Yeni Üyelik
21.
Bölüm

21. Bölüm

@__kao__

01.03.2023

Her defasında kendime insanlara güvenmemem gerektiğini hatırlatıyordum. Yine de hiç bir işe yaramıyordu görüldüğü üzere. Kalbimin acımasının başka açıklaması olamazdı zira. Her defasında nasıl bu kadar aptal olabiliyordum bilmiyorum ama oluyordum işte. Güvenmeyeceğim dediğim herkese bir yerden sonra güvenmeye başlıyordum. Bu kaçıncıydı saymamıştım ama belki de en son darbe beklediğim insandı, Kerem. Belki de annemden bile çok şey biliyordu benim hakkımda.

Şu son 6 yılda en çok zaman geçirdiğim insan olabilirdi. Ayrıca benim nezdimde bu güvene tek ihtiyacı olan ben değildim. Birbirimize karşılıklı olarak verdiğimizi düşünmüştüm bu güveni. Evet, birbirimizden sakladığımız şeyler vardı. Beyazıt'la evliliğimin sebebi, Emir meselesi gibi benim de ondan sakladığım şeyler vardı. Onun da benden sakladığını bildiğim şeyler vardı ama bunların üstünün hiç bir zaman tamamen örtülü olmadığını düşünüyordum. Eğer istersem o örtüyü kaldırmama engel olmayacağını ama saygımdan kaldırmadığımı, saygısından kaldırmadığını düşünüyordum.

Kalbim olması gerekenden kat ve kat fazla sızlıyordu.

Hiç boşuna doldurma gözlerini! Hak ettin! İnatla her seferinde aynı taşa takılıp düşüyorsun!

Evet, hak ettim Narenciye! Hem de sonuna kadar hak ettim ama sadece birine koşulsuz güvenmek ve o güvenin boşa çıkmamasını istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Çok şey istemiyorsun da bunu istediğin insanlara bir dön de bak! Birinin ailesi hakkında, geçmişi hakkında hiç bir şey bilmiyorsun, ötekinin ise neden seninle birlikte olduğunu bile bilmiyorsun. Asıl salaklık sende!

İşine geldiğinde biz, işine gelmediğinde sen olduğunu fark etmediğimi sanma sakın!

"Öyle mırıl mırıl ne konuşuyorsun?"

Arkamdan gelen tok sesle irkilirken omzumun gerisinden arkama baktım. Beyazıt yüzündeki hoşnutsuz ifadeyle gömleğinin düğmelerini çözmeye girişmişti. Mutlu olması gerekmiyor muydu oysaki? İstediği gibi artık Kerem'le de görüşmeyecektim işte.

Beyazıt'ı cevapsız bırakarak tekrar cama döndüm. Sorusuna ona deli olduğumu düşündürtmeden cevap veremeyecek olmam bir yana vermek de istemiyordum.

Ayrıca otokontrolümü de kaybediyordum. Normalde içimden ve dışımdan konuşmamın ayırdına varabilirdim ama kısık sesle dahi olsa dışımdan konuştuğumu fark etmemiştim.

Arkamda bedeninden yayılan sıcaklığı hissettiğim sırada "İyi misin?" diyen sesi de doldu kulaklarıma.

"İyiyim." demekle yetindim beni rahat bırakması için. Oysaki annemin dizine yatıp öylece ağlayasım vardı.

"Neden, istifa ettiğini söylemedin?"

Gözüm camdaki yansımasına kaydı yavaşça. Az bir şey arkamda durmuştu ve benden bir baş kadar daha uzundu. O da aynı şekilde yansımama bakıyor olacak ki göz göze geldik camdan. Bakışları camdaki yansımasından dahi hoşnutsuzluğunu bana fazlaca geçiriyordu.

Derin bir nefesin ardından dudaklarımı ıslattım yavaşça.

"Üzerinden uzun bir süre geçmiş de söylememişim gibi bakma. Daha istifa edeli bir gün olmadı!"

Söylemim üzerine kaşları havalandı.

"Sordum sana, Dilem! Atıştık dedin geçiştirdin!"

"Pardon!" dedim ona dönerek.

"Neyin hesabını vermem gerekiyor şu an?"

Camdaki yansımamdaki gözleri başını hafifçe eğerek doğrudan gözlerimi buldu.

"Neyin hesabı olduğunu gayet iyi biliyorsun. Karımın istifa ettiğini elin adamından öğreniyorum!"

Gözleri sinirle parlarken kendini kasmaktan boynundaki damarlar da belirginleşmişti. Asıl sinirli olması gereken de hesap sorması gereken de bendim ama herhangi bir tartışmaya girebilecek gibi değildim.

"Birbirimize karşı tamamen şeffaf olduğumuzu bilmiyordum(!)" dedim alayla ve yanından sıyrılarak giyinme odasına gitmek istedim ama Beyazıt kolumdan yakaladı.

"Konuşuyoruz!"

"Öyle mi?" dercesine dudaklarımı büzerken parmaklarının etrafına Beyazıt'ın tutuşunun aksine nazikçe parmaklarımı sardım ve kolumu elinden kurtardım.

"Sen konuşadur..."

Giyinme odasına doğru bir adım daha atmıştım ki bu kez kolumdan değil belimden tutularak çekildim ve etrafımda döndürüldüm. Yüz yüze geldiğimizde ani döndürmesi sebebiyle saçlarım yüzümün bir kısmını kapatmıştı. Dudaklarım söylenmek için hafifçe aralanmıştı ama nefesini yüzüme üflemesi ve yüzümdeki saçların çekilmesiyle gözlerimi kapatarak içime derin bir nefes çektim.

Tüm saçlar yüzümden çekildiğinde nefesini vermeyi kesmişti ve ben de gözlerimi kırpıştırarak açmıştım.

"Şeffaflık mı istiyorsun?" diye sordu gözleri gözlerimdeyken. Yutkunmama engel olamazken kokusu doldu burnuma. İlk kez bu kadar yaklaşmıyorduk ama ilk kez bu denli baskın almıştım kokusunu. Neden bilmiyordum ama tanıdık gelmişti bu koku. Çok önceden, maziden bir koku...

