@__kao__
|
Bölüme başlamadan bir dip not: Wattpad'de yayımladığım kadar kısmını şu bölümle Kitapped'de de yayımlamış bulunuyorum. Yani artık Wattpad'e hangi düzenle gelirse Kitappad'e de o düzenle gelecek. Bu da demek ki: artık her ayın 7, 17 ve 27'si olmak üzere 10 günde bir bulaşacağız. Ayın 7'sinde 28.Bölümle tekrar buluşmak üzere diyor ve hikayeyle sizi baş başa bırakıyorum. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. İyi okumalar... * Kapıyı çalmak ve çalmamak arasında gidip gelirken içimde de bir çatışma veriyordum. Anneme, Buse'ye bakması için bir tık emrivaki yaptığım için oraya gidememiş ve ben de hem daha kolay cevap alabileceğim hem de bilebilecek bir diğer kişiye gelmiştim. Ama korkuyordum. Ya bana daha fazla yalan söyler ve arkadaşlığımız geri dönüşü olmayacak bir şekilde bozulursa? Ona kırgındım. Arkadaşlığımız onun söylediği bir yalan üzerine kuruluydu. Yine de Kerem'i hâlâ seviyordum. Bana kendisini affettirmesini bekliyordum. Öyle bir girişimi olmamıştı gerçi daha. Evine en son geldiğimden, bana annem için yaklaştığını öğrendiğimden, beri beni ne aramış ne sormuştu. Hayır, bu saygısızlığı kendime yapmayacaktım. Sabah Buse'yi alırken annemle konuşurdum. Cevap vermeyeceğini bile bile Beyazıt'a sormak bile Kerem'e sormaktan çok daha iyiydi şu an. Tam arkamı dönüp gitmeye karar vermiştim ki evin normal kapısı açıldı. Kerem normal kapıyı pek kullanmadığı için şaşırırken arkamı da dönmüş bulundum. "Bir daha da sakın buraya gelme!" diye adamı azarlarken beni fark etmemişti Kerem ama adam beni fark etmiş ve bakışlarını bana kilitlemişti. Hoşuma gitmeyen bir tavırla beni incelemeye başladığında ben de onu incelerken buldum kendimi. Kırklarının başlarında olmalıydı. Yüzünün oldukça büyük bir kısmını kaplayacak kadar büyük de bir burnu vardı ancak garip bir şekilde burnu onu çirkin göstermek yerine farklı bir hava katmıştı. Çekik sayılabilecek gözlerinin mavi mi, yeşil mi olduğunu ise tam seçememiştim. Gözlerinin renkli olmasına rağmen siyah diyebileceğim kadar koyu saçları vardı. Saçları oldukça kısaydı. Kısalığından sebep de diken diken duruyordu. Sakalları sinekkaydı şeklinde kesilmişken hafif bir bıyık bırakmıştı. Boyu Kerem'den 4-5 santim kadar kısaydı. Vücudu ise oldukça kalıplıydı. İncelemem bittiğinde adam beni hâlâ inceliyordu ancak onu boş vererek arkasındaki Kerem'e baktım. Tam o sırada adamın bakışlarını takip etmiş ve bakışları beni bulmuştu. "Dilem?" dedi şaşkınlıkla ve de sorarcasına. Ancak benden bir cevap beklemeden bakışları önündeki adamı buldu ve bunun olmaması gerekiyormuş gibi gözlerini sımsıkı yumarak sinirli bir soluk bıraktı havaya. "Defol buradan, Murat!" Murat dediği adam ise Kerem'i pek de umursamadan bana doğru bir adım attı. Gözünde garip de bir parıltı vardı. Sanki sonunda aradığı bir şeyi bulmuş, uzun zamandır çözmeye çalıştığı bulmacayı çözmüş gibi bir tavrı vardı. Murat'ın bu tavrı hiç hoşuma gitmezken huzursuzca yerimde kıpırdandım. "Yenge?" Bahçe duvarından geriye baktığımda Fatih'in bana baktığını gördüm. Bir eli belinde geriye gitmişti, sanırsam silahını tutuyordu. "Bir sorun mu var?" Bu uzun anlamsız bakışlar onu da rahatsız etmiş olmalıydı. Gayriihtiyari Kerem'e döndüm bir sorun olup olmadığını anlamak için. Başını iki yana salladığında ağırca, ben de Fatih'e döndüm. "Yok, Fatih." dediğimde kısaca, Fatih'in bundan hoşlanmadığını yüz ifadesinden anlayabilmiştim. Konuşmalarımızı duyamayacağı kadar birkaç adım geriledi ama ne elini belinden ne de gözünü üzerimizden çekmedi. "Sizi görmek güzel..." dedi Murat bana hitaben. Benim şaşkın bakışlarıma aldırmadan da Kerem'e döndü. Kerem'in ona çenesiyle dışarıyı işaret etmesiyle genişçe sırıttı ve bahçenin üç basamaklık merdivenini tek adımda çıkarak kenara park edilmiş siyah lüks arabaya ilerledi. Sorularım vardı. Hem bu adamla alakalı hem de Sami Bozok'un ölümüyle alakalı. Kerem'e baktığımda ise yüzü düşmüştü. "Beni nereden tanıyor?" dedim aklımdaki en basit soruyu dile getirerek. Bunu dahi cevaplamayarak sustuğunda genişçe gülümsedim. Aramızdaki bir şeylerin daha da çatırdadığını hissederken buraya geldiğime geleceğime pişman olmuştum bile. Bu yüzden bir şeyleri öğrenmek istemiyordum işte. Günün sonunda kırılan ben