@__kao__
|
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. İyi okumalar... * "Geçen akşam bir yere gittik, kendi aklımdan şüphe edip birkaç kişiye de doğrulattım hatta. Hatırlamıyor, Yeliz Hanım. Gitmediğine çok emin!" Yeliz apar topar üzerine geçirip çıktığı hırkasına daha sıkı sarınırken sıkıntılı da bir nefes koy vermişti. Beyazıt'ın sesi sitemliydi ve bir saat kadar önce arabada şahit olduğu şeyler her nedense yüreğine büyük bir korku salmıştı. "Nereye gittiniz?" oldu Yeliz'in ilk sözleri ise. Kadının sakinliği her nedense o an Beyazıt'ın sinirlerini bozmuştu. "Bir önemi var mı?" dedi Beyazıt aksi bir tavırla. "Var..." demekle yetinmemiş, ağır ağır başını aşağı yukarı sallayarak da onaylamıştı Yeliz, Beyazıt'ı. Bir yandan da rüzgârın savurduğu kumral saçlarını dizginlemeye çalışıyordu. "Biliyorsundur, araştırmışsındır. 13 yaşında ben bir haberi yapmayayım diye kaçırıldı. Orada ne yaşadığını kendi dahil kimse bilmiyor... Hatırlamıyor..." Hâlâ bu Yeliz'in vicdanında büyük bir yaraydı. Gözlerinin dolmaması için büyük bir çaba verirken rüzgârın önüne attığı saçlarını kulağının arkasına kıstırdı bir kez daha. Beyazıt ise bir başka şok daha yaşıyordu. Psikolojik sorunlar yaşadığının farkındaydı. Ama bu denli bir şey olduğunu... Aklına gördüğü kâbusları hatırlamadığı da düştü Beyazıt'ın... Rüya bu unutulur diyerek çok üzerinde durmamıştı ama şu an çok büyük bir hata yaptığının farkına varmıştı. "Böyle rastgele şeyleri unutuyor mu?" dedi, dehşetle Beyazıt. "Rastgele değil. Ona o yaşadığı günleri hatırlatacak, tetikleyici bir unsur olduğunda... Travmalarına verdiği tepkiler çok değişkenlik gösteriyor." "Psikolojik bir destek almasını sağlamak aklınızın ucundan geçmedi mi?" diye sordu kızgınlıkla Beyazıt. Karşısındaki karısının annesi olmasa daha da sert davranırdı kesinlikle. Sebep olduğu şey bir yana, düzeltmek için bir adım atmamış mıydı kadın? "Alıyor, yani alıyordu. Siz evlenene kadar her hafta düzenli bir şekilde psikoloğa gidiyordu ama evlendiğinizden beri hiç gitmemiş." Yeliz bundan biraz da Beyazıt'ı mesul tutuyordu. Zira Dilem'in biraz da Beyazıt öğrenmesin diye gitmediğinin farkındaydı. "Kayıt mayıt yok! Olsa bilirdim..." dedi 'Siz kimi kandırıyorsunuz?' dercesine. "Çünkü kayıt dışı gidiyordu. En ufak şeyde birilerinin onu akli, psikolojik sorunları var diyerek yaftalamasını, onu buradan vurmasını istemedim. Sicilinde böyle bir şey olmasını... Sana da anlatıyorum çünkü şu an en yakınında sen varsın. Ajanstayken gözümün önündeydi. Kontrol ediyordum ama biliyorum: tükürdüğünü yalayıp, kolay kolay dönmez ajansa." Şu an Beyazıt'la bu konuşmayı yapıyor olmak bile Yeliz için zordu. Kızının arkasından iş çeviriyormuş gibi hissediyordu. Beyazıt'a güvenmiyordu. Bir gün kızını buradan vurup vurmayacağını bilmiyordu mesela ama bu konuda her Dilem'in üzerine gittiğinde kendisinden adım adım uzaklaşıyordu ve kızından daha fazla uzaklaşmak falan da istemiyordu. "Anlatın!" dedi Beyazıt emir verir bir tonla. "Karım hakkında bilmem gereken ne varsa anlatın. Hatırlamasını sağlamalı mıyız mesela?" Yeliz hızla başını iki yana salladı. "Birkaç sefer kendi kendine unutanın kendisi olduğunu anladı ama sonra anladığını da unuttu. Bu sadece hafızasında daha fazla boşluğa sebep oluyor. Ayrıca bir şeyleri unuttuktan sonra çok dengesiz bir ruh haline bürünür. Sanırım içten içe bir şeylerin eksikliğini hissettiği için." Beyazıt'ın kalbi biraz da korkuyla çarptı. Daha önce hiç duymadığı bir duygu doğdu içine. Bundan neden bu kadar korktuğunu da anlamadı ama ya bir gün Dilem, onu da unutursa? Ya istemeden bir travmasını tetiklerse? "Başka?" dedi sesini olabildiğince düz tutmaya, korkusunu olabildiğince gerilere itmeye çabalayarak. "Bazen susar. Bir şey tetikler. Sarhoşken de konuşmaz mesela. Böyle anlarda konuşması için zorlanmaması gerekiyor." "Susar derken?" dedi Beyazıt şaşkınlıkla. Aklına ise karısının o sarhoş hali dolmuştu. Ağzından laf alamamıştı asla. "Lâl olur işte. Tamamen psikolojik bir şekilde susar, konuşamaz. Bir gün sürdüğü de oldu, bir yıl sürdüğü de." İkinci bir korku doldu yüreğine. Dilem'in psikolojik sorunları bu kadar gözünün önündeyken üzerine daha önce düşmemek pişmanlık duymasına neden olmuştu. "Psikoloğunun bilgilerini atın bana. Bir şekilde gitmesini sağlarım." Yeliz alayla güldü. "Sen söylersen inadına gitmez. Sana söylediğim için önce bana, sonra böyle bir şeyi kendisinden değil de benden öğrendiğin için sana bilenir. Böyle durumlarda genelde onu ya Ahmet ya Kerem ikna ederdi. Ahmet konuşacaktı ama sonra istifa edince buna bağlar da ben gönderdim sanır diye konuşamadı. Kerem'le konuştum, onunla da sayende arası açılmış." Yeliz'in suçlarcasına tavrına normalde takılırdı ama şu an daha başka bir şey çekmişti dikkatini. "Kerem'in, Dokuz Buçuk'a çalıştığını biliyordunuz." Yeliz gülümserken başıyla onayladı Beyazıt'ı. "Ben her şeyi bilirim, Beyazıt ama Dilem'in bilmemesi gerekiyordu..." * 04.03.2023 "Ne yapıyorsun burada?" derken adım adım Beyazıt'a daha çok yaklaşıyor ve üzerime aldığım hırkanın da önünü kapatıyordum. Beyazıt sesimle adeta irkilmiş ve omzunun