Başımı zar zor iki yana sallarken bir miktar durulmuştum da.

"Ben değil, sen sana bir şeyler söylememi bekliyorsun Beyazıt!"

Derin bir nefes çekerken içine, gitmeyeceğimden emin olmak istercesine daha sıkı sardı belimi.

"Bahsettiğimiz şey alelade bir şey değil, işinden istifa etmen! Ben sen ajanstasın sanırken ne yapacaktın? Sokak sokak gezecek, haber peşinde koşacak kendini riske atacaktın?"

Başımı itiraz edercesine iki yana sallarken bir adım kadar da uzaklaşmak istemiştim ama buna izin vermediği gibi ellerimi göğsüne koyarak orada sabitlemişti.

"Beyazıt!" dedim bırakması için ama tabii ki etkili olmadı bu da.

"Cevap ver!" dedi aksi bir tavırla.

"Ne zamandan beri birbirimizin işlerine karışıyoruz?" dedim ve uzaklaşmak için kendimi sertçe geriye çektim. Bu kez engel olmadı.

"Benim görevim seni korumak, Dilem! Bir ajansa bağlı olman başka bir şey, bağımsız olman başka bir şey!"

"Nesi başka?" derken biraz sesimi yükseltmeme engel olamamıştım.

Beyazıt da başta sesini yükseltecek gibi oldu ama sonra derin bir nefes alarak kendini sakinleşmeye zorladı. Başını hafifçe eğip burun kemerini sıkarken kendini sakin tutmaya çabalamaya devam ediyordu.

"Bak!" dedi sonra. Doğrulmuş ve bir kez daha gözlerimiz buluşmuştu.

"Sabah konuşalım." dedi ardından da ve benim daha da sinirlenmeme neden oldu. Ben en başta başka bir şey mi yapacaktım? Üzerimi değiştirip uyumama engel olan kendisi değil miydi?

"Şaka mısın?" dedim sertçe.

"Geliyorsun, sana istifa ettiğimi söylemediğim için tavır yapıyorsun, konuşmamak istedikçe konuşmaya zorluyorsun ve şimdi de sabah konuşalım mı diyorsun? İsteklerine tezat hareketlerinden bahsetmiyorum dahi!"

"Kerem'e sinirlisin, düzgün düşünmüyorsun, sabah konuşalım!" demişti beni delirttikten sonra tüm sakinliğiyle ve sinirle gülmeme neden olmuştu.

Gülmemi durdurabildiğimde "Hayır, şimdi konuşacağız!" diyen ise bu kez bendim.

"Kerem mevzusu da açılmışken... Bu denli bir şova gerek var mıydı gerçekten? Madem hakkında bir şey biliyordun bunu bana yalnızken söyleyemiyor muydun?"

Bu konuya ikili tavrından daha çok sinirlenmiştim.

"Vardı!" dedi beni delirtmek için olsa gerek en ufak bir utanma dahi duymadan kendinden emin bir şekilde. Başını da ağır ağır iki yana salladı.

"Gözünle görmedikçe inanmazdın."

"Pardon!" dedim sinirle minik bir kahkaha atmadan hemen evvel.

"Beni ne kadar tanıyorsun da neye inanıp inanmayacağıma kendin karar veriyorsun!"

Ne oldu bilmiyorum ama kendinden emin olan o tavrı sekteye uğradı. Gözlerinden hoşnutsuz bir ifade daha geçti.

"Sana duygusal bir şey olmaması seni yanıltmasın demiştim!" dedi birden çok alakasız bir şekilde.

Gerçekten bu gece beni delirtmeye kararlıydı sanırım. Bağırmak istedim, burada kalıp Beyazıt'la tartışmak da istedim ama sonra yapamadım.

"Ne var biliyor musun? Bence senin bir uyuyup uyanmaya, mantıklı düşünmeye ihtiyacın var!"

Bir cevap, bir tepki dahi beklemeden arkamı döndüm ve doğrudan giyinme odasına girdim. Önce adımlarım geceliklerin olduğu çekmeceye yöneldi ama o sıra bundan vazgeçtim ve bir diğer çekmeceye yönelerek kendime bir tayt ile sporcu südyeni çıkararak hızlıca üzerime onları geçirdim.

Ardından da askıdan bulduğum rastgele bir oversize tişörtü geçirdim üzerime. Siyah kapüşonumu da sırtıma geçirmiş ve siyah sporlarımı da giyinmiştim.

Tekrar odaya döndüğümde Beyazıt biraz önce benim durduğum camın önünde durmuş ve camdan dışarıya bakıyordu.

Zaten düğmelerini açmış olduğu gömleğini tamamen çıkarmıştı ve kısa bir an çıplak, kaslı sırtıyla bakışmıştım.

Omzunun gerisinden bana dönüp baktı, tam tekrar önünü döneceği sırada daha büyük bir hızla bana dönmüştü çatık kaşlarıyla.

"Nereye?"

"Dışarı!" derken sitemle bir yandan da gözümle çantamı arıyordum.

"Bu saatte?" dedi o da alaylı bir tonla. Adım seslerinden bana yaklaştığını da anlayabiliyordum.

"Evet bu saatte, Arat!" derken bir yandan da 'Ne var bunda?' dercesine kendisine dönmüştüm.

"Nereye?" dedi bir kez daha ve son bir adımla iyice dibime girdi. Başımı kaldırırken derin de bir nefes aldım.

"Dışarı!" dedim bir kez daha dik dik ona bakarak.

"İyi!" dedi ve eliyle kapıyı işaret etti.

"Denemek serbest! Ama bana kalırsa boşuna yorma kendini!"

Derin bir nefes aldım.

"Ne yapacaksın? Eve mi hapsedeceksin beni?"

Beyazıt derin sinirli bir soluk daha alırken bir adım daha yaklaştı bana. Sinirinde bir gram dahi azalma olmamıştı.

"Saatten haberin var mı senin Dilem? Karımın bu saatte dışarı çıkmasını istemiyorum bu kadar!"

Sinirle kendimi gösterdim.

"Benim isteklerimin herhangi bir önemi var mı peki? Eğer sorma zahmetine girmek istersen diye söyleyeyim: Şu an burada kalıp daha fazla seninle tartışmak istemiyorum. Dışarı çıkarken de kimseye hesap falan vermeyeceğim. Hatırlarsan ilk tanıştığımızda da gecenin bir yarısıydı ve ben tek başıma dışardaydım!"

İnsan daha farklı bir tepki bekliyordu ama kendisi bir kez daha "Nereye?" demeyi tercih etmişti.

Sinirle bir çığlık atmak istedim ama onu da yuttum ve sinirle arkamı döndüm. Tam kapıya doğru bir adım atmıştım ki kolumu yakaladı tekrardan.

"Eğer şimdi nereye gideceğini söylemezsen bir daha asla nerede olduğumu öğrenemezsin!"

Kolumu elinden hışımla kurtarırken en az onunki kadar sinirle parlayan gözlerim gözlerini buldu.

"Peşimde adamların yok mu? Onlardan öğrenirsin bu kadar merak ediyorsan! Ayrıca bana ne senin nerede olduğundan?"

Bu dediklerimize pişman olmamız kaç gün sürecek sence Dilem?

"Öyle mi?" dercesine kaşları havalanırken ondan uzaklaşmak için attığım bir adımı tekrar attı ve dibime girdi. Bana üstten üstten bakarken gerilmiştim istemsizce.

"Sana aramızda duygusal bir şey olmaması seni yanıltmasın dedim! Karımsın sen benim! Ben bilmiyor muyum istediğimi seninle böyle uğraşmadan öğrenmeyi? Bana karım hakkında bilmem gereken her şeyi karım gelip anlatacak! Gidip elin adamlarından öğrenmeyeceğim! Onların görevi senin her adımını bana rapor etmek değil, seni korumak!"

Sesi sonlara doğru giderek yükselirken baskınlığını bana hissettirmek istercesine üstten dik dik bakmayı da sürdürmüştü.

"Gerçekten bir ömrü sevmediğin bir kadınla mı geçirmek istiyorsun?" dedim oldukça yumuşak bir sesle. Onun giderek alevlenen öfkesi aksine benim öfkem saman alevi gibi sönmüştü ve her an oturup ağlayabilirdim.

Sözlerimle bakışları değişti, tamamen öfkesi sönmese de durulur gibi oldu.

"Başlangıçta mantık evliliği olarak baktım ama baksana mantık evliliği bile değil. Sana gece dışarı çıkmam ters, erkek bir arkadaşımın olması ters, bana normal olan bir çok şey sana ters! Ben bu zamana kadar anneme bile hesap vermedim. Yeri geldi evi otel gibi kullandığım oldu. Hatta bazen eve günlerce girmeyip sağda solda kaldığım oldu. Böyle düzenli bir hayata alışkın değilim ben! Her sabah kahvaltı evde yapılacak, akşam yemeğinde evde olunacak, gece dışarı çıkılmayacak... Çıkarın neyse söyle! Elde etmene yardım edeyim, boşanalım!"

Kalbim sızladı son kelimemle. Öfkenin oldukça geri planda kaldığı gözleri yüzümü dikkatle turlarken ben de ne düşündüğünü anlamak için onu dikkatle inceliyordum.

Biraz önce çatmış olduğu kaşları düz bir hâl almış yüz kasları gevşemişti. Gözlerinde samimi olup olmadığımı anlamak istercesine bir sorgu hakimdi.

Derin bir nefes verdi.

"Boşanmayı aklından çıkar!" dedi ardından tok, net ama duygudan yoksun bir sesle.

"Ayrıca sen değil miydin çıkarım çok diyen! Çıkarlarına karşılık kendinden biraz feragat edeceksin! Mesleğe illa devam edeceğim diyorsan da ya annenin yanına döneceksin ya gölge yazarlık misali... Kendi adını kullanmayacaksın! Buluruz birini, o yapar haberini senin yerine! Üçüncü seçeneğin de evinde oturman. Dördüncü bir seçenekse yok!"

Gözlerine baktım bir süre öylece. Hiç bir duygu geçmedi. Sanki aramıza duvarlar ördü. Her zaman biraz duvarı vardı ama bu kez dört bir yanına tıpkı ilk günlerdeki gibi bir duvar örmüştü.

Ağlamak istesem de karşısında ağlayıp kendimi küçültemezdim. Yanından tek kelime etmeden geçip odadan çıktım.

*

"Uzun zamandır gelmiyordun..."

Önümdeki kum torbasını yumruklamaya öylece devam ederken sesinden tanıdığım Komutan önüme geçmiş ve durmam için kum torbasını tutmuştu.

"Kan ter içinde kalmışsın, ne zamandır buradasın?" dedi benim bıkkınca bir kaç adım gerilememi takmadan.

Geleli takribi 2 saat olmuştu ve evet yorulmuştum ki o iki saatin öncesinde de evden çıkabilmek için Beyazıt'ın bir kaç adamını dövmek zorunda kalmıştım. Sinirlerimi bozmuşlardı, o kadar bozmuşlardı ki emir eri olduklarını umursamadan acımamıştım. Muhtemelen benden nefret ediyorlardı ama yapabileceğim hiç bir şey yoktu. En nihayetinde uyarmıştım onları.

"Hiç havamda değilim, komutan. Sal beni!"

Kum torbasını bıraktığında beni rahat bırakacağını düşünmem tabii ki hataydı. Az ilerdeki boks eldivenlerini almış ve eline geçirmişti.

"Gerçek bir rakibe ne dersin?"

"Bunun için fazla yaşlısın sanki, koçlukla mı yetinsen?" dedim tekrar kum torbasını yumruklamaya başlarken.

Kalender abi, eski askerdi. Bazı görme problemleri yüzünden askerliği bırakmak zorunda kalmış ve o da burayı açmıştı.

"Gözlerim bağlı seni alaşağı ederim! Egonu kenara çek de gel!" dedi eliyle bana kısa bir gel işareti de yaparak.

Bir kum torbasına bir Komutan'a baktım. Ardından da "Peki!" dercesine başımı eğmiş ve ağır ağır Komutan'a ilerlemiştim.

Tam karşısında durduğumda eliyle "Buyur!" işareti yaptı.

"Önden hanımlar..."

Etrafımda yarım tur dönerek tersten tekme attığımda eldivenli elleri yardımıyla başarılı bir şekilde engellemişti. Bazı hareketlerini ezberlemiştim ve bu yüzden sıradaki hamlesini bildiğimden doğrulup öne dönmek yerine kendimi yere atarak döndüm ve bu kez de dizine doğru bir tekme savurdum.

Ama bunca yıldır birbirimizi tanımamızdan ve aşağı yukarı hareketlerimizi bilmemizden sebep Komutan da buna düşmemişti.

Tekrar ayağa kalktığımda bir kez daha karşı karşıya geldik ve birbirimizi şöyle bir süzdük.

"Sıra sende!" dedim hamle yapmaya pek niyetli olmadığından.

"Küçüksün, esneksin, gücüne değil, hızına çalış!" dedi ve ben daha ne olduğunu anlayamadan karnıma doğru hamle yapar gibi yapıp çelme takmış ve sırt üstü düşmeme neden olmuştu. Allah'tan yerlerde yumuşak matlardan vardı da canım çok yanmamıştı.

Kalkmak yerine öylece uzanmaya devam ettiğimde Komutan gelip bana elini uzatmıştı. Elini tuttum ama kalkmak için değil. Onu hızla yere çektim ve boynunu; bacağım ve kolum altında hareket edemeyeceği ama nefes alabileceği şekilde abluka altına aldım.

"Görmeyeli pek yufka yürekli olmuşsun..."

Kolumu ve bacağımı çözerken ne yapacağı belli olmaz diyerek kendimi yerde yuvarlamış ve biraz daha uzağındayken ayağa kalkmıştım.

"Herkesin ben gibi olmasını bekleme, başka kimse sana bu şansı vermez." derken Komutan'ın yüzünde bir gülümseme de vardı beklediğimin aksine.

Benden bir hamle beklemeden kendisi bir hamle yapmıştı. Hafif yana eğilerek, yaptığı hamleden kurtulurken ben de bir yumruk savurmuştum. Kollarını yüzüne siper ederek hamlemden kurtulurken hızla toparlanmış ve ardı arkasına yumruklarını sıralamıştı.

"Karnını korumayı unutma!" demesine kalmadan karnıma sert sayılabilecek bir yumruk geçirmiş ve biraz geriye kaymama neden olmuştu. Yüzümü buruşturmama engel olamasam da çok üzerinde durmadan kaymamı da fırsat bilerek kendimi yerde kayarak öne doğru atmıştım komutanın biraz arkasında kalacak şekilde.

Ardından dirseklerim üzerinde az bir şey doğrulmuş ve kalkmadan yarım tur dönerek arkadan diz kapağına tekme geçirmiştim. Normalde tüm gücümü kullansam muhtemelen öne kapaklanırdı ancak tüm gücümle vurmadığım için yalnızca biraz sendelemiş ama hemen toparlamıştı.

Ancak ben daha arkasını dönemeden parende atarcasına ellerim üzerinde havaya kalkmış, bacaklarımı boynuna sarmış, bacaklarım ve belimden güç alarak da kendimi yukarı çekerek Komutan'ın yere düşmesini sağlamıştım. Tabii ben de düşmüştüm ama boynu bacaklarımın arasındayken tamamen insafımdaydı.

"Yaşlandığını söylemiştim..!" derken ikinci kez boynunu serbest bırakmıştım.

"Kurtlar kocayınca..." dedi ama devamını getirmedi. Normalde huysuzlanmasını beklerdim ama aksine yüzüne geniş bir gülümseme yerleştirdi.

"Aferin, ufaklık!" dedi ardından da büyük bir samimiyetle.

Komutan'dan da aferin aldıysam rahat rahat ölebilirdim sanırım artık.

"Neye borçluyuz bunu?" dedim şaşkınlıkla. Dişlerim yardımıyla elimdeki eldivenlerin cırt cırtlarını açmış ve elimden sıyırıp öylece atmıştım. Saat henüz 6 bile olmamıştır tahminimce ve bu yüzden bizden başka kimse yoktu.

"Aptal bir ergenken bu kapıdan içeri girdiğin anı hatırlıyorum da..." dedi ve başıyla kapıyı işaret etti.

O da eldivenlerini sıyırmış ve köşeye atmıştı. Yüzümü bu mesafeden net göremeyeceğini bildiğimden yanına adımladım.

"Şu an karşımdaki kadında az da olsa payımın olduğunu bilmek gurur verici..." dedi ardından da samimi bir gülümsemeyle.

"Eh!" dedim omuzlarımı indirip kaldırarak.

"O zaman daha az yaşlı ve huysuzdun. Şimdi ki gibi olsan..." dedim ve elimi "Daha neler neler..." dercesine salladım.

"Arkama bakmadan kaçıp gitmiştim."

Sonunda benim tanıdığım Komutan'a dönüştü ve kaşlarını çattı. Ardından da biraz önce çıkardığı eldivenlerden birini kaparak bana fırlattı.

Gülerken hem bir iki adım geriye kaçmış hem de kolumu kendime siper etmiştim.

"Kaybol gözümün önünden! Yaşlıymış! Huysuzmuş!"

"Hadi kaçtım ben! İşlerim var zaten! " derken geri geri yürüyor ve beni tam seçemese de olduğum tarafa çatık kaşlarıyla bakan komutana el sallıyordum.

Yeterince uzaklaştığımda arkamı dönmüş ve normal bir şekilde yürüyerek kadın soyunma odasına girmiştim. Hızlı bir duşun ardından buradaki dolabımda olan kıyafetlerimden giyindim. Arada spontane bir şekilde geldiğim için kıyafet bulunduruyordum burada da.

Elim başta turuncu kazağa gitse de onun yerine yeşilli olanı aldım. Kimseye güvenmemem ve artık turuncu giyinmeyi de bırakmam gerekiyordu.

Altıma düz bir kot pantolon takmıştım. Üstüme ise bir kolu beyaz gömlek gibi gelen, diğer kolu ve gövdesi ise koyu yeşil düşük omuz bir kazak gibi gelen üstümü giydim. Belime de siyah kemerimi takmış ve pek bir seçeneğim olmadığı için siyah botlarım, siyah kabanım ve siyah çantamla da tamamlamak zorunda kalmıştım. Çantamdaki malzemelerle az buçuk bir makyaj yaparken ıslak saçlarımın çok da belli olmaması için hızlıca bir balık sırtı yapmış ve önden birer tutamı bırakmıştım yalnızca.

Çıkmadan önce Komutan'ın yanına son kez uğramak da istedim ama başının kalabalık olduğunu görünce bundan vazgeçerek doğrudan çıktım


Çıkmadan önce Komutan'ın yanına son kez uğramak da istedim ama başının kalabalık olduğunu görünce bundan vazgeçerek doğrudan çıktım.

Islak saçlarım biraz üşümeme neden olurken adımlarımı hızlandırmak zorunda kalmıştım. Yine de göz ucuyla baktığımda Beyazıt'ın adamlarına ait iki arabayı görebilmiştim.

Arabamın kapısını açtığım anda "Pardon!" diye seslenilmesiyle istemsizce sağıma döndüm. Gençten bir kadın bana doğru ayağındaki topukluların el verdiğince koşarken ben arabamın kapısını kapatmış ve merakla kadına bakıyordum.

En sonunda yanıma ulaştığında derin bir nefes verdi ve "Huh!" dedi.

"Bir an yetişemeyeceğim diye korktum. Dilem Arat, değil mi?"

Kaşlarım istemsizce çatılırken "Kim soruyor?" dedim.

"Ben Başak..." dedi elini uzatarak ama elimi uzatmadığımı gördüğünde zaruri bir şekilde gülümsemiş ve tekrar indirmişti.

"Başak Yılmaz, avukatım. Tabii böyle bir damdan düşercesine oldu. Haliyle merak ediyorsunuz. Kimim, neciyim, ne istiyorum..."

Daha da devam edeceğini anladığımda sözünü kesmek zorunda kaldım.

"Beni burada nasıl bulduğunla başla." dedim yüzüne dik dik bakmayı sürdürürken.

"Tabii..." dedi ama ardından gözleri anlık olarak saçlarımda durdu.

"Ama burada hasta olursunuz. Şu kafede size bir kahve ısmarlamama izin verir misiniz?"

Gösterdiği karşıdaki kafeye baktım. Buraya geldikçe arada uğradığım bir kafeydi ve gece uyumadığım için kafeine ihtiyacım vardı. Bu sebeple başımı salladım aşağı yukarı.

"Sadece kahvem bitene kadar süren var!" diye belirtirken Başak'ın arkamda kalmasını umursamadan önden ilerlemeye başladım.

"Bu arada üzerinizdekine bayıldım. Size de çok yakışmış bu arada. Gözlerinizi öne çıkarmış, daha sık yeşil giymelisiniz. Lütfen, kusuruma bakmayın. Benim çenem biraz düşüktür. Annem çok konuşuyorum diye bir keresinde ağzımı bile bağlamıştı. Tabii bunu bilmenize de gerek yoktu pek. Neyse canım... Fazla bilgi göz çıkarmaz. Gerçi çıkarabilir. Az daha oluyordum gözümden. Neyse bu hikayeyi sonraya saklayalım..." dediği sırada içeri girmiştik.

Ben doğrudan cam kenarı bir masaya geçip otururken üzerimdeki montu ve çantamı yanımdaki sandalyeye bırakmıştım.

Başak garsonun yanımıza gelmesi için bir el işareti yaparken ben kendisini inceliyordum. Henüz gençti. Yeni mezun olmuş olmalıydı. Taş çatlasın benimle yaşıttı ki benden küçük olması daha muhtemeldi.

Kestane rengi saçları oldukça uzundu ve belinden aşağı dökülüyordu. Gözleri ise açık kahve ve kehribar arası bir tona sahipti. Yüzü küçük ve daha yuvarlak hatlıydı. Yüzündeki çiller ise ona daha da masum bir hava katmıştı. Yüzünün çocuksuluğunun aksine üzerinde dar, kırmızı, hatlarını belli eden, kadınsı bir elbise vardı. Tırnaklarında da borda ojeleri vardı ve zaten böyle giyinmemiş olsa henüz liseye gidiyor falan diyebilirdim.

"Bir sade kahve rica edeceğim." dedim garson yanımıza ulaştığında.

"Ben de bir latte alabilir miyim?" dedi Başak da hızlıca. Garsonun yanımızdan ayrılmasıyla elimle Başak'ın kendisini işaret ettim.

"Evet, beni burada nasıl bulduğundan başla."

"Şimdi şöyle ki... Ben aslında dün akşam üzeri ajansa gelmiştim ama istifa ettiğinizi söylediler. Haliyle başka bir zaman tekrar ajansa gelme gibi bir durum söz konusu olmadığı için alternatif yollar aramaya başladım. Numaranızı aldım bu arada ama telefonunuz kapalıydı. Sonra sizi instagram'da arattım. Bu fiziğin sporsuz olması imkansızdı. Düzenli en azından sık sık spor yapıyor olmalıydınız. Sonra belki gittiğiniz spor salonuna dair bir şey bulabilirim diye instagram hesabınıza bakmaya devam ettim ama pek bir şey yoktu ki... Gökçe Hanım'la çekilmiş bir fotoğrafınızı gördüm. Henüz ben öğrenciyken arada davaları izlemek için adliyeye gidip gelirdim ve doğrusu Gökçe Hanım çok iyi bir avukat ve kendisine hayran kalmıştım. Hatta Gökçe Hanım Ankara'ya taşınana kadar bir kaç ay yanında staj yaptım. Neyse konumuz bu değil. Ben bunun üzerine Gökçe Hanım'ı aradım. Başta söylemek istemedi ve size ulaşacağını, sizin bana ulaşacağınızı, söyledi ama malum telefonunuz kapalıydı ve ben de çok önemli olduğunu belirttiğim için spor salonunuzu vermek durumunda kaldı. Şansımı denemek için geliyordum ki sizi arabanıza binip gitmeden son anda yakalayabildim!"

Derin bir nefes almış ve "Huh!" demişti en sonunda da. O kadar hızlı ve soluksuz konuşmuştu ki bir süre duyduklarımı algılamada zorlandım. Tabii ki daha sonra Gökçe'yi arayıp teyit edecektim ama şu ana kadar anlattığı hiç bir şey uçarı değildi. Gökçe doğrudan ev adresimi vermektense spor salonumun adını ya da sık sık gittiğim bir mekanın adını verirdi.

Ağzımı açacaktım ki bu tarafa gelen garsonu gördüğümde bölünmemek için bekledim. Garson kahvelerimizi bırakıp yanımızdan ayrıldığında bakışlarımı Başak üzerinde sabitledim tekrardan.

"Sorularıma az ve öz cevap ver lütfen. Neden beni arıyorsun?"

"Pardon, biraz çok konuştum değil mi? Neden sizi aradığımıza gelirsek. Bir müvekkil aldım. İlk müvekkilim ve biraz suçlu. Elimizde yeterli delil de yok ve bir deneyimli el lazım. Bir de dava olmadan önce bir kamuoyu oluşturabilirsek..."

"Dur orada, bir dur!" dedim elimi de durması için havaya kaldırırken.

"Çok yanlış kişiye geldin bence Başak, konuşma da burada sonlansın. İlk dava olarak da daha düzgün bir dava almalısın bence."

Kahvemden bir yudum alırken Başak biraz da panikle öne doğru atıldı.

"Hayır, hayır öyle değil. Lütfen tüm hikayeyi dinleyin. Şimdi bir X kişisi olsun. Bu X kişisinin durumu çok yok ve çocuğu hasta. Çocuğun hastalığının ilerlediği sırada hamile olduğunu öğreniyor. Zaten bir çocuğa zor bakan aile, doktorun teklifini cazip buluyor ve kendilerince her iki çocuğunun da hayatını kurtarmayı seçiyor. Evet, bebeği bir nevi satıyorlar ve böylece hem büyük çocuklarını kurtarıyorlar hem de bebeklerinin iyi bir aileye verileceğinin garantisini alıyorlar. Ancak annenin vicdanına sığmıyor ve çocuğunu geri istiyor. Onlar da aksinin mümkün olmadığını bildiği için verdikleri parayı ödemesi durumunda geri vereceklerini söylüyorlar. Ben sadece bir anne babanın en savunmasız anından istifade edildiğini belirtecek bir haber istiyorum. Evet, anne ve baba da suçlu ama çok pişmanlar ve çocuklarını geri almak için her şeyi yapmaya hazırlar."

Başımı salladım ağır ağır.

"Sen benden daha iyi bilirsin, hukuk okuyan sensin. Anne ve babanın her ikisi de hapse girerse iki çocuk da yetimhaneye düşer. Tamam belki cezai indirim sağlarız ama bu sürede ne olacak?"

"Baba, annenin hiç bir şeyden haberinin olmadığını, annenin doğumda bebeğini öldü bildiğini söylemeye hazır. Yani tüm suçu üstlenecek. Zaten eğer olur da bir kamuoyu oluşturursak bu zor durumlarından istifade edildiğine dair elimiz güçlenir, halkın tepkisinin ne denli önemli olduğunu da siz benden iyi bilirsiniz."

Başımı salladım aşağı yukarı.

"Peki son soru o zaman... Neden ben? İstifa ettiğimi biliyorsun..."

"Yani bunu yalnızca kendi menfaatiniz için yapmayacağını düşündüğüm tek ajans sizinki ve doğrusu biraz annenize gitmeye çekindim. İstifa etmiş de olsanız, annenizin ajansı en nihayetinde. Bir de elimizde herhangi bir kanıt yok. Yalnızca anne ve babanın ifadeleri. Önce dava açabilmemiz için daha elle tutulabilir bir şeyler gerekiyor bize."

Kahvemden hızlı bir yudum daha aldım ve boş peçeteyi Başak'ın önüne ittim.

Ardından da çantamdan çıkardığım kalemi sürdüm önüne.

"Numaranı yaz. Şimdi halletmem gereken işler var. Sana sonra ulaşacağım. Ayrıca o X kişisiyle de birebir konuşmak istiyorum." dediğimi yaparak hızlıca numarasını yazdığında peçeteyi ve kalemi önünden alarak çantama attım.

Gökçe'yi arayıp teyit etmeden daha fazla bir şeyler konuşmak zaman kaybıydı. Gerçi açığa çıkabilecek böyle bir yalan söylemesinin bir anlamı da yoktu ama ne olur ne olmazdı.

Ayrıca Kerem'den de bir araştır- Ya da istemezdim. Kendi işimi kendim hallederdim.

"Kahve için teşekkür ederim, Başak..." dedim ve montumla çantamı alarak kapıya ilerledim.

*

"Yeni avukat olmuş bir kız var. Başak Yılmaz. Hiç gördün mü adliyede?"

"Şu geveze kızı mı diyorsun?" dedi Baha da şaşkınlıkla.

Başımla onayladım kendisini.

"Gördüm bir kaç sefer. Garip bir kız ama hırslı da. İşini seviyor. Daha öğrenciyken davalara girip izliyordu sık sık da sen niye sordun?"

"Bugün bir denk geldik de..." diyerek geçiştirdim kendisini ve bugün ki 7. kahvemden bir yudum daha aldım. Deli gibi uykum vardı ama bana yemekte evde ol diyen Beyazıt şu an evde değildi. Üstelik yemeği yiyeli bir saat olmuş ve Baha savcıyla salonda Türk kahvesi içiyorduk.

"Abim nerede olacağını söylemedi mi sana? Normalde geç geleceğinde haber verirdi."

Baha'nın bunu yemekten beri bana 10. soruşu falandı. Beyazıt'ın neden bunu yaptığını çok iyi biliyordum ama ona istediğini verip aramayacaktım. Zaten çok uykum vardı. Birazdan çıkıp uyurdum ve ben uyanana kadar da gelmiş olurdu.

"Bilmiyorum dedim ya!" dedim Beyazıt'a olan sinirimi de bir miktar kendisinden çıkararak ve kalan kahvemi hâlâ biraz sıcak olmasına rağmen kafaya diktim.

"Ecem de yok, belki beraberlerdir..." dedi Baha sesli düşünerek ancak ben pek de öyle olduğunu düşünmüyordum.

"Benim çok uykum var, iyi geceler sana." demiştim ayaklandığım sırada da.

Baha'nın "İyi geceler..." dediği sırada ise salondan çıkıyordum. Planıma göre odaya girer girmez üzerimi değiştirip uyumak vardı ancak odaya bile girmemiş ve hemen mini bir barının olduğunu bildiğim karşıdaki odaya girmiştim. Yaklaşık 40 saattir uyumamama rağmen uyuyabileceğimi ne yazık ki pek sanmıyordum. En azından bir şeyler içebilirdim.

Tamamen ses olsun diye ilk işim televizyonu açmak oldu. Açık olan belgesele göz ucuyla baktıktan sonra bara doğru ilerledim ve bulduğum bir viskiyi bardağa doldurdum. Bu kadarının yetmeyeceğini bildiğimden yalnızca bardağı değil şişeyi de alarak az ilerimdeki koltuğa ilerledim ve elimdekileri de önümdeki sehpaya bıraktım.

Ne kadar geçti bilmiyorum ama şişenin dibini görmeye yakın kapı açıldı.

"Ne yapıyorsun burada?" derken kapıyı arkasından kapatmış ve içeri girmişti. Cevap vermek istedim. Gerçekten vermek istedim ama kafam çok bulanıktı ve sanki ağzımda görünmez bir fermuar vardı.

Konuşamadığımı anlaması için gözlerimi dikip ona baktım ama onun gözü daha çok hemen önümdeki bardak ve şişedeydi.

"O şişeyi tek başına içmediğini duymak istiyorum." dedi bakışları da genel ifadesinin aksine garip bir yumuşaklıkla bana dönerken. Oysaki başkasıyla içmiş olmamı da istemezdi sanırım. En azından bir hemcinsiyle.

Kaldı ki hafif sarsak adımlarından benim kadar olmasa da Beyazıt'ın da alkol aldığını anlayabiliyordum bulanık kafama rağmen. Ben bu bulanık kafayla anlayabilirken niye kimse beni anlamıyordu? Ağladı ağlayacak bir halde dudaklarım büzüldüğünde bacaklarımı kendime çektim ve başımı da dizlerime yasladım. Kollarımı da etrafıma doladım.

"Sen hiç uyudun mu gün içinde?" oldu sıradaki sorusu ama başımı kaldırmadım. Burada böylece ağlamak istiyordum ve dizimde hissettiğim ıslaklık da düşünülürse sanırım ağlıyordum. Belki de ağlamıyordum. Hayır, hayır ağlıyordum.

Ayrıca niye sürekli soru soruyordu bu adam? Hiç bir soruma cevap vermediği gibi devamlı soru soruyor ve benden cevap bekliyordu. Oysa kendisi sorularıma soruyla karşılık veriyordu. Sorularıma bile soru soruyordu. Öğretmenlerim bile bana bu kadar soru sormamıştır.

"Dilem bir bak bana!" derken bu kez elini sırtımda hissetmiştim ama ağladığıma emin olduğum için başımı kaldırmadan iki yana sallamakla yetindim.

"En son bıraktığımda kızgın olması gereken bendim!" diye söylendiğini işittim. Bunu ona kızgın olmama mı yormuştu? Ona kızgın falan değildim. Tamam biraz kızgındım ama beni anlamayan herkese olduğu kadar kızgındım. Yani diğer tüm insanlara olduğu kadar. Belki birazcık daha fazla.

Elini saçlarımda hissettim.

"Bir bakar mısın bana?" dedi eli saçlarımda okşarcasına gezerken. Başımı kaldırmadan bir kez daha iki yana salladım.

"Geç geldiğim için mi böyle yapıyorsun?" Ağladığım için böyle yapıyordum. Başımı bir kez daha iki yana salladım yanlışa yormasın diye.

"Dün geceki mevzu mu? Eğer oysa sinirli olması gereken benim. Karımın sözümü çiğnemesi bir yana, gecenin bir yarısı nereye gideceğini söylemeden evden çıkması bir yana, üzerine bir de adamlarımı dövdün!"

Keşke adamları yerine direkt Beyazıt'ı dövseydik, Dilem.

Keşke, Narenciye.

Bir kez daha başımı iki yana salladığımda "Ama yeter artık!" diye isyan etmiş, eş zamanlarda da dizimin altında elini hissetmiştim. Beni kucağına çektiğinde istemsizce başımı kaldırmıştım.

İlgili gözleri şaşkınlıkla kaplanırken "Niye ağlıyorsun sen?" demişti şefkat bulaşmış sesiyle.

"Uykum var..." diye mırıldandım belli belirsiz. Ağzımı açabilmiş olmam dahi beni şaşırtmıştı. Tekrar açmayı denedim ama yapamadım. Bir kez daha konuşamadım.

"Uykun olduğu için mi ağlıyorsun?" dedi daha büyük bir şaşkınlıkla. Gözlerim daha da hızlı bir şekilde dolarken, dudaklarım da büzülmüş ve başımı aşağı yukarı sallamıştım. Kucağında oturmamdan sebep dengemi sağlayabilmek adına tek kolumu da boynuna dolamak zorunda kalmıştım.

Beyazıt'a, ne kadar ciddi olduğumu anladığında tabiri caizse kısa bir süreliğine dahi olsa kal geldi.

"Başka bir şey olmadığına emin misin?" diye sordu bu kez de ondan beklemediğim bir yumuşaklıkla.

Bir kez daha başımı salladım aşağı yukarı.

"Neden konuşmuyorsun peki?"

Konuşsam da anlaşılmıyorum...

Omuzlarımı indirip kaldırdım bilmem dercesine. Başım dönüyordu ve ayağa kalkamazdım. Burada kıvrılıp uyumak istiyordum ama uyuyamazdım. Düş kapanı yoktu. Keşke bana bir iyilik yapıp odadaki düş kapanını buraya getirseydi.

Elleri yüzüme gitti ve koca avuçları arasına aldı. Baş parmaklarıyla gözümden akan yaşları silerken "Tamam..." dedi şu an bana ninni gibi gelen sesiyle.

"Bunun için ağlama, uyuruz şimdi beraber. Kabus görüp mü uyandın, hiç mi uyumadın?"

Kabus nereden çıkmıştı ki? Buradayken hiç kabus görmemiştim. Yani Ferzan'ın adamlarını öldürdüğüm gün görmüştüm ama o zaman da Beyazıt yanımda yoktu. Evet, yoktu. Var mıydı? Yoktu, yoktu. Yani sanırım... Her neyse...

Başımı "Cık!" dercesine geriye attığımda "Hiç uyumadın?" demişti sorarcasına ve ben bir kez daha başımla onaylamıştım kendisini.

Beklemediğim bir anda benimle birlikte ayağa kalktığında kollarımı refleksle boynuna dolamıştım.

"Sarhoşken nazlı bir bebek oluyormuşsun." dedi hafifçe gülerek de. Onu takmadım dahi ve başımı omzuna yasladım yalnızca. Gözlerim acıyordu artık uykusuzluktan. Açıp kapattıkça canım yanıyordu ve her an tekrar ağlamaya başlayabilirdim.

Hemen karşıdaki odaya girdiğimizde beni doğrudan yatağın üzerine bırakmıştı. Ben bedenimi geriye atmak istedim ama kollarımdan tutup çekerek buna engel oldu.

"Bekle, güzelim... Böyle uyuyamazsın."

Uyurdum ki...

Gerçekten uyurdum ama itiraz etmeye gücüm olmadığı için öylece bir oyuncak bebekmişçesine üzerimdeki kazağı sıyırmasına izin verdim. Tekrar kendimi yatağa bırakmayı denemiştim ama bir kez daha izin vermemişti.

"Durur musun, Dilem?" dedi alttan alttan gülerek ve bu kez de pantolonuma geçti. Kemerimi çıkartırken herhangi bir sorun yoktu ancak pantolonumun düğmesine geldiğinde yutkunduğunu gördüm ve bu bende minik bir kahkahaya yol açtı.

Ben gülerken o her zamanki hoşnutsuz ifadesiyle "Dua et, sarhoşsun!" dedi. Onunla sevişmek isterdim ama uykum vardı. Çok uykum vardı. Pantolonu bacaklarımdan sıyırdığında ben bir kez daha kendimi geri atmaya niyetlendim ama bunu gözlerimden anlayan Beyazıt bana işaret parmağını doğrulttu.

"Sakın! Bekle beni geliyorum. Gelene kadar yatmak yok!"

Dudaklarım büzülürken, gözlerim anlamsızca dolmuş ama başımı da aşağı yukarı sallamıştım. Beyazıt ağlamaya başlamamı beklemiyor olacak ki kalkmaya niyetlenmesine rağmen bunu yapamamıştı.

"Tamam, bu kadar istiyorsan yatabilirsin..." dedi ardından ne yapacağını bilemezmişçesine ve daha da büyük bir şaşkınlıkla. Sanırım bu kadar kolay ağlamamı beklemiyordu.

Başımı iki yana salladım. Biraz önce yatmak istiyordum ama şimdi istemiyordum. Ben isterken izin verecekti. Şimdi bir anlamı yoktu ki...

"Ama ağlarsan gidemem, ağlama..."

"Ağlamıyorum." dercesine başımı iki yana salladım ve akan yaşları sildim. Bunun üzerine Beyazıt derin bir nefes almış ve ayaklanmıştı. Çok geçmeden geri geldiğinde kendi üzerini de değiştirmişti. Yani daha çok kıyafetlerini çıkarmış ve yerine yalnızca bir eşofman altı giymişti. Üstünde hiç bir şey yoktu ve çok uykum olmasına rağmen bende sevişme isteği uyandırıyordu. Sanırım o kaslarını ellemek istiyordum, öpmek istiyordum...

Elinde tuttuğunu dahi fark etmediğim kendi tişörtünü kafamdan geçirdiğinde bakışlarımı kaslarından çekmek zorunda kalmıştım.

"Kaldır kollarını..." derken tekrar ağlamamdan korkarcasına sesini oldukça yumuşak tutmuştu. Dediğini yaparak kollarımı kaldırdım ve tişörtün kollarını geçirdi. Ardından da yanında duran mendil paketine uzandı. Üzerini okuyamıyordum ama paketin şeklinden anladığım kadarıyla makyaj temizleme mendiliydi.

"Makyajını temizleyeceğim, sonra saçlarını açacağız ve uyuyacağız tamam mı?"

Karşısında küçük bir çocuk varmış gibi konuşması sinirlerimi bozsa da küçük bir kız çocuğu gibi başımı aşağı yukarı salladım. Çıkardığı mendille benim bile kendi cildime uygulamadığım bir naziklikle tüm yüzümdeki makyajı çıkarmıştı.

Ardından belimden tuttu ve sırtımı kendisine dönmemi sağladı. "Dön böyle, saçlarını da açıp uyuyalım."

Bir yandan da böyle benimle konuşmaya devam ediyordu her nedense. Saçlarımı büyük bir özveriyle açmış ve en son da en tepesine bir öpücük bırakmıştı.

"İşte oldu."

Bir an önce uyumak istesem de biraz önceye kıyasla daha rahat olduğumu itiraf etmeliydim. Beyazıt yatağın benden tarafını açarken yerleşmeme de yardımcı olmuş ve dolanıp kendi tarafına geçmişti.

Ben anında gözlerimi kapatmıştım ki buna izin vermeden beni göğsüne doğru çekmiş ve anlık olarak tekrar gözlerimi açmamı sağlamıştı. Elleri saçlarımda okşarcasına dolaşırken belli belirsiz bir şeyler mırıldandığını da duyuyordum ve doğrusu ninni gibi çok iyi geliyordu ama ne dediğini anlayamıyordum dahi.

Loading...
0%