oluyordum. * Normalde menüyü pesto soslu makarna ve tavuk olarak düşünmüştüm ancak her nedense son anda karar değiştirerek Hatice Hanım'a Beyazıt'ın en sevdiği yemeği sormuş ve kendime büyük bir kötülük yapmıştım. Kimin en sevdiği yemek kadınbudu köfte olurdu ki? Önce evde bir şey olmadığı için alışverişe gitmiştim. Gece burada kalacağımızı düşünerek kahvaltılık bir şeyler de almıştım. Sonra eve gelmiş ve uzun zamandır kullanılmadığı için tozlu olan evin tozunu aşırı rastgele bir şekilde almış, robot süpürgeyi çalıştırmış ve biraz da havalandırmıştım. Ardından oturup kadınbudu köfte tariflerinden birkaç tane izlemiş ve aralarından gözüme en güzel gözükeni seçerek yapmaya koyulmuştum. Biraz şekilleri bozuk olmuş olabilirdi, biraz kendimi ve mutfağı batırmış olabilirdim ama önemli olan tadıydı. Ayrıca itiraf etmeliydim ki yemek yapmak kafamı çok meşgul ediyordu ve sanırım annemin neden bu kadar çok yemek yapmayı sevdiğini anlamıştım. Kadınbudu köfteyle kalmayarak patates püresi ve köz sebze salatası da yapmıştım. Sofrayı kurmayı ve normal salatayı yapmayı kendimi hazırladıktan sonrası için saklama kararı alarak yemeklerin soğumaması için hâlâ hafiften sıcak olan fırının içine yerleştirmiştim. Salonum ve mutfağım birleşik olduğu için de mutfağı toplamak zorunda kalmıştım. Beyazıt'ın gelmesine 1 saat kaldığını fark ettiğimde önce içerden yemek kokusunun çıkması için cam açmış ve sonra da hızlıca duşa girmiştim. Duştan sonra da saçlarımı hafiften nemli kalacak şekilde kurutmuş ve maşayla dalgalar vermiştim. Hızlıca da tek omuzlu koyu yeşil elbisemi geçirmiştim üzerime. Bel kısmında iki yandan minik pencereler vardı, mini etek ise çapraz geliyordu ve minik yırtmaç gibi bir görüntü sağlıyordu. Yeşil gözlerimi ortaya çıkaracak şekilde sürme çeker misali eyeliner çekmiş ve yeşil rimel sürmüştüm. Çok da abartılı olmaması için farı ve makyajın kalanını daha doğal renklerden tercih etmiştim. En son doğal pembe olan rujumun üzerine gloss sürdüğümde de hazırdım. Beyazıt'ın eli kulağında olmalıydı ve bu nedense heyecanlanmama neden oluyordu. Beklerken boş durmamak adına hızlıca salatayı hazırladım ve aldığım sarmaları bir tabağa doldurdum. Bu sırada bir tane de ağzıma atmıştım. Tadı güzeldi. Yani çok da ben hazırım diye bağırmıyordu. Anlaşmamıza göre her şeyi benim hazırlamam gerekiyordu aslında ama o kadar kadınbudu köfte yapmıştım. Bir zahmet çenesini kapatsındı. Aldığım birkaç hazır mezeyi daha servis tabaklarına aktarmış, sofrayı da güzelce kurmuştum. Oldukça dolu dolu ve güzel duruyordu. Biraz yorulmuştum ama değmişti bence. Koymayı unuttuğum kadehleri de masaya koyduğum sırada kapı çalmıştı. Bu az daha kadehleri düşürüp kırmama neden olacaktı ama son anda yakalayabilmiştim. Kadehleri yerlerine bıraktıktan sonra krem stilettolarımdan çıkan topuk sesleri eşliğinde kapıya ilerledim. Kapıyı açmadan önce yandaki aynadan son kez kendime baktım. Gayet güzel gözüküyordum. Neden bu kadar heyecanlandığımı gerçekten bilmiyordum ama açmadan hemen önce derin bir nefes çektim içime. Baştan aşağı simsiyah bir takım elbisenin içinde o kadar iyi gözüküyordu ki aldığım nefesi geri vermem saniyelerimi aldı. Saçları her zamanki gibi biraz dağınıktı, yeni tıraş olmuş olacak ki sakalları sabahkinden kısaydı ancak tamamını kesmemiş yalnızca biraz üstlerinden alarak kirli sakal bırakmıştı. Beyazıt'a en çok yakışan sakal kesimi kesinlikle buydu. Koyu gözleri tıpkı benim onu incelediğim gibi beni inceliyordu ve kesinlikle o gözlerde beğeni parıltıları vardı. En sonunda gözlerimiz buluştuğunda ikimiz de anlaşmış gibi ayırmadık gözlerimizi. Anın büyüsünü bozacak her şeyden itinayla kaçınıyorduk. Ne zamanki sert bir rüzgâr esti ve yüzüme düşen saçlardan sebep gözlerimi anlık olarak kırptım o zaman ikimiz de transtan çıkmış gibi gözlerimizi ayırıp şöyle bir etrafa baktık. Bir yandan yüzüme gelen saçlarımı çekerken elinde tuttuğu şarap şişesini fark ettim. Bakışlarımı takip ettiğinde Beyazıt da elinde tuttuğu şarap şişesini hatırladı ve hafifçe havaya kaldırarak salladı. "Umarım kırmızı şarap seversiniz hanımefendi..." Geniş gülümsememle "Severim..." derken kapıdan biraz geri çekilmiş, girmesi için Beyazıt'a alan tanımıştım. Ardından kapıyı kapatırken diğer elimle de