Yeni Üyelik
26.
Bölüm

26. Bölüm

@__kao__

"Didem'i etkilemek istemem ama bana vurmuş olsa annemle bir daha konuşmazdım, en azından uzunca bir süre..."

Didem neden tekrar buraya döndüğünü hiçbir çekince belirtmeden doğrudan anlattığı için ne yazık ki konumuz annemin Didem'e tokat atmasıydı.

"Bir de bayıl istersen, yenge! Hiç mi anne terliği yemedin?" Tabii ki Tekin de geri kalmamıştı.

"Sence Yeliz abla evde terlik mi giyiyordur? Olsa olsa topuklu falandır o." diyerek ise Baha benden önce atılmıştı.

"Doğru, bazen yengenin kraliyet ailesine mensup olduğunu unutuyorum."

Gözlerimi yuvarlamama engel olamazken başımı da onaylamazcasına iki yana salladım.

"İnanır mısınız bilmem ama biz de gayet normal insanlarız ve evde pijamalarla da geziyoruz ve tabii ki annem de 7/24 topukluyla falan gezmiyor."

"İnanmadım!" dediler Tekin ve Baha aynı anda ve bir kez daha gözlerimi yuvarlamama neden oldular.

"Yani kusura bakma da haklılar." Ecem eliyle üzerimi gösterdi.

"Kimin gecelikleri takım olur ki! Ya da kimin ev hali böyle olur! Ben rahat diye 10 yıldır aynı pijama takımını yıkayıp yıkayıp giyiyorum. Hatta depresyondayken yıkamadan. Ki o da hediye gelmişti, gidip değiştirmeye üşenmiştim. Benim gidip özellikle takım alacağımdan falan değil yani. "

Bir yandan da gerçekten rengi solmuş ve yer yer kumaşının izi çıkmış pijama takımını göstermişti. Üstelik sanırım üstünde çamaşır suyu lekesi vardı ki Ecem'in temizlik falan yapmadığına emindim. Acaba o leke nasıl olmuştu?

Bir de kendi üzerimdeki koyu gri takıma baktım. Üst kısmı askılı ve göğüs kısmı dantelliyken altı bildiğimiz pijamaydı.

 

"Başkasının beni görmesini istemeyeceğim bir halde kendimi de görmek istemem çünkü. Öz saygı meselesi tamamen."

Tekin gözlerini yuvarladı. "Gayet kendime öz saygım var ve bu yüzden de uykumdan kısıp da süslenip uyuyamam!"

Laf anlatmakla uğraşamayacağıma kanaat getirdiğimde bakışlarımı boydan boya olan camdan dışarı çevirdim. Beyazıt yemekten sonra doğrudan kulübesine gitmiş ve saatin gece yarısına yaklaşmasına rağmen hâlâ oradan çıkmamıştı. Dün akşam Ateş'lerden döndüğümüzden beri garip bir şekilde içine kapanmıştı. Bu hali nedense içimde bir yerlere dokunuyordu. Hoşuma gitmiyordu. Normalde de pek sohbetlerimize katıldığını söyleyemezdim ama şu an en azından yanımda oturuyor ve bel gamzemi hafifçe okşuyor olmalıydı.

"Ayrıca konuyu kim kaynattı? En son anne terliği diyorduk. Hiç yememiş olamazsın gerçekten!"

Baha'ya ciddi olup olmadığını sorgulayan bir bakış attım. Kendisi kaynatmıştı ya.

"Annem bugüne kadar ne bana ne Didem'e el kaldırmadı, herhangi bir fiziksel şiddet uygulamadı. Yapmaya da hakkı yok! Çocuğuyum diye her hatamda bana vuramaz."

"Hiç mi annenin en sevdiği tabağı falan kırmadın?" dedi Ecem de şaşkınlıkla ve kaşlarımın çatılmasına sebep oldu.

"Sen değil de herhangi bir misafir o tabağı kırmış olsa annen onu döver miydi?"

Başını iki yana salladığında 'İşte!' dercesine gülümsedim.

"Çocuk yapıyorsan bir şeylerin kırılmasını göze alacaksın. Bir şeyleri kazara kırdın ya da bilerek de kırmış olabilirsin. Çocuk adı üstünde! Ona vuramazsın. Malın değil, çocuğun o senin. Bir yabancıya yaptı diye direkt dalmayacağın bir şey için hele ki... Sırf senin çocuğun, senden başka şansı yok diye ona istediğin gibi davranamazsın. Dayakla terbiye edilmez kimse, korkutulur bastırılır. Senin olmadığın her yerde de yapmaya devam eder."

Ardından ayaklandım üçünün de kalbini kırdığımın, yaralarını acıttığımın farkında olmadan. Sessizliklerinin sebebine kafa yormadan salondan çıktım ve önce yukarı çıkıp Didem ve Buse'yi kontrol ettim. Didem, Buse'yi süsleyeceğini söyleyerek yanımızdan kaçmıştı.

Hatice Hanım'dan hazırlaması için rica ettiğim misafir odasına girdiğimde Didem'in cenin pozisyonunda tek koluyla Buse'yi sararken uyuya kaldığını fark ettim. Buse ise Didem'in aksine fazlaca uyanıktı ve tırnağındaki ojeleri inceliyordu neşeyle. Bu görüntüye gülümserken önce dolaptan bir battaniye aldım ve Didem'in üzerini örttüm. Bu sırada beni fark eden Buse de "Aba!" diye ciyaklamıştı.

"Şşşt! Bak abla uyuyor. Sessiz ol!"

Buse bir Didem'e bir bana baktı ve sanki bağıran benmişim gibi "Şşt!" yaptı.

Bir şey demeden Buse'yi, Didem'in kollarından aldım ve bir üst kata kendi odamıza çıkarak önce Buse'nin bezini değiştirdim, ardından da beşiğine yatırarak uyuttum. Ancak tüm bu süreç boyunca da Beyazıt odaya gelmemişti.

En son beni kulübesine girmemem konusunda sertçe uyarmıştı. Bu yüzden yanına gitmek istemiyordum ama merak da ediyordum. Derin bir nefes verirken bebek telsizlerini açarak birini buraya bırakmış birini de elime almıştım. Giyinme odasından da üzerime bir hırka almış ve onu geçirmiştim üzerime.

Tereddütlü adımlarla aşağı ilerlerken evden çıt da çıkmıyordu. Sanırım herkes odalarına dağılmıştı. Salondaki bahçe kapısından bahçeye çıktığımda ilk işim göz ucuyla korumalara bakmak olmuştu. Her birinin sırtı bu tarafa dönüktü ve adeta bahçe etrafında etten sur oluşturuyorlardı.

Adımlarım kulübeye doğru ilerlerken hâlâ çekimserdim. Ya beni yeniden kovarsa?

"Konuşmuyor mu hâlâ?" Beyazıt'ın sorusuyla duraksadım. Yanında biri daha mı vardı?

"Yok! Herif Nuh diyor peygamber demiyor! Sağlam çıktı piç!" Tekin'in sesiyle olduğum yerde neredeyse nefes dahi almadan durdum. Dinlememem gerekiyordu ama engel olamadım.

"Sadece o değil biliyorsun değil mi? İçimizde bir köstebek daha var! Bizim yakaladığımız bir işe yaramayacak!"

"Oğlum senin bu Dokuz Buçuk denen adama güvenin nereden geliyor? Adamı gören, tanıyan yok! Köstebeğine bile müsamaha gösteriyorsun! Asıl niyetini biliyor muyuz da bu denli güveniyoruz?"