gerisinden bana dönmüştü. Saat gece yarısını geçiyordu. Saat itibariyle yeni bir güne giriş yapmıştık. Buse rüyasında mı gördü anlamamıştım ama uzun bir süre annesini istediği için ağlamış ve en sonunda 10 dakika kadar önce yorgunluktan uyuya kalmıştı. Gerçi annesini aramadan iyi bile dayanmıştı. Camdan dışarı bakarken de Beyazıt'ın döndüğünü ve havuz kenarında şezlonglarda oturduğunu fark etmiştim. Bizi bıraktıktan sonra işi olduğunu söyleyerek evden çıkmıştı. Buse'yle uğraştığımdan o an sorgulayamamıştım ama bu saatte nereye gittiğini ve nereden döndüğünü de merak etmiyor değildim. "Gel..." dedi kendisinden duymaya pek de alışık olmadığım yumuşak bir tonlamayla. Eş zamanlarda biraz kaymış ve elini de bana uzatmıştı. Şaşırsam da itiraz etmeden yanına uzandım ve hatta şezlong dar olduğu için göğsüne sokuldum biraz da. Elimdeki bebek telsizini de diğer şezlonga bırakmıştım. Bu sırada burnuma dolan o tanıdık koku ise beni rahatlatmış daha da çok uyuyasımı getirmişti. "Niye uyumadın?" derken eli çoktan belimi sarmalamıştı. Bel gamzemin olduğu yeri de başparmağıyla minik minik okşuyordu. "Buse yeni uyudu." Bu da dert edindiğim başka bir şeydi. Biraz sakinleşir umuduyla Ezgi'yi görüntülü aramayı denemiştim ama Ezgi telefonunu açmamıştı dahi. Normalde Buse'yi başkasına bıraktıysa o telefon özellikle bıraktığı kişiye her daim açık olurdu. Ne yaptığını bilmemek bu akşam bana daha çok batmıştı. "Çok ağladı mı?" diye sorduğu sırada diğer eli de açık saçlarıma gitmiş ve usul usul oynamaya başlamıştı. Zaten uykum vardı, bu hareketiyle hepten uykum gelmişti. Her an uyuyabilirdim. "Biraz..." dedim, ardından nerede olduğunu soracak gibi de oldum ama daha öncesinde dilimi tutamadığım için soramadım. Neden nerede olduğuyla ilgilenmediğimi söylemiştim ki? İlgileniyordum işte. Çünkü salaksın... Sağ ol, Narenciye! O an gözüme sol elinin başparmağındaki yanık izi takıldı bir kez daha. Omzumdan beni saran ve saçlarımla oynayan elinin parmakları arasına kendi parmaklarımı geçirdim ve yanık izini hafifçe okşadım başparmağımla. İz çok büyük bir şey değildi ama dikkatimi çekiyordu işte. "Nasıl oldu bu?" Tok bir sesle "Yandı." dedi kısaca. Gözlerimi yuvarlamama engel olamadım. Bazen gerçekten sinirlerimi bozuyordu ama bazen de... Düşüncelerimi dağıtmak için başımı iki yana salladım. "Yanık izi olduğunun farkındayım?" Açıklaması için cümlenin sonunu açık bırakmış ve alenen tamamlamasını istemiştim ancak Beyazıt'ın pek böyle bir niyeti olmamıştı. Bunun üzerine de ikimizden de çıt dahi çıkmadı bir süre. Baharda olmamıza rağmen bir kışı, bir yazı yaşıyorduk. Havalar çok dengesizdi ve bu bahar akşamı yaz akşamlarını aratmamaya karar vermişken şezlongun üzerinde uzandık öylece. Hafif bir rüzgâr vardı ama ılık estiği için üşütmüyordu. Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda hafifçe öylece gök yüzünü izlediğini gördüm, sonra ben de ona katıldım sessizliğimizi bozmadan. Artık burada uyumamak için ciddi bir çaba sarf ettiğim sırada "Burada uyuyalım mı?" diyerek sessizliğimizi ilk Beyazıt bozdu. Başımı göğsünden kaldırmadan iki yana salladım istemeye istemeye. Mayışmıştım, çok da uykum vardı, yerim de rahattı, Beyazıt yanımdaydı ama burada düş kapanı yoktu ve kâbus görmek istemiyordum. "Olmaz." desem de kalkmak için herhangi bir girişimde bulunmadım. "Neden?" dedi Beyazıt da uykulu sesiyle. Biraz daha Beyazıt'a sokulurken "Düş kapanı yok..." diye mırıldandım belli belirsiz. Elini hafifçe kaldırarak tepemizde tüm ihtişamıyla parıldayan ayı işaret etti. "Ay var..." Sesindeki buruklukla sorgu dolu bakışlarım alttan kendisini buldu. Yüzünde de silik, buruk bir gülümseme vardı. Tam tepemizdeki aya bakıyordu hâlâ. "Annem hep aya gülümsersek bize güzel rüyalar vereceğini söylerdi." dedi ancak saniyeler dakikalara evrilirken. Ben ise şaşkınlık içerisindeydim. İlk kez annesinden bahsediyordu. Bunda akşam yemekte dolaylı yoldan annesizliği hakkında konuşmamın etkisi olup olmadığını merak etmiş ama böyle bir şey soramamıştım. Bunu garipsediğimi belirtecek her şeyden de kaçınarak biraz daha boynuna sokuldum. Kokusu... "İşe yarıyor muydu peki?" "Bilmem..." dedi beni şaşırtarak. "Denemek istemez misin? Kötü şeylerden kaçtığın yetmez mi? Biraz da iyi şeyleri kovala, iyi şeylerin peşinden git..." Amacım hep kötü rüya görmemek olmuştu, kötü rüya görmediğim günler kendimi o kadar şanslı hissediyordum ki güzel bir rüya görmeyi dilemek dahi aklımın ucundan geçmemişti. Beyazıt bunu görmüştü, benim bile şu ana kadar fark etmediğim bir şeyi, ben tek kelime dahi etmeden fark etmişti. Gözlerim dolmak, dudaklarım kıvrılmak için izin istedi benden. Ben ise hafif yan dönerek aya baktım tekrar. Dolunaya yakın olan ay gökyüzündeki en büyük ve -sönük birkaç yıldızı saymazsak- tek ışık kaynağıydı. Bir şey söylemedim ama dudaklarıma kıvrılmaları için izin verdim, gülümsedim aya ve ancak ondan sonra "Deneyelim..." diyerek onayladım kendisini. Böylece uyumamak için kullandığım irademin son kırıntıları da teslim bayrağını çekmiş ve öylece Beyazıt'ın göğsünde uykuya teslim olmuştum. * "Üzerinizi örtmek istemiştim..." diyen