masayı işaret ettim. Gereğinden fazla mı özenmiştim acaba? Niye bu kadar özenmiştim ki? Bence Beyazıt da gayet özenli. Platonik değiliz yani... Platonik mi? Bu düşünceden hoşlanmayarak kendimi ana verdim: "Şarabı açabilir misin? Ben de yemekleri servis edeyim." "Masa çok güzel görünüyor..." Benden birkaç adım kadar önde olmasından sebep hafifçe omzunun gerisinden dönerek bana bakmıştı. Ana yemekler hâlâ fırının içindeydi ve doğrusu en sevdiği yemeği yapmış olmama vereceği tepkiyi düşünmek istemsizce heyecanlanmama sebep oluyordu. Beyazıt'ın gözü hâlâ masadayken çekmeceden tirbuşonu alarak ona uzattım. "Ama sanki arada hazır şeyler de var..." Alayla güldüğünde açtığı avucuna biraz sertçe bıraktım tirbuşonu. "Bir dur ya! Daha yeni geldin! Ayrıca dört kolum yok benim! Nasıl hepsini şu kısacık zamanda hazırlayabilirim?" Beyazıt onaylamazca başını iki yana sallarken ben masaya dönerek servis tabaklarımızı almış ve Beyazıt'a arkamı dönmüştüm. "Bu kadar şey olmasına gerek yoktu. Tek çeşit yapsaydın ama sen yapsaydın yeterdi." Sabah ayrılırken hiç de öyle demiyordu ama. "Ah!" derken fırının önünü çıkardığım yemekleri Beyazıt'ın göremeyeceği şekilde kapatarak yemekleri çıkardım. Omzumun gerisinden başımı çevirip bakarken de "O zaman ana yemeğimizde fırında makarna olmasını sorun etmezsin." dedim biraz eğlenerek ve daha da heyecanlanarak. Beyazıt minik bir kahkaha attı. "Bu akşam makarna yiyeceğimizi tahmin etmiştim!" Sesinden anladığım kadarıyla bayağı eğleniyordu ve şişeyi de açmıştı ancak yemekleri servis ettiğimden arkama dönüp kontrol etmedim ve tüm dikkatimi tabaklara verdim. "En azından bir çorba da yapmış olacağını düşünmüştüm ama sanırım yok." "Bunları bulduğuna şükret! Zaten tam kazanmış da sayılmazsın!" diye söylenirken gözlerimi yuvarlamama da engel olamamıştım. "Gerçekten sadece iki çeşit salata ve fırında makarna mı yaptın bunca saat?" Masada bin bir çeşit satın aldığım mezelerden vardı ve nasıl benim yapıp yapmadığımı ayırt etmişti asla anlamamıştım. Tabaklar en sonunda istediğim gibi göründüğünde cevap vermeyi boş vererek bir elime birini diğerine de diğerini alarak arkamı döndüm. Beyazıt bardaklarımıza şarap dolduruyordu bu sırada. "Kadınbudu köfte yapmak düşündüğümden kat ve kat yorucu ve zaman alıcıydı." dediğimde bir an alayla gülecek gibi oldu ama sonra şarap doldurmayı bırakarak şaşkınlıkla bakışlarını bana çevirdi. Ardından da gözleri biraz aşağı kayarak tabakları buldu. Top şeklinde bile olmayan eciş bücüş köftelere bakarken oldukça şaşkın görünüyordu. Bir yanım vereceği tepkinin heyecanını yaşarken, diğer yanım makarna yapacağıma emin olan egosunu baltaladığı için çok memnun ve mutluydu. "Gerçekten sen mi yaptın bunu?" dedi ben tabakları servislerin üzerine yerleştirirken. "Satın alacak olsam kesinlikle bunları almazdım." derken gözlerim bir kez daha bozuk şekilli köfteleri bulmuştu. Kendimi bu konuda biraz daha geliştirmem gerekecekti. Ve sanırım bunları yedikten sonra Beyazıt makarna yapmış olmamı tercih edecekti. En sonunda yüzünde geniş bir gülümseme oluşurken gözlerindeki parıltı benim de ister istemez gülümsememe neden olmuştu. Hızlıca masaya oturdu ve tüm nezaket kurallarını boş vererek bıçakla kesmeye dahi uğraşmadan çatalıyla bir köftenin yarısını ağzına attı. Bu haline şaşırmak ve gülmek arasında gidip gelirken Beyazıt'ın aksine sakin bir şekilde yerime oturdum ve ardından da yorumunu beklemeye başladım. Beyazıt ise onun yorumunu beklediğimi fark etmeden diğer yarısını da ağzına atmıştı öylece. Sanırım bu beğendiği anlamına geliyordu. Bıçağımla küçük bir parça keserek tadına baktığımda güzel olduğuna karar verdim. Gerçi daha önce hiç kadınbudu köfte yememiştim ve tadının böyle olup olmadığını bilmiyordum ama yenmeyecek bir şey değildi en azından. Ne zamanki tabağındaki köftelerin tamamını bitirdi ancak o zaman başını kaldırdı. "Biraz daha ister misin?" dedim gülümsememe engel olamayarak. "Lütfen..." derken tabağını da bana uzatmıştı. Masaya geri döndüğümde artık en azından bir yandan da konuşabileceğimizi düşünmüştüm ama ne yazık ki bu köftelerin tamamı bitmeden gerçekleşememişti. Tabii sevmiş olması beni mutu etmişti. En azından onca saatime ve emeğime değmişti. "Sanırım artık karımın daha sık mutfağa