"Hayır ama onun için değerli olan bir şey bende. Dolayısıyla en azından şu an zararımıza bir şey yapmayacağını biliyorum."

Bir süre bir sessizlik oldu ama sonra Tekin "La adamı tanımıyoruz daha! Nasıl onun için değerli bir şey olduğunu öğrendin de Dokuz Buçuk gibi bir adamdan aldın? Senin de Dokuz Buçuk'a çalıştığını falan düşüneceğim amına koyayım. Bir bok anlatmıyorsun adam hakkında!" diye isyan etti.

Beyazıt bir cevap vermediğinde Tekin önce sövdü, sonra söylenmeye devam etti.

"Sen garipsin, Dokuz Buçuk zaten hayalet gibi bir şey! Hatta adamı bile bir garip. Geçmişim tırnağını söküyorum bana sayı saymayı biliyor musun diye soruyor! Bıktım amına koyayım hepinizden! Alacağım başımı gideceğim buralardan..."

Tekin hâlâ söylenmeye devam ederken ben beynimden vurulmuşa dönmüştüm.

Sayı saymayı biliyor musun?

Bu soru o kadar tanıdıktı ki... Tamamen içgüdüsel olarak kulübeye ilerledim. İçine girmeden eşikte öylece durdum ancak bu dahi ikisinin de bakışlarının bana dönmesine yetmişti. Beyazıt'ın kaşları çatıktı ve siyah çapraz askılı bol tişörtünün üzerinde talaş tozları vardı. İçerde bir ısıtıcı vardı ancak kapı açıkken pek fayda etmese gerekti ki zaten Beyazıt'ı asıl ısıtan şey de oyduğu şeylerdi.

"Dilem!" dedi azarlarcasına, neden burada olduğumu sorgularcasına.

"Beni o adama götürür müsün?" dedim duraksamadan, duyduğumu saklamadan.

Beyazıt sinirle gülerken Tekin tedirgin olmuş gibiydi ama onu umursamadım.

"Saçmalama ve odaya dön!" diye emretti duraksamadan.

"Sadece görmek istiyorum!" diye direttiğimde Beyazıt masanın arkasından çıkarak üzerime gelmiş ve kolumdan tutarak beni de kendiyle beraber kulübeden uzaklaştırmıştı.

"Delirtme beni Dilem! Burada olmaman gerektiğini biliyorsun! Üstüne daha da olmaman gereken bir yere mi götürmemi istiyorsun seni?"

Beni salon kapısından içeri sokacakken buna izin vermedim ve kolumu elinden kurtararak karşı karşıya gelmemizi sağladım.

"Ben gidemiyorsam, o gelsin o zaman! Ama o adamı göreceğim!"

"Sebep?" dedi yarı sitem yarı sorguyla. Kendini sakin tutmaya zorladığını görebiliyordum. Şu an beni yine kulübesinden kovmasını dahi göz ardı edeceğim bir his vardı çünkü içimde. Bir içgüdü...

"Öyle olması gerekiyor çünkü!" dediğimde duraksadı. Gözlerime baktı uzun uzun. Ardından mimik oynatmadan "Sikseler olmaz!" dedi ve bana içeriyi işaret etti gözleriyle.

"Gir içeri, uyu Dilem!"

Tekrar kolumdan tutarak beni içeri yönlendirecek gibi oldu ama bu kez, daha tutmadan engel oldum.

"Hayır! Sen beni o adama götürene kadar burada soğukta bekleyeceğim!"

Ardından az ilerdeki oturma guruplarına ilerledim. Sadece bir adım kadar tabii. Zira kolumdan tuttuğu gibi içeri sürükledi adeta. Bu kez o kadar sert tutmuştu ki kolumu bırakması için etrafımda yarım tür dönmek ve diğer elimin dirseğini bileğine geçirmek zorunda kalmıştım.

"Beni sürüklemeye çalışmayı bırak!" diye bir miktar da sesimi yükselttim birkaç adım gerilerken.

"Niye normal bir karım yok?" diye bir de hakkı varmış gibi yukarı bakarak, tanrıya yakarırcasına söylendiğinde gözlerimi yuvarladım.

Tam ağzımı açmıştım ki benden önce atıldı: "Evet, evlenmeyi sen değil, ben istedim! Aklımı sikeyim!"

Derin bir nefes alırken dik dik bakmayı sürdürdüm Beyazıt'a ancak tam da o anda bahçeye bir arabanın girmesiyle ikimizin de ilgisi birbirimizden çekilmişti. Beyazıt'ınki arabadan Tekin'e kaydığında ben de ona döndüm. Umursamazca omuzlarını indirip kaldırdı.

"Yenge çok ısrarcıydı ve zaten duyacağını duymuş, merak ettim!"

"Senin ecdadını ayriyeten sikeceğim!" dişlerinin arasından konuşurken bir yandan da tehdit dolu bakışlarını Tekin'e yollamış, ardından da arabadan inen adamlarına dönmüştü.

"Geri götürün! Bizzat benden emir almadan da ne yanına birini sokun ne de başka bir yere götürün!"

Yarı yüksek tonla konuşmasıyla koluna dokundum zarifçe. Benim aksime pek de yumuşak olma derdine düşmeden baktı bana.

"Sadece 5 dakika görmeme izin ver. Sen de ol. Geldi zaten buraya kadar!"

Ne yazık ki Beyazıt'ın izni olmadan artık imkânı yok göremezdim o adamı. Şu saatten sonra kolay kolay Tekin'in bile görebileceğini sanmıyordum.

Beyazıt'ın gözlerinden geçen kararsızlığı gördüğümde "Lütfen!" diye ekledim. Bir süre daha öylece gözlerime baktı. Baktı ve baktı... En son adamlarına döndü ve getirmeleri için bir işaret verdi.

İstemsizce gülümsedim. "Teşekkür ederim."

İki adam arabanın arka kapısını açtı ve eli yüzü kan içinde derbeder halde bir adam indirdiler. Kıyafetleri yer yer yırtılmıştı ve kandan dolayı koyulaşmıştı. Elleri arkasından bağlıydı. O kadar da önemsemediği, laf almak için hiç acele etmediği bir adam dahi bu haldeyse gerçekten ağzından laf almak istese ne yapacağını düşünmek dahi istemedim. Adamı getirip tam önümüze bıraktıklarında öne doğru kafa üstü düşecek gibi oldu ama arkadan bağlı kollarını geriye çekerek oturur pozisyonda dengesini sağlayabildi. Kan revan içinde başını kaldırdı ancak buna rağmen büyük bir özgüvenle tek tek hepimizde göz gezdirdi. Dayak yemişti bir ton, Beyazıt'ın altında çalışmıştı ama duruşu dikti, kendinden fazlaca emindi.

Beyazıt başıyla diğer adamlarına uzaklaşmalarını işaret etti ve sonra bana döndü. Kaşları hâlâ çatık, yüzü memnuniyetsizlikle kaplıydı.

"Al gördün! Ne değişti şimdi? Memnun musun?" dedi sitemle de. Beyazıt'ı duymazdan gelerek ben de yere çöktüm ve adamla aynı hizaya gelerek doğrudan gözlerine baktım.

"Sayı saymayı biliyor musunuz, Dilem Hanım?" dedi, gözlerimin en derinine bakarak.

