki çok geçmeden telefonun flashı açılmış ve Tekin'in yüzünü görebilmiştim.

Ben merdivenlere ilerler diye düşünmüştüm ama o solda kalan duvara doğru ilerlemiş ve parmaklarını gezdirmeye başlamıştı bir şey ararcasına. Bulmuş olacak ki bana doğru döndü ve telefonu uzattı.

"Şunu bir tutar mısın yenge?" Telefonu alırken anlamıştım da. Kaçmayacaktık, onlar kaçtığımızı sanırken saklanacaktık. O yüzden burada aydınlatma yoktu. Zaten gizli bir geçit bulmuş olacaklardı ve bu merdivenlerin sonu doğrudan dışarı gidiyordu muhtemelen. Halihazırda kaçtığımızı düşünecekleri için ikinci bir geçit aramayacaklardı. Arayacak olsalar bile bu karanlıkta bulmaları zor olurdu.

Duvarı güçlüce iteklediğinde ikinci bir kapı açılmış ve Tekin geçmem için bir kez daha önceliği bana vermişti. İçeri geçtiğimde beni daracık bir oda ve üçüncü bir kapı karşılamıştı ancak burada da bir ışık yoktu ve telefon ışığından zar zor seçebiliyordum.

"Olur da ışık çıkmasın diye, malum diğer taraf zifiri... Burada yanacak ışık anında belli olur oradan."

Tekin arkamda kalan kapıyı kapatırken ben de önümdeki kapıyı açmıştım. İçeri doğru bir adım attım ve etrafımda ışığı açabileceğim bir yer aradım. Bulduğumda anahtara basmıştım.

Gözlerim ani ışıkla kamaşırken istemsizce kırpıştırmıştım. Biraz biraz alışmaya başladığında Tekin'in kapıyı üzerimize kapattığını ve sürgüsünü çektiğini görmüştüm. Zekice ama riskliydi. Ayrıca Beyazıt'ın Tekin dahil birine bu denli güvenmesini beklemiyordum her nedense.

Bakışlarımı tekinden çekip etrafta göz gezdirdim. Mini bir otel odası gibiydi. Köşedeki kabin muhtemelen tuvaletti, mini bir buz dolabı, bir kanepe ve tek kişilik minik de bir yatak vardı.

"Kaç gün kalmak için burası?" dedim biraz da telaşla. Burası her ne kadar konforlu dursa da haliyle bir penceresi, hava alabileceğim bir yer yoktu ve uzun süre burada kalamazdım.

Basardı burası bana...

"3 gün diye konuştuk ama ne olur ne olmaz diye 5 kişiye 1 hafta yetecek kadar su ve yiyecek var..." dedi Tekin ve görevini tamamlamış olmanın rahatlığıyla kendini kanepeye bırakmıştı.

"Eninde sonunda gitmeyecekler mi?" dedim 3 gün burada kalmayacağımızın farkındaydım ama yine de düşüncesi dahi beni germişti.

"Klostrofobin mi var senin?" dedi Tekin halime bakıp kaşlarını havalandırırken.

Klostrofobim falan yoktu ama yine de geriliyordum.

"Hayır beni geren kapalı alanda kalmak değil, seninle kalmak..." derken amacım terslemek değil, ilgisini dağıtmaktı. Neyse ki başarılı da olmuştum.

"Kalbim kırıldı yalnız yenge..."

Abartılı bir tavırla dudaklarını büzmüş ve ağladı ağlayacak bir tavra bürünmüştü.

"Ayrıca merak etme, eve adımlarını atamazlar ama sadece önlem alıyoruz."

Ayakta kalmaktan vazgeçerek koltuğa doğru ilerledim ve Tekin'den en uzağa oturdum.

Bacaklarımı koltukta kendime doğru çekerken cam olmayan bu duvarlara çok bakmamaya çalışıyordum.

"Bir şeyi çok merak ediyorum..." derken sırtını kol koyma yerine dayayarak çapraz oturmuş ve doğrudan bana dönmüştü.

"Sor?" dedim kurtuluşum olmadığını bilerek. Nitekim burada yapılacak hiç bir şey yoktu.

"Neden turuncuyu bu kadar seviyorsun?"