girmesini isteyeceğim..." Son lokmayı da ağzına atmış ve arkasına yaslanmıştı. Ben sanırım bu kadar çok yemiş olsam kusardım ancak Beyazıt'ı çok yemiş olmak rahatsız etmiş gibi değildi. Alayla gülerken başımı iki yana salladım. "Önümüzdeki 1 yıl boyunca su içmek için dahi mutfağa girmeyi planlamıyorum." Kafamı dağıttığı, Kerem'den ve Beyazıt'la sabahki konuşmalarımızdan uzaklaştırdığı için memnundum ama bu yorucu olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Beyazıt minik bir kahkaha atarken başını da onaylamazca iki yana salladı. Birden "Çok güzelsin." demesini ise hiç mi hiç beklemiyordum ve şaşırmıştım. Ne tepki vereceğimi bilemeyerek öylece bakakalırken Beyazıt da gözlerindeki parıltıyla bana bakıyordu. Daha önce hiç, bir erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer, sözüne inanmamıştım ama şu an gerçek olduğunu düşünmüştüm. Bir köfte yaptım diye bana âşık olmuş olamazdı, değil mi? Umarım sana güzel bakıyor diye sen âşık olmuyorsundur, ilk defa söylemedi bunu sana! Kendine gel! Evet, ilk defa söylemedi Narenciye ama ilk defa böyle güzel bakarken söylüyor. Bakışlarına daha fazla kanmamak için başımı iki yana sallarken "İltifat ederek fikrimi değiştiremezsin!" dedim işi şakaya vurarak. Ve bu aramızda saçma bir sessizlik oluşmasına sebep oldu. Yeni tanışıyormuşçasına arada birbirimize kaçamak bakışlar atıyorduk ve bu oldukça tuhaftı. Sanki Beyazıt bir başka masada oturuyordu. Tamamen tesadüfen bir mekânda karşılaşmış ve birbirimizi gözümüze kestirmiş, birimizin ilk adımı atmasını bekliyorduk. Oysaki evliydik. Defalarca kez birbirimizin bedeninde soluklanmıştık. "Ne zaman kendi evine çıktın?" Bir yandan gözleriyle evimi incelerken bu saçma kaçamak bakışlara son vererek dakikalar sonra ilk adımı Beyazıt atmıştı. "Yani, biraz zor oldu annem sağ olsun..." derken hafifçe gülümsemiş ve konuşmaya devam etmeden önce bir yudum şaraptan almıştım. "Annem biraz sevdiği insanlar hep gözü önünde olsun, kontrol edebilsin ister. Üniversiteye ilk başladığımda ayrı eve çıkma konusunu açtırmadı dahi. Tabii ben uzunca bir süre yoldan, İstanbul trafiğinden yakınınca 1.sınıfın 2.dönemi zar zor okula yakın bir yurtta kalmaya ikna ettim. Tabii yurda geçince de farklı şeyleri bahane ederek evin yerini yaptım. 1.yılın sonunda anca ikna edebildim. Tüm yaz ev arattı bize annem. Yok güvenlikli bir site, yok nezih bir mahalle, semt... En sonunda benim de isteğim doğrultusunda bu evi tuttuk ve 2.sınıfa başlamadan yalnızca 1 hafta önce taşınabildim..." Ben içkimden bir yudum daha alırken Beyazıt şaşkınlıkla kaşlarını havalandırmış ve şarabından bir yudum almadan hemen evvel "Kiralık mı bu ev?" diye sormuştu. "İlk taşındığımda, evet ama sonra Ahmet abi satın aldı. Mezuniyet hediyem..." Ardından elimdeki kadehi Beyazıt'a doğru hafifçe kaldırarak kendisini işaret ettim. "Sen bahset biraz da. Mesela... Baha'yla aranız hep limoni miydi, yoksa savcı olduktan sonra mı oldu?" Buruk bir şekilde gülerken dudaklarını 'Bilmem!' dercesine büzdü. "Baha reddediyor. Ailesini, soyunu, soyundan gelen sorumlulukları... Sanki öylece silebilirmiş gibi davranıyor. Onun sorumluluklarını da üzerime aldığımın farkında değil. Gocunmuyorum orası ayrı konu... İkimizin de bataklığın içinde sürünmesinin bir anlamı yok en nihayetinde ama böyle bazen sanki ben bunları yaşamaktan, bu işlerden zevk alıyormuşum gibi davranıyor ya... O anlarda şeytan dürtmüyor değil. 'Çekil aradan!' diyor. 'Çekil de bir gerçeklerle yüzleşsin!' Sonra kıyamıyorum..." Bakışları dalarken bu soruyu sorduğuma bir yanım pişman olmuştu. Güzel bir akşam geçiriyorduk. Üzmek istemiyordum. Her ne kadar anlaşamıyor olsalar da Beyazıt çok iyi bir abiydi ve kardeşi için yapamayacağı hiçbir şey yoktu zannımca. "Ben intihar edecek kadar bile kendimi düşünemiyorum. Ben ölürsem ya hepsi amcamın boyunduruğu altına girecek ya da ölecekler..." Gözlerim şaşkınlıkla açılırken ister istemez gözüm bileklerine kaydı. Herhangi bir iz yoktu. Kalbimin kasıldığını hissederken bakışlarımı bileklerinden zar zor gözlerine çıkardım. "Hiç intihar ettin mi?" dedim alacağım cevaptan korkarak. Farkında dahi olmadan elimdeki kadehi sıkı sıkı tutuyordum. Gülerken başını iki yana salladı yavaşça. "Dedim ya... İntihar edecek