"La, bana bak! Bir kez daha senden bu soru-" Tekin adama doğu ilerleyecekken sol elimi kaldırarak onu durdurdum ve adamı başımla onayladım.

"Say!" dedi bunun üzerine.

"1, 2..." diye başlamıştım ki Beyazıt "Yeter bu kadar saçmalık!" diye araya girdi ama onu takmadan devam ettim.

"...6, 7..."

"Sana diyorum Dilem!"

"8, 9 ve Dokuz Buçuk!"

Son iki kelimemle Beyazıt dahi susmuştu ve kısa bir anlığına ortamda ölüm sessizliği olmuştu. Yalnızca adam hafifçe gülümsedi ve canını acıtmış olacak ki yüzünü buruşturarak bana elini uzattı. Elini uzattı. Arkasında bağlı olması gereken elini.

"Levent Sağlak... Benden ne istediğinizi söylemeniz yeterli..."

Ben ise irkilerek ateşe değmişçesine ayağa kalkmış ve geri çekilmiştim.

"Lambadaki cin misin amına koyayım?" diyen Tekin'i zar zor duyabilmiştim.

Aklıma dolan hayal meyal anı daha da netleşirken sımsıkı yumdum gözlerimi. Dokuz Buçuk'un adı neden Dokuz Buçuk biliyordum çünkü ona bu adı ben vermiştim...

*

05.03.2023 Saat: 01.23

Tepemden akan buz gibi suyun birden kapanmasıyla gözlerimi hızlıca açtım ve açar açmaz da Beyazıt'la göz göze geldim.

"Manyak mısın?"

Gözümün önüne parça parça alakasız görüntüler geliyordu ve bunu engelleyen tek şey soğuk suydu. Tekrar suyu açacaktım ancak Beyazıt elini elimin üstüne koyarak buna engel oldu ve beni doğrudan kendisine çevirdi.

"Hasta olacaksın!" diye söylenirken de asılı olan havlulardan birine uzanmış ve saçlarımdaki fazla suyu kabaca almaya başlamıştı.

Suyun altındayken üzerimdeki kıyafetler pek etkilemiyordu ancak şu an ağırlıkları üzerimde bir yük olmuştu adeta ve bedenime her ıslak ıslak değdiğinde istemsizce irkiliyordum.

"Bir şey olmaz..." diyerek uzaklaşmak istedim ancak Beyazıt izin vermemiş ve büyük bir ciddiyetle işini yapmaya devam etmişti.

"Şu üzerindekileri kurularıyla değiştirelim aşağıda olanlar neydi bana uzun uzun anlatacaksın!"

Anlık olarak dağılan aklım tekrar o görüntülere giderken cevap da verememiştim. Parça parça olan görüntüler aklımı daha çok bulandırırken bok gibi hissettiriyordu. Sanırım öğlen 1'deki psikolog randevuma gitmem gerekecekti ama şu an hiçbir şeyi hatırlamak istemiyordum. Aklımı dağıtmak istiyordum. Aklımı uzaklaştırmak için başımı kaldırdığımda Beyazıt'ın dudakları takıldı gözüme. Bir de üstüne eli çıkarmak için ıslak tişörtüme gidince dudaklarına kapanırken buldum kendimi. Garip tavrı yüzünden ona tavır almayı düşünüyordum ama şu an gram umurumda değildi.

Kollarım boynuna dolanmış, zaten tişörtümü çıkartmak için belimde olan elleri bedenimi daha sıkı sarmıştı ve hararetle öpüşüyorduk. Daha rahat öpebilmek için parmak uçlarımda yükseldiğim sırada alt dudağımı hafifçe ısırmış ve benden yalnızca birkaç milimetre kadar uzaklaşmıştı.

"Böyle kaçamazsın...!" dedi kısık tuttuğu, şehvet bulaşmış sesiyle. Öpüşmemizden dolayı nefes nefeseydi ve kesinlikle cümleleriyle tavrı uyuşmuyordu. Benden daha çok can attığına emindim...

"Sadece şu an aklımı dağıtmak istiyorum..." dedim yine de mırıl mırıl. Soğukta kalmama izin vermiyorsa aklımı kendisi dağıtmak zorundaydı.

"Konu kapanmadı!" diye uyarsa da hızlıca üzerimdeki tişörtü sıyırıp atmış ve tekrar dudaklarıma kapanmıştı sertçe.

Tüm hücrelerimin uyarıldığını hissederken bir eli belimden kalçama doğru gitmiş ve hafifçe sıkmıştı.

Dudaklarını daha büyük bir hırsla öperken dilini ağzımın içine yollamasıyla boğuk bir inleme bıraktım. Refleks olarak da bir adım kadar gerilediğimde beni sertçe duşa kabine yaslamış ve ağzımdan bir inleme daha kaçmıştı.

Dudaklarımdan güç bela ayrılırken çenemden boynuma doğru bir yol izlemeye başladı. Başımı şevkle geriye attım. Bu sırada da sütyenimin kopçasını açtığını hissetmiş ve zaten çok geçmeden de bedenimden ayrılmıştı.

Sağ elimi boynumdan çözüp omuzlarına indirdiğimde Beyazıt da boynumdan göğüslerime geçmişti. Uyarıldığı için dikleşmiş olan göğüs ucumu diliyle ıslattığında kendimden geçercesine bir inleme bırakmış ve kol kaslarına tırnaklarımı geçirmiştim o anın verdiği zevkle. Beyazıt bir diğer göğsüme geçmek için hafifçe uzaklaştığında durumlar eşitlensin diye hızlıca üzerindeki tişörte uzandım. Beyazıt'ın yardımıyla da tek hamlede kolayca çıkarmıştım. Kasları o kadar göz alıcı duruyordu ki iç çekerken buldum kendimi.

"Hatırlıyor musun?" dedi diğer göğsüme kapanmadan hemen önce. Zevkten nefes nefese kalmıştım ve ıslak saçlarımdan her sırtıma bir damla damladığında irkiliyor ama garip bir şekilde zevk de alıyordum.

"Neyi?" diyebildim Beyazıt belimden pijamamı sıyırırken.

"Perşembe sabah, kahvaltıda bir şey söylemiştim sana..." derken ayaklarımın üzerine düşen pijamadan bir adım kadar ileri giderek sıyrıldım.

Saat olarak pazar günündeydik. 3 gün önce... Hatırladığımda hafifçe saçlarını okşayan elim kalakalırken gözlerine bakakaldım. Cevap bekleyen gözleriyle başımı aşağı yukarı sallarken buldum kendimi.

O reglin bitecek... Yukarda banyoda kendime dokunurken hayal ettiğim gibi seni banyoda domaltıp sikmezsem ne olayım...

Sertçe de yutkunurken istemsizce etrafıma bakındım. Banyodaydık, külotum dışında çırılçıplaktım, Beyazıt da yarı çıplaktı. Nefeslerim sıklaşırken dudaklarımda dilimi gezdirerek ıslattım.

Gerçekten hatırladığımı fark ettiğinde yüzüne o yarım gülümsemesini takındı ve hızlıca dudaklarıma son bir öpücük bırakarak beni yüzüm küvete dönecek şekilde çevirmiş ve belimden bastırarak öne eğilmemi ve küvetten tutunmamı sağlamıştı.

Nefeslerim sıklaşırken daha da ıslandığımı hissedebiliyordum.

"Ellerini buradan ayırmamanı istiyorum. Yapabilir misin?"

