Yeni Üyelik
18.
Bölüm

18. Bölüm

@__kao__

Beyazıt yalnızca birkaç dakika önce gelmiş ve bizi o sığınak gibi yerden çıkartmıştı. Tahminimce bir 4-5 saat kalmış ve bu süre zarfında Tekin'in zevzekliğinin aslında onun bir nevi koruma kalkanı olduğunu anlamıştım.

Yine de şu an çıktığım için mutlu ama bir o kadar da endişeliydim.

"Kolunla ilgilenilmesi gerekiyor!" dedim bir kez daha ve peşinden odaya girdim. Adımlarım Beyazıt'ın adımlarına yetişmek için sık ve büyüktü. Çalışma odasında kepenkler hâlâ kapalı olsa da burada camlarda herhangi bir şey yoktu ve bunu görmek beni biraz da olsa rahatlatmış, tehlikenin geçtiği hissiyatı yaratmıştı.

Tabii ben camlara bakarken Beyazıt bunu fırsat bilerek kendini banyoya atmıştı. Ben de peşinden banyoya girememiş ve sinirle yürüyerek camın önüne gelmiştim.

Saatlerdir o küçücük odada kendimi çok bunalmış, daralmış hissetmiştim. Hava her ne kadar soğuk olsa da uzanıp camı açtım ve içeri dolan serin havadan derin bir nefes çektim içime ancak camdan aşağı baktığımda gördüğüm kalabalık ve başlarındaki Tekin'le duraksadım.

Sağ çaprazda kalıyorlardı ve ben onları görebilsem de şu an için beni görebildiklerini sanmıyordum. Tabii aynı zamanda onları duyamıyordum da.

Tekin, onlara bir dizi emir verir gibiydi ama bunu daha üstten bir tavırla değil de onlardan biriymişçesine yapıyordu. Bir nevi Tekin en büyük abiydi ve diğerleri de onun sözünü dinlemekle mesul olan küçük kardeşler.

Bir süre daha öylece adamların Tekin'i onaylamasını izlemiş, en sonunda da Beyazıt'a bu kadar yalnız kalmanın yeteceğini düşünerek camdan çekildim. Camı kapattıktan sonra da banyo kapısına adımladım.

Kapıyı iki kez tıklattım.

"Beyazıt!"

Tabii ki herhangi bir cevap vermedi ancak pes edecek değildim. Sıkıntılı bir nefesin ardından son bir uyarı yaptım.

"Giriyorum!"

Bu kez de cevap gelmeyince yavaşça kapı kulpuna uzanmıştım ancak tabii ki kilitliydi. Denemem bile hataydı. Hemen yandaki kapıdan giyinme odasına geçtim ve oradaki kapıyı da kilitlememiş olmasını umarak açtım.

Açtığımda bulmayı beklediğim manzara pek de bu değildi doğrusu. Üzerinde olması gereken gömlek ve ceket yere öylece atılmış, lavabonun içine sürüsüyle kanlı bez bırakılmıştı. Üst bedeni çıplaktı ve sol eliyle, sağ koluna dikiş atmak üzereyken girmiştim içeri.

Beyazıt bıkkın bir ifadeyle bana dönerken çatmamı engelleyemediğim kaşlarımla bir adım öne çıktım.

"Manyak mısın?" derken elinden de almıştım.

"Dilem!" derken sabır dilenircesine bir hali vardı. Bıkkın bir nefes daha vermiş ve bir kaç saniye boyunca gözlerini kapalı tutmuştu.

"Şu kolumu halledeyim, işim gücüm var. Lütfen, yalnız bırak beni!"

Gözlerime öyle bir bakmıştı ki inat edememiştim ama böyle de olmazdı.

"Tamam, kolunu halledeyim, sonra ne yapman gerekiyorsa yine yaparsın..."

Malzemeleri öylece açtığı ve gelişi güzel bıraktığı çantanın içine hızlıca atmış ve elimle içeriyi işaret etmiştim. Yaralı olan Beyazıt'tı, telaşa kapılan ise ben.

"Geç düzgünce halledeyim."

Gözleri bir süre öylece gözlerimde gezindi. Anlam veremediğim bir çok ifade geçti gözlerinden. Bir şeylerden emin olmak istercesine bir tavrı vardı. Yine de en sonunda yanımdan geçmiş ve içeri koltuğa ilerlemişti. Peşinden hızlıca ellerimi yıkayarak odaya geçtim ben de.

Camın önündeki ikili koltuğa oturduğunda çantayı yanına bırakmış ve hemen ardından da hırkanın elime dolanmaması için çıkarıp bir kenara fırlatmıştım.

"Uyuşturdun mu?" diye sorarken yarayı temizlemek için pamuğa oksijenli su döküyordum. Bir yandan da yarasına bir bakış attım. Anladığım kadarıyla kendisi de az çok temizlemişti. Gelişigüzel bir şekilde ki bu aşırı belliydi. Yarası da muhtemelen kurşun yarasıydı. Gerçi dikişlik olsa da çok sığ bir yaraydı. Sıyırmış olmalıydı.

"Hayır." dediğinde dümdüz bir sesle, elimde pamukla kalakalmış, şaşkınlıkla gözlerine çıkarmıştım bakışlarımı. Biraz önce banyoya girmesem kendi koluna kendisi dikiş atacaktı.

Bakışlarımı fark ettiğinde derin bir nefes aldı.

"Sağ kolumda acı hissetmiyorum ben..." diye kendini açıkladığında o kadar da kafayı yememiş olmasından kaynaklı rahatlamıştım.

Dudaklarımı büzerek yarasına hafifçe üfledim. Pamuğu koluna değdirmem, kolumdan çekilmem ve kendimi Beyazıt'ın kucağında bulmam ise hemen hemen eş zamanlardaydı. Daha ne olduğunu kavrayamazken şaşkın bakışlarım gözlerine çıktı.

"Öyle rahat edemezsin!" diye açıklama da yaptığında kısa bir an için gözlerine bakakalsam da sonrasında bu olmamış gibi kolunu temizlemeye dönmüştüm. Tabii nefesinin saç tellerimi hareketlendirmesi ve sıcak bedenini fazlaca yakından hissetmem işimi zorlaştırıyordu.

Yüzünde herhangi bir acı emaresi var mı diye arada da yüzünü kontrol ediyordum ama acıdığına dair en ufak bir belirti yoktu. Hatta pür dikkat beni inceliyordu.