kadar bile kendimi düşünemiyorum." Derin bir nefes verip rahatlarken buldum kendimi. Beyazıt benim aksime bu durumdan pek memnun değil gibiydi ama ben buna fazlaca memnundum. İntihar konusu bir anda nereden çıkmıştı onu da pek anlamamıştım zaten. Beyazıt buruk gülümsemesini sildi ve geniş gerçek bir gülümseme sundu bana. "Bu gece bunları konuşmayalım... Daha güzel şeylerden bahsedelim." Beyazıt'a ayak uydurarak ben de genişçe gülümsedim ve dudaklarımı hafifçe büzerken "Ne gibi?" diye sordum. Yüzünde çapkın bir gülümseme oluşurken bana elini uzattı. Hiç itiraz etmeden kalktım ve zaten çok da uzun olmayan masayı hızla geçerek Beyazıt'ın yanına ulaştım ve elini tuttum. O da beni doğrudan kucağına çekip oturtturdu. Elim doğrudan göğsüne yaslanırken elimin altında atan kalp atışlarından fazlaca memnundum. "Mesela karıma yeşil çok yakışıyor..." derken bir yandan da omzuma dökülen saçlarımı geriye atmıştı. İstemsiz bir gülümseme olurken yüzümde bakışlarının dudaklarıma kaymasıyla beklemeden ben eğildim ve geriye attığı saçlarım yüzüne dökülürken öpmeye başladım. Normalin aksine bu defa öpüşleri sakindi. Tadını çıkarmak istercesineydi. "Başka?" diye sordum, nefessiz kalıp ayrıldığımızda. Elleri belimde, benim bir elim göğsünde, öteki omzunda, alınlarımız birbirine yaslanmış bir şekilde soluklanıyorduk. "Karımın en sevdiği çiçeği bilmiyorum. Son anda aklıma geldi, sabah kahvaltıda telafi etmek isterim..." Mümkünmüş gibi daha da gülümserken "Tahmin et!" dedim. Şu an bundan acayip bir zevk alıyordum. Alınlarımızı da ayırmış ve biraz geri çekilerek beklentiyle gözlerine bakmaya başlamıştım. "Kesin antin kuntin, adını daha önce duymadığım bir çiçektir." dedi Beyazıt da gülümseyerek. Bir yandan da onaylamazcasına başını iki yana sallamıştı. Minik bir kahkaha atarken başımı iki yana salladım. İnsanların gözündeki imajımı acilen değiştirmem gerekiyordu. "Aksine çok klişe, bilindik bir çiçek!" "Kesin rengi beyaz?" dediğinde sorarcasına hızlıca başımı sallayarak onayladım. Ve bunu tahmin etmesi yüzümde daha da geniş bir gülümsemeye neden olmuştu. "Papatya, gül, orkide?" dediğinde sorarcasına gözlerimi yuvarlamama engel olamadım. Beni tanıması buraya kadardı sanırım. "Lale!" dedim 'Bu kadar da zor değildi.' Dercesine bir sitemle. "Beyaz laleler!" Laleleri genel olarak severdim ama beyaz lalelerin bir ayrı asaleti, duruşu vardı. "Tabii ki, lale!" derken bunu bilemediği için kendine kızar bir hali vardı. "Tatlıya mı geçsek?" dedi ardından birden. Adamın kucağında oturuyordum, oldukça yakındık ve düşündüğü şey tatlı mıydı? Sinirlendiğimi hissederken "Geçelim!" dedim sertçe. "Ben getireyim." Tam kucağından kalkacakken belimdeki elleri sayesinde gerisin geri oturtturmuş ve hızlıca dudaklarıma kapanmıştı. Hırsla dudaklarımı dudaklarıyla ezerken ne ara yaptığımı bilmeksizin bacaklarımdan birini diğer tarafına atmış ve artık bacaklarım iki yana açık bir şekilde kucağında oturuyordum. Ellerim yüzüne tırmanırken hepten yukarda kalan bedenim sayesinde saçlarım yüzlerimizin iki yanından dökülmüş ve adeta bize perde olmuşlardı. En son hırsla alt dudağımı ısırdığında ağzımdan çıkan küçük inlemeyle nefes nefese az bir şey geri çekilmiştim. "Normalde hazır yemekler olduğu için 7 puan vermeyi planlıyordum ama tatlıyı sevdim ve sanırım tam puan vereceğim." Nefes nefese söylediklerine gülümserken alınlarımızı birleştirmiştim. Bu sırada Beyazıt'ın belimdeki elleri kalçama inmiş ve benimle birlikte ayağa kalkmıştı. Merdivenleri çıkarken sertçe bir kez daha kapanmıştım dudaklarına. Bir eli kalçamı sıkarken diğer eli elbisenin fermuarına gitmiş ve yırtmak istercesine bir hızla açmıştı. Birden sırtımın soğuk çarşaflarla buluşması ve dudaklarımızın birbirinden ayrılması ise eş zamanlardaydı. Beyazıt ceketini çıkartarak odadaki herhangi bir yere fırlatırken üzerimdeki yerini de almıştı. Boynum ve kulağım arasındaki yere eğilirken "Teşekkür ederim..." diye fısıldadı. "Ne için?" dedim ben de şaşkınlıkla. Ancak cevap vermek yerine boynuma gömülmüş ve yer yer ısırmaya, yalamaya ve öpmeye başlamıştı. Bununla birlikte teşekkürü aklımdan uçup gitmiş ve hızlı hızlı gömleğinin düğmelerini çözmeye girişmiştim. Boynumu daha rahat öpebilmek için elbisenin omuzunu indirmesiyle