Nefesini kulak mememin arkasına vererek konuşmasıyla yanaklarımın kıpkırmızı olduğuna emin olacağım bir sıcaklık basmıştı bana. Bu şekilde ne isterse istesin yapabileceğimi hissettim bir an.

Konuşamayacağımı fark ettiğimde dudağımın kenarını ısırdım sertçe ve başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım.

"Sesli!" diye uyardığında "Evet." derken buldum kendimi. Bunun üzerine saçlarımın hepsini sol omzumda toplayarak sağ kulağıma doğru eğilmişti bir kez daha.

"Dur dersen durmam, hoşuna gitmeyen bir şey olursa, canını yakarsam karşı koy. Karşı koyabileceğin bir alan her daim bırakırım..."

Bir kez daha başımla onaylarken buldum kendimi. İlk kez bu tarz bir şey yaşıyordum ve düşündüğümden daha tahrik ediciydi kesinlikle. Bunun üzerine eli boynumdan başlayarak sırtıma doğru kaymaya başladı. Titrek bir nefes bırakmak ve küvetin kenarını daha sıkı sıkmak dışında bir şey yapamadım.

*

Yaklaşık 2 saat kadar uyuduktan sonra Buse'nin ağlamasıyla uyanmış, bezini değiştirerek geri uyutmuştum ancak sonrasında beni gram uyku tutmadığı için bahçedeki oturma gruplarının oradaki armut salıncağa bağdaş kurarak oturmuş gün doğumunu izlerken kahvemi yudumluyordum.

Başımı geriye atıp içime derin bir nefes çekerek ağlama isteğimi bastırmaya çalıştım. Ne yazık ki salağa yatıyor olmam gerçekten salak olduğum anlamına gelmiyordu. Keşke gerçekten dünyanın en aptal insanı falan olsaydım, ne bileyim her gün makarna yiyip, karın tokluğuna çalışsam, kendi ülkemde 2. sınıf insan muamelesi görsem ve mevcut iktidar altın varaklı tuvalet kullanırken 'Ama itibardan tasarruf olmaz.' diyebilseydim hayat daha kolay olurdu. En azından bazı şeyleri gerçekten anlamayacak kadar salak olsaydım. Cahillik gerçekten mutluluk getiriyordu.

Ezgi'nin numarasını bir kez daha tuşladım ama yine ve yine aynı şeyi söyledi bana telesekreter: "Aradığınız numaraya şu anda ulaşılamamaktır..."

Artık bu durum cidden canımı sıkıyordu.

Telesekreterin konuşması bittiğinde bu kez başka bir numarayı tuşladım. Sabah saat henüz 6 bile değildi ama Uğur Bey beni şaşırtmayarak açmıştı.

"Dilem?" dedi uykulu sesiyle, sorgu dolu bir tonlamayla.

"Biraz konuşmak istemiştim. Uyandırdım mı?"

Bir yandan da kulağımda telefon tutmamak için hoparlöre alarak dizime bırakmıştım telefonu.

"Hayır, yeni uyanmıştım ben de. Bugün ki seansa gelecek misin?"

Başımı arkaya atarken "Hayır..." diye mırıldandım. Beyazıt'ın adamları peşimdeyken bir psikoloğun kliniğine falan gidemezdim.

"Bu gelmeyeceğin 4. seans biliyorsun değil mi? En son 5 şubattaki seansına gelmiştin. Gelmeyeli bugün tam bir ay oldu."

"Şubat 28 çekti, tam bir ay sayılmaz..." dedim hafifçe de gülümserken. Zaten deli olduğumu düşünüyordu. Biraz daha düşünmesinde herhangi bir mahsur yoktu.

"Seansları telefon üzerinden de yürütemeyiz biliyorsun, değil mi? Bu şekilde tepkilerini göremiyorum ve bu şekilde ilerleyecek bir seans hiç sağlıklı olmaz Dilem."

"Peki... Sabah sabah rahatsız ettiğim için özür dilerim..." Gözlerimin dolmasına engel olamazken Uğur Bey'in bir cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım. Ağlamamak için hızlıca bir yudum daha kahve aldım ama bir kahvenin dahi bana kastı vardı ve elime dökmüştüm.

Ve bu bardağı taşıran son damla olmuştu ve ağlamaya başlamıştım. Aslında kahve ılımıştı, hatta kalanı da üzerime dökülmüştü ve onu dahi hissetmemiştim ama ağlıyordum.

"Dilem?" Baha'nın şaşkın sesini duyduğumda ona dönmek bir yana bir de ağladığımı anlamamış gibi başımı dizlerime gömmüştüm.

"Neden ağlıyorsun?" diye sorarken sesine endişe yerleşmişti ve önümde diz çöktüğünü de seslerden anlamıştım. Çok geçmeden de elini dizime yerleştirdi hatta.

"Dilem? Abim mi bir şey yaptı?"

Gidip abisine bir şey demesinden korkarak başımı kaldırdım ve iki yana salladım. Ardından da tişörtümün üzerindeki kahve lekesini işaret ettim.

"Sadece biraz yandım. Bir şey yok..."

Ancak lekeye es kaza bile değmemişti gözleri.

"İlk elinde kahveyle çıktığında camdan gördüm seni. O kahvenin seni yakacak kadar sıcak kalmasının imkânı yok. Ne olduğunu anlatmak istemiyorsan orası ayrı tabii..."

Hâlâ önümde diz çökmüş bir vaziyetteydi ve bakışlarında büyük bir samimiyet vardı.

"Sadece salağa yatmaktan yoruldum..." diye itiraf ettim. Gözlerim de hızla dolmuştu. İçimi birine dökmeye ihtiyacım vardı.

"Canımdan çok sevdiğim herkes ama istisnasız olarak herkes benden bir şeyler saklıyor. Ezgi, annem, Kerem, abin... Herkes... Gelip kendilerinin anlatmalarını bekliyorum kırılmamak için ama her seferinde ya geçiştiriliyorum ya da ucundan bir parmak bal veriliyor ağzıma... Susuyorum, görmezden geliyorum ama artık kalbimi acıtıyor."

Bir abi edasıyla diz kapağımın üzerindeki eliyle dizimi hafifçe okşamış ve gülümsemişti. Ardından sırtını üzerinde oturduğum salıncağın demirine vererek yan yana durmamızı sağladı.

"İnan bana bazen bazı şeyleri bilmemek daha iyidir... "

Göz yaşlarım arasından gülümserken başımı da iki yana salladım.

"Er ya da geç açığa çıkacak şeyleri bilmemek değil... Bilirsem önlem alırım ama hiçbir şey bilmiyorum ve ben de bu şans varken çok hazırlıksız olduğum bir anda tüm gerçekler üzerime üzerime gelecek biliyorum..." diye isyan ederken bir yandan da ellerimle yüzümü kapatmıştım.

"Hiç doğrudan sormayı denedin mi?" dedi bu kez de. Anneme çiçekleri, Kerem'e bilmem gereken bir şey olup olmadığını, Beyazıt'a neden evlendiğimizi doğrudan ve çok açık bir şekilde sormuştum ama hiçbirine bir cevap alamamıştım. Ellerimi yüzümden çekerken başımı da iki yana salladım.

"Denedim ve asıl sorun da bu zaten. Ben fazla açığım, kapalı kartım yok. Geri kalan herkesse kapalı birer kutu!"

"Hiç balık tutmayı denedin mi?" diye sordu bu kez çok alakasız bir şekilde.