Bunu sorarken gözleri turuncu hırkamda geziniyordu. Ben de istemsizce üzerimdeki turuncu hırkaya baktım ve ardından da omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Bir şeyi gerçekten seviyorsan bir nedeni olmaz bence, sadece seversin ama hayır, turuncuyu sevmiyorum..." dedim ve hırkamın eteğini avucumun içine aldım. Amacı iyi bir şeydi belki ama bir işe yaramadığı gibi beni en sevmediğim renkle lanetlemişti.

Sözde turuncu giyersem hem beni en sevmediğim bu renkten hem de içinde olduğum durumdan kurtaracaktı... Başta gerçekten ihtiyacım olduğu için giyiniyordum ama hâlâ işe yaramadığını göre göre neden giymeye devam ettiğimi ben de bilmiyordum. Sanırım artık bundan kurtulmam gerekiyordu.

Tekin inanmamış olacak ki alayla güldü. "Yeme beni yenge ya... Mazisi mi var? Söz söylemem kocana."

"Haddini aşma!" dedim tersçe. Bu ciddiyetsizliği beni delirtiyordu.

"Aman!" dedi o da beni takmadan. Kaşlarım çatıldı ve ona ters bir bakış attım.

"Hem bir şey soruyorsun, cevabını beğenmeyince de yalancılıkla suçluyorsun! Zaten sana bir cevap verme zorunluluğum yok! Yalan söylemek yerine direkt hiç bir şey söylemem!"

Tekin'le saatler nasıl geçecekti gerçekten bilmiyordum. Bir kaç dakikada bile beni sinirlendirmeyi becermişti.

Buna gerçekten sinirlendiğimi anladığında oturduğu yerde dikleşti ve ciddileşti.

"Tamam bak, valla sululuk yok. Ne dersen de doğru kabul ediyorum şu dakikadan sonra. Ciddi ciddi merak ediyorum... Sevmiyorsun madem ne diye giyiyorsun?"

Sustum ancak kızgın olduğum için değil cevabı ben de bilmediğim için sustum. Tabii Tekin bunu ona kızgın olmama yormuş ve derin bir nefes bırakmıştı.

"Ne kincisin yenge!" Başını da sıkıntıyla geriye atmıştı ama pek de umurumda değildi.

"Ya tamam! Özür dilerim ama burada sıkıntıdan öleyim mi? Topum da içerde kaldı... Sohbet edelim biraz."

"Tek kalsan ne yapacaksan aynısını yap!" dedim bıkkınlıkla.

"Tek kalsam buraya gelip saklanmazdım ki, racona ters de işte seni yalnız bırakamadım." Gidip annemlerde falan kalmadığım için pişmandım şu an. Derin bir nefes çektim içime.

"Biraz uyumaya ne dersin Tekin?" dedim beni salması için.

"Tekin deme be! Bir garip oluyor..."

"Ben de sana yenge deme diyordum ama işte..." dedim ne kadar sinir bozucu olduğunu anlaması için. Gerçi anlayacak olsa şu ana kadar anlardı.

"Uykum yok benim..." derken huysuz bir çocuk tavrına bürünmüştü.

Sınırlarım zorlanıyordu.

"Beyazıt ne zaman gelir tahmini?" dedim bıkkınlıkla.

"Ne zaman çıkarız buradan?"

"Dua at de dul kalmamış ol..." dedi ama bahsettiği sanki arkadaşının ölümü değildi.

Ona tip tip baktığımda güldü.

"Merak etme, dokuz canlı o! Bir şekilde hep dört ayağının üzerine düşüyor ama ne kadar sürede düşer ben de bilmiyorum."

"Kendimiz çıkamıyor muyuz buradan?"

"O kadar mı kötüyüm ya?" dedi alınmış bir tavırla.

"Ayrıca gittiler mi gitmediler mi bilmiyoruz. Buradan tekrar içeri de giremeyiz. Dışarı çıkıp, dışardan tekrar içeri girmek ise riskli. Beyazıt'ın ne zaman geldiğini ve tepkisini öğrenmek için muhakkak birilerini bırakırlar. Haliyle başka bir yere gitmek istersek de peşimize birilerinin takılması olası. Kısaca tekrar güvenlik çemberi oluşturulana kadar burası olabileceğin en güvenli ve tek yer yenge..."

Güvenlik hakkında aldıkları önlemler ilgimi çekmişti ister istemez.

"Peki en başta bu güvenlik çemberi nasıl delindi?"

"Çok bölündük çünkü..." dedi Tekin sıkıntılı bir nefes vererek.

"Baha'nın şu an uğraştığı dava biraz riskliymiş onun yanına zaten yığdı bir sürü adam. Cevdet'ten hamle beklediği için diğerlerinin yanına da ekstra kat çıktı. Ecem'dir, Ela'dır falan... Bir de şu davet çıkınca oraya da boş gidemezdi. Ev içinde koruma sadece insanlarla olmadığı için burayı biraz seyrekleştirmek zorunda kaldı. Zaten beni de o yüzden bıraktı."

Makuldü.

"Benimle neden evlendiğini sen de bilmiyorsun değil mi?" diye sorarken aklımda sabahki konuşmaları vardı.

Başını iki yana salladı.

"Maalesef... Kız ister misin sana gerçekten tutulmuş olsun?" Minik bir kahkaha attığında sinir bozukluğuyla ben de güldüm.

"Ne?" dedi gülüşüme bakarak.

"Birbirinizi yemeye tamamsınız, sevmeye mi değilsiniz?"

O videoyu çeken kızı şu an ciddi ciddi dava etmeyi düşünüyordum. Ardından ciddi bir tavra büründü ve gözlerini gözlerime kilitledi.

"Dürüst olayım mı?" diye sorduğunda başımla onayladım Tekin'i.

"Ol bakalım..." diyerek desteklediğimde yeni tıraş olmuş yüzünde çenesini kaşıdı hafifçe.

"Sana gram güvenmiyorum. Elinde koz var Beyazıt'ın ama Beyazıt'a karşı sizi eşitleyecek bir koz bulduğun an boşarsın ve hatta belki de kendinle birlikte onu da yakarsın..."

"Cık!" dedim başımı da geriye atarak.

"Çıkarını öğrenmeden olmaz. Madem dürüst oluyoruz ben de olayım... Bu evlilikten hapse girip orada birileri tarafından şişlenmememden tut, bu evliliğin sağladığı dokunulmazlığıma kadar benim için birden çok faydası var ama Beyazıt için bir yararı olmadığı gibi zararı çok. Beni geçtim, annemi başına sardı. Hapse girmek değil de sebebini öğrenememek koyar..."

Ardından elimle kendimi ve odayı işaret ettim.

"Karısını emanet edecek kadar güvendiği, evinin her bir köşesine girmesine izin verecek kadar güvendiği adama bile söylemediği ne, öğrenemezsem gözüm açık gider. Sadece Baha savcı ve Beyazıt biliyor... Yani şu ana kadar benim bildiklerini bildiklerim..."

Tekin yüzünü beni takdir ettiğini belirtircesine bir hâle bürüdü ve ağır ağır başını aşağı yukarı salladı.

"Daha da garibi ne biliyor musun? Beyazıt'ın çevresindeki hatırı sayılır insanlar hakkında az çok bir şeyler duymuştum, radarıma girmişlerdi. Beyazıt'ın adını daha önce duymadığıma eminim. Tamam kendini koruyor, iyi de koruyor ama bir ismi geçmeyecek kadar da mı? Sanki özellikle radarımdan uzak tutulmuş, karşıma çıkması engellenmiş gibi."

Tekin'in yüzü düşünceli bir tavra büründü.

"İlk kez ismin evlenmeye karar vermeden bir iki hafta önce falan geçti aramızda. Diğerlerinin başına bir şekilde dert olmuşsun ama bize o zamana kadar ismin hiç ulaşmadı. En ufak bir şey için dahi karşımıza çıkmadın."

Yakınlarındaki insanların işlerine çomak soktuğum düşünülürse bu imkansız gibi bir şeydi. Biri bir sebeple bizi her anlamda birbirimizden uzak tutmuş, bir nevi birbirimizden korumuştu ve içimden bir ses aynı kişinin bu evlilikte bir payı olduğunu söylüyordu.

"Bugün günlerden ne?" dedim anımsayamayarak.

"Cumartesi..." dedi Tekin. Dün cumaydı ve benim aklımdan tamamen çıkmıştı.

 

Loading...
0%