kollarımdan çıkarmasına yarım etmiş ardından gömleğinin düğmelerini çözmeye geri dönmüştüm. Dudakları boynumdan aşağı kayarken elleri de boş durmamış ve elbisenin üst kısmını karnımda toplayarak göğüslerimin açıkta kalmasını sağlamıştı. Ben de en nihayetinde çözmeye alttan başladığım gömleğinin en üst düğmesine gelmiş ama kravatı yüzünden bunu yapamamıştım. Kravatını çözmeyi beceremeyince Beyazıt bana yardım etti. Bir an kravatının yerdeki ceketinin yanına gideceğini düşündüm ama bunu yapmak yerine bir bana bir kravatına baktı. Bu tüm hareketlerimizin duraksamasına neden olurken hızlı nefes alışverişlerim sebebiyle inip kalkan çıplak göğüslerim biraz utanmama neden olmuştu sebepsizce. "Ellerini bağlamama izin ver!" dediğinde en sonunda "Ne?" dedim şaşkınlıkla. "Ellerini bağlamama izin ver!" diye tekrar etti, duymuş olduğumun ama anlamlandıramadığımın farkında olmasına rağmen. Ellerimi bağlaması demek tüm kontrolü Beyazıt'a teslim etmem demekti. Bir elindeki kravatına bir gözlerine bakarken en sonunda başımı aşağı yukarı sallayarak onayladım ve ellerimi bileklerimden birleştirerek Beyazıt'a uzattım. Bu göğüslerimin çıplak olmasından beni daha çok utandırırken neyse ki Beyazıt beni daha da utandıracak bir yorumda bulunmadan hızlıca bileklerimden birleştirdiğim ellerimi önce birbirlerine ardından da yatak başlığına bağlamıştı hızlıca. İşi bittiğinde kontrol etmek istercesine ellerimi kendime çektim ancak neredeyse hiç hareket ettirememiştim. Bıraktığı küçük hareket alanının da canımı yakmaması için olduğunun gayet farkındaydım. Ben hâlâ ellerime bakarken beklemediğim anda sol göğsümün ucunu ağzına almasıyla boş bulunarak inledim. Ellerimi de refleksle saçlarının arasına götürmek istemiştim ama yalnızca istemekle yetinmek zorunda kalmıştım. Bu beni hem daha da heyecanlandırmış hem daha da tahrik etmişti ve ıslandığımı hissedebiliyordum. Bir göğsümü yer yer emer, yer yer ısırıp öperken, diğerini elleriyle yoğuruyor, ara sıra ucunu sertçe sıkarak inlememe neden oluyordu. "Beyazıt!" diye bağırırcasına inlerken buldum kendimi. Eş zamanlarda birini ısırmış, diğerini ise sıkmıştı. Ardından artık göğüslerimi serbest bırakarak dudakları ağır ağır aşağılara ilerlemeye başlamıştı. Ancak elleri daha da hızlıydı ve elbisemin eteğini de karnımda toplayarak tüm elbisemin karnımda toplanmasını sağlamıştı. Eli en beklemediğim anda ıslanıp ıslanmadığımı anlamak istercesine iç çamaşırı giymediğim için doğrudan kadınlığımla buluştuğunda en yüksek inlememle dolmuştu tüm oda. Ağır öpücükleriyle aşağılara inen başını şaşkınlıkla kaldırdı ve gözlerime baktı zevkten büyümüş göz bebekleriyle. "İç çamaşırı giymedin mi?" Bugün neden bu kadar utanıyordum bilmiyordum ama tüm kanın yanaklarıma toplandığını hissettim. "Baş başa olacaktık..." Kendi sesimi ben zar zor duymuşken Beyazıt'ın zevkle gülümsediğini görmüştüm göz ucuyla. "Sanırım bunu hak ettin..." Bacaklarımı sertçe iki yana açarken hızlıca üzerindeki gömleği de sıyırıp atmıştı. Dilini klitorisimde hissettiğimde zevk ve panik aynı anda bedenimi sarmış, hem odaya yüksek bir inleme bırakmış hem de bacaklarımı kapatarak Beyazıt'ı uzaklaştırmak istemiştim ancak bacaklarımı iki eliyle iyice ayırarak "Uslu dur!" diyerek kaldığı yerden işine dönmüştü. "Beyazıt, hayır!" derken bilinçsizce ellerimi de çekiştirmiş ama diliyle boydan boya kadınlığımı yalamasıyla zevk çığlığım itirazımı gölgede bırakmıştı. İlk kez oral seks deneyimliyordum. Hep bunun çok iğrenç olacağını düşünmüştüm ama dili klitorisimin etrafında daireler çizerken klitorisim zevkten nabız misali atıyor, gözlerim kayıyordu. Adeta vajinamla öpüşüyordu. İlk kez bu kadar çabuk boşalmanın eşiğindeydim. Kafasını daha da bastırmak, daha da çok beni yalamasını sağlamak istiyor ancak kalçamı hafifçe kaldırmak dışında hiçbir şey yapamıyordum. "Ellerimi çöz!" Çığlık atarcasına can havliyle bağırmamı takmadan dilini içime soktuğunda belim yay gibi gerilmiş kalçamı daha da ağzına doğru itmiştim. Tam boşalacağım sırada dudaklarını ayırmasıyla itiraza girişecekken oyuncak bebekmişimcesine beni ters çevirmesiyle küçük bir çığlık kaçtı ağzımdan. Kravatın dönmesiyle boyu bir miktar daha kısalmış ve hareket alanımı alenen sıfıra indirmişti. Karnımdan tutup