"Nasıl oldu bu? Sadece sağ kolunda mı?" derken ki amacım dikkatimi yarasında tutabilmekti.

"Sadece sağ kolumda." diyerek onayladı beni ama nasılına değinmedi dahi.

Pamuğu açtığım minik poşetin içine atarken oksijenli suyla bir kez daha steril ettiğim iğneyi korka korka yarasını dikmek üzere tenine geçirdim ama hâlâ en ufak bir belirti yoktu.

Tamamen sağ kolunu hissetmediğine ikna olmuş ve rahatlayarak düzgün bir şekilde dikmeye özen göstermeye başlamıştım. Burada böyle cerrahi malzemelerin olmasını neye yormalıydım bilmiyordum ama şu an için düşünmemeyi tercih ediyordum. Özellikle kucağında oturmuş koluna dikiş atarken.

Saçımı kulağımın arkasına kıstırmasıyla başımı kaldırdım. Gözleri dikkatli bir şekilde her bir hareketimi inceliyordu adeta.

"Tecrübelisin, ilk kez dikiş atmıyorsun..." derken nefesini yüzüme üfleyerek yüzüme düşen bir kaç tutamın yüzümden çekilmesine ve benim de gözlerimi kırpıştırmama neden oldu.

Maalesef ki dediği gibi ilk kez atmıyordum. Tamam profesyonel bir dikiş değildi ama bir ilkin acemiliği de yoktu ve bu tabii ki Beyazıt'ın gözünden kaçmamıştı.

"İzin verirsen bitireceğim..." derken yörüngesinden çıkabilmek için biraz başımı geriye atmıştım. Ardından da tekrar yarasına odaklanmıştım.

Dikiş bittiğinde ve yarasını bir bandajla sarmaya başladığımda başımı da kaldırdım. Yorgun gözüküyordu. Göz kenarlarındaki minik kırışıklıklar hiç bu kadar belirgin gelmemişti daha önce.

"Peki, bugün ne oldu?" diye sorduğumda, hafifçe gülümsedi ancak bu daha çok "Biliyordum!" dercesine bir gülüştü.

"Yapma bunu!" derken çehresi sertleşmişti birden. Gözlerinde hayal kırıklığı ve sinir arası bir ifade yerleşirken yutkunurken buldum kendimi.

"Neyi?" dedim fısıltıdan farksız bir tonla. Bileğimden tutup beni kendisine biraz daha çekti ve neredeyse ağız ağıza gelmemize neden oldu. Sinirli solukları yüzüme vuruyor, gözleri yüzümü arşınlıyordu.

"Ağzımdan laf almak için yaklaşma bana, yardım etme sırf bu yüzden... Eğer bir gün olur da sana kanarsam dönüşü olmaz!"

Öyle içten, öyle buna inanarak söylemişti ki o an ben dahi ağzından laf alabilmek için Beyazıt'la ilgilendiğimi düşünmüştüm. Oysaki aklımın ucundan dahi geçmemişti bu.

Nedensizce gözlerimin dolduğunu hissettim.

Nedensiz değil, Dilem! Sadece kendine dahi söyleyemeyecek kadar korkak bir kadınsın!

"Bana kanarsan ne olur?" dediğimde dolmuş olmasından kaynaklı parlayan gözlerime dikkatle baktı. Asıl söylemek istediklerim bunlar değildi. Yine de dilimden bunlar çıkmıştı.

Başını ağır ağır iki yana sallarken nefesini yüzümde hissedebileceğim, nefesimin yüzüne çarpacağı kadar yakındık birbirimize ama bir o kadar da uzaktık sanırım.

"Sana kanarsam bir şey olmaz ama sana kandığımı anlarsam..." dedi ve sustu. Ardından da sırtını koltuğa yaslayarak benden uzaklaştı. Nefesinin sıcaklığını hissedemediğimde üşüdüğümü hissettim. Oysaki kolay kolay üşüyebilen bir insan değildim.

"İkimizin de iyiliği için yapma!" dedi dikte edercesine.

Dudaklarımı içeri doğru büktüm ve başımı yavaşça aşağı yukarı salladım. Ardından da yavaşça kucağından kalktım. Kalbim göğüs kafesime batıyordu sanki.

"Yapmam, bir daha..."

Beyazıt da gözlerini özellikle üzerime değdirmeden koltuktan kalkmış ve giyinme odasına doğru ilerlemişti. Çok geçmeden de üzerine geçirdiği bir başka lacivert gömlekle dönmüştü. Son düğmelerini de kapatırken yine bana bakmadan doğrudan kapıya hareketlenmişti.

Çıktığında bir süre öylece kalarak, çıktığı kapıya bakmıştım.

Yapma ama! Seni sadece gözlerinden anlayacak birini bulduğunu düşünmüş olamazsın! Bırak gözlerini, insanlar yüzlerine yüzlerine avazın çıktığınca bağırsan dahi seni hiç bir zaman anlamayacak, Dilem! Yalnızız. Sadece sen ve ben...

Düşünmüştüm Narenciye... Ve sanırım kalbim kırıldı...

*

Ajansa gitmiştim ancak odama sığamamış ve bulduğum ipucuyla da daha fazla kendime eziyet etmeyi bırakarak dışarı atmıştım kendimi.

Tabii peşimde kimseyi istemiyordum ve bu sebeple sayılı insanın bildiği arka kapıyı kullanmıştım. Bir başımaydım ve uzun süre sonra kelimenin tam anlamıyla yalnız kaldığımı hissedebilmiştim.

Bu hissi bu kadar özleyebileceğim aklımın ucundan dahi geçmezdi ama daha önce hiç gelmediğim bu deniz kenarı, daha önce hiç oturmadığım bu bank benim güvenli alanımdı.

Yalnızlıktı benim güvenli alanım. Şu anda çantamdaki silah, becerilerim ve Arat'ın adamları fark etmezse başkası da fark edemez düşüncesine dayalı güvencem dışında hiç bir şeyim yoktu ama güvenliydi işte.

Şu an beni rahatsız eden tek şey ajansa dönmemin gerekliliğiydi. Tabii öncesinde halletmem gereken bir iş daha vardı. Eğer Arat, adamları görmeden çıkabileceğim bir kapının varlığından haberdar olursa bir daha bu şekilde çıkamazdım. Dediği gibi ben fark etsem de etmesem de peşimde sürekli birileri olacaktı.