Baha'nın sesi çok gerilerden bir yerden gelmiş ama gözlerimi açmamı sağlayamamıştı. Kendimi tekrar uykuya bıraktıktan sonra ise havalandığımı hissetmiştim. Başımı tekrar sert olan göğse yaslarken huzursuzlukla da kaşlarım çatıldı. "Kâbus görmüyorum, burada uyuyalım..." Belli belirsiz mırıldanmama alabildiğim tek karşılık ise "Uyumaya devam et..." olmuştu. Zaten bunu bekliyormuşçasına hemen uykuya teslim oldum tekrar. * Beyazıt'la şezlongda uyuduğumuza emindim ama sabah gözlerimi odamızda, Buse üzerime çıkıp göğsüme uzandığında açmıştım. "Bebeğim..." derken kollarımla sarmış, kafasının üzerine de minik bir öpücük bırakmıştım. Gece Buse'yi beşikte bırakmıştım. Beyazıt alıp yanıma bırakmış olmalıydı. Zaten banyodan gelen su sesleri de beni doğruluyordu. Buse kafasını kaldırmadan bana bir şeyler anlatmaya başladığında ben de azıcık olan saçlarını okşamaya girişmiştim. En sonunda konuşması bittiğinde ağzına tekrar emziğini takmış ve başını kaldırıp bana bakmıştı. Dün gece o kadar çok anne diye ağlamıştı ki hâlâ gözlerinin etrafı bir miktar kırmızıydı. Bu içimin sızlamasına ve uzanıp gözlerine birer öpücük bırakmama neden olmuştu. "Acıktın mı sen aşkım?" dediğimde beni başıyla onaylamış ve ben de kalkmak zorunda kalmıştım. Ancak acıkan Buse olmasına rağmen kendisinin pek kalkmak gibi bir niyeti olmadığı için onu tekrar yatağa bırakmıştım. Uslu uslu bir eliyle tavşanına sarıldığını, diğer eliyle emziğiyle oynadığını gördüğümde giyinme odasına geçerek hızlıca yırtık bir kot pantolon içine beyaz askılı bir tişört ve üzerine de mavi tonlarında bir hırka geçirdim. Ayağıma da beyaz spor ayakkabılarımı giyindim. Saçlarımı da tarayıp yukardan toplamıştım. Ardından da odaya geçerek oldukça hafif doğal bir makyaj yaptım. Sonra da Buse'yle ona kıyafet seçmiştik ve hızlıca Buse'ye de siyah çıtçıtlı bir badi, altına da gri bir pijama giydirdim. Bugün ikimiz de biraz spor takılıyorduk. Buse çok üzgün duruyordu zaten, biraz olsun neşelendirmek için Lor'a götürmeyi planlıyordum. Buse'nin ayakkabılarını giydirirken Beyazıt da her zamanki takım elbiselerinden biriyle çıkmıştı giyinme odasından. "Günaydın..." dedim, Beyazıt'a gülümseyerek. Buse de emziğini çıkarmaya üşenmiş olacak ki sadece el sallamakla yetinmişti Beyazıt'a. "Günaydın..." dedi Beyazıt ve garipsemiş bir tavırla beni baştan aşağı bir süzdü. Bu benim de üzerimi süzmeme neden olmuştu. Gayet normal kıyafetlerdi işte. Belki bizi ilk defa bu kadar spor kıyafetlerin içinde gördüğü için garipsemiştir, Dilem. Buse poposu üstünde sürünerek bir elinde tavşanıyla yataktan inmeye çalıştığında düşmemesi için tüm ilgimi ona vermiştim. Kendisi benden herhangi bir yardım almadan inmeyi becerebilmişti neyse ki. Paytak adımlarla Beyazıt'a ilerledi ve bir eliyle tavşanını tuttuğu için tek kolunu kaldırarak kendisini kucağına almasını istedi. Beyazıt da ikiletmeyip kucağına aldığında direkt başını omzuna yaslamış ve tekrar emziğiyle oynamaya başlamıştı. "Hasta mı? Bugün çok sakin." diye sorarken bir yandan da ateşi varsa anlamak için olsa gerek dudaklarını Buse'nin alnına bastırmıştı. Ben de oturduğum yerden kalkarken başımı iki yana salladım. "Gece geç uyudu, bir de çok ağladı. Hâlâ yorgun olmalı." Gözüm beşiğe takıldığında yanlarına da ulaşmıştım. "Beşiğe gerek yoktu. Zaten bir iki güne Ezgi alır, Buse'yi." Dün eve döndüğümüzde yatağın hemen yanında bu beşikle karşılaşmıştım. "Çok dağınık yatıyorsun, ortaya yatırdığımızda sen ezeceksin diye, kenara yatırdığımızda da düşecek diye korkuyorum. Hem bir şey olmaz, ya geldikçe kullanır ya da ihtiyacı olan birilerine gider." Dağınık yatma mevzusunu açıklamıştım aslında ama neyse... İtiraf etmek gerekirse hoşuma gitmişti ve bu da yüzüme geniş bir gülümseme olarak yansımıştı. O an içimden geldi. Uzanıp yanağına bir öpücük bıraktım ancak bu hiç öpüşmemişiz gibi biraz utanmama da neden olmuştu. Şehvet tamamdı ama şehvet dışında bir duyguyla birine bu şekilde yaklaşmak beni utandırıyor ve biraz da geriyordu. "Teşekkür ederiz..." Ben hemen kendisinden uzaklaşıp kaçmayı planlıyordum ama belimden kavrayıp kendine iyice yaslamasıyla kaçamamıştım. Başını hafifçe eğerek dudaklarını boynuma yasladığında derin titrek bir nefes çekmiştim ciğerlerime. "Bugün işe gitmesem mi?" diye sorduğunda sorusunun nedenini bilmek utangaçlığımı atarak gülümsememe neden oldu. "Yani benim yüzünü güldürmem gereken bir çocuğum var, bütün gün onunla uğraşacağım ama tabii sen evde kalıp dinlenmek istersen gitme işe..." Gözlerini yuvarladı ve belimden tutarak hafifçe kapıya itekledi. Büyük bir memnuniyetsizlikle de "Hadi kahvaltıya..." dedi. Birlikte odadan çıkıp aşağı yöneldiğimiz sırada "Siz geçin, ben Buse'nin kahvaltısını hazırlayıp geliyorum." demiştim ve dediğim gibi de onlar salon tarafına geçerken ben mutfağa geçmiş ve Buse'ye kahvaltı hazırlamaya başlamıştım. Bir haşlanmış yumurtanın sarısını küçük parçalara bölmüş içine de küçük küçük peynir doğramış, çok az da tatlandırması için tuz eklemiştim. Taze sıkılmış portakal suyuna az bir şey de pekmez karıştırdığımda Buse Hanım'ın kahvaltısı hazırdı. Elimdekilerle salona döndüğümde ise kesinlikle beklediğimden çok daha başka bir manzara vardı karşımda. Buse garip bir maymun kostümünün içindeydi ve Baha'yla Tekin çocuğu bildiğin birbirlerine atıp tutuyordu. Buse ise kahkahalarla gülüyordu. Beni ilk fark eden Tekin geri Baha'ya atmak yerine Buse'yi göğsüne yaslamış bir de biraz önce atıp tutmuyormuş gibi sıkı sıkıya sarmıştı. "Abi! Adi!" dedi Buse çığlık atarcasına ve kendisini Baha'ya atmasını istedi Tekin'e dönüp. "Sus kız!" dedi Tekin de fısıldadığını sanarak. Ayıplarcasına "Cık, cık..."larken elimdekileri önce masaya bırakmış ve ardından da Tekin'e doğru ilerleyerek Buse'yi ondan almıştım. "Oyuncak etmişsiniz, çocuğumu!" Ancak kucağıma aldıktan sonra beni fark eden Buse heyecanla üzerindeki kostümü göstermiş ve maymun gibi "Ağağa!" gibi garip sesler çıkartarak kollarını kaldırmıştı. "Özür hediyem de..." dedi Tekin içine kaçmış bir sesle. Allah'tan Buse'nin yüzü gülüyordu ve halinden memnun görünüyordu da katil olmama gerek kalmamıştı. Ayrıca neşesi de yerine gelmişti ve bu yüzden çok kızmayı planlamıyordum. "Hadi bu tamam..." dedim kostümü göstererek. "Top mu bu çocuk? Birbirinize atıp tutmak ne?" "Daldan dala atlıyormuş..." dedi Ecem oldukça eğlenerek ve keyifle arkasına yaslandı. "Maşallah, aynı ham madde olunca... Ağacı aratmıyorsunuz gerçekten...!" diye söylenirken de Buse'yle masaya ilerlemiştim ama Buse dönüp Baha ve Tekin'i de "Abi ge! Abi ge!" diye çağırmıştı çokluk ekinden bir haber olduğu için. "Sen niye çocuğumu bunlara veriyorsun?" diyerek Beyazıt'a da tersçe baktığımda işaret parmağıyla Buse'yi gösterdi. Ardından da 'Benim bir suçum yok!' dercesine ellerini havaya kaldırdı. "Kostümü gördüğü an, sattı beni ve mutlu gözüküyordu." Tekin "Fark ettin mi bilmem ama artık beni senden daha çok seviyor kardeşim." derken bir elini Beyazıt'ın omzuna koymuş ve etrafında yarım tur dönerek kendi sandalyesini çekerek oturmuştu. Buse'ye de öpücük attığında Buse de beceriksizce Tekin'i taklit etmiş ve ona öpücük atmıştı. Bu kadar kolay tavlanmamalıydın aşkım... Baha da kendini işaret etti. "Artık bana da gıcık kapmıyor." "Eğer bunu annesi duyup görmüş olsa, annesi sizi öldürse ve annesi hapishaneye düşse ikinizden de nefret eder." Samimiyetsizce de gülümsemiş ve Buse'nin yemeğini önümüze çekmiştim. Biberondaki portakal suyunu direkt eline verdim ancak yumurtayı çok dökeceği için ben yedirmek zorundaydım. "Mama ye! Abi, abi, men! Vuğğ!" dedikten hemen sonra portakal suyundan bir yudum aldı. "Hayır, aşkım. Abilerin işi var. Biz seninle Lor'a gideceğiz." Buse heyecanla dudaklarından biberonu ayırdı. "Havhuv!" Buse'yi başımla onaylarken portakal suyunu dudaklarından çekmiş olmasını fırsat bilerek yumurtadan verdim ağzına. "Lor mu, Lord mu?" diye sordu Beyazıt. Beyazıt'a dönerken "Lor, 'd' yok." dedim. "Lor ne demek ki?" dedi Ecem de hemen. "Bildiğimiz lor, peynir olan..." dediğimde, biraz hüzünlenmiştim de. "Neden özellikle Lor?" dedi Beyazıt gözlerini kısarak. Omuzlarımı indirip kaldırdım. "Lor benim ilk köpeğim değil. Annelerini sahiplenmiştim normalde ve adını Peynir koymuştuk. Hamile ve hastaydı. Peynir doğumda öldü. Tümdengelim mantığıyla her bir yavruya farklı bir peynir çeşidinin adını vermiştim. Yavrulardan da sadece Lor kaldı. Labne, Krem ve Rokfor öldü." "Sanırım ben bir daha peynir yiyemezdim." dedi ve tabağımdaki peynire garip bakışlar attı Tekin. Ağzıma bir peynir atarken umursamazca omuzlarımı indirip kaldırdım. "Alışıyorsun." "Duygusuz!" dedi yüzünü buruşturarak. "Ne? Peynir sevdiğim için isimleri peynir ismiydi zaten!" Beyazıt ve diğerleri gülerken Tekin sanki köpeklerimi ben öldürmüşüm gibi bakıyordu bana. "Peki, Lor'un yavruları olursa adını ne koyarsın?" Beyazıt'ın sorusuna bir anlam veremedim. Sanırım tümdengelim mantığım biraz tuhafına gitmişti ya da hoşuna... Çünkü gülümsüyordu. "Lor'un yavruları olamaz çünkü kısırlaştırıldı." Normal şartlarda doğasına müdahale etmeye pek hevesli değildim ama veteriner bunun hakkında bana bir ton bir şey söylediği için en sonunda kısırlaştırma kararı almıştım. Bu sırada Buse'nin kostümü gözüme biraz fazla sıkı gelmiş ve önündeki fermuarı açmak istemiştim ama Buse elimin üstüne elini koymuş ve "Aba! No!" diyerek istemediğini belirtmişti. Çıkarttırmayacaktı değil mi? "Sayende tüm gün küçük bir maymunla gezecek gibiyim..." derken kendime üzülüyor, Tekin'e ise kızıyordum. Tekin bunun gram umurunda olmadığını belirtircesine gülerken omuzlarını da indirip kaldırmıştı. "Tekin demelerinin intikamı say." "Bunu savaşa çeviriyorsan kaybedeceğini garanti ederim." dedim, başımı sola yatırarak Tekin'e kıstığım gözlerim altından bakarken. "İyi olan kazansın yengecim..." dedi keyifle de sırıtırken. "Dilem'e oyluyorum." diyerek de hemen Ecem atıldı. "Her türlü yardıma varım tatlım." diyerek de ekledi gülümseyerek. Bunun üzerine Baha da bana üzgünce baktı. "Seni severim, Dilem ama..." Eliyle Ecem'i işaret etti. "Bununla aynı takımda olamam, kusura bakma..." Ecem ona yüzünü buruştururken Buse'ye biraz daha yumurtadan verdim. Sonra Ecem çok alakasız bir şekilde bana döndü ve "Yengeç burcu musun?" diye