kalçamı kaldırırken ellerim bağlı olduğu için üst bedenimi taşıyacak desteği sağlayamamıştım. Yanağım yastıkla buluşmuş, ellerim tepeden yatak başlığına bağlı, büktüğü dizlerim sebebiyle kalçalarım oldukça havada bir şekilde alenen önünde domalmış bir şekilde duruyordum şu an. Gözümün önüne gelmiş olan saçlarım da kısmen görüş alanımı kapatırken tamamen savunmasızdım. Ne kıpırdayabiliyor ne de bir şey görebiliyordum. Göremesem de seslerden anladığım kadarıyla kıyafetlerinin kalanını çıkarıyordu. Bu bekleyiş bana ızdırap veriyordu ama aynı zamanda tuhaf bir şekilde zevk de veriyordu. Yatakta bir hareketlenme hissettim en sonunda. Ardından eli kalçamı buldu ve hafifçe okşadı. Nefes alışverişlerim hızlanırken bir anda içime girmesiyle derince inledim. Hareketleri gittikçe hızlanıyor, kalçalarımdan tutarak her seferinde daha sert bir şekilde içime girip çıkıyordu. Odada benim yüksek sesli inlemelerim, çıplak bedenlerimizin sertçe birbirine çarptığı için çıkan o erotik ses ve Beyazıt'ın boğazından gelen varla yok arasındaki o hırıltılar hakimdi. Gitgide sona yaklaşıyordum. Bacaklarım kasılıyor, sanki kaldırabilecekmişim gibi kadınlığım daha da fazlasını istiyordu. İnlercesine "Geleceğim!" dedim zar zor. Kalçamdaki ellerinden biri aramıza girip klitorisimi sıktığında daha fazla dayanamayarak arşa çıkmıştım adeta. Boşalmış olmamı umursamadan klitorisimle yuvarlak hareketlerle oynuyor, sert vuruşlarına devam ediyordu. İçimde kasıldığını hissedebilmek beni tekrar uyarılmış hale getirebilirdi. En sonunda menilerini en mahremimde hissettiğimde derin bir nefes vermiştim. Yorgunluktan ölebilirdim. Son birkaç vuruşun ardından omzuma bir öpücük bırakmış ve içimden çıkmıştı. Ellerimi de yatak başlığından çözdüğünde öylece yüzüstü yatağa bıraktım bedenimi. Beyazıt da hemen yanıma sırtüstü kendini atmış, gözlerini kapatmadan evvel de beni göğsüne çekmiş, sıkıca da kollarıyla sarmıştı. * 06.03.2023 "Hadi uyan artık." Beyazıt'ın sesi beni bir kez daha uykumdan ederken huysuzca sese sırtımı döndüm. Bir elin sırtım ve saçlarım arasında varla yok arası dolaştığını hissedebiliyordum. Tabii bu dokunuşlar uykumu açmama yetmezdi. Gözlerimi dahi açmadan varla yok arası bir sesle "Kahvaltı falan hazırlamayacağım..." diye mırıldandığımda güldüğünü işittim. "Onu ilk uyandırmaya çalıştığımda anladım zaten. Hazır kahvaltı, kalkarsan yapacağız." Rahat vermeyeceğini anladığımda sırtüstü döndüm ancak bu kasıklarımın sızlamasına sebep olmuştu. Dün gece hissettiğimden daha sert geçmişti sanırım. Gözlerimi kırpıştırarak aralarken başımı hafifçe çevirerek yatağın kenarına oturmuş, uyanmam için saçlarımla oynayan Beyazıt'a baktım. "Saat kaç?" Saçlarımdaki hareketleri kısa bir an için duraksarken bakışları bileğindeki saati buldu. "11'e geliyor." Gözlerim şaşkınlıkla açılırken hızlıca yattığım yerden doğruldum ve bu kasıklarıma giren ufak bir sızıya da sebebiyet verdi. Bu sızıya bakılırsa bu kadar uyuduğuma şaşmamam gerekiyordu ama şaşırmadan edememiştim. "Annem beni öldürecek!" İş saatinden önce Buse'yi alacağımı söylemiştim ama neredeyse öğlen olacaktı. Zaten Beyazıt'ın söyledikleri de beni doğrularcasınaydı: "Israrla arayınca açmak durumunda kaldım. Sana sinirliydi. Buse'yi de ajansa götürmüş ve oradan alacakmışsın." Yaşadığım farkındalıkla aceleci hareketlerime bir son verdim. Oradaki kızlarla oyalanırdı ve her türlü beni öldürecekti. "Zaten her türlü kızacak, bari güzel bir kahvaltı yapalım." Miskin miskin bacaklarımı yataktan sarkıtırken bana şaşkın bakışlarla bakan Beyazıt yaptığım açıklamayla güldü. Ardından miskinliğe bir son vererek hızlıca kendimi banyoya attım. Annemin sınırlarını zorlamamak adına hayatımda aldığım en hızlı duşu aldım. Daha saat 3'te Başak ve Buse'yle hastaneye gidecektik. Tüm duş öncesi ve sonrası rutinimi boş vermiş ve yalnızca odaya geçerek hızlıca burada kalan kıyafetlerimden giyinmiştim. Üzerime bordo, kendinden korseli, uzun kollu ve göğüs dekolteli, mini bir elbise geçirdim. Çok abartılı olmamak üzere zengin bir duruş sergilemem gerekiyordu bugün hastanede. Takılarımın çoğunu diğer eve götürdüğüm için gümüş bir kolyeyle yetinmek zorunda kaldım şimdilik ancak hastaneye gitmeden önce vaktim olursa eve uğrar, olmazsa bir kuyumcuya