"Hayır, neden?" derken bakışlarımı da indirmiş ve Baha'ya bakmıştım şaşkınlıkla ama Baha doğrudan önüne bakıyordu.

"Bir gün hatırlat da seninle balığa gidelim o zaman."

Kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı. Bu yüzden "Neden bugün değil?" diye sordum. Pazardı bugün. Adliyede olacağını pek sanmıyordum.

"Randevum var çünkü!" dediğinde doğrudan, kocaman gülümsemiştim. Ve tabii biraz da heyecanlanmıştım.

Altıma topladığım ayaklarımı salıncaktan sallandırarak daha dik bir pozisyon alırken "Tanıdığım biri mi, adliyeden mi?" diye sorguya giriştim.

Baha minik bir kahkaha atarken başını onaylamazca iki yana salladı.

"Adliyeden ve tanıyorsun ama daha fazla bilgi yok yengecim... Başlamadan bitmesini istemiyorum."

Baha ayaklanırken son cümlesinin anlamını birkaç saniye kadar düşünmek zorunda kaldım. Peşinden ben de aceleyle ve şaşkınlıkla ayaklanırken sallanan salıncak yüzünden az daha düşüyordum.

"Sevmediğim biri mi?" diye sordum dehşetle. Sevmediğim birini bana elti olarak getiremezdi!

Baha büyük adımlarla içeri doğru ilerlerken ben de peşine takıldım.

"Sana sevmediğim biri mi diye sordum!" diye bir miktar sitemle konuştuğumda çok kısa bir an bana dönerek omuzlarını indirip kaldırdı.

"Başka bir şey söylemeyeceğimi söyledim, yengecim!" dediğinde kısa bir an duraksayarak sakin kalmaya zorladım kendimi.

"Tamam, o kişi Yasemin savcı değilse sorun etmeyebilirim..." Adliyede o kadar insan dururken Yasemin savcıya vurulacak hali yoktu.

Attığı gür kahkahanın ardından kaçarcasına yukarı ilerlemesiyle alenen dehşete kapıldım.

Dehşetle "Yasemin savcı mı?" dememe kalmadan ikişer üçer merdivenleri tırmanmaya başlamıştı bile.

Peşinden ben de ikişer üçer çıkmaya başladım.

"Baha gerçekten herkes olur ama Yasemin savcı olmaz! Unut onu! Hatta bugün onu ekersen dile benden ne dilersen!"

İkinci kata ulaştığımda o da çoktan odasına girmiş ama kapıyı kapatmamıştı.

"Üzgünüm, Dilem ama bu kalp..." derken eliyle kendi kalbini işaret etmişti.

" 'Yasemin, Yasemin!' diye atıyor, yeterince yaklaşırsan duyabilirsin!" Bir de üzerine gülmez mi?

Öfkeyle dolarken ona doğru bir adım attım ama kapısını kapatmış üstüne bir de kilidi çevirmişti. Hırsımı alamayarak kapısına bir tekme geçirdim.

"YA BAŞKA İNSAN MI KALMADI DÜNYADA!"

"Onunla evlenmeye falan kalkarsan yemin ederim seni öldürürüm! Elti falan olamam ben o kadınla!" diye söylenmeye devam ederken Baha'nın kapının arkasından gelen gür kahkahasıyla sinirle bir tekme daha geçirmiştim kapıya.

"Sana inat sizi de geçip iki güne yıldırım nikahı kıyacağım! Artık iki elti aynı evde gül gibi geçinirsiniz..." diye kapının ardından bağırdığında bu kez avuç içimle vurdum kapıya. Bunların soylarında ciddi bir sorun vardı. Nasıl hepsi bu denli sinirimi bozabilirdi?

"Ne oluyor?"

Beyazıt'ın sesiyle sinirle ona döndüm. Gram tereddüt etmeden şikâyet edercesine Baha'nın kapısını işaret ettim.

"Şu kardeşine bir şey söyle! Yasemin savcıyla evlenemez. Ben onunla elti falan olamam!"

"Baha evleniyor mu?" dedi Beyazıt da şaşkınlıkla. Boş bakışları bir kapıya, bir bana değiyordu. Konumuz ise Baha'nın evlenmesi falan değildi, Baha'nın Yasemin savcıyla evlenmesiydi.

"Sadece randevuya çıkacağımı söyledim ve karın kafasında bizi evlendirdi!" diye kapının arkasından cevapladı Baha. Sesindeki o eğlenen tını çok pis sinirlerimi bozuyordu.

"Çıksana şu odadan!" derken sinirle bir kez daha kapısına vurmuştum. Ağzının ortasına savcı falan demeden gerçekten çakacaktım bir tane.

"Sağ ol yengecim. Böyle çok iyiyim. Elinin ağır olduğunu duydum."

Kapının arkasından konuşsundu böyle. Elbet çıkacaktı odadan.

"Eğer o kadınla evlenmek gibi bir aptallık yaparsan her gün bizzat deneyimlersin!" Tehdidim Baha'da yalnızca daha gür bir kahkahaya neden olmuş ve iyice sinirlerimi bozmuştu.

"Abi karını kapımın önünden alır mısın? Randevuma geç kalacağım!"

Baha'nın abisine beni şikâyet etmesine daha da sinirlenirken bir kez daha kapıya vuracaktım ancak Beyazıt elimi tutarak engel oldu.

"Elin kıpkırmızı olmuş, vurma şu kapıya artık!" Çatık kaşlarıyla elime bakıyordu, kızarmasından gram memnun olmamış gibiydi. Bunun hesabını pek sevgili kardeşine sorardı umarım.

"Delirtmesin o da beni!" diye bir kez daha kardeşini şikâyet ettiğimde çocuk gibi, memnuniyetsiz ifadesi dağıldı. Anlık olarak sinirimin gitmesine sebep olacak kadar güzel bir şekilde gülümserken beni kendisine çekti ve şakağımdan öptü.

"Sen bu kadından niye bu kadar nefret ediyorsun?"

Sorusu ise tekrar kanı beynime sıçratmıştı. Beyazıt'tan biraz uzaklaştım ve sinirle ayağımı yere vurdum.

"Baha anlatsın sevdiği kadının nasıl bir insan müsveddesi olduğunu!"

Baha'nın "Biraz ağır mı olsak?" dediğini duysam da umursamadan adımlarımı merdivenlere çevirmiştim tekrar. Ben gitmeden çıkacağı yoktu zaten Baha'nın. Başka insan mı kalmamıştı ya dünyada. Adliyede o kadar hem kendi hem huyu güzel hukukçu varken gidip Yasemin savcıya mı tutulmuştu gerçekten?

Odaya ulaştığımda ilk yaptığım şey Buse'yi kontrol etmek olmuştu. Neyse ki uyuyordu ve rahat rahat duşa girip çıkabilmiş, bu sırada da o kadına olan sinirimi az da olsa atabilmiştim. Beyazıt'ın göğsünde yorgunluktan uyuya kaldığım ve uyandığımda da hava almak istediğim için daha duşa girmemiştim.

Banyoda üzerimdeki bornozla klasik cilt bakım rutinimi yaparken Beyazıt kapı çalma gibi bir nezaket göstermeden içeri daldı.

Ben ona aynadan ters ters baksam da gram umursamadan arkadan bana sırnaşmış bir de ıslak saçlarımı kenara çekerek boynumdan öpmüştü.

Çapkın bir tınıyla "Geç kaldım!" diye hayıflandığında gülmeme engel olamadım ve elimdeki serumu bırakarak arkama, Beyazıt'a, döndüm. Kollarımı da boynuna doladım. Bornozsuz yakalayamadığını kast ediyordu ve doğrusu ben de beni bornozsuz yakalamasını tercih edebilirdim.

"Biraz özel alana saygı falan..." dedim yine de, şu an kollarımı boynuna dolayan ben değilmişim gibi.

Umursamadığını belirtircesine belime sarılı kollarını sıklaştırarak beni daha da kendine çekti.

Bir de "Dün inlerken hiç de şikayetçi görünmüyordun..." diye arsızlığa vurduğunda boynundaki ellerimden birini çözerek hafifçe ağzına vurdum.

"Bir de bana arsız diyordun!" diye de söylendiğimde gram bozuntuya vermeden arsız arsız güldü.

Üstüne bir de umursamazca omuzlarını indirip kaldırdı ve dudaklarıma eğilecek gibi oldu ama kendimi geri çekerek izin vermedim. Akşamın nasıl biteceği zaten malumdu, dövüşmek de sevişmenin yarısıydı. Kısaca şimdiden yorulmaya hiç mi hiç gerek yoktu. Zaten dün geceden hatıra minik bir sızı da benimleydi.

"Hazırlanalım, Buse'yi anneme bırakacağım. Sonra da yemeği kim hazırlayacak karar veririz."

Beyazıt'ın umursamadan tekrar eğilecek gibi olması ama tam da o an Buse'nin ağlamaya başlaması ve benim de zevkle Beyazıt'ı itekleyerek "Geliyorum, bebeğim!" diye seslenmem ardı sıra gerçekleşti.

*

"Eşim Beyazıt ve bu da Kalender abi..." Elimle bir yanımdaki Beyazıt'ı bir de karşımızdaki Kalender abiyi işaret etmiş ve birbirlerine takdim etmiştim.

"Tanıştığıma memnun oldum." dedi Beyazıt büyük bir nezaketle ve elini sıkması için komutana uzattı.

"Ben de evlat." dedi komutan da ve Beyazıt'ın uzattığı elini babacan bir tavırla sıktı. Ardından doğrudan bana döndü.

"Yenilip 11 yıllık emeklerimi hiç edersen bundan sonra şu testosteron kokan ergenlerle sen uğraşırsın!" Bir yandan da eliyle kendi köşelerinde ergen ergen takılan erkek gurubunu göstermişti. 15-20 yaş aralığında bir gruptu.

Beni şakayla karışık ikaz ettiğinde bilmiş bilmiş gülümsedim ve biraz sırtımı Beyazıt'a yaslayarak alttan imayla Beyazıt'a baktım.

"Şu sıralar da hiç beklemediğim alanlardan iş teklifi alıyorum... Gazeteciyim ben!"

"Her şeye burnunu sokmandandır!" diyerek komutan bir de bana laf soktuğunda ona pek de samimi olmayacak bir şekilde gülümsedim. Benim aksime gayet keyifli bir şekilde gülen Beyazıt ise sinirlerimi bozmuştu.

"Günlük laf sokma dozunu aldığına göre geçebilir miyiz, komutan?"

Eliyle umarsızca arkasında bir yerleri işaret etti.

"Arka taraftakini boşalttırdım. Yolu biliyorsun..."

"Çıkmadan uğrarız...!" dedim ve komutana el sallarken diğer elimle de Beyazıt'ın elini kavrayarak arka tarafa ilerlettim. Saat 10 civarı olduğu için ve de bugün pazar olduğu için kalabalıktı. Arkası nispeten az kullanılırdı zaten ama komutan dediğini yaparak kimseyi almamıştı ve ana salondakine kıyasla küçük de olsa bir alanımız vardı.

"Komutan dedin. Asker miydi?" diye sordu Beyazıt içeriyi incelemesi bittiğinde.

Başımla onayladım Beyazıt'ı.

"Yarbayken bir kaza sonucu görme problemleri başlıyor ve malulen emekli olmak zorunda kalıyor. Sonra burayı açıyor..."

"Yani seni bir asker eğitti?" dedi bunun hoşuna gittiğini belirten bir gülümsemeyle.

Başımla onaylarken bir yandan da çantamı ve üzerimdeki ceketi bir köşeye fırlatmıştım. Zaten altıma bir tayt ve üzerime de bir tişört geçirip gelmiştim bir de kıyafet değiştirmekle uğraşmamak için. Zaten Beyazıt'ın altında da rahat lacivert bir eşofman ve üzerinde de düz siyah bir tişört vardı.

Kısa bir an kendi üzerimdeki bol tişörte bir bakış attım ve burada tamamen yalnız olmamızı da fırsat bilerek onu da çıkardım içimdeki sporcu sütyenine güvenerek.

Başımı öne eğerek saçlarımı da toplamaya giriştiğimde Beyazıt'ın da üzerindeki kabanı çıkararak bir köşeye bıraktığını gördüm. Benim aksime tişörtünü çıkartmamış ama üzerime ilerleyerek beni duvarla kendisi arasına sıkıştırmıştı. Bakışlarını özellikle aşağılara indirmiyor, gözlerimde tutuyordu.

"Şimdi hazır baş başayken gelelim konumuza... O şifreyi nereden biliyordun?"

Gözleri de sorgularcasına gözlerimde dolanırken aynı zamanda bunu bir sorguya çevireceğini anlamıştım. Canını acıtmamak gibi bir derde düşmeden duvara yaslayarak beni arasında kıstırdığı koluna sert bir dirsek geçirmiş ve boş bulunmasının da getirdiği avantajla aradan sıyrılarak salonun tam ortasına geriye doğru adımlar atarak ilerlemiştim.

"Eğer konuşmak isteseydim buraya değil, bir kafeye götürürdüm seni!"

"3 kez bir diğerini 10 saniye hareketsiz bırakan kazanır ve her hareketsiz kalan bir soruyu cevaplar?" dedi sorarcasına.

Bir kendi cüsseme bir Beyazıt'ın cüssesine baktım. İki katım kadardı resmen, hatta belki daha fazla.

"İyi de bu harbi bir dövüş olsa yani gerçekten kendimi senden korumaya çalışsam seni ya bayıltırım ya öldürürüm. Seni nasıl uzun süre hareketsiz bırakayım ben? Ölmek istiyorsan ayrı tabii."

Hararetle de bir kendi bedenimi bir Beyazıt'ın bedenini işaret etmiştim. Tişörtünü çıkarmaması benim yararımaydı kesinlikle.

Beyazıt bu söylediğime gülerken başını onaylamazcasına iki yana salladı.

"Benim cüssemde birini tamamen etkisiz hale getirmek için ne yapardın?" diye sordu bu kez de. Kollarını birbirine bağlamış ve sırtını duvara vermişti.

"Başını sertçe çarpacağın şekilde düşmeni sağlardım eğer kastın bayıltmamsa, öldürmemse kastın birinin boynunu nasıl kıracağımı biliyorum."

Boynunu gerçekten kıracak değildim. Düşürebilirdim ama yerlerde ve duvarlarda yumuşak matlardan olduğu için bayılamazdı.

"Beni kafam yere değecek şekilde düşürmeyi başarırsan almışsın sayacağım."

Kısa bir an düşündüm.

"Tamam, o zaman anlaştık!" dedim ardından da gülümseyerek. Bunun üzerine tam karşıma gelerek duraksadı.

"Önden mi başlamak istersiniz hanımefendi, ben mi başlayayım?"

Önden başlaması için elimle kendisini işaret ettiğimde en basitinden bir yumruk savurdu ve ben de bir adım kadar geri giderek kurtuldum. Ardından kendimi geriye doğru parende atacak şekilde bıraktım. Bu sırada yüzüne doğru attığım tekmeden ise kollarını kendine siper ederek korunmuştu.

"Güzel hareket ama böyle büyük efor harcarsan çabuk yorulursun."

Tekrar ayaklarımın üzerine basar basmaz gelecek olan yumruktan son anda yana kayarak kurtulmuş ve omuzlarımı indirip kaldırmıştım.

"Eğlencesi burada tamamen. Genelde rakiplerim erkek oluyor ve hiçbiri benim kadar esnek olmadığı ve daha önce böyle dövüşen biriyle karşılaşmadığı için bu tarz hareketlerime karşı savunmasız kalıyorlar. Boş bulunuyorlar." Eş zamanlı bir şekilde takacağı çelmeden geriye doğru zıplayarak kurtulmuş ama karnıma çok da sert olmayan bir yumruk yemiştim.

"Tüm gücümle vursam iki büklümdün. Karnını çok boş bırakıyorsun!" diye yarı azarlar tonda konuşmasıyla gözlerimi yuvarladım.

"Ne zamandır koçluk yapıyorsun?" diye sorarken kendimi yere kayacağım şekilde bırakarak arkasına geçmiş ve kollarımı boynuna dolamak istemiştim ama buna izin vermeden kollarımı yakalamış ve arkasını dönerek beni de döndürmüş ve kollarımı arkamda birleştirmişti.

"1,2..." diye saymaya başlamıştı ki diz kapağına sert bir tekme geçirdim ve bu sırada oluşan boşluğundan da yararlanarak bir kolumu kurtarmış ve hızla kendime çekip ivmelendirerek karnına geçirmiştim ve biraz önce bana dediğini üstten bir tavırla tekrarladım:

"Karnını çok boş bırakıyorsun!"

"Dövüşme tarzını az çok anladım..." derken gülümsedi. Ben de gülümserken omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Ben henüz anlayabileceğim kadar bir şey göremedim."

Gayet kasıtlı bir şekilde ağırdan aldığının farkındaydım. Hem dövüşme tarzımı görmek istiyor hem de bu ilk raundu bana hediye ediyordu. Bilmediği şeyse birden çok dövüşme sitili bildiğimdi.

Dediğim gibi ilk turu bana hediye etmiş ve kendisini yere düşürmeme izin vermişti.

Kısa bir düşünmenin ardından "Parmağındaki iz nasıl oldu?" diye sorarken de elimi uzatmış ve kalkmasına yardım etmiştim. Sol başparmağındaki iz küçüktü ama merak ediyordum.

"Yandı." dedi kısaca ve ben gözlerimi yuvarlarken omuzlarını indirip kaldırdı.

"Onu mu kast ediyorum? Yandığını görebiliyorum zaten!"

Bir kez daha omuzlarını indirip kaldırdı.

"Tek soru, tek cevap. Düzgün sorsaydın."

"Çok gıcıksın!" derken bacağımı kaldırarak yüzüne doğru bir tekme savurmuştum ama kolunu kendine siper ederek engel oldu. Ardından Beyazıt dizimin arkasına doğru bir tekme savurduğunda öne kapanacak gibi oldum ama kayarak ellerimin üstünde dengemi sağladım.

Kalkmak yerine de yarım tur dönerek bir tekme daha savurmuştum. Bu hamlemi de büyük bir ustalıkla savurduğunda daha beklenmedik bir hareket için ellerim üstünde havaya kalktım bir kez daha. Beyazıt yine kendisine tekme atmamı beklediği için hazırlıksız yakalanırken tekme atar gibi yapmış ancak eliyle bacağımı kavrayamadan bacağımı geri çekmiş ve bir kez daha parende atarak arkasına geçmiştim. Tekrar ellerimin üstünde doğrulurken bacaklarımı boynuna dolayarak kendimi yukarı çekmiş, Beyazıt'ın ise benimle de olsa yere düşmesini sağlamıştım.

"2-0" derken zevkle bacaklarımı çözmüş ve geri çekilmiştim hızlıca.

Başını kütletirken bir kez daha doğruldu ve kıstığı gözleriyle bana baktı.

"Bu hareketi yaparken canın acımıyor mu? Sen de düşüyorsun sonuçta."

Omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Ama ben düşeceğimi biliyorum ve kendimi hazırlıyorum, ki düştüğümde başımı çarpabileceğim yakınlıkta bir şey varsa bu hareketi yapmam. Ve bacak kaslarım kollarımdan daha güçlü olduğu için senin cüssende dahi birini havasız kalıp bayılana kadar o şekilde tutabilirim. Kâr-zarar hesabı yani."

Kaybetmesine rağmen yüzünde bir gülümseme oluştu. Ve yanlış görmüyorsam gözlerinde de bir hayranlık vardı.

"Sor..." derken köşeye ilerlemiş ve su şişelerinden birini alarak kafaya dikmişti. Tekrar parmağıyla ilgili bir şey sorup sormamam gerektiğini düşündüm kısa bir an. En fazla bir soru hakkım daha olacaktı ve daha çok merak ettiğim bir şey için kullanmalıydım.

"Benimle neden evlendin?"

Tamamını içtiği su şişesini avuçları arasında ezip köşeye fırlatırken bana da yandan bir bakış atmıştı.

"Seni korumak için." dediğinde doğrudan, anlam veremez bir şekilde kaşlarım çatıldı.

"İyi de beni neden korumak istiyordun ki?"

"Tek soru, tek cevap!" dedi yine tüm nemrutluğuyla ve ben gözlerimi yuvarlamak için dikkatimi vermediğim o kısacık anda bana bir çelme takarak yere düşmemi sağlamıştı. Bacaklarıyla bacaklarımı, elleriyle de ellerimi tutarken boş bulunduğum için kendime kızdım.

"Daha başlamamıştık!" diye itiraz etmeyi denedim ama fayda etmeyeceğini biliyordum. Ben de bir önceki turda aynını yapmıştım.

"2-1!" dedi beni gram takmadan ve bırakmadan. Cevaplamadan da bırakmayacağını biliyordum.

"Ya ama sana bakmıyordum ben! Hile yaptın!" diye homurdanırken kollarımı kurtarmaya çalıştım ama izin vermedi. Kafa atabilirdim şayet bunu yapmamam için kafasını yeterince uzakta tutmasaydı.

"Sana ilk öğretilen şeyin gözlerini rakibinin üzerinden ayırmaman gerektiği olması gerekiyordu." dedi umursamadan ve gözlerini kıstı.

"Şifreyi nereden öğrendin, nereden biliyordun?" Bu sorunun geleceğini ne yazık ki biliyordum.

"Öğrenmedim." dedim dost doğru cevaplayarak. Şifreyi ben koymuş sayılırdım. Buna öğrenmek denemezdi.

"Bu ne demek?" dediğinde gözlerini kısarak, omuzlarımı ellerinin izin verdiğince indirip kaldırdım.

"Tek soru, tek cevap!" diyerek onu taklit ettiğimde ciddi olup olmadığımı sorgulayan bir bakış attı bezginlikle.