sordu. Sorusuna anlam veremesem de başımla onayladım. "Bunu nereden anladın tam olarak?" dedi Beyazıt da sorgulayarak kuzenine dönerken. "Fazla anaç..." derken çok olağan bir şeyden bahsedermişçesine omuzlarını da indirip kaldırmıştı. "Mesela sen de tam bir oğlaksın. Dediğim dedik, hiçbir şeyi kabul etmeyen, iş kolik, sıkıcı..." Ben istemsizce gülerken Beyazıt kuzenine ters ters bakmıştı. Tam bu sırada "Bir tanecik ablam...!" diye adeta şakıyarak salona giren Didem'le gözlerimi yuvarladım. Başka tek kelime edemeden de hızlı hızlı sıraladım: "Hayır, sana evin anahtarını veremem, hayır, annemden ya da Ahmet abiden isteyip sana almadıkları bir şeyi alamam ve yine hayır, okula gelip öğyetmenlerinle konuşamam ya da devamsızlığını sildiremem..." Tek nefeste sıraladığım şeylerle masada minik bir kahkaha koparken Didem'in yüzü asılmıştı. "Çok kötüsün!" derken geçip tam Beyazıt'la karşımızda kalan sandalyeyi çekmişti. "Hoş geldin, abicim. Kahvaltı yaptın mı, servis açsınlar mı sana da?" Benim yapmadığım ev sahipliğini Beyazıt yapmıştı. "Ablam sağ olsun pek hoş bulamadım, Beyazıt abi. Kahvaltı da yaptım." Ardından bana döndü. "Ve ablacım hiçbiri değildi." "Ben bu 'Bir tanecik ablam...!'ı biliyorum aşkım, zorlama kendini." Bakışları kucağımdaki Buse'ye kaydığında burada olmasına herhangi bir yabancılama göstermeden ona öpücük attı. Buse ağzından biberonunu çekme nezaketi göstermeden becerebildiğince öpücük attı. Didem'in tripli sessizliğini fırsat bilerek Beyazıt bana döndü ve hafifçe eğildi. "Bir daha 'Öğretmen' der misin?" diye sorduğunda da ne yazık ki sebebini anlamıştım. Sesi beni diğerlerine karşı utandırmamak için olsa gerek kısıktı. "Evet, hafiften pelteğim ama sadece hızlı konuşunca oluyor. Bunun için birçok diksiyon tarzı kurslara gittim zamanında." Beyazıt hafifçe gülümsedi. Bunu pek beklemediğini görebiliyordum. "Bence çok tatlı." dediğinde gülerek başımı iki yana salladım. "Çocukluk travmam bu benim. Ayıya da arıya da 'ayı' dediğim için herkes bana bunu dedirtmeye çalışıyor ve dalga geçiyordu. Annem buna üzüldüğümü fark ettiğinde beni bir ton dil kursuna yolladı. Biraz da yerimde duramayan, dikkati çabuk dağılan bir çocuktum. Eğitmen bacaklarımı bacaklarının arasına kıstırır, ellerimi tutar ve istediklerini söyleyene kadar bırakmazdı." Bugün neden bu kadar çocukluk travmalarıma iniyordum bilmiyordum ama çok fazla bir şeyleri anlatasım vardı. "Bir çocuk için travma gerçekten, annen almadı mı seni kurstan?" Başımı iki yana salladım. "İki ucu boklu değnek misali... Peltek olunca da okulda zorbalanıyordum ama şimdi iyi ki diyorum... İyi ki yollamış. Şu an karşımda biri peltek konuşsa pek ciddiye alamam sanırım. Tabii o zaman annemden nefret ettiğim de bir gerçek..." Hafifçe güldüğümde Beyazıt da gülümsedi. "Bence kendinde olduğu için böyle düşünüyorsun. Karşında biri peltek konuşsa oldukça da ciddiye alıp ona saygı duyarsın." Ben sessiz kalmayı seçerken Beyazıt saçlarımı omzumdan geriye attı ve hatta büyüyen göz bebekleri eşliğinde dudaklarıma eğilecek gibi oldu ama sonra nerede olduğumuzu hatırlamış olacak ki yapamadı. "Benimle şirkete gel, çalışan annelerin çocukları için şirketin kreşi var. Buse'yi oraya bırakırız..." Gülümsedim. "Yarın Buse'yi anneme bırakayım ve beraber bir yemek yiyelim, zira şu şahıs boşa gelmedi, ayrıca Buse kreşi yabancılar..." Sonda başımla da Didem'i işaret etmiş ama göz ucuyla dahi bakmamıştım. Kızacağımı bildiği için araya giremiyordu ama bakarsam söze girecekti. "Peki bu yemeğin farkı ne olacak?" derken dudağının kenarı kıvrılmıştı muzip bir tavırla. "Baş başa bir yemek... Benim evimde." Bu sonrasında da bir şeyler yaşanacak demekti. Gülümsemesi büyüdü. "Yemeği sen hazırlayacaksın yani?" Aklımda asla yemek hazırlamak falan yoktu. Dışardan söyleriz diye düşünmüştüm ama madem öyle... Yüzüme kibirli bir gülümseme yerleştirdim. "Kimin kimi eğiteceğini öğrensek mi artık? Kaybeden hazırlasın." Kısa bir an duraksadı ve şaşkınlıkla bana baktı. Gözleri kısıldı ve kısa bir an yüzünde tereddütlü bir ifade yakaladım. "Bunu nerede konuşmuştuk hatırlıyor musun?" dedi en sonunda kararsızlığına son vererek. Kısa bir an sorusuyla duraksadım. Konuşmamız çok net bir şekilde aklımdaydı ama mekân ya da o anki görüntümüzü aklıma getirememiştim. Sanırım adamlarını dövdükten sonra falan konuşmuş olmalıydık. Zira başka zaman beni dövüşürken görmemişti. "Konuşmamızı hatırlıyorum ama mekân hiç yok. Niye sordun ki?" Beyazıt hafifçe gülümserken yüzündeki tüm o keyif gitmişti. Zaruri bir gülümsemeydi yüzündeki. Başını 'Önemli bir şey değil!' dercesine iki yana salladı. Ardından da "Demek sonunda karımın elinden yemek yiyeceğim..." demişti, hızlıca. Konuyu değiştirmek için olsa gerek... Düğünden sonra o dağ evinde kaldığımızda sadece ilk gün sabah sandviç hazırlamıştım. Ondan sonraki tüm öğünlerimizi bizzat Beyazıt hazırlamıştı ama halinden hiç de şikayetçi durmuyordu. Ayrıca itiraf etmek gerekirse güzel yemek yapıyordu. Ben ise en fazla makarna, pilav falan yapabiliyordum. Annem yemek yapmayı severdi, annem hazırlarken bazen ada tezgâha otururdum ve annem yaparken onu izlerdim. Sohbet ederdik. Teorik olarak yemek yapmayı biliyordum yani az çok ama pratikte sıfıra bir kala falandım. "O kadar emin olma!" dedim meydan okurcasına. "Yarın hem yemek yaparken hem sonrasında fazlaca yorulacaksın, karıcığım. Bugün kendini çok yorma..." Beni kendine çekerek başımın üzerinden de öptüğünde gözlerimi yuvarladım ve hafifçe göğsünden itekledim ve ne yazık ki anlık olarak Didem'le göz göze gelmek gibi bir hata yaptım. Dikkatimi tamamen üzerine çekmek için de hafifçe öksürdüğünde sıkıntılı bir nefes verdim. "Söyle hadi, söyle!" dediğimde daha fazla dayanamayarak, genişçe gülümsedi. "Öğretmen okula velimi çağırdı da... Bence reşit bir birey ve ablam olarak sen de velim sayılırsın..." Şirince de gülümsediğinde alenen gözlerimi yuvarladım. "Ne yaptın?" Masada şöyle bir göz gezdirdi ve ardından da insanların olması o kadar da umurunda olmamış olacak ki omuzlarını indirip kaldırdı. "Bir tık basılmış olabiliriz ve müdürümüz bir tık geri kafalı. Alt tarafı öpüşüyorduk!" Bir kez daha gözlerimi yuvarlamama engel olamadım. "Ayrılmamış mıydın sen?" "Başkası bu..." dediğinde onaylamazca başımı iki yana salladım. "Next ex'in hayırlı olsun diyeceğim ama... Daha ilk dakikadan pek hayırlı olmamış!" "Ay, bu tabire bayıldım. Next ex!" diye şakıdı Ecem. "17 yaşında!" dedi Beyazıt şaşkınlıkla bir bana bir Didem'e bakarak. Bunu normal karşılamama şaşırmış gibiydi. Sanırım lisedeyken benim ne haltlar yediğimi bilmese çok çok iyi olurdu. "Babam gibi başlamayacaksın inşallah, Beyazıt abi! Ablama senin için hiç ayrıl mobbingi uygulamadım, beni pişman etme rica ediyorum." Beyazıt alay ve sinir karışımı bir şekilde gülerken Didem de hızlıca oturduğu yerde dikleşmişti. "Yani tabii ki ayrılmanızı istemem!" "Ablana kalmadan ben babanı arayıp söyleyeceğim şimdi!" dedi Beyazıt, Didem'e tersçe bakarak. "Abla!" dedi Didem de hafif bir korkuyla, yardım istercesine bana dönerek. Oturduğu sandalyede de her an kalkacakmış gibi uca kaymış ve sırtını dikleştirmişti. Sıkıntılı bir nefes verdim. "Daha geçen gün devamsızlığını sildirmek için geldim! Annemle de aram zaten limoni! Hiç papaz olamam!" Başımı da iki yana sallamamla dudaklarını büzdü. "Ya bir ay önceydi o. Bir ay boyunca sadece 1 gün devamsızlık yaptım! Lütfen! Hem annemin nereden haberi olacak?" Başımı onaylarcasına salladım Didem'i. "Evet, hangi gün yaptığını gayet iyi hatırlıyorum!" Sözde bekarlığa veda düzenlemişti. Didem yüzünü alenen astı. "Uf, zaten annem ayrı, babam ayrı, sen ayrı çok kızmıştınız bana. İyi ki bir sürpriz yapayım demiştim! Bir daha kimseye sürpriz falan yapmayacağım. Ot gibi yaşayın!" "Ne katı çıktın ya! Ben gelebiliyor muyum? Kuzen falan diye kakalarız." diyerek Tekin araya girdiğinde Didem hızla başıyla onayladı önce ama sonra benimle göz göze geldiğinde yutkundu ve mecburen başını iki yana salladı. "Hayır, Didem! İki hafta!" dedim bir yandan hâlâ portakal suyunu içen Buse'yi kucağımda düzeltirken diğer elimle de iki işareti yapmıştım. "En fazla iki hafta sonra ağlayarak ayrıldık diye gelecek, ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi süslenip alışverişe gideceksin! Böyle kısa vadeli olduğunu bile bile birileriyle takılıp, sonra peşinde bizi koşturamazsın. Madem bir halt yiyorsun sonuçlarına da katlan bir zahmet!" Tersçe de bakmış ve elimle kapıyı işaret etmiştim. "Buse'yi Lor'a götüreceğim. Seni de eve bırakırım." Yüzü düştü. "Bari biraz düşünseydin?" dediğinde son çare, tekrar başımı iki yana salladım. "Bence sen Ahmet abi ve anneme nasıl söyleyeceğini düşün!" "Of! Ben kendim giderim!" Aynı yere gidiyorduk ama umursamadan omuzlarımı indirip kaldırdım. "Keyfin bilir!" Bunun üzerine Didem kimseye başka tek kelime etmeden kalkmış ve çıkışa ilerlemişti. "Biraz fazla kızmadın mı? Hepimiz ergen olduk." Ecem'in söylemiyle ifademi düzelterek ona döndüm. "Didem aşka aşık, olayları dramatize etmeye, üst perdeden duygular yaşamaya bayılıyor. Erkekler sadece bir aracı onun için. Tabii zaten kısa vadeli ilişkiler olduğu için pek seçici davranmıyor. Bir gün bu yüzden başına bir şey gelmesindense şu an bana istediği kadar küsebilir." Ardından Tekin'e döndüm. "Sakın velisi gibi okula gitmeye falan kalkma sen de!" Tekin teslim olurcasına ellerini kaldırdı ve 'asla!' dercesine başını iki yana salladı. "En son gördüğüm top ergen sendin!" diyerek Baha da Ecem'e takılmış ve uzanıp yanağından makas almıştı. Ecem hoşnutsuz bir ifadeyle yüzünü buruşturdu ve bana döndü. "Biraz önce Didem olduğumu öğrendim. Ben de çok anlık ilişki yaşadım. Şu an evlenme yolundayım... Hiçbir şey de olmadı. Abartıyorsunuz." Ben de anlık ilişki yaşamıştım ama kendimi korumayı da biliyordum. Didem ne sınırlarını ne de kendisini koruyamazdı. "Şans eseri senin başına bir şey gelmemesi, bir başkasının başına bir şey gelmeyeceği anlamına gelmiyor!" dedi Beyazıt da Ecem'e tersçe bakarak. Sinirinden bir şey kaybetmeden "Ayrıca 17 yaşında birinin öpüşmesini normal karşılayamazsın!" diyerek bana da döndüğünde birden, şaşkın şaşkın baktım Beyazıt'a. "Abi! No!" diye bağırdı Buse benden önce davranarak. Sanırım Beyazıt'ın bana kızdığını sanmıştı. "Kızmadım, güzellik..." diyerek ifadesini yumuşattı ve Buse'nin yanağından makas aldı. Buse çatık kaşlarıyla Beyazıt'a bakmayı sürdürse de tekrar biberonunu dudaklarına götürmüştü. "Yani çok da anormal değil sanki. Tabii ki ilişki şeklini tasvip etmiyorum ama öpüşmesinde pek de bir sorun göremiyorum. Tabii daha düzgün bir ilişki içinde olmasını tercih ederdim." dedim ben de. "Boş ver onu. Taş devrinden kalma o. 17 yaş öpüşmek için gayet normal. 15 ve altı sıkıntı. 16 da normal mesela." Ecem'in kendi kafasında yaptığı hesaba Beyazıt sinirlenmiş ve sıkıntılı bir nefes vermişti. "Seninle bunu tartışmayacağım ama normal falan değil!" "Hayır ne oluyor? 18 yaşına girince bir gecede sihirli bir şekilde öpüşebilme ve sevişebilme özelliği mi yükleniyor? Bunun bir geçiş evresi var ve o evrede genelde öpüşerek başlar. Misal ben ilk kez lise sonda henüz 18'e girmemişken öpüştüm." Ecem en son benim de söylemem için olsa gerek bana dönmüştü fütursuzca. Baha da anlamış ve bir tık kendini ortaya atmıştı kuzeninin ayıbını kapatıp bir krizin önüne geçmek için: "Ben ilk kez 20 yaşımda öpüştüm ama." Beyazıt, Ecem'e ters bakışlarını göndermeyi bırakmazken zaten bana bakmıyordu ancak ben de ne olur ne olmaz diyerek ilgimin tamamını Buse'ye vermiştim. "Sen aşkı o kadar geç buldun diye hepimiz 20'den önce bir şey yaşamayalım mı?" Ecem tabii ki Beyazıt'ın bakışlarına takılmamıştı dahi ama neyse ki konu da arada kaynamıştı. Tabii ki Ecem diretse dahi kocamın ve ailesinin yanında fütursuzca eski sevgililerimden bahsedecek değildim ama şu ortamda konunun açılması dahi hoş değildi. * "DİDEM!" Daha arabadan iner inmez duyduğum annemin sesiyle Buse'yi pusetinden alamadan öylece kalakaldım ve bakışlarımı açılmış kapıya çevirdim. Didem koşarak ve de ağlayarak bu tarafa gelirken beni gördüğünde bir saniyeliğine duraksadı ve "ANNENDEN NEFRET EDİYORUM!" diye avazı çıktığınca bağırdı. Ardından da yanımdan bir hışım geçip gitti. Ben bir anda ne olduğuna bir anlam veremezken Didem'in peşinden koşar adımlarla annem de çıktı. Bu soğukta üzerinde yalnızca bir tişörtle çıkmıştı üstelik. "Didem!" diye seslendi bir kez daha ama bu sadece Didem'in adımlarını sıklaştırmasına neden olmuştu. "Ne oluyor?" dedim annem yanıma ulaştığında şaşkınlıkla. "Kardeşinin peşinden git!" dedi annem endişe bulaşmış bir sesle ve sıkıntıyla önüne gelen saçlarını geriye attı. "Buse arabada." dedim ve başka bir şey diyemeden gözden kaybolmadan Didem'in peşinden ilerlemek zorunda kaldım. Arkamdan geldiklerini bildiğim korumaların bu aile dramına şahit olması isteyeceğim son şeydi ancak yapacak bir şeyim de yoktu. Sokağın sonunda kolundan tutarak anca durdurabilmiştim Didem'i. "Niye durmuyorsun ablacım? Seslendim o kadar! Ne oldu?" Hızlı hızlı sıraladıklarımla Didem önce derince burnunu çekti, ardından da elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. O an sol yanağındaki hafif kırmızılık çekti dikkatimi. "Yanağına ne oldu?" "Annem vurdu!" diye bağırdığında şaşkınlıktan küçük dilimi yutabilirdim. "Anlamadım?" dedim şaşkınlıkla. "Vurdu işte! Üstelik hiçbir şey de yapmadım! Geldi! Durduk yere vurdu resmen kadın!" Sesi sitemli ve ne yaşadığını sorgularcasınaydı. "Öpüşme mevzusundan mı?" dedim ancak bu bile annemin Didem'e vurmuş olmasını kafamda aklayamıyordu. Bana dahi bir kez el kaldırmamıştı onca şeyden sonra. Şimdi basit ergenlik aptallıkları yüzünden Didem'e vurmazdı ki annem. "Hayır, bilmiyor...!" dedi ve hâlâ akmakta olan gözyaşlarını bir kez daha sertçe sildi. "Hiçbir şey yapmadım! Gerçekten bir şey yapmadım ama vurdu bana!" Şaşkınlığımı biraz olsun atmak için başımı iki yana salladım ve ardından da Didem'in kolundan tutarak kaldırım kenarına oturmasını sağladım ve ben de yanına oturdum. "Şimdi sakince en başından anlat bana. Bir şey olmadığına emin misin? Annem bir kez olsun vurmadı bize Didem! Kaldı ki ortada bir şey yokken vursun?" "YOK DİYORUM! YOK!" diye hırsla bağırdı bir kez daha ve ayağa kalktı. "Yemin ederim hiçbir şey olmadı. Taksiye atladım, eve geldim, annem mutfakta yeni bir tarif deniyordu. Gayet de keyfi yerindeydi, ben de oturdum yanına, bilgisayardan Sims oynuyordum, bir de Hacer dilime şarkı dolamıştı onu mırıldanıyordum kendi kendime. Sonra birden manyağa bağladı kadın. Önce beni mutfaktan kovdu. Nedenini sorup biraz üzerine gidince de vurdu!" Bir yandan da anlattıklarını sitemli el kol hareketleriyle bana aktarıyordu. Ben ise daha da şaşkına dönmüştüm. "Tamam!" dedim bir yandan ayağa kalkarken, bir yandan da ellerimi 'Sakin ol!' dercesine havaya kaldırmıştım. "Ben şimdi eve dönüyorum. Hem sebebini öğreniyorum hem Buse'yi ve arabayı alıyorum, sen de beni şu ilerdeki kafede bekliyorsun. Bu gece benimle kal." "Abla!" diye itiraza girişecekken başımı iki yana salladım. "Ya eve dön ya git kafeye beni bekle." Sıkıntılı bir nefesin ardından beni başıyla onayladı, tam gidecekken kolundan yakaladım. "Nereye böyle acaba?" Bir yandan da çantamın yanımda olmasına şükrederek içinden kartımı çıkardım ve Didem'e uzattım. Telefonu dışında hiçbir şey almamıştı yanına. "Arayınca çık dışarı. Beni beklerken de ister bir şeyler iç ister ye!" Büyük bir mutsuzlukla başını aşağı yukarı salladı ve kafeye doğru ilerlemeye başladı. Ben de tekrar eve doğru yürüdüm. Gerçekten annemin Didem'e el kaldırmış olmasına inanamıyordum ve bunun sebebini gerçekten merak ediyordum. En nihayetinde bahçe kapısından içeri girdiğimde annemin Buse'yi pusetiyle yere bıraktığını ve Lor'un da kafasını Buse'nin kucağına koyarak kendisiyle istediği gibi oynamasına izin verdiğini gördüm. Annem de arabanın kapısını açarak içine yan bir şekilde oturmuş, başını eğerek iki koluyla sarmıştı ve oldukça sıkıntılı görünüyordu. Ayak seslerinden olsa gerek annem başını kaldırdığında doğrudan göz göze geldik. "Didem nerede?" diye sordu hiç duraksamadan. "Beni bekliyor, bu gece benimle kalacak." Annem daha sesli bir nefes verirken gerçekten üzgün görünüyordu. "Ne oldu?" diye sorarken dönmüş ve sırtımı arabanın bagaj kısmına vererek annemle yan yana durmuştum. "Üzerime gelme Dilem!" dedi sertçe ve hafifçe yan dönerek doğrudan yüzüne bakmama neden oldu. "Bana da mı vurursun?" dediğimde gözlerini sımsıkı kapatarak büyük bir pişmanlıkla başını geriye atmıştı. İnlercesine "Üzerime gelme!" dediğinde bir kez daha sıkıntılı bir nefes verdim. Annem ise birden ayaklandı ve içeri ilerleyecek gibi oldu ama sonra dönüp arabasını işaret etti. "Arabamı da ver artık!" Şu an derdimiz arabasıydı çünkü. "Buse gitsin veririm!" dedim ben de hoşnutsuzlukla. Ne vardı birkaç gün deyip haftalardır arabasını vermemişsem? "Arabama ne olmuştu demiştin?" dedi bunun üzerine duraksayarak ve kaşlarını havalandırdı. "Didem'e neden vurdum demiştin?" dediğimde samimiyetsizce gülümseyerek, annem tekrar pişmanlıkla gözlerini kapatmış ve bir şey demeden içeri girmişti. Bir süre öylece annemin ardından baktım. Artık üşenmeyip herhangi bir galeriye giderek ciddi anlamda kendime bir araba almam gerekiyordu. Tabii artık işsizdim. Param vardı ama hazıra dağ dayanmazdı. Belki doğum günüme kadar bekleyip anneme aldırabilirdim ama o zaman da soru sorardı. Ki 29 Haziran'a daha çok vardı. Hemen hemen 4 ay arabasız yapamazdım. İstanbul'da taksi aramak mı, meteliksiz kalmak mı? Sanırım meteliksiz kalmayı seçecektim. Doğum günüme kadar idare edebilir, doğum günümde de anneme pahalı bir şey aldırarak onu satar, tekrar zengin olurdum. Başımı iki yana sallayarak düşüncelerimden sıyrıldım ve ilgimi Lor ve Buse'ye verdim. Buse, Lor'un kulaklarını çekiştirerek alenen oğluma eziyet ediyordu. Oğluşum ise sesini dahi çıkarmadan büyük bir kabullenmişlikle bu eziyetin bitmesini bekliyor ve Buse'ye acıklı gözlerle bakıyordu. "Kız!" diyerek yanlarına eğilmiş ve Lor'un kulaklarını Buse'nin elinden kurtarmıştım. Tekrar yapışmaması için de puseti kendime çevirdim bütün çırpınışlarına rağmen. "Oğlum..." Lor'un çenesinin altını kaşıdığımda sevinçle ayağa kalkmış ve dilini dışarı çıkarmıştı. "Bu cadı senin canını mı acıttı? Sen niye izin verdin?" Ben başının üzerinden öperken Lor havlamış bir yandan da kuyruğunu sallamaya başlamıştı. "Hadi, kulübene git oğlum. Biz de gideceğiz zaten." Cümlemin bitmesiyle kulübesi tarafını işaret de ettim ve Lor kulübesine dönmesi gerektiğini anlayarak üzgünce kulaklarını indirdi. "Şimdi Didem beni bekliyor ama söz yine geleceğim ve bu sefer istediğin kadar seninle oynayacağım tamam mı?" Bir kez daha başının üzerinden öptüm ve mecburen kulübesini işaret ettim. Lor da Buse'nin çığlıkları eşliğinde kulübesine doğru ilerlemeye başladı. Ben de tüm ilgimi Buse'ye vererek pusetini kaldırıp araba koltuğuna sabitlemeye giriştim. "Hiç ciyaklama! Onun da bir canı var ve canı acıyabiliyor. Benim oğlum senin oyuncağın değil!" Söylediklerimden ne anladığı meçhuldü ama sanırım benim gönderdiğimi anlamamıştı ve Lor gitti diye Lor'u bana şikâyet ediyordu. Pusetini arabaya takabildiğimde kemerini de kontrol etmiş ve kapısını kapatarak arabanın etrafında dolanmış ve şoför koltuğuna geçmiştim. Arabayı çalıştırır çalıştırmaz da ilk işim klimayı açmak olmuştu, zira dışarısı Buse için soğuktu ve gereğinden fazla dışarda kalmıştı. Kafeye yaklaştığımda Didem'i çaldır kapat yapmıştım. Çok geçmeden de sanki hiçbir şey yaşanmamış gibi şarkı mırıldanarak hemen yan koltuğuma geçip oturdu. "Kanatlanıp göğe uçma Tam tekrar arabayı çalıştıracakken minik bir aydınlanma yaşayarak Didem'e döndüm. "Annemin yanında da mı bu şarkıyı söylüyordun?" Didem şarkıyı mırıldanmayı keserek anlam veremeyen gözlerle bana döndü. "Evet, Hacer dilime doladı dedim ya. Ne oldu ki?" Sanırım neden annemin Didem'e vurduğunu anlamıştım. Anlamadığım şey kızına el kaldırmasına sebep kiminle ne yaşamış olabileceğiydi. Annemi takip etmek şart olmuştu. * Bölüm sonunu anlamayanlar için şöyle toplu bir açıklama yapayım: Bahsi geçen şarkı "Volkan Konak- Mimoza Çiçeğim". Şarkıyı medyaya da bıraktım ve dinlerseniz daha iyi anlayabilirsiniz bazı şeyleri. Unutanlar için de ilk bölümlerde Dilem annesinin arabasında sarı mimoza çiçekleri bulmuştu ve geçiştirilmişti. Yani Dilem ikisini bağdaştırdı. Açıklama bu kadardı. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayınız. Sağlıcakla kalın...
|
0% |