Yine de ağır ağır yudumladığım kahvem, kulağımda kulaklıklarımla burada oturmanın keyfini bir çok şeye değişmezdim. Bu tarafa doğru gelen Helin Seçkin'i gördüğümde kulağımdaki kulaklıkları çıkarmış ama başka da hiç bir eylemde bulunmadan öylece denizi izlemeye devam etmiştim.

Gelip yanıma oturduğunda dahi kendisine bakmamıştım.

Yalnızlığımın bu kadar kısa sürmesi rahatsız ediciydi. Tabii bu işte artık bir yerlere varabilmek de tatmin ediciydi.

"Nasıl anladınız?" oldu ilk sorusu.

"Aile fotoğrafınızı buldum. Mutlu gözüküyordunuz."

"Tesadüf. Abim olduğunu bilmeden Kenan'ın menajerliğini yapmaya başlamıştım. Sonradan öğrendik biz de."

Başımı salladım aşağı yukarı. Evin amcasına ait olduğunu söylediğinde ailesinin kalanını da detaylıca incelemiş ve aslında o amcanın bir nevi manevi amca olduğunu anlamıştım. Daha Helin henüz bir bebek, Kenan ise 3-4 yaşlarında bir çocukken anne babalarının ölümü üzerine yetimhaneye yerleştiriliyorlar. Helin oldukça küçük olması sebebiyle çocuk isteyen bir aileye çok geçmeden veriliyor ancak talih bu ya... 15 yaşındayken bir trafik kazasında bu anne ve babasını da kaybediyor ve bir kez daha yetimhaneye düşüyor.

Üniversiteye başladığında oradaki öğretmenlerinden biri Helin'i ölen kızına benzetiyor ve onun manevi amcası, babası oluyor. Kenan ise yaklaşık 10 yaşlarında yetimhaneden kaçmıştı ancak gerisine dair çok bir şey bulamamıştım. Tabii bu bulamayacağım anlamına gelmiyordu.

"Abin kötü bir adam, Helin!" dediğimde başını iki yana salladı.

"İyi bir abi ama... Yıllardır hasret olduğum ailem o benim!"

Geldiğinden beri denizden çekmediğim gözlerim en sonunda Helin'in gözlerine çevrildi sinirle. Kırmızı gözlerinden anladığım kadarıyla ağlamıştı.

"Senin ailem dediğin adam kadınların hayatını karartıyor! Onların ailelerini elinden alıyor. Pırıl'ı tanıyor musun mesela sen? Daha çok yeni... Bu yıl başında olmuş. Kıza az daha tecavüz edecek olması yetmemiş, tehdit etmiş o abin! Kıza iftira atmış! O kız ailesinden 'namussuz' denilerek hiç hak etmediği bir şekilde atıldı biliyor musun? Evinden dahi kovuldu. Hâlâ her adı geçtiğinde gözünden korku geçiyor!"

Helin dolu gözleriyle başını iki yana salladı ve derin bir nefes verdi.

"Kenan'a söylemedim bunu, söylemem de ama yalvarırım benden daha fazla bir şey beklemeyin...Hem tekrarının olmayacağına dair bana söz verdi! Ne bir daha ağzına alkol sürecek ne de bir kadına böyle alçakça bir şey yapacak!"

Alayla gülmeme engel olamadım.

"Bunun yalan olduğunun ikimiz de farkındayız Helin! Yine de seni zorlayamam. Ama şunu da bil. Artık o kadınların her birinin ahı senin de üzerine... Ben öyle ya da böyle abinin cezasını çektiğini göreceğim."

Ardından oturduğum banktan kalktım ve bir taksi bulmak üzere yürümeye başladım.

*

"Hayırdır, abimi boşamayı mı düşünüyorsun gelin hanım?" İrkilerek başımı kaldırdığımda Baha savcının bana dolu bir kadeh uzattığını ve kendimin de dalgınca sol yüzük parmağımdaki yüzüklerle oynadığımı fark etmiştim.

İstemsizce gülümserken elinden kadehi almış ve öne doğru eğmiş olduğum bedenimi geriye doğru yaslamıştım.

Eğer bir seçim şansım olsa Beyazıt'tan boşanmak üzerinde düşüneceğim bir şey olmazdı.

Baha savcı da çaprazımdaki koltuğa otururken "İyi misin?" diye sordu. Bunu yaparken biraz önceki yarı alayvari tavrından sıyrılmış ve samimi bir şekilde yapmıştı.

"Kötü mü görünüyorum?" dedim ve salağa yatarak boştaki elimle saçlarımı düzeltmeye giriştim.

"Sadece..." Durdu ve 'Bilmem!' dercesine dudaklarını büzdü. Ardından da ekledi:

"Biraz durgun ve uykusuz görünüyorsun..."

Bir yudum alırken başımı da iki yana salladım önemli bir şey olmadığını belirtircesine.

"İş, güç önemli bir şey yok. Asıl siz tehlikeli bir dosya almışsınız sanırım? İyi misiniz?"

Baha savcı gülerken öne eğilmiş bedenini geriye atmış ve koltuğa yaslanmıştı tamamen.

"Hallettim sayılır ama dosyada gizlilik var, şansına küs!"

Yüzümü buruşturduğum sırada Baha savcı fazlaca eğleniyordu.

"Abimle nasıl gidiyor?"

Bir yudum daha alırken belli belirsiz gülümsedim.

"Bunları abine sorman gerekmiyor mu senin? Aranız falan mı kötü?"

Baha savcı da bir yudum alırken başını iki yana salladı önemli olmadığını belirtircesine.

"Her zamanki şeyler... İstifa etmemi, etmiyorsam da aldığım dosyaları seçerek almamı falan istiyor."

Bu konu sanırım beni aşıyordu. Baha savcının dosya seçmek gibi bir lüksü olamazdı bunu biliyordum ancak istifa etmesini beklemek de büyük bir haksızlık olurdu onca yılına. Beyazıt açısından baktığımda da bunları istemek bir nevi hakkıydı.

Zira ikisi de aynı kanı taşıyordu ve kandan gelen sorumluluklarının eşit bölünmesi gerekirdi. Beyazıt ise Baha sevdiği işi yapabilsin diye onun sorumluluklarını da yüklenmiş üstüne bir de kardeşinin yargılayıcı bakışlarına maruz kalıyordu. Buna dair tek kelime etmemiş ve hissettirmemişti ama biliyordum da... Aklının bir köşesinde 'Baha beni bir gün ifşa eder mi?' sorusu da vardı.

Buna rağmen kardeşini hâlâ koruması, en başta bütün bunları ön göre göre hukuk okumasına destek olması, tabiri caizse bile bile lades demesi kendisine karşı garip bir hisle dolmamı sağlıyordu.

Bu sırada içeri Beyazıt girdiğinde kadehteki dalgın bakışlarım kendisine çevrilmişti. Beyazıt'ın gözleri de hiç kardeşine uğramadan doğrudan beni bulmuş ve baştan aşağı süzmüştü beni.

Bu benim de kendi üzerimi süzme ihtiyacı hissetmeme neden olmuştu istemsizce. Geldiğimde üzerimi değiştirmeye üşendiğim için hâlâ sabahki kıyafetlerim vardı üzerimde. Minik siyah kareli eteğim ve siyah boğazlı kazağımı giyinmiştim. Neden bilmiyorum ama ihtiyacım olmasına rağmen bugün turuncu giymek istememiştim.

"

"

Üzerine daha rahat bir şeyler giyip gelir misin?" dediğinde anlam veremedim.

Şaşkınlıkla "Sebep?" dediğim sırada geçip berjere oturmakla meşguldü.

"İşimiz var."

Nasıl bir işti tam olarak?

Sorgulayacağımı anlamış olacak ki buna mahal vermeden kendi söze girdi bir kez daha.

"Gidince görürsün, hadi Dilem!"

Sevişmek mi istiyor diyeceğim ama o zaman kıyafetlerimizin olmamasını tercih ederdi sanırım, Dilem.

Sus, Narenciye!

Tamamen merakımdan elimde kalan kadehi sehpaya bırakmış ve ayaklanmıştım. Odamıza geldiğimde doğrudan giyinme odasına girmiş ve rahattan kastının daha sportif bir şeyler olduğunu varsayarak koyu kot, bol paça bir pantolonla yakası v şeklinde olan ve fazlaca dekolte veren bir badi tercih etmiştim. Siyah botlarımı giydiğimde ve montumu da elime aldığımda fazlaca hazırdım. Çanta almak istemeyerek yalnızca telefon kılıfımın arkasına kredi kartımı koymuş ve aşağı ilerlemiştim.

Topuk seslerinden olsa gerek ben daha son bir kaç basamağı inmemişken Beyazıt salondan çıkmıştı

Topuk seslerinden olsa gerek ben daha son bir kaç basamağı inmemişken Beyazıt salondan çıkmıştı.

"Rahattan anlayışının bu olması çok kötü." dediğinde beni hoşnutsuz bir ifadeyle süzerek, gözlerimi yuvarladım.

"Nereye gideceğimizi söylemeyen sensin, Arat!" Bana doğru bir adım atmıştı ki olduğu yerde duraksadı ve şaşkınlıkla bakışlarını yüzüme çıkardı.

Ardından da sorgularcasına "Arat?" dedi. Neye bu kadar şaşırmıştı ki şimdi?

"İlk defa sana böyle seslenmiyorum?" dedim ben de sorgulayarak. İlk kez soyadıyla hitap etmiyordum en nihayetinde. Ancak ben ilk kez böyle bir tepkiyle karşılaşıyordum.

"İlk defa değil tabii..." dedi başını da aşağı yukarı sallayarak ama yüzünde de hoşnutsuz bir ifade hakimdi. Yanlış anlamıyorsam bir şeylere bozulmuştu. Ona Arat dememe bozulacak hali yoktu herhalde.

"Çıkalım!" dedi ardından da başını kendine gelmek istercesine iki yana sallayarak ve önden kapıya ilerledi. Üzerine siyah uzun kabanını dahi geçirmeden kapıyı açarak dışarı çıkmıştı. Montumu üzerime giyerek ben de peşinden çıkarken Beyazıt çoktan arabanın şoför koltuğuna yerleşmiş montunu da arka koltuğa fırlatmıştı.

Hiç acele etmeden arabanın etrafında dolaşmış ve yan koltuğa yerleşmiştim. Korumaların bakışları hâlâ biraz rahatsız edici gelse de alışıyordum.

Arat arabayı kullanırken tek düşünebildiğim kolunun nasıl olduğuydu ancak yine yanlış anlayacak diye soramamıştım. Neyse ki yol kısaydı da ikilemim kısa sürmüştü.

Muhtemelen burası da evin bir bağlantısıydı. Zira çardak gibi tepesinde bir çatı olan ancak duvarları olmayan büyük bir şey vardı. Yanlış görmüyorsam biraz ilerisinde de hedef tahtaları vardı.

Yeni hazırlandığı belliydi.

"Kendini her türlü korumayı bilmen gerekiyor." derken benim bakışlarımın aksine Arat'ın bakışlarını üzerimde hissediyordum.

Dünden sonra böyle bir şey geleceğini tahmin etmeliydim ancak hayır! Bunu istemiyordum. Bir başkasını daha öldüremezdim. Bir kez daha inandığım şeylere karşı bir şey yapamazdım.

Sustuğumuz her saniye yapmıyor muyuz zaten Dilem? Üstelik yeni bir susuş da değil. Sustuğun için yurtdışında gününü gün etmiyor mu?

"Bunu istemiyorum!" diyebildim Narenciye'yi duymazdan gelerek.

Eve dönmek istiyordum. Mümkünse bir daha da elime hiç bir şekilde silah almamak...

"Bu isteğine bağlı bir şey değil, Dilem Arat!" dedi ismime bastıra bastıra.

"O gün bir seçim yaptın: Ölmek ve öldürmek arasında. O seçimin sonuçlarını yaşıyoruz ve gerekirse yine yapacaksın. Her anlamda kendini koruyabileceğini bilmem gerekiyor. "

Haklı olduğunun farkındaydım yine de başımı iki yana sallamaktan geri kalamadım.

"Daha fazlasını istemiyorum..."

Hem ben hangi yönden eksiğimi kapatırsam bir başka yönden patlak veriyordum.

"Öğrenmek zorundasın. Bunu yalnızca öldürme amaçlı düşünme ayrıca, gerekirse onu da yapacaksın da... Yalnızca yaralamak için de kullanabilirsin. Kimsenin beli boş olmayacak ve bundan sonra senin de olamaz. Durumların eşitlenmesi gerekiyor!"

Bakışlarım en nihayetinde koyu gözlerini buldu. Her zamanki gibi dikkatle beni inceliyor, hareketlerimi tartıyordu. Bunun gerekli olduğunun ne yazık ki farkındaydım.

"Tamam..." dedim yenilgiyle. Başımı da sözlerimi onaylarcasına aşağı yukarı sallamıştım.

"Sen mi öğreteceksin?"

Sorumla birlikte yüzünde çapkın, muzur bir gülümseme peyda oldu.

"Bu zevki bir başkasına bırakmam."

Belli belirsiz gülerken onaylamazca başımı iki yana sallamış bir yandan da kemerimi çözmüştüm.

Arat da benimle birlikte kapıya yönelmiş ve eş zamanlı bir şekilde arabadan inmiştik. Peşinden hedef tahtalarına doğru ilerlerken ister istemez bir miktar da tedirgin oluyordum.

"Seni anlamakta zorlanıyorum." Bir yandan da olduğu yerde durmuş ve belinden silahını çıkartmıştı. Mecburen ben de dururken alayla güldüm istemsizce.

"Hangimizin daha anlaşılmaz olduğu tartışmaya kapalı bence."

Benim bilmediğim bir çok şey biliyordu ve bu da kendisini benden onlarca adım ileriye taşıyordu.

Şarjörü boşaltırken başını anlık olarak kaldırıp bana da şöyle bir bakmıştı.

"Daha çok bilmek daha anlaşılmaz olmak değil. Evet sana söylemediğim şeyler var ama oldukça açığım da aynı zamanda. Sense tamamen kara kutu..."

Açık hali buysa kapalı halini hiç merak etmiyordum.

"Öyle mi?" dedim yanına bir adım kadar yaklaşarak. Bir yandan rüzgarın önüme getirdiği saçlarımı geriye atmıştım.

"Ne merak ediyorsun mesela, ne çok flu geliyor benim hakkımda?"

"Sorsam cevap verecek misin ki?" diye sorarken silahın sürgüsünü çekmiş ve orayı da kontrol etmişti.

"Söz vermiyorum."

Hafifçe gülerken biraz öne doğru eğilmesinden sebep saçları alnına doğru düşmüştü. Doğrulmuş ve tamamen boş olduğundan emin olmak istemiş olacak ki karşıya doğru nişan almış ve tetiğe de basmıştı. Ancak tabii ki herhangi bir şey olmadı.

"Cevap vermeyeceğine eminim." dedi ve ardından da silahı indirerek bana doğru uzattı.

Kara gözleri gözlerime kenetlenirken almam için hafifçe silahı sallamıştı da.

Silaha uzanıp aldığım sırada "Boşuna dikkatini dağıtmayalım..." da demişti. Ardından da bakışları ellerime inmiş ve ciddi olup olmadığımı sorgularcasına tekrar gözlerime çıkmıştı.

"Elinde tuttuğun şey gerçek bir silah Dilem. Oyuncak değil! Öyle emanet gibi ucundan tutarsan ilk darbede gitti!"

Ardından da sağ elimi kavramış ve silahı daha sıkı kavramamı sağlamıştı.

"Eline oturacak böyle, güzel tutacaksın!" İşaret parmağım tetiğin üzerine gidecekken buna engel olmuş ve tetik kısmının üst tarafındaki yere sabitlemişti.

"Vuracağın ana kadar elini tetiğin üstüne getirme. Hele ki bu kadar tecrübesizken." Ardından sol elimi de kavramış ve sağ elime destek olacak şekilde silahı kavramamı sağlamıştı.

Ardından da ayağıyla sol ayağımı hafifçe öne getirdi.

"Bel ve bacaklar aynı hizada. Sol ayağın biraz önde olursa daha iyi ama çok da önemli değil. Omuzların hafifçe önde. Kolların aşırı gergin olmamalı ama çok da kırık olmamalı..." Her söylemiyle birlikte bir yandan da vücudumun duruşunu düzelten hamleler yapmıştı. Dokunması ise kesinlikle hiç de yardımcı olan bir eylem değildi.

En son benden bir adım kadar uzaklaşmış ve silahın arka tarafındaki aralarında boşluk olan iki şeyi işaret etmişti.

"Gez..." Ardından da öndeki çıkıntıya getirdi parmağını.

"Arpacık... İkisi aynı hizada olmalı. Buna göre nişan almalısın." Birden silahı elimden çekip almasıyla biraz önceki duruşumu tamamıyla bozarak Arat'a döndüm.

Tetiğe basıyor ama aynı zamanda da tam anlamıyla basmıyordu. Tetik gereğinden rahat bir şekilde parmağının altında gidip geliyordu.

"Buna tetik boşluğu diyoruz. Tam burada bir duvar var ve onu da geçtikten sonra silah ateş alacak."

Denememi istercesine tekrar silahı bana uzattığında derin bir nefesle birlikte elinden almış ve biraz önce yaptığı gibi tetik boşluğunda gidip gelmiştim.

"Tamamen bas şimdi." dediğinde boş olmasının bilinciyle dediğini yaparak rahatça bastım tetiğe.

"Farkı anladın mı?"

Başımla onayladım Arat'ı. Bunun üzerine silahı bir kez daha elimden almış ve biraz önce boşalttığı şarjörü tekrar doldurmaya girişmişti.

"Şarjörde kaç mermi olduğunu bilmen avantajına, hazırlıksız yakalanmazsın..." diyerek bir yandan da bana bilgi vermeye devam ediyordu.

İlk atışı bana gösterdiği her şeyi kendisi yaparak attığında ıskalamasını beklemek olmazdı zaten.

"Yapabilir misin?"

Beyazıt yalnızca gözlerime bakarken elimi avucum dönük şekilde açtım silahı vermesi için. Silahı avucuma bıraktığında biraz önce gösterdiği her şeyi yaparak sıktım tetiğe. Beyazıt'ınki gibi tam ortadan vuramasam da yakınına gelmişti en azından.

"İlke göre fena değil..." Birden arkamda varlığını hissetmemle irkilmiştim istemsizce. Kollarını etrafımdan sararak ellerimin üstüne getirdi ve benimle birlikte kavradı silahı.

"Bir de birlikte deneyelim..."

Rüzgardan havalanan saçlarımın yüzüne çarptığını hissedebiliyordum, sıcak nefesini boynumda hissedebildiğim gibi.

Yutkunurken itiraz da etmedim, hafifçe arkamı döndüğümde kelimenin tam anlamıyla ağız ağıza gelmiştik.

Ne söyleyeceğimi de unutarak öylece kalakalırken istemsizce bir kez daha yutkunmuştum. Beyazıt ise zaten rüzgar yokmuş gibi hafifçe dudaklarını büzmüş ve yüzüme doğru üflemişti. Gözlerimi kırpıştırırken büzdüğü dudaklarından sebep dudaklarıma değen dudaklarıyla dudaklarımı ıslatma ihtiyacı hissetmiştim. Dilim yalnızca benim dudaklarıma değil Beyazıt'ın dudaklarına değse de sorun etmedim. Zaten kendisi de pek sorun etmiş gibi durmuyordu.

"Bayılıyorum..." dediğinde gözlerimi kıstım istemsizce. Akşamın karanlığında yalnızca etraftaki üç beş cılız lambayla aydınlanıyorduk ama buna rağmen koyu kahve gözlerinden çok net bir şekilde yansımamı seçebiliyordum.

"Neye?" derken buldum kendimi. Sorumla birlikte gözlerime kilitlenmiş gözleri irkilerek odağını kaybetmiş ve dudaklarının dudaklarıma sürtmesine neden olarak başını iki yana sallamıştı yavaşça.

"Çabuk öğrenmene." dedi ama nedense bunun doğru olmadığını düşünüyordum. Zira sorgulamamı istemezcesine dudaklarıma kapanan dudakları da bunu kanıtlar nitelikteydi.

Sırtım göğsüne yaslı, başım geriye dönük ellerimiz bir silahın üzerinde birleşmişken, dudaklarımız da birleşmişti. Bu Beyazıt'a yetmemiş olacak ki bir elini silahın üzerinden çekerek çenemi kavramış ve biraz daha kendisine dönmemi sağlamıştı. Dudaklarıma da daha hoyrat kapanmıştı.

Silahın yere düşmesini sorun etmeden öylece bırakmış ve doğrudan Beyazıt'a dönerek kollarımı boynuna dolamıştım. Bu sayede boşta kalan diğer eli de yuvasına gitmiş ve beni daha çok kendisine çekmişti.

Kollarımı boynuna dolamamla bir miktar Beyazıt'ın üşüdüğünü de fark etmiştim. Nefes nefese kaldığımızda dudaklarımız ayrılmış ancak bu sefer de alınlarımız birleşmişti.

"Üşümüşsün..." dediğim sırada sabahtan beri bu soğukta yalnızca bir gömlekle durduğunu yeni fark ettim.

"Isındım şimdi..."

Gülerken minik minik başımı da iki yana salladım.

"Hasta olacaksın..."

"Dönelim..." demiş ve hemen ardından bir kez daha dudaklarıma kapanmıştı.

Nedenini bilsem de "Silah kullanmayı öğretiyordun sanki... Beraber de atış yapacaktık." dedim salağa yatarak.

Salağa yattığımın farkında olsa gerek beni kınayan bir bakış attı ve önce eğilip yerden silahı aldı, Ardından da elimi kavradı.

"Karımla daha başka şeyler yapmaya karar verdim."

Gülerken beni peşinden ilerletmesine izin verdim.

"Acaba ben kocamla daha başka şeyler yapmak istiyor muyum?"

"Çok değil bir 15 dakika sonra bir daha söyle karıcım. İstiyor musun istemiyor musun görürüz."

Minik bir kahkaha bırakırken arabanın önünde mecburen ellerimizi ayırmış ve iki yana ayrılmıştık.

*

Bedenime sarılı sıkı kollar olması gerekenden kat ve kat daha sıcak gelirken zar zor kolları arasında kıpırdandım. Başta bu sıkı sıkıya sarmaları bunaltsa da alışıyordum. Tabii sesimi çıkarmamamda dağınık yattığımı bilmenin payı da büyüktü.

Gözlerimi zar zor kırpıştırarak aralamış eş zamanlı bir şekilde bunalmamın sebebinin beni kollarıyla sıkı sıkıya sarmasından ziyade teninin sıcaklığı olduğunu fark etmiştim. Teni anormal derecede sıcaktı. Zar zor kolları arasında sıyrıldım ve arkamı -yüzüne- döndüm. Hafif kızarmış yanaklarını gördüğümde kaşlarım hepten çatılmıştı.

Anlayabilmek için uzanıp dudaklarımı alnına bastırdığımda huzursuzca kıpırdandı. Ateşi vardı.

Uyandırmamaya özen göstererek doğruldum kolları arasında. Dün koluna dikiş atacakken banyoda bir ateş ölçer görmüştüm. Eğer ateşi çok yüksek değilse uyandırmak istemezdim.

Vurulmuştu ve bağışıklığı zayıflamıştı. Üstüne bir de soğukta bir gömlekle durunca hasta olması çok normaldi. Bacaklarımı yataktan sarkıtırken komodinin üzerinde duran sabahlığıma uzanmış ve siyah geceliğimin üzerine geçirmiştim.

Yere inmemle birlikte yukarı toplanan gecelik de aşağı inmiş ve çıplak ayaklarım banyoya ilerlemişti. Ateş ölçeri kaptığım gibi de geri dönmüş ve Beyazıt'ın alnına doğru tutmuştum.

38.8...

Düzenli ölçmem ve eğer 39'un üzerine çıkarsa hastaneye gitmemiz gerekiyordu. Annem hep biraz ateşin iyi olduğunu, bağışıklığın çalıştığını söylerdi ama sınıra yakın gibiydi. Ne yapmam gerektiğine dair tereddüte düşerken en önce daha fazla sıcakta kalmaması için üzerindeki örtüyü biraz açtım.

Gözüme takılan telefonumla onu alarak annemin numarasını tuşladım hızlıca. Neyse ki de annem beni çok bekletmeden açmıştı.

"Efendim, annecim..."

"Şey, Beyazıt'ın ateşi var. Ne yapacağımı bilemedim..." Kısa bir an ses gelmedi ancak sonra "Ateşi kaç?" diye sordu annem.

"38. 8... Islak bez falan koymalı mıyım?"

"Eğer kalkabilecek gibiyse ılık bir duş alsın, değilse koy."

Normalde ben kıpırdanmaya başladığım an uyanırdı ancak şimdi o kadar konuşmama rağmen uyanmadıysa pek de kalkabileceğini sanmıyordum.

"Tamam, bu arada muhtemelen ajansa da gelmem."

"Tamam, sorun değil. Haber ver bana."

Annemi onayladıktan sonra telefonu kapatmış ve doğruca banyoya girerek temiz bir havlu bulmuş ve onu ıslatarak geri dönmüştüm.

Havluyu alnına bırakırken biraz terlediğini de fark etmiştim. Bir duşa girse daha çok kendine gelir gibiydi aslında.

Bir süre sonra bezin ısınmasıyla tekrar soğuk suya tuttum. Yeni ve oldukça soğuk bezi koymamla birlikte kaşları da çatılmış ve hafifçe de gözlerini aralamıştı. Hızlıca yatakta doğrulduğunda, refleksle kendimi geri çekmiştim.

Doğrulmasıyla birlikte bez kucağına doğru düştü.

"Ne yapıyorsun?" dedi şaşkınca da. Gözleri açılmış, dudakları hafifçe aralanmıştı.

"Ateşin var..." dedim ve kucağına düşen havluya uzandım.

"Dinlenmelisin."

Beyazıt beni hiç duymamışçasına komodinin üzerindeki telefonuna uzanmış ve saate bakmıştı.

"Şirkete gitmem gerekiyor..." derken de üzerindeki örtüyü tamamen sıyırmıştı.

"Saçmalama, ateşin var ama madem ayaklandın ılık bir duş almalısın."

Duraksadı. Samimi olup olmadığımı anlamak istercesine gözleri gözlerimi buldu. Gözlerimi gözlerinden çekemediğim gibi herhangi bir eylemde de bulunamıyordum.

"Ben ciddiyim..." diyebildim en sonunda. Üzerimdeki bakışları kalp ritmimi bozuyordu.

"Duş alacağım..." derken hâlâ gözleri gözlerimdeydi ve sanırsam bunu biraz da biraz önce söylediklerime karşılık olarak söylemişti.

"Tamam!" dedim başımla da tasdikleyerek ancak ne Arat kalkmak için herhangi bir eylemde bulunuyordu, ne de ben kendisini teşvik edecek bir eylemde bulunuyordum.

Dudaklarını hafifçe büzdüğünde artık alıştığım üzere gözlerimi kapattım. Zaten çok geçmeden önüme düşmüş bir kaç tutamın hareketlendiğini hissetmiştim. Gözlerimi kırpıştırarak açtığımda yüzünde hayal olduğunu düşünebileceğim kadar minik bir gülümseme vardı.

Birden kalktığında uzun boyu sebebiyle benim şaşkın bakışlarım da yukarı çıkmıştı ancak Arat bir saniye olsun durmadan arkasını dönüp banyoya ilerledi.

Öylece ardında kaldığımda derin bir nefes verdim ve elim istemsizce kalbime gitti.

Taşikardi mi olduk?

Naranciye'ye gözlerimi yuvarlarken hem onu hem hızlı atan kalbimi yok sayarak giyinme odasına girdim. Evde kalacağımı düşünerek siyah bir tayt ve oversize boğazlı gri bir kazak seçtim. Hızlıca onları üzerime geçirmiş ve saçlarımı da oldukça rastgele bir şekilde topuz yapmıştım.

Ardından adımlarımı aşağı ,mutfağa, çevirmiştim. Ben çorba yapmakla uğraşırken işe gitmesi ihtimalini göze alamayarak çay yapmaya karar vermiştim.

Mutfağa girdiğimde her zamanki gibi Oya ve Hatice hanımı buldum. Yaşlı kadın beni gördüğünde yüzündeki kırışıklıkları daha da belirginleştirecek şekilde gülümsedi.

"Günaydın, Dilem hanım. Siz inmeyince Baha kahvaltısını yapıp çıktı. Biz de sofrayı topladık ama dilerseniz tekrar kuralım."

Başımı iki yana salladım.

"Benim canım bir şey istemiyor ama Beyazıt biraz hasta. İlaç alması gerekebilir. Onun için hızlıca atıştırabileceği bir şeyler hazırlayabilirsiniz..."

Hatice hanımın kaşları bir miktar endişeyle kavislenmişti. Ne zamandır Beyazıt'la çalışıyordu bilmiyordum ama hatırı sayılır bir zaman olduğunu anlamak çok da zor değildi.

Zira endişeyle "İyi mi?" diye sorduğunda da bir kez daha kanıtlanmıştı.

"Biraz üşüttü sanırım. Ben de çay yapacağım ona, bir cezve alabilir miyim?"

Hatice hanımdan önce Oya bana bir cezve verirken dolabı açmış ve kolayca limonları da bulmuştum.

"Ben hazırlayabilirim..." dediğinde Hatice hanım, başımı iki yana salladım.

"Ben hallederim."

Ardından gerek kendi çabamla gerek Oya'nın yardımıyla tüm malzemeleri bulmuş ve ortaya da limonlu, naneli, zencefilli, ballı, tarçınlı bir çay çıkmıştı. İyice malzemelerin özünün çıktığına ikna olduğumda bir süzgeç yardımıyla büyükçe bir kupaya doldurmuştum.

Ben yukarı ilerleyecekken merdivenlerden gelen ayak seslerini duyduğumda olduğum yerde kalarak Beyazıt'ın inmesini bekledim.

Çok geçmeden görüş açıma şık bir takım elbiseyle girdiğinde gözlerimi yuvarladım.

"Ateşin varken bu kapıdan bir adım dahi atamazsın, peşin peşin söyleyeyim."

Beyazıt'ın ise beni gördüğünde yüzü şaşkınlıkla kasılmıştı.

"Evde mi kalacaksın sen?"

Gülümsediğim sırada son basamağı da inmiş ve yanıma gelmişti.

"Hasta bakıcılığı günümdeyim bugün." Bir yandan da başımı aşağı yukarı sallayarak tasdiklemiştim.

Beyazıt'ın da yüzünde çapkın bir gülümseme peyda oldu.

"Beni ikna etmek için senin de kalacağını söylemen yeterdi karıcım."

Gülmeme engel olamazken gözlerimi yuvarlamaktan da geri kalmamış ve eline yaptığım çayı tutuşturmuştum.

"Bitecek!" diye uyarımı da yapmış ve Beyazıt bir yudum alırken ben uzanıp elimin tersini alnına yaslamıştım. Hâlâ vardı ama biraz düşmüştü.

"Düşmüş..." dedim bir miktar rahatlayarak da.

"Öperek bakılmıyor muydu ya?"

Sanırım yüzü çayı beğenmediği için buruşmuştu.

"Daha önce bu kadar fırsatçı olduğunu fark etmemiştim."

Sesime zil sesi de karıştığında ikimizin de bakışları kapıya çevrilmişti.

"Sen salona geç bitir çayını ben, bakarım."

Kapıdaki korumaların rahatlığından olsa gerek hiç itiraz etmeden salona yöneldiğinde ben de bir kaç adım ötemizdeki kapıya meylettim.

Kapıyı açtığımda görmeyi beklediğim son insan annem olabilirdi.

"Anne?" dedim şaşkınlıkla.

Annem uzanıp kısaca bana sarılırken ben de sarıldım.

"Sen sabah öyle arayınca, ajansa geçmeden önce bir uğramak istedim. Hem de çorba getirdim."

Annem hasta birini duyunca dayanamıyordu pek. Gülümserken elimle salon tarafını işaret ettim.

"Sen geç o zaman, Beyazıt da salonda zaten. Mutfağa bırakıp geleyim. Ne içersin bu arada?"

Önüme düşen bir tutamı kulağımın arkasına kıstırmış ve kısaca "Kahve..." demişti.

Salona doğru yürüyecekken de durdu ve bana döndü.

"Çorba soğumuştur gelene kadar, onu da ısıtıp getir. İçsin, iyi gelir."

Başımı sallayarak onayladım annemi ve mutfağa ilerledim.

*

Yeliz içeri girdiğinde daha hasta bir görüntüde bulmayı bekliyordu Beyazıt'ı ancak hafifçe kızarmış yanakları dışında hasta diyebileceği herhangi bir şey yoktu görüntüsünde. Aksine oldukça sağlıklı görünüyordu.

Kadını fark eden Beyazıt ise elindeki bardağı sehpaya bırakmış ve ayağa kalkmıştı.

"Yeliz hanım?" dedi beklemediği misafir karşısında kısa bir an duraklayarak.

"Otur lütfen, geçmiş olsun. Dilem söyleyince ajansa geçmeden uğramak istedim ama iyi görünüyorsun."

"Karımın evhamları..." dedi Beyazıt kadının oturmasıyla birlikte kendisi de oturarak. Kadının gıcık olacağını bile bile karım demişti. Karısının ise annesiyle ne ara konuştuğunu ve Yeliz'in ne ara buraya kadar geldiğini bilmiyordu.

Yeliz sakinleşmek adına derin bir nefes aldı. Beyazıt'la konuşmaya gelmemişti aslında. Hem gerçekten hasta birine çorba getirmek istemiş, hem de kızının kaldığı yeri kendi gözleriyle de görmek istemişti. Ancak karşısında gördüğü adam oldukça sağlıklı duruyordu ve de kızı şu an yoktu yanlarında.

"Dün aradığında müsait değildim." Az çok ne için aradığını biliyordu ancak yine de sorgu dolu bakışlarını Beyazıt'a çevirdi.

"Ha anladım, hasta ziyareti bahane. Siz konuşmaya gelmişsiniz."

Yeliz hafifçe gülerken başını da iki yana salladı. Normalde düzeltme zahmetine girmezdi ama karşısındakinin aynı zamanda kalbi kırık bir çocuk olduğunun pekâlâ farkındaydı. Anne şefkatinden eksik bir çocuk olduğunun... Zaten o yüzden sabahın köründe çorba yapmış ve bir de buraya kadar taşımıştı. Bir nebze de olsa anne şefkatini hissetsin diye.

"Hayır, gerçekten hasta ziyaretine gelmiştim ama hasta bulamadım."

Beyazıt boğazının tekrar karıncalanmasıyla sehpanın üzerinde duran çaydan bir yudum daha almıştı. Tadını pek sevmese de boğazına sıcağı daha şimdiden iyi gelmişti ve kendisine özel yapılmıştı. Karısı tarafından...

"Önemli şeyler değil bunlar Yeliz hanım..." dedi çok da umursamadan. Kendisi için karşılıksız bir şey yapacak insan sayısı o kadar azdı ki buna inanamamıştı haliyle. Ciddiye alıp olurunu dahi düşünmemişti.

"Asıl konumuza gelelim. Ben sizi dün bir şeyi öğrenmek için aramıştım."

Yeliz tek kelime etmeden oturduğu berjerin kol koyma yerine tek dirseğini koydu ve diğer kolunu da onun üzerine. Ardından da bacak bacak üzerine attı. Dinlediğini belirtircesine gözleri de Beyazıt'ın üzerindeydi.

"Dokuz Buçuk'u tanıyorsunuz." derken özellikle gözleri kadının kehribar gözlerindeydi. O gözlerde ne bir şaşkınlık, ne bir itiraz vardı.

Haklı olduğu gerçeğiyle istemsizce gülümsedi.

"Ben başta Dokuz Buçuk'u bizzat Dilem'in tanıdığını düşünmüştüm. O yüzden bu konuşma biraz ertelendi ancak Dilem kendisini tanımıyor. Siz tanıyorsunuz. Dilem'i değil, sizin kızınızı koruyor."

"Dilem bilmeyecek!" oldu kadının ağzından ilk çıkanlar.

"Neyiniz oluyor?" dedi Beyazıt kadının dediğini duymazdan gelerek.

"Ben başta Görkem beyle bir ilgisinin olabileceğini düşünmüştüm ama kendisi işinde gücünde bir mimarmış. Sonra sizin evlatlık olduğunuzu öğrendim. Çocuğu olmayan bir aile sizi evlat edinmiş çok küçükken. Tahminimce Dokuz Buçuk da gerçek ailenizden biri."

Yeliz gülerken başını da iki yana salladı.

"Sen giderken ben dönüyordum Beyazıt. Bunu bir büyük, bir abla tavsiyesi kabul edebilirsin: İlk akla gelen çoğu zaman gerçekleri göstermez."

"Çoğunlukta mıyız, azınlıkta mıyız?" diye sordu bu kez de doğrudan.

Yeliz Akçay ise bir kez daha tekrarladı:

"Dilem'in haberi olmayacak."

"Olursa?" dedi Beyazıt kendisini tehdit etmesi için. Dokuz Buçuk'tan karısına bahsedecek değildi zaten ama Yeliz Akçay'ın kendisi hakkında ne kadar şey bildiğini merak ediyordu.

Ancak biraz önce Yeliz'in de söylediği gibi: Beyazıt giderken kendisi dönüyordu ve bu tarz şeylere kanacak biri değildi. Gerekli gördüğü yerde elini gizlemesini iyi bilirdi.

"Göze alabiliyorsan deneyebilirsin. Sana engel olamam."

Loading...
0%