"Eğer neden beni koruduğunu söylersen, söylerim..." dedim beni serbest bıraktığında. Kısa bir an gözlerime baktı ve peki dercesine başını eğdi.

"Vefa borcum vardı." dediğinde kaşlarım daha büyük bir bilinmezlikle çatıldı. Sanırım sana aşığım falan dese daha az şaşırırdım. Bu nasıl bir vefaydı ki sevmediğin, tanımadığın biriyle evlenesin? Ayrıca içimde bir yerlerin kırıldığını hissetmiştim. Benimle bir başkası için evlenmişti.

"Kime?" diye sordum boş bulunarak ama tabii ki bunu da cevaplamayacaktı.

"Sıra sende." dedi bunun üzerine ve çenesiyle de beni işaret etti.

"Ben koydum çünkü şifreyi." dedim kısaca ve gözlerimi kaçırdım. Neden hangi durumda, nasıl koyduğumu anımsamıyordum. Parça parça anılar vardı sadece. Birleştiremiyordum.

Beyazıt'a es kaza baktığımda kaşlarının şaşkınlıkla havalandığını gördüm.

4. turu da Beyazıt'ın tüm hareketlerimi kısıtlayarak beni duvara yaslamasıyla tamamlamıştık ve son bir turumuz kalmıştı.

"Dokuz Buçuk'u nereden tanıyorsun?" derken bir adım kadar geri giderek beni de serbest bırakmıştı.

"Onu tanımıyorum."

O beni tanıyordu, bunun farkındaydım ancak ben onu tanımıyordum.

Cevaplarımız kaçak göçek olduğu için ikimiz de birbirimize pek yardımcı olmuyorduk ama bunu Beyazıt başlatmıştı.

"Vefa borcun Dokuz Buçuk'a mı?" dedim bir kez daha parmağına kaydığında gözlerim. Küçük bir aydınlanma da yaşamıştım. Beyazıt bir süre gözlerime baktı öylece. Bu ona da bir soru daha sorma hakkı tanıyordu ve bunu olabildiğince bilgi almak için kullanacaktı.

"Dokuz Buçuk'un lakabı neden Dokuz Buçuk?" diye sordu ve zekasına bir an hayranlık duymama sebep oldu. Gerçek nedenini kimse bilmiyordu. Bilmiyorum dersem ona temas etmediğimi anlayacaktı, cevabı söylersem de hem nedenini öğrenecekti -tabii bilmiyorsa- hem de onunla bir mesaim olduğunu anlayacaktı.

Bunu söyleyip söylememe konusunda kısa bir tereddüte düştüm. Kerem'in babası olduğunu öğrenmesem daha kolay karar verebilirdim. Bu kadar düşünmemden cevabı bildiğimi anladığının farkındaydım. Bu yüzden cevaplama kararı aldım. Zira cevabıyla bana daha başka, daha büyük bir şeyin de cevabını verecekti bilmeden.

"Dokuz buçuk parmağı var çünkü..." derken şaşkınlığına da aldırmadan saymaya başlamıştım.

"1,2,3..." Her sayıyla bir parmağımı da havaya kaldırıyordum.

"8,9, Dokuz Buçuk." derken sağ elimin işaret parmağını işaret etmiştim. Sağ işaret parmağının yarısı yoktu Dokuz Buçuk'un... Bu onun kim olduğuna dair büyük bir bilgiydi aynı zamanda. Sağ işaret parmağının yarısı olmayan sayılı kişi olmalıydı en nihayetinde.

Bu şifrenin de neden bu olduğunu anlamasına yararken nasıl bunu bildiğimi sorgularcasına gözleri gözlerime çıkmış ve biraz da hayret içinde bana bakıyordu.

"Evet..." dedi zar zor çıkan bir sesle.

"Vefa borcum Dokuz Buçuk'a..."

Babası içindeyken o binayı Dokuz Buçuk patlatmıştı, değil mi? Babasını öldürdüğü için vefa borcu vardı ona. Onu ve Baha'yı babasından kurtardığı için... Anlamadığım kısım Dokuz Buçuk'un neden beni korumak istediğiydi.

Bunu onaylatmak istemedim Beyazıt'a çünkü buna emindim. Bir patlamayı, sadece bir bina yıkılması olarak gösterebilecek güçte sayılı kişi vardı. Haberlerin çoğu silinse dahi, birileri bir şekilde aslında patlatıldığına dair bir şeyler söylerdi ama yoktu. Tüm herkes ağız birliği içinde tek bir şey yazmıştı Sami Bozok'un ölümü hakkında: İnşaat halindeki bir binanın yıkılması sonucu hayatını kaybettiği. Annem bile böyle yazmıştı. Patlatıldığı bilgisini polis arkadaşım dahi kayıtlarda bulup bana verememişken yalnızca Kerem vermişti. Dokuz Buçuk'un oğlu...

"Tamam pes ediyorum ben!" dedim aklımdakileri gidip bir an önce annemle konuşma isteğiyle. O dönemde herkes susturulup unutturulmadan önce fısıldamalar olmalıydı ve bunu da annem biliyor olmalıydı. Hatta belki Dokuz Buçuk annem bu haberleri zamanında engellediği için beni koruyordu.

Benim gibi düşüncelere dalmış olan Beyazıt söylemimle bana döndü. Kaşları da hafifçe çatıktı.

"Neden?" diye sorduğunda omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Yoruldum."

Bir soru daha cevaplama ihtimalini göze alamazdım. Beyazıt'ın bildiklerini ben bilmiyordum. Benim bildiklerimi o. Oturup konuşsak belki ortaya puzzleın tüm parçaları serilirdi ama içimden bir ses bunu yapmamamız gerektiğini söylüyordu.

Beyazıt da bana şöyle bir baktı. Belki o da benim gibi bir başka soruyu cevaplama ihtimalini göze alamamıştı, belki kendi içinde bambaşka bir sebebi vardı ama itiraz etmedi.

"Berabereydi falan kabul etmem ama..." derken hem benim hem kendisinin dikkatini dağıtmak için gülümsemişti.

"Pes ettin ve kaybettin. Mezesinden, tatlısına kadar her şey el yapımı olacak!"

Gözlerimi yuvarlarken uzanıp köşede duran sulardan birini de ben alarak kafama diktim. Yarısını içtiğimde birazını da elime dökerek enseme götürdüm soğuğun biraz olsun beni kendime getirmesi için.

"Ana yemeği masada bulursan şükret!"

Beyazıt gülerken onaylamazcasına başını iki yana salladı.

"Yemek yapmayı bilmeyen kadın mı olur?" diye tamamen gıcıklığına takılmıştı ama umursamadan yarısı içilmiş şişeyi Beyazıt'a fırlattım. Havada yakalarken açmış ve kalanını da kafasına dikerek biraz önce kendi şişesine yaptığı gibi avuçları arasında büzmüştü. İlerleyip daha önce attığı şişeyi de yerden alırken ben de tişörtümü üzerime geçirmiş, kalan eşyaları da elimde toplamıştım.

Beyazıt yanıma ulaştığında kendi kabanını ona uzattım.

"Akşam yedide sende olurum. Fatih nereye gideceksen bırakır seni." dedi hızlıca ve şakağıma bir öpücük bırakarak kaçarcasına çıkışa ilerledi. Ben de bir süre ardından baktıktan sonra kadın soyunma odasına doğru yol aldım.

Loading...
0%