giderek yeni takı alırdım. Bugün bebek alıp satan o hastaneye gidecek ve planımızı uygulamaya başlayacaktık. Saçlarımı şekillendirmeye uğraşamayacağım için hızlıca dağınık bir topuz yaptım. Ardından da günlük makyajımdan bir tık daha ağır makyajımı yapmaya girişmiştim. Günlük makyajımdan farklı olarak göz çevreme daha koyu tonlar uygulayarak gözlerimi öne çıkarmış, dudaklarıma da mat bordo bir ruj sürmüştüm. Siyah diz kapaklarıma değin uzanan çizmelerimi de giydiğimde hazırdım. Umarım Beyazıt elbisenin kısalığına takılmaz ve kahvaltımızı zehir etmezdi. Bence göğüs dekoltesine de takılabilir, Dilem. Bu düşünce yüzümün asılmasına sebep olurken kısa bir an üzerimi değiştirip değiştirmemeyi düşündüm ama hayır yapmayacaktım. Hem tekrar üzerimi değiştirecek vaktim yoktu hem de bu kendimden ödün vermek olurdu. Kıyafetlerim karışabileceği bir konu değildi ve duruşumu bozamazdım. Yine de tereddütlü bir şekilde aşağı ilerlemeye başladım. Söylediği gibi kahvaltıyı hazırlamıştı ve oldukça da güzel görünüyordu. Masada dün oturduğum yerdeki beyaz laleleri görmek ise yüzümde geniş bir gülümsemeye sebep olmuştu. Beyaz laleler siyah bir ambalaja sarılmıştı ve çokça güzel duruyorlardı. Topuk seslerine olsa gerek bana döndüğünde uzun uzun baştan aşağı süzdü ve aşağı inmemi ayağa kalkarak beklemeye başladı. Masaya ulaştığımda benim için sandalyemi çekmesini beklemiyordum ama büyük bir centilmenlikle yapmıştı. Bu yüzümde daha da geniş bir gülümsemeye yol açarken eğilip bir de başımın üzerine bir öpücük bırakmıştı. Beyazıt kendi sandalyesine geçerken buketi elime aldım ve derin bir nefes çektim içime. Muhteşemlerdi. "Çiçekler için teşekkür ederim..." dedim gülümseyerek. Ben uyurken dünden kalanları toplamış, kahvaltı hazırlamış bir de gidip çiçek almıştı. Gerçi çiçeği adamlarına da aldırmış olabilirdi. Şöyle de bir masaya baktığımda iştahım açıldı. En önce yaptığı menemenden biraz tabağıma aldım. Ardından da birkaç kahvaltılık ekledim. "Sen uyurken bir albüm buldum ve biraz karıştırdım." Bu ağzımdaki lokmanın büyümesine sebep olurken çatalımı ve bıçağımı bırakarak arkama yaslandım. Hangi albümü bulmuştu ki? "Hangisini?" dedim gözlerinden bir anlam çıkaramadığımda. "Aslında hepsini." dediğinde yüzümü buruşturdum. Annem hayatımın dönemlerini kendince ayırmış ve her bir döneme ayrı albüm yapmıştı. Bebeklik, çocukluk, ilkokul, ortaokul... Sonrasında ben de bu düzeni devam ettirerek lise ve üniversite döneminde çekilmiş olan fotoğraflarımı da albüm yapmıştım. Hepsinin bu evde olduğunu unutmuştum. Aralarında çok rezil olan fotoğraflar da vardı ne yazık ki. "Tamam, şimdi hepsini unut." dediğimde karıştırdığı için kızmadığım için olsa gerek rahatlamış ve minik bir kahkaha atmıştı. Ben onun yerinde olsam ve böyle bir imkânım olsa hiç tereddüt etmeden kurcalardım. Bu sebeple kızamazdım. En azından bana söylüyordu. Ben olsam söylemediğim gibi tek tek fotoğraflarını da çekerdim. Eve gidince Hatice Hanım'a bir albüm olup olmadığını soracaktım kesinlikle. "Asla unutamam!" Gözlerimi yuvarladım. "Üniversitede..." dedi gülmesini durdurabildiğinde ciddileşerek ve gözlerime kaçamak bir bakış attı. "Sanırım ilk yılının yazından, üçüncü yılının sonuna kadar..." Ardından söyleyecekleri onu rahatsız etmiş olacak ki sustu ama ben anlamıştım neyi kast ettiğini. "Evet, o zaman aralığında 2 yıllık bir ilişkim olmuştu." dedim dürüstçe. "İlk-" Duraksadı ve cümleleri kendisi için daha az rahatsız edici bir şekilde seçmek için olsa gerek bir süre düşündü. Bu sürede ister istemez bir miktar gerilmiştim de. "Öncesinde başka bir ilişkin olmadı mı?" Soru sormamış gibi odağını benden ayırarak çayından bir yudum aldı. Aslında bu geçmiş genelde evlenmeden önce konuşulur ve taraflar birbirlerini geçmişleriyle kabul ederdi. Aslında geçmişlerimiz de birbirini ilgilendirmezdi bir yerde ama ben de Beyazıt'ın geçmişini merak ediyordum. Normalde Beyazıt gibi genç, yakışıklı ve zengin bir adamın magazinlerde tek gecelik ilişkileriyle konuşulması beklenirdi ancak Beyazıt uzunca bir süre gözde bekar olmasına rağmen hiç bu şekilde gündeme gelmemişti. En azından araştırdığım kadarıyla yoktu. "Oldu birileri ama uzun süreli değildi. Lisede daha çok kısa süreli ilişkiler yaşıyordum ve sonra bunun..." