Yeni Üyelik
24.
Bölüm

24. Bölüm

@__kao__

03.03.2023

"Valla özür dilerim ya! Ne yapayım sana kendimi affettirmek için?"

Buse hatırına düştükçe durup durup Tekin'e kızıyordu ve şu anda o anlardan birindeydik. Ben gülerken Buse, Tekin'e alenen yüzünü buruşturmuştu. Ardından da benim tabağımdan bir salatalık almış ve ağzına götürmüştü.

"Sübliminal mesaj bence bu... Sana hıyar demek istiyor ama Fransa'da yetişmiş kibar çocuk işte diyemiyor."

Ecem konuşurken bir yandan da çatalıyla Buse ve Tekin arasında mekik dokumuştu. Baha ise bu alaylı söyleme gür bir kahkaha atmış, eş zamanlarda da Tekin top yaptığı peçeteyi Ecem'e fırlatmıştı. Ecem ise gram umursamadan gülmeye devam etti ve omuzlarını indirip kaldırdı.

"Neyse artık benden daha çok sevmediği biri var." dedi Baha da gülerek. Buse kendisine de tripliydi hiçbir suçu olmamasına rağmen. Ecem'e, bana ve Beyazıt'a türlü şirinlikler yapıyor ama Baha ve Tekin'le, Tekin'e kızmak dışında konuşmuyordu bile.

"Kinci çocuk, teyzesi kılıklı! Hazırladım işte yeniden. Daha neyin tripi bu!"

Tekin'in tekrar hazırladığını Buse kendi dilinde "Kötü!" diyerek reddetmiş ve onu da Tekin yemişti oysaki.

"Öncelikle beni kastediyorsan teyzesi değilim, kuzeniyim. İkinci olarak beni kastediyorsan kin ne görmemişsin."

Tekin işine gelmediği için duymamış gibi yaparken Baha yüzünü buruşturdu ve o da çatalıyla Ecem'i işaret etti.

"İnsanların kuzenine bak, bir de bizimkine bak."

Devamlı Tekin, Ecem ve Baha birbirlerine laf atıp duruyorlardı ama dip dibe durmaktan da vazgeçmiyorlardı.

"Seninle kuzen olduğum gün, ki bu senin doğduğun gün oluyor, hayatımın en kötü günüydü!" Bildiğim kadarıyla Ecem 27, Baha ise 26 yaşındaydı. Baha'nın aralarında yalnızca 3 yaş olmasına rağmen Beyazıt'a abi demesi ise garipsediğim bir şeydi aslında. Ben hayatta demezdim şahsen. En az 5 yaş falan olması gerekiyordu. Gerçi Ezgi'yle 5 yaş olmasına rağmen ona da demiyordum.

Bacağımda Beyazıt'ın elini hissetmemle ona döndüm. Diğerlerinin yine aralarında tartışmaya girmesini fırsat bilmiş olmalıydı.

"Oya'yı neden kovdun?"

"Kovamaz mıyım?" dediğimde gözlerinin en içine bakarak, omuzlarını indirip kaldırdı. İfadesi ise sabitti.

"Kovarsın, benim olan her şey senin de en nihayetinde, bu evde hemen hemen benim kadar söz hakkın var ama durduk yere birinin ekmeğiyle de oynamazsın. Nedenini bilmek istiyorum."

Hemen hemen demesiyle kaşlarım havalandı. Yalandan gülümserken başımı da aşağı yukarı salladım hafifçe.

Ardından birden yüzümdeki gülümsemeyi sildim ve "Fazladan söz hakkını kullanıp kendin öğren!" dedim dümdüz bir yüz ifadesiyle.

Alenen Beyazıt'a trip atarak Buse'ye döndüğümde ise elini reçel kasesinin içine soktuğunu ve onunla bir de oyun hamuru gibi oynadığını fark ettim. Saniyelerce yalnızca bu şaheseri izlemiş ve şaşkınlıktan bir tepki verememiştim. Eline, yüzüne, üstüne, başına her tarafına bulamıştı resmen... Bu kadar süre sesi çıkmadığında şüphelenmeliydim.

"Ne yaptın sen? Hem nasıl uzandın sen ona?" dediğimde sitemle bir de şirin şirin gülmüş ve ellerini bana gösterip kendini alkışlamıştı.

"Aba! Çiek!"

Reçelin içindeki çileği parmaklarıyla eziyordu bir de bu sırada.

"Şey..." dedi bu sırada Tekin gereksiz bir şekilde araya girerek. Yüzünde suçlu bir ifade vardı.

"İşaret edince ben uzatmıştım."

Derin bir nefes aldım sakinleşmek için.

"Allah rızası için çocuğumdan ve çocuğuma ait şeylerden uzak dur!"

Şimdi Buse'ye bir de duş aldırmam gerekecekti. El yüz yıkamayla, üst değiştirmeyle çıkacak gibi değildi.

"Ne bileyim ya? İstedi..."

Savunması bu muydu? Bir süre şaşkınlıkla ona baktıktan sonra sinir bozukluğuyla güldüm ve Buse'yle ayaklandım.

"Çocuk bu, Tekin! Tabii ister! Burada muhakeme yeteneğini kullanıp vermemesi gereken sendin."

"Ama beni sevsin istiyorum, hiç küçük bir insan tarafından sevilmedim. Bugüne kadar hiçbir küçük insan beni sevmedi."

Neden bilmiyorum ama kızasım hiç kalmamıştı. En sonunda yapmacık bir şekilde ağladı ağlayacak dudaklarını büzse de sözlerinde samimi bir taraf da hissetmiştim.

Yine de ona acıdığımı falan düşünmesin diye "Neden acaba?" dedim. Tabii daha normal bir ton kullanmıştım. Ardından da Buse'nin elinden bir miktar zorla reçel kasesini alarak ayaklandım. Hâlâ reçel kasesine uzanmaya çalışıyor ve bunu yaparken düşmemek için de yakama tutunuyordu sıkı sıkı. Artık benim de üzerimi değiştirmem gerekecekti.

"Bıcı bıcı yapalım mı bebeğim? Misk gibi kokalım..."

"Mis!" dedi Buse de. En nihayetinde ilgisini çekebilmiştik hanımefendinin.

Bir yandan da kafasını bana uzatmıştı tıpkı şimdi duş almış gibi. Ben de salondan çıkmış ve odamıza doğru çıkıyordum. Henüz yıkanmamış olmasına rağmen kafasından derin bir nefes çektim.

"Misk gibi kokuyor bu kız!"

Buse sebepsiz yere ona çok güzel koktuğunu söyleyince mutlu oluyordu. Gerçi genel olarak biri ona iltifat ettiğinde çok mutlu oluyordu cadı. Buse'yle konuşa konuşa banyoya ulaştığımızda doğrudan küvetin dolması için suyu açtım ve ardından da Buse'nin kıyafetlerini çıkardım.

Duş kabininde reçel kalıntılarını hızlıca temizlemiş ve ardından da biraz oynaması için küvete bırakmıştım. Bacak kadar boyu sebebiyle küveti yarısına kadar anca doldurabildiğimizden çabuk doluyordu.

"Köpük de ister misin aşkım?"

Bir yandan da köpük dökmüştüm suyun içine. Zaten sonrası da Buse için çok zevkliydi. Köpükle oynamaya bayılırdı. Normalde hayvanlarını falan da yüzdürürdü ama şu an hayvanları yoktu tabii yanımızda.

Buse'nin oynadığından emin olduğumda üzerimden batırdığı tişörtümü çıkarmış ve duş aldığım için tekrar girmek istemeyerek yaka kısmını lavaboda temizlemiş, temiz bir havluyla da kurulamıştım.

Hasta olmaması için artık Buse'yi çıkarmaya karar verdiğim saniyelerde Beyazıt "Dilem!" diye seslendi.

"Banyodayız!" demek zorunda kaldım ben de yanına gitmek yerine. Her ne kadar düzgün düzgün oynasa da banyoda henüz 1 yaşında bile olmayan bir çocuğu tek bırakıp içeri gidemezdim. Anında durulayıp çıkaramazdım da. Önce hanımefendiyi ikna etmem gerekiyordu.

Bunun üzerine Beyazıt banyo kapısını açarak içeri girmişti. Gözleri önce çığlık atarak zevkle köpüklerle oynayan Buse'yi bulmuş, ardından da bana dönmüştü. Adım adım büyüyen göz bebeklerinden o an sadece üzerimde bir şort ve sütyenle durduğumu hatırlamıştım ancak tabii ki artık çok geçti. Bu kez kasıtlı bir şekilde yapmamıştım gerçi ama iyi olmadığını da söyleyemezdim.

Bana adım adım yaklaşırken derin sıkıntılı da bir nefes çekmişti içine. Son birkaç adımı atmak yerine ise belimden tutup beni kendine çekmeyi uygun bulmuş, göğsümün sertçe göğsüne çarpmasına neden olmuştu. Yutkunmama engel olamazken belirgin ve şu an aşırı tahrik edici duran ademelmasından bakışlarımı zar zor çekerek gözlerine çıkardım.

"Ne zaman bitiyor şu reglin?" derken eğilmiş ve cevap vermemi beklemeden dudaklarıma kapanmıştı. Kollarım boynuna dolanırken elimden geldiğince hoyrat öpücüklerine karşılık vermeye çalışıyordum. Dudakları dudaklarımı eziyor, ısırıyor, yer yer de emiyordu. Şu an regl olmasam işin sonu kesinlikle yatakta biterdi.

"Aba!"

Buse'nin çığlığıyla bir şey olduğunu sanarak hızlıca ona dönmüştüm. Neyse ki korktuğum gibi bir şey yoktu. Bir eliyle küvetin kenarına tutunmuş, diğer elinin işaret parmağını kızarcasına bize doğrultmuş ve minik kaşları da çatılmıştı. Kendi dilinde asla anlamadığım bir şekilde hararetle bir şeyler söylüyor, sanırım bize kızıyordu.

"Ne oldu?" derken mecburen Beyazıt'tan uzaklaşmış gidip küvetin kenarına oturmuştum.

Yanına gelmeme rağmen bakışları bende değil Beyazıt'taydı hâlâ.

"Moa!" dedi bir yandan da hâlâ Beyazıt'a tersçe bakarak. Fransızca bilsem de bir bebeğin ne demeye çalıştığını anlamakta bir miktar zorlanıyordum. "Benim!" demeye çalışmıştı sanırsam. Bizi bu kadar yakın görmeyi kaldıramamış olmalıydı.

"Ne diyor?" dedi Beyazıt da yanımıza ilerlerken. Kaşları hâlâ çatık bir şekilde Beyazıt'a bakan Buse'ye anlık bir bakış daha atarak yanıma gelip elini omzuma koymuş olan Beyazıt'a baktım.

"Benden uzak durman için seni tehdit ediyor sanırım."

Nitekim Beyazıt'ın omzumdaki eline bakışları kaydığında çığlık atması da bunu doğrular cinstendi. Annesini babasından böyle sakınmadığına yemin edebilirdim.

"Bir konuda anlaşalım cadı: Senin ablansa benim de karım ve benimle paylaşmak zorundasın!"

Hafifçe Buse'nin burnuna da vurduğunda bu hali gözüme her nedense çok tatlı gelmişti.

"No!" diye bağıran Buse'yle, Beyazıt'ın Buse'ye attığı sahte kızgın bakışlardan gözlerimi alarak kendisine döndüm. Beyazıt'ın aksine Buse gerçekten sinirlenmiş ve bir eliyle kolumu sıkı sıkıya tutarken diğeriyle kızmam için Beyazıt'ı gösteriyordu.

"Artık sana da şirinlik yapmayacak..." derken Beyazıt'a dönmüş ve gülümsemiştim.

Beyazıt da bana dönerek "Karımı çalmaya çalışmasın kâfi..." dediğinde minik bir kahkaha atmış ve artık Buse'nin sudan gerçekten çıkması gerektiği için önceden kenara bıraktığım havluya uzanmıştım.

"Yalnız senden önce hayatımda Buse vardı ve bu durumda sen onun ablasını çalmış oluyorsun."

Tıpkı bir çocuk gibi omuzlarını indirip kaldırırken ben de Buse'yi ayağa kaldırmış ve havluya sararak kucağıma almıştım.

Buse benim kucağımda olmasını fırsat bilerek başını omzuma koymuş ve nispet yaparcasına bakışlarını Beyazıt'a çevirmiş ve hatta biraz daha ileri giderek çıplak omzuma minik dudaklarını değdirmişti.

Beyazıt da kıstığı gözleri altından Buse'ye bakarken "Ben seni bırakıp Fransa'ya gitmiyorum." dedi.

Normalde buna gülerdim ancak bana laf sokma imkânı tanımıştı resmen.

"Doğru. Sen daha çok karına akşam yemeğinde evde ol deyip haber dahi vermeden sabaha karşı gelirsin..."

Unutmamıştım. Unutmayı da planlamıyordum. Nerede olduğunu doğrudan soramazdım belki ama böyle söyletebilirdim.

"Sor hadi sor..." dedi Beyazıt eğlendiğini gizlemeden yüzüme yüzüme gülerek. Dilim kopsaydı da söylemeseydim keşke o gün.

"Neyi?" demek zorunda kaldım yine de salağa yatarak.

"O gece nerede olduğumu."

"Bana ne canım senin nerede olduğundan?" derken hızlıca Buse'nin bezini bağlamıştım.

Aferin, Dilem! Sıçtık, sıva... Hatta tüy dik!

Göz ucuyla baktığımda Beyazıt'ın kaşlarının hoşnutsuz bir ifadeyle çatılmış olduğunu gördüm.

"Son kararın mı?" Buse'ye temiz çıtçıtlı uzun kollu badilerinden toz pembe üzerinde çiçekler olan bir tanesini giydirirken anlık olarak omzumun üzerinden de Beyazıt'a bakmıştım.

"Karar mı değiştirmemi istersin?" Onun gibi soruya soruyla karşılık vermemle sinir kat sayısı gözle görülür bir şekilde arttı.

Cevabını beklemeden Buse'ye döndüm ve çoraplarının ardından gri pijamasını da giydirdim. Belki yere inmek ister diye ayağına da patik ve ayakkabı arası olan gri şeyi giydirmiştim.

"Misk gibi oldu benim kızım!" dediğimde sabırla onu giydirmemi bekleyen yüzünde geniş bir gülümseme olmuştu.

"Abi! Mis!"

Beyazıt'a beklentiyle bakarak kafasını işaret ederken bir yandan da koca göbeğiyle yatakta doğrulmaya çalışıyordu. Kolundan tutarak kalkmasına yardım ettiğimde Beyazıt da yatağa yanımıza oturmuş ve Buse'nin beklentisini karşılayarak kafasını koklamıştı.

"Misk gibi kokuyorsun..." diyerek bir kişi daha kendisini onayladığında Buse'den mutlusu yoktu.

"Saçını da toplayalım mı aşkım?"

Cevap vermesini beklemeden çantasının yanına ulaşmış ve içinden Buse'nin minik tarağıyla tokalarından küçük pembe olanı almıştım. Süslenmeyi çok sevdiği için çok mutlu olmuştu zilli.

Zaten bir tutam saçı olduğu için tarayıp toplamak toplam 1 dakika falan sürmüştü.

Beyazıt'ın "Eve sana silah kullanmayı öğretmesi için birini yollarım." dediği sırada Buse'nin saçını düzeltiyordum.

"Olur, 2 saat sonra falan gelirse Buse de öğlen uykusunda olur."

Beyazıt bunun üzerine kapıya ilerleyecek gibi oldu ama sonrasında her nedense durdu.

"Halamla da konuşacağım. Bu yaptığı benim için de kabul edilemez bir şey."

Demek Oya'yı kovma sebebimi öğrenmişti. Kucağımdaki Buse'yle ayağa kalktım ve birkaç büyük adımla Beyazıt'a ulaştım.

"Halanın bunu yapma sebebini anlayabiliyorum, çok da üzerine gitme."

Hafifçe gülerken kaşları anlam veremez bir ifadeyle kavislenmişti.

"Bana halamı mı savunacaksın?"

Ceketinin yakasını düzeltirken başımı da iki yana salladım.

"Hayır ama öğrendiğim ve Oya'yı kovduğum bilgisi zaten gitmiştir. Ayrıca bu tarz şeyler telefonla konuşulmaz bence. Ki sizi seviyor ve kendince elini üzerinizde tutma çabası bu."

Bazı şeyler konuşulmasa da babası Beyazıt henüz 14 yaşındayken ölmüştü. Annesi ise ondan çokça önce kayıplara karışmıştı. Halasının yasal vasileri olduğu ve üzerlerinde fazlaca hakkı olduğunu tahmin etmek zor değildi. Ki şu an Ela ve Efe de halalarıyla yaşıyordu.

"Sürekli annenle kavga eden sen mi söylüyorsun bunu?"

Gözleri ilgiyle üzerimde dolaşıyor amacımı anlamak istiyordu. Halasını pek sevmediğimin bence gayet de farkındaydı. Asıl kafasını karıştıran konu da buydu zaten.

"Bizim annemle dinamiğimiz başka. Benimle kendisine benzediğim ve bildiğimi okuduğum için anlaşamaz, Didem'le de kendisine hiç benzemediği ve aklı çelinmeye çok müsait olduğu için anlaşamaz ama günün sonunda her daim önceliği ben ve Didem ki inan bana bunu iliklerimize kadar hissettirir. Günün sonunda iyiliğimizi istediğini biliriz. Halan da sizin iyiliğinizi istiyor..."

Yöntemi yanlış ve biraz geri kafalıydı ancak halasıyla arasının açılmasını istemezdim. Halasını sevdiğinin farkındaydım.

"Ayrıca..." dedim, çok da onu düşünüyormuş gibi gözükmemek için.

"Ben halanın ettiği onca lafı boşuna yutmadım! Söyleseydin zaten aranızın açılacağını cevabını verirdim."

Sonda çıkışmamla Beyazıt minik bir kahkaha atmıştı.

"O yutmuş halin miydi?"

"Hayatım, ben Yeliz Akçay'ın kızıyım. Halanı araştırıp yerin yedi kat dibine gömmememin tek sebebi arada senin olmandı. Ah, tabii yakında gidecek olmasının payı da yok diyemem. Ecem annesine çekmiş olsa onunla bayağı bayağı uğraşırdım mesela."

Onaylamaz bir tavırla başını iki yana salladı ama yüzünde de belli belirsiz bir gülümseme vardı.

"Kimseyle uğraşma, bana söyle ben senin yerine uğraşırım, hayatım..."

Ona 'hayatım' dememe gönderme yapmasına gram takmadan gülerek başımı 'Fark etmez' dercesine iki yana salladım.

"O da olur."

Ardından uzanıp dudaklarına kapandım. Tabii kucağımdaki Buse bir eliyle benim, diğer eliyle Beyazıt'ın göğsünden iteklediği ve "No!" diye bağırdığı için pek uzun sürememişti.

"Seninle bozuşacağız ama haberin olsun!"

Beyazıt çatık kaşlarıyla Buse'ye baktığında Buse de kaşlarını çattı ve Beyazıt'ın söylediklerini kendince tekrar etti. Bu gülmeme neden olurken Buse kendisi kızmakla yetinmemiş bir de benim Beyazıt'a kızmam için kocamı bana şikâyet etmişti.

"Aba! Abi, kız!"

Beyazıt, bu kez Buse'ye yalnızca ters bir bakış atmakla yetinip bana döndü ve Buse'nin bağırmasına mahal vermeden dudaklarıma hızlı bir öpücük bıraktı.

*

Beyazıt işe gittikten sonra önce Buse'yle oynayıp onu bir güzel yormuş ve öğlen uykusuna yatırmıştım. Bebek telsizini de ne olur ne olmaz diye Hatice Hanım'ın yanına bırakmış ve uyanırsa beni aramasını rica etmiştim.

Sonra da Beyazıt'ın bana silah kullanmayı öğretmek için gönderdiği kadınla, Hande Hanım'la, geçen Beyazıt'la gittiğimiz yere gitmiştik ve biraz beni çalıştırmıştı. Bugünlük yeterince çalıştığımıza kanaat getirip ayrıldığımızda eve geçmiştim. Ben eve gittikten kısa bir süre sonra da uyanmıştı zaten ve Buse'yle hazırlanıp evden çıkmıştık. Başak'la buluşmuş, planın son kez üzerinden geçmiştik. Yarın cumartesiydi ve muhtemelen doktor hafta sonu çalışmadığı için işimiz pazartesiye kalmıştı.

Şimdi de Buse'yle beraber Beyazıt'ın ofisine gelmiştik. Ateş'in ailesi bizi yemeğe çağırdığı için buradan beraber oraya geçecektik. Üzerimde koyu yeşil, vücudumu ikinci bir deri misali saran, boğazlı, bileklerime kadar uzanan elbisem vardı. Ayağıma şeffaf bantlı topuklularımı tercih etmiş, kahve tonlu çantam ve kahve rengi kabanım, altın takılarımla da bence fazlasıyla tamamdım.

 Ayağıma şeffaf bantlı topuklularımı tercih etmiş, kahve tonlu çantam ve kahve rengi kabanım, altın takılarımla da bence fazlasıyla tamamdım

İlk kez Beyazıt'ın ofisine geliyordum üstelik ve bu biraz garip hissettiriyordu her nedense. Devasa olan bu plaza fazlasıyla görkemliydi.

"Size yukarı kadar eşlik etmemi ister misin yenge?"

Buse'yi kucağıma alırken anlık olarak omzumun gerisinden Fatih'e döndüm. Başımı iki yana sallarken de "Gerek yok, Fatih. Kaçıncı kat demiştin?" diyerek sözlü olarak da tasdikledim.

"En üst kat, 40."

Minik bir baş hareketiyle Fatih'i onaylamış ve şaşkın şaşkın başını kaldırmış binanın en üstüne bakmaya çalışan Buse'ye gülümsedim. Tam bir şapşaldı.

"Nereye geldik, aşkım?"

Buse hipnotize olmuş gibi yalnızca binanın en üst katına bakmaya çalışıyordu. Buse'nin çantasını alma gereği görmeyerek yalnızca kendi çantamı aldım arabadan. Ne zamanki şirkete doğru ilerlemeye başladım ve daha da bakamayacağı raddeye geldi ancak o zaman bana döndü ve kendi dilinde bir şeyler anlatmaya başladı.

Arkamızda bıraktığımız Fatih sebebiyle güvenlikten geçmekte ve asansöre binmekte pek zorlanmamıştık. Asansör 40. kata çıkana kadar içerde acayip bunalmış, aklımı Buse'yle konuşarak meşgul etmiştim.

Asansörün kapısı açıldığında biraz gereğinden hızlı bir şekilde indim. Gerçekten 40. katta olmak zorunda mıydı ofisi?

Aynalı filmle kaplı olsa da bir cam gördüğümde derin bir nefes çektim içime. Çok rastgele bir şekilde koridorun sol tarafından ilerlemeye karar verdim ardından da. Neyse ki şansım yaver gitmişti de çok geçmeden Beyazıt'ın adının yazdığı isimliği görmüştüm.

Elim tam tıklatmak için kapıya değecekken sol arka çaprazımdan gelen "Pardon!" sesiyle oraya döndüm. Esmer güzeli denebilecek bir kadın oturduğu danışma masasını andıran masadan bana bakıyordu. Şaşkınlıkla biraz açılan gözlerinden beni tanıdığını anladım ama her nedense beni tanımıyormuş gibi yapma kararı aldı.

"Beyazıt Bey şu an müsait değil, randevunuz var mıydı?"

"Adın neydi tatlım?" dedim gülümseyerek ve Buse'yi sağ kolumdan, sol koluma aldım.

"Azra..." derken neden bunu sorduğuma anlam veremez bir ifade vardı gözlerinde. Şaşkın ve tereddütlü çıkmıştı sesi.

Gülümsemem genişlerken anladığımı belli etmekte herhangi bir beis görmedim:

"Gerçi sen beni tanıyorsun ama söyleyeyim: Dilem Arat ben de… Kocamın yanına gelmek için de randevuya ihtiyacım olduğunu pek sanmıyorum."

Azra bolca utanç ve biraz da sinirle kızarırken yutkundu yavaşça.

"Kusuruma bakmayın çıkaramadım sizi, Dilem Hanım."

'Önemli değil!' dercesine başımı iki yana sallarken başparmağımla omzumdan geriyi, Beyazıt’ın odasını, işaret ettim ve "İçerde biri mi var?" diye sordum. Huzursuzlukla kaşlarım biraz çatılmıştı da. Beyazıt'a bu kadar yakın bir pozisyonda olması pek hoşuma gitmemişti.

"Hayır-" cevabını aldığımda gerisini dinleme zahmeti göstermeden kapıyı iki kez tıklatmış, cevabın gelmesini beklemeden de açmıştım. Beyazıt arkası dönük bir şekilde camdan dışarıyı izliyor ve telefonla konuşuyordu ancak kapının açılmasıyla omzunun gerisinden bana dönmüştü. Beni görmesiyle yüzünde minik bir gülümseme oluştu.

Arkamızdan kapıyı kapattıktan sonra kucağımda çırpınan Buse'yi yere indirdim.

"Tamam, mail olarak iletmeniz yeterli... Size de iyi günler..."

Beyazıt telefonunu kapatana kadar üzerimdeki kabanı çıkarmış ve çantamla birlikte önündeki boş koltuklardan birine atmıştım. Tam karşı karşıya geldiğimizde hızlıca dudaklarımız buluştu.

"Hoş geldiniz..."

"Hoş bulduk..." dedim ben de gülümseyerek. Göz ucuyla Buse'ye baktığımda ilgisini çeken metalik dünya küresine doğru savsak ama aceleci adımlarla ilerlediğini gördüm. Buse uzanacakken ondan önce Beyazıt aldı ve karşılıklı konumlandırılmış koltukların arasındaki sehpaya bıraktı.

Beyazıt bu eylemi Buse'nin daha kolay ulaşabilmesi için yapmıştı ama Buse onu tekrar yürümek zorunda bırakan Beyazıt'a tersçe bakmış ve ağzının içinde kendince bir şeyler gevelemişti.

"Nasıl uzanmayı planlıyordun acaba o boyla?" dedi Beyazıt da. Eş zamanlı bir şekilde işaret parmağıyla baştan aşağı Buse'nin boyunu işaret etmişti.

Buse bu hareketi yanlış anlamış, kendisine kızıldığını sanmış ve kendisine kızılmasına içerlemişti. Ağlayacak bir ifadeyle de dudaklarını büzdüğünde ona doğru bir adım daha attım ancak tam da o anda Beyazıt'ın kendisine savurduğu parmağını ısırma kararı almıştı.

"Hey!" dedim bu kez Buse'ye ben kızarak.

"Isırmak yok, ısırmak kötü bir şey!"

Buse, Beyazıt'ın parmağını bırakmadan başını iki yana sallarken Beyazıt da canı acımasın diye olsa gerek kendi parmağını çekmiyordu.

"Buse! Abinin parmağını hemen bırakıyorsun!"

Sesimi daha sert çıkarmamla bırakmış ancak eş zamanlarda ağlamaya da başlamıştı. Ben kızmama rağmen teselliyi de bende bulmuş ve minik adımlarıyla kollarını açarak bana doğru gelmişti. Eğilip Buse'yi kucağıma aldım ve saçının tepesine minik bir öpücük bıraktım.

"Aşkım, sana kızmak istemedim ama insanları ısıramazsın..."

Bir yandan da elimi uzatarak Beyazıt'ın elini avuçlarımın içine aldım. Hepi topu dört dişi vardı ve ikisinin izi şu an Beyazıt'ın parmağındaydı.

"Bak abiyi uf yapmışsın..."

Söylemimle başını kaldırmış, ıslak gözleriyle önce Beyazıt'ın avuçlarımdaki parmağına bakmış ardından bakışlarını bizi ilgiyle inceleyen Beyazıt'a çevirmişti.

Eğildiğinde tekrar ısırmasından korkmuştum ama Buse ısırmak yerine minik dudaklarını bastırdı ve iç çekişleri arasında "Ditti?" dedi sorarcasına.

"Acı gitti." diyerek Beyazıt onu onaylamış ve kendisi de uzanıp Buse'nin başının üzerinden öpmüştü.

"Ama başkasına yapma, olur mu?"

Buse gülümserken bu kez de kollarını Beyazıt'a uzattı. Beyazıt anında kucağımdan alırken bu kez izleme sırası bana geçmişti.

Buse, Beyazıt'ın kucağına geçer geçmez biraz önce kendisine kızmamı Beyazıt da burada değilmiş gibi anlatmaya, beni Beyazıt'a şikâyet etmeye başlamıştı.

"Ama ablan senin iyiliğin için de sana kızdı. Başka birini ısırmış olsaydın refleksle senin canını da yakabilirdi. Ablana küsmemelisin..."

Bir miktar dışlanmış gibi hissetmekle beraber bu şekilde dışlanacaksam buna razı olabilirdim. Buse'yi gram yabancılamadan, sanki ilk doğdu günden beri onunlaymış gibi öyle bir ilgiliydi ki... Beyazıt'ın bu halleri çok hoşuma gidiyordu.

Farkında olmadan yaptığının farkındaydım ama Buse yüzünü hangi şekle sokarsa yüzünü o şekle sokması da ayrıca çok tatlıydı. Buse dudaklarını büzerek Beyazıt'a beni şikâyet etmeye devam ederken Beyazıt da bilinçsizce dudaklarını büzmüş ve ben de köşemde olabildiğince sessiz bir şekilde çantamdan telefonumu çıkartarak bu anın fotoğrafını çekmiştim. İlk fırsatta biriken diğer fotoğraflarla birlikte bu iki bebeğin fotoğrafını da tab ettirecektim.

Buse'nin kaşlarını hafifçe çatmasıyla, Beyazıt da çattı ve ben bu anı da çekerken ona cevap verdi. Konuşmanın sonlarına geldiklerini hissettiğimde telefonumu çantama koyarak birkaç adımla diplerine girdim. Önce Buse'nin yanağına bir öpücük bıraktım, ardından da makas aldım.

"Beni şikâyet etmen bittiyse çıkabilir miyiz hanımefendi? Geç kalacağız da biraz..."

Buse bana hitaben asla anlamadığım bir şeyler söylerken Beyazıt da kolunu belime sararak beni iyice kendine çekmişti.

"Buraya ilk gelişini daha farklı hayal etmiştim."

İç de çektiğinde odada benim kahkaham yankılandı.

"Bir dahakine artık..."

Burada da sevişme konusunda biraz fazla kararlıydık sanki.

Dudağına hızlı bir öpücük bırakmış, birkaç adım kadar da uzaklaşarak kendime güvenli alan yaratmıştım. Gerçi yaratmasam dahi uykuya dair herhangi bir emare göstermeyen bir bebek ve bizi yemeğe bekleyen insanlar vardı.

"Reglim bitti."

Normalde planım bunu söyler söylemez kapıdan çıkıp kaçmaktı ancak o masada oturan kadın düştüğünde hatırıma, bunu yapamamıştım. Beraber çıkmalıydık.

Beyazıt ise alenen gülerek, hatta sırıtarak biraz önce ondan uzaklaşmak için attığım adımı atarak dibimde bitmiş ve boynuma doğru eğilmişti.

"Bugün bana daha güzel bir haber veremezdin sanırım..." Boynumu hafifçe ısırdığında ellerimi göğsüne dayayarak aramızda belli bir mesafe açmaya çalıştım. Ancak ellerimin aksine boynumu hafifçe yana doğru eğmiş ve ısırabilmesi için adeta daha geniş bir alan açmıştım.

"Geç kalacağız..."

Isırdığı yere minik bir öpücük bırakmış ve doğrularak elini belime yerleştirmişti.

"Bir an önce yemeğe gidip, eve dönelim..."

Yutkunurken başımla da onaylarken bulmuştum kendimi. Eyleme de geçerek hızlıca koltuktan eşyalarımı aldım ve tekrar yanlarına döndüm. Eli anında belimi bulmuş ve kapıya yönlendirmişti bizi. Beyazıt bir koluyla Buse'yi tuttuğu, diğerini de belime sardığı için kapıyı ben açmak zorunda kalmıştım.

Açar açmaz da karşımızda Azra belirmişti. Sanırım elindeki dosyayla Beyazıt'ın odasına geliyordu. Kısa duraksamamızın ardından Azra "Şey... Bunlar imzalanacakmış sanırım. Ozan Bey gönderdi." demişti.

Beyazıt kısa bir an Azra'nın elindeki dosyalara baktı, ardından da başını iki yana salladı.

"Şimdi çıkmam gerekiyor, sabah imzalarım. Sen de çıkabilirsin Azra."

Azra itiraz edecek gibi oldu ama sonra bir şey demeden yalnızca başıyla onayladı ve masasına doğru ilerlemeye başladı.

"Yeni mi?" dedim ben de asansöre ilerlerken. Genel olarak hoşuma gitmemesi bir yana, işinde de acemi gibiydi.

Ben asansör düğmesine basarken Beyazıt başıyla onayladı beni.

"Asistanım doğum iznine ayrıldı. Azra da stajyer normalde ama yeni bir asistan bulana kadar idareten bakıyor."

En azından her daim Beyazıt'a bu kadar yakın bir konumda olmayacak olması içime biraz su serpmişti.

Asansörün kapıları açılırken de "Yani düşünürsen asistan kontenjanımız boş." demişti muzip bir tonla.

Ben minik bir kahkaha attığımda Buse de çok anlamış gibi beni taklit ederek gülmüştü.

Asansör aşağı inmeye başlarken uzanıp Buse'nin yanağına öpücük bıraktım. Sonra da bakışlarımı Beyazıt'a çevirdim.

"Maaş, şartlar ve iş kapsamını öğrenmem gerekiyor."

"Maaş: limitsiz kredi kartı, şartlara ve iş kapsamına da kendin karar verebilirsin." dedi bir an bile duraksamadan.

Gülmemi engelleyemesem de yüzümü buruşturmaktan da geri kalmadım.

"Kriterleriniz yok mu? Dil bilmek, iş deneyimi vb."

Beyazıt da oyuncu bir tavırla kısa bir an düşünür gibi yaptı. Ardından da "Kriterlerim elbet var ancak soyadınız Arat'sa diğer kriterlerimin hiçbirine sahip olmasanız da olur." dedi, büyük bir ciddiyetle.

Bir yandan da sırtımı asansörün aynasına yaslamamı sağlamıştı. Dudaklarıma eğileceği sırada ise Buse bir eliyle benim, diğer eliyle Beyazıt'ın ağzını kapatarak bizi birbirimizden ayırmak için itmeye çalışmış, eş zamanlarda "No!" diye bağırmıştı.

"Seni camiye bırakırım!" dedi Beyazıt bir anda sinirle Buse'ye dönerek. Tabii önce minik elinden kurtulmak için başını geriye çekmişti.

Buse bu kez Beyazıt'ın kendisine kızmasına gram alınmadan elini beline koydu ve kendisi bizi azarlamaya başladı. Bu kız ne zamandan beri namus bekçiliği yapıyordu?

Beyazıt sinirle Buse'yi yere indirdiğinde Beyazıt'tan fazlaca aşağıda kalmıştı ve bu kızmaya ara vererek bir şaşkınca kendi boyuna bir de Beyazıt'ın boyuna bakmasına sebep olmuştu.

Aşağıdan kızmanın çok da etkili olmadığını düşünmüş olacak ki kollarını bana uzattı onu kucağıma almam için.

Beyazıt "Boyun kadar konuş!" dediğinde ise artık dayanamayarak büyük bir kahkaha atmıştım.

"Henüz bir yaşında bile olmayan bir bebekle kavga ediyorsun şu an!"

Bir yandan da Buse'yi kucağıma almıştım, daha fazla kayıtsız kalamayarak.

"Bu çocuğun öpüşmemizle derdi ne?" dedi kucağıma çıkmasıyla tekrar kendisini azarlamaya başlayan Buse'ye tersçe bakarak.

Buse kendi küçük dünyasında buna neden bu kadar karşıydı bilmemekle beraber Beyazıt'ın ciddi ciddi Buse'yle kavga etme potansiyeli olduğunu fark ettiğimde gülerek başımı iki yana salladım.

"Vardır bir sebebi..."

*
"Ah! Ayakkabılarınızı çıkarmanızı rica edeceğim."

İçeri tam bir adım atacakken kadının söyledikleriyle duraksayarak ayağımı geri çektim.

"Annemin temizlik takıntısı var da..." diye de devam etti. Yüzünde mahcup bir gülümseme de vardı. Ki bence olmaması gerekirdi. En nihayetinde kendi evleriydi ve sağlık gibi bazı özel sebeplerden de bu gerekiyor olabilirdi. Bir sorun olmasa dahi yalnızca temizliğe önem veriyor da olabilirdi.

'Sorun değil!' dercesine başımı iki yana salladım yine de tek kelime etmeden ve önce uzanıp kucağımdaki Buse'nin ayakkabılarını çıkardım ve onu eşikten içeri bıraktım. Buse ayakkabılarının çıkarılmasına nedensizce mutlu olmuş ve eğilerek ayaklarına dokunmaya başlamıştı. Ben de ayakkabının bantlarını açabilmek için yanımdaki duvardan destek alarak zar zor çıkardım ayağımdaki topukluları. Birden 10 santim kısalmak ise pek hoşuma gitmemişti.

Benim ayakkabımı çıkarmamı bekleyen Beyazıt doğrulduğumda elini bana uzatmış ve dengemi sağlayarak içeri girmeme yardım etmişti.

Kadın ise Buse'ye eğilmiş ve "Ne tatlı şeysin sen öyle!" diyerek kendisini takmadan çoraplarındaki çiçeklerle ilgilenen Buse'nin ilgisini çekmeye çalışıyor, bir yandan da montunu çıkarıyordu. Benim de içeri girebildiğimi fark ettiğinde yandaki ayakkabılıktan ikimiz için de birer terlik çıkartmıştı. Biz de bu sırada kabanlarımızı çıkarmıştık.

Biz terlikleri giyerken de bir kez daha "Hoş geldiniz." dedi gülümseyerek ve bana elini uzattı.

"Resmen tanışmadık. Ben Toprak’ın, Ateş’in abisinin, karısıyım. Adım Kübra..."

"Dilem..." dedim ben de uzattığı elini sıkarak. Ellerimiz ayrıldığında boştaki elimi Buse'ye uzattım.

"Aşkım, gel hadi!"

Buse kendisine hitap ettiğimi kavradığında başını çoraplarından kaldırmış ve hemen elimi kavramıştı. Buse'nin minik adımlarından sebep biraz yavaş bir şekilde salona girdiğimizde herkes ayaklandı.

Buse ise bu denli bir kalabalık bulmayı beklemiyor olacak ki elimi bırakarak bacağıma sarıldı ve kendisini kucağıma almam için eteğimi çekiştirdi. Ve doğrusu ben de bu denli bir kalabalık beklemiyordum. Salonda onlarca yüz vardı ve ben yalnızca Beyazıt ve Buse'yi saymazsak üçünü tanıyordum: Ateş, Ecem ve Baha...

Büyük bir tanışma curcunasından sonra bizi hemen yemek masasına almışlardı. Zaten biraz gecikmiştik ve yemeğe geçmek için bizim gelmemizi bekliyorlarmış. Ateş'lerin tüm aile aynı evde yaşadığı bilgisi ise bir tık tuhaf gelmişti. Eski zamanlarda şartlar gereği normal bir şeydi ancak şu an hele ki böyle bir varlık içinde evin ev üstüne kurulmasını mantığıma sığdıramamıştım.

Ateş'in iki abisi vardı -Toprak ve Rüzgâr-, bir de en küçükleri olan kız kardeşleri -Su-. İki abisi de evliydi. Toprak'ın -en büyük abisinin- bir kızı bir oğlu vardı. Rüzgar'ın ise karısı hamileydi ve ha doğurdu ha doğuracaktı. Kızları olacakmış. Kız kardeşi henüz tıp okuyormuş ve üçüncü yılıymış. Ateş'in yeğeni olan 5-6 yaşlarındaki erkek çocuğu hemen yanımda Buse'nin dikkatini çekmeye çalışıyordu.

Tabii Buse bu denli bir kalabalığa alışık olmadığı için göğsüme sinmiş ve yalnızca hoşnutsuz bakışlarıyla çocuğun kendisini rahat bırakmasını istiyordu.

"Evde car car konuşuyordun, zilli! Şimdi çocuğa niye pas vermiyorsun?" dedi Baha, Ecem'in üzerinden uzanıp Buse'nin elini kavrayarak. Buse bir an başını kaldırdı ve Baha'ya kızacak gibi oldu ama kalabalığın gözlerinin kendi üzerinde olduğunu fark ettiğinde boynuma daha sıkı sarıldı.

Ben de bunun üzerine Azad'a döndüm.

"Şu an biraz kalabalığı garipsedi. Biraz alışsın sonra oynarsınız olur mu? Hadi otur, yemeğini ye sen de." Olabildiğince sesimi yumuşak tutmuştum. Azad, Buse'nin gözlerine bakabilmek için arkama geçti ama Buse de bunun üzerine kafasını boynumdan çekerek tam iki göğsümün arasına yaslamış, minik elleriyle de kimsenin göremeyeceği şekilde iki yandan yüzünü kapatmıştı.

Azad bunun üzerine alenen yüzünü asmış ve pes ederek annesine -Kübra'ya- ilerlemişti.

"Anne, boncuk göz benimle konuşmuyor."

"Bebek o daha oğluşum, biraz alışsın konuşur."

"Boncuk göz mü dedi o?"

Kübra'nın sesine Beyazıt'ın sesinin karışmasıyla ona döndüm şaşkınlıkla. Bence çok tatlı bir hitap şekliydi.

"Niye bu kadar şaşırdın?" dedim ben de şaşkınlıkla.

"Buse'yi sevdi." dedi Beyazıt da çok bariz bir şeyden bahsedermişçesine.

Hâlâ sorunun ne olduğunu anlayamazken sol çaprazımızdan Rüzgâr atıldı:

"Rahat ol oğlum, onların bir en az 18 yılı var. Yakın zamanda alacağımız kızı dertlen sen."

Bununla küçük bir aydınlanma yaşarken Beyazıt'a yok artık dercesine baktım.

"Çocuk onlar daha, muhtemelen yarın birbirlerini hatırlamayacaklar bile! Bu kadarını da yapamazsın!"

"Eniştesi, abisi adı her neyse olarak Buse'yi de gayet sakınırım! Henüz bacak kadar bile olmasa da... "

İfadesi genel olarak hoşnutsuzdu ancak son sözüyle Azad'a özel ters bir bakış atmış ve çocuğun annesinin arkasına saklanmasına neden olmuştu. Gülerken başımı da iki yana salladım. Buse'yi benimsediğini fark etmiştim ama bu denli bir benimsemeyi beklemiyordum sanırım.

"E, kızım... Annenler ne zaman gelecek? Düğün hazırlıklarına da başlamalıyız artık." dedi, Ateş'in annesi Esma Hanım. Ecem'le göz göze gelebilmek için masada biraz eğilmesi de gerekmişti.

Hemen yanımdaki Ecem sandalyesinde biraz öne kayarak dikleşti.

"Efe ve Ela'nın sınavları varmış haftaya. Sınavları biter bitmez, bir sonraki hafta ilk uçakla gelecekler."

Ecem'in bu hanım hanımcık tavrını garipsesem de gülmemeyi becerebilmiştim.

"İmam nikahını gelir gelmez yaparız o zaman... " dedi, küçük abisinin karısı.

Ecem kendisinden bir cevap beklendiğini fark ettiğinde gayriihtiyari sırasıyla iki yanına da dönerek Beyazıt ve Baha'ya baktı. En son gözleri tam karşısında kalan Ateş'te duraksadı.

"Yani, olur sanırım. Tabii anneme de sormam gerek."

"Düğüne daha var." diyerek araya girdi Beyazıt kuzeninin tereddüdünü gördüğünde.

"Her şeyi bir halledelim. İmam nikahı kolay zaten. Haftalar öncesinden yapmaya gerek yok."

Ecem sözlü olarak bir şey demese de biraz olsun rahatladığını fark etmiştim.

"Vazgeçeriz falan diye bekliyorsan, bekleme kardeşim..." dedi Ateş şakayla karışık.

Beyazıt, Ateş'e bakmadı dahi ve yalnızca kolunu sandalyemin arkasına atarak elini Ecem'in omzuna koydu. Ardından bakışları Ateş'in anne ve babası üzerinde gezindi.

"Ateş'in de ilk evliliği, anlıyorum ama Ecem bizim için fazlasıyla değerli. İstemediği, içine sinmeyen, aceleye gelmiş bir şey olsun istemem. Bu kadar süre nişanlıydınız zaten. Gerekirse 1-2 hafta daha bekleyin. "

Sonlara doğru da bakışları Ateş'e dönmüştü.

"Orayı dert etme sen, gelin hanım ne isterse eksiksiz olacak. İstemediği herhangi bir şey de olmayacak." diyerek Ateş'in babası girdi araya. Adamın adı garip bir şekilde Savcı'ydı.

"Siz bir haftada apar topar evlendiniz, bir ayda bu kadar adam çok rahat hallederiz." dedi, Ateş'in annesi, Esma Hanım, acayip densiz bir şekilde.

"Da benim bir kayınvalidem yoktu, belki Ecem'in daha fazla düşünmeye ihtiyacı olur." dedim genişçe gülümseyerek. Densiz insanlardan nefret ediyordum.

Bir an sinirle söylemiştim ama göz ucuyla Baha ve Beyazıt'a baktığımda annesizlikleri hakkında dolaylı yoldan konuşmuş olmamı pek sorun etmiş gibi görünmüyorlardı.

Masada şaka yapmışım gibi birkaç sahte kahkaha koparken Esma Hanım da mecburi bir gülümseme yerleştirdi yüzüne.

"Ay, içimin yağları eridi. Bir dahakine net sen de benimle geliyorsun. Benim çarpamadığım her lafı sen çarp yüzüne."

Ecem'in fısıltısıyla ona döndüm. Bu sırada Baha da bu tarafa eğilmişti.

"Bilgin olsun yengecim: Eğer bir kayınvaliden olsa seni bu dille gelin diye almazdı."

"Ay, sus!" dedi Ecem benim yerime elini kaldırıp Baha'yı susturarak.

"Ben bir şey demiyorum da ne oluyor? Tepeme çıktı kadın. Arada Ateş olmasa..."

"Yalnız sen bu evde cidden yapabileceğini düşünüyor musun? Tüm sülale bir arada yaşıyorlar!" dedim dehşetle. Sesimi olabildiğince de kısık tutmuştum.

"Yani zaten ilk ay balayında -yurt dışında- olacağız. Sonra bir iki ay kalır, kendi evimize çıkmanın yerini yaparız, dedi Ateş. Ayrıca Ateş'in sülalesi buradan ibaret değil. Fazlası var."

Ecem'in diğer tarafındaki Baha'yla göz göze geldik. İkimizde asla ayrı eve çıkmayacaklarının farkındaydık. Hangimizin bu gerçeği Ecem'e söylemesi gerektiğine ise bir süre öylece bakışarak karar vermeye çalışmıştık.

"Arada bir beynini kullanmayı dene kuzen." dedi en sonunda Baha, dolaylı yoldan söyleyerek.

"Genelde bu kritik evden çıktıktan sonra yapılır. Aranızda konuşmayın, ayıp oluyor." dedi Beyazıt da benim üzerimden eğilip yalnızca bizim duyabileceğimiz bir sesle bizi uyararak. Sonra doğrudan bana döndü.

"Bayağıdır kıpırdamıyor, uyumuş sanırım."

Bununla birlikte göğsümde hâlâ iki elini de yüzünü kapatacak şekilde koymuş, cenin pozisyonuna benzer bir pozisyonda duran Buse'ye çevirmiştim. Gerçekten bayağıdır sesi soluğu çıkmıyordu. Hafifçe yan çevirip başının yan bir şekilde omzuma yaslanmasını sağladığımda gerçekten de uyuyakaldığını görmüştüm.

"Ay, uyumuş güzelim. İçerdeki odaya yatıralım mı?"

Ateş'in küçük abisinin eşinin, Nilüfer’in, söylemiyle başımı ona çevirdim ancak benden önce Beyazıt atıldı.

"Kalkalım artık." Bir yandan da sırtındaki ceketi çıkartarak Buse'nin sırtına bırakmıştı. Ardından da ayağa kalkarak benim kucağımdan aldı ve kendi omzuna yatırdı. Buse başta biraz kıpırdansa da uyumaya kaldığı yerden devam etmişti.

Birkaç itiraz yükselse de Beyazıt biraz da Buse'yi bahane ederek bizi evden çıkartmayı başarabilmişti. Buse'yi oldukça dikkatli bir şekilde pusetine bıraktıktan sonra, ceketiyle de tekrardan güzelce örttü üzerini. Üşümesin diye olsa gerek de kapıyı kapattı ve ancak ondan sonra Toprak, Rüzgâr ve Ateş üçlüsüne döndü. Baha konuşulacakları duymamak için olsa gerek çoktan arabada, Buse'nin yanındaki yerini almıştı.

Ecem ise hemen yanımda dikiliyor ve o da bizi bekleme sebeplerini duymayı merakla bekliyordu.

"İşin bizlik olan kısmını hallettik." dedi Beyazıt en nihayetinde. "Gerisi sizde. Semih kıvama geldi."

"Nasıl hallettiniz?" diyen Toprak'ın anlık olarak gözü bana değmişti. Şu an bunların yanımda konuşulmasını garipseyen bir tarafım olduğu gibi, garipsemeyen bir tarafım da vardı.

"Kısaca ben ve Dilem oyaladık, Ozan halletti. Gerisi sizde. Bu işi riske girmeden bitirin bir an önce. Yurt dışı bağlantısına ulaşalım."

Biz mi oyaladık? Şaşkınlıkla Beyazıt'a bakarken hafifçe kaşlarım da çatılmıştı.

"Yenge dahil mi artık oyuna?" dedi Rüzgâr doğrudan beni işaret ederek.

"Ne kadar dahil olması gerekiyorsa o kadar dahil." diyerek kaçamak bir cevap verdi Beyazıt ancak beni hiç de bir şeye dahil ettiği yoktu. Şu an bu konuşmanın yanımda yapılmasının da şaşkınlığını taşıyordum.

"Sonra uzun uzun konuşuruz." dedi ve Ecem ve bana döndü.

"Hadi, üşümeyin daha fazla."

Bizim için arabanın kapısını da açtığında kısa bir 'İyi geceler!' faslının ardından önce Ecem binmişti, ben de Buse'nin diğer tarafına geçtiğimde Beyazıt da karşıma, Baha'nın yanına geçmişti.

Ancak bir adamı tarafından kapı kapandıktan sonra Beyazıt'a sorabildim: "Neyden bahsediyordun?"

Beyazıt da anlam veremeyerek bana döndü. Koyu gözleri üzerimde dolanırken şaşkınlıkla "Anlamadım?" diye sordu.

"Oyaladık falan dedin ya, neyden bahsediyordun?"

"Semih'in mekanına gittiğimiz günden?" dedi o da sorarcasına, anlam veremeyen bir ifadeyle.

Baha ise "Yanımda konuşmayın!" diye çıkışmıştı bize.

Ben ise Ferzan'ın mekânı konusunda kalmıştım. Ben hiç Ferzan'ın mekanına doğrudan girmemiştim ki.

"Beyazıt iyi misin? Ben hiç Ferzan'ın mekanına falan gitmedim."

Beyazıt'ın yüzünü bariz bir şaşkınlık kaplarken ciddi olup olmadığımı anlamak istercesine gözleri yüzümü turluyordu.

"Dilem gerçekten şakanın sırası değil, kafam çok dolu." dedi en sonunda gözlerini gözlerimde sabitleyerek.

Ciddi ciddi Ferzan'ın mekanına gittiğimizi mi iddia ediyordu şu an?

"Bence de şakanın sırası değil. Ferzan'ın mekanına girmiş olsam es kaza, imkânı yok unutmam böyle bir şeyi."

Beyazıt'ın yüzüne daha büyük bir hayret yansırken ben de sinirlenmeye başlıyordum. Amacı aklımla oynamak falan mıydı?

Bakışları gayriihtiyari diğerlerinde dolandığında ben de onlara şöyle bir baktım. Baha ve Ecem'in de yüzünde şu an neyi tartıştığımızı anlamak isteyen bir taraf vardı.

"Pardon..." dedi ancak dakikalar sonra.

"Ecem'le gitmiştik. Dedim ya kafam çok dolu... Bir an karıştırdım sanırım."

Yine de hâlâ yüzünde dehşete kapılmış gibi bir ifade vardı. Doğrulamak istercesine Ecem'e döndüğümde o da kuzenine şaşkınca bakıyordu. Her ne gördüyse bana döndü en sonunda ve "Evet!" dedi aceleyle.

"Beraber gittik. Nasıl unutursun Beyazıt?"

Şu an bu garip bakışların sahibi Beyazıt olmalıydı ancak üçü de bana büyük bir şaşkınlıkla bakmaya devam ediyordu. Bu bakışlar beni rahatsız etmeye başlarken Buse'nin 'Ani!' diye ağlamaya başlamasıyla buna kafa yormayı bırakmıştım.

*

Bölüm sonu.

Son kısmın meali şu ki: Dilem sandığımızdan daha çok şey biliyor ama tıpkı gördüğü rüyalar gibi hiçbirini hatırlamıyor, hafızasından siliyor.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

Sağlıcakla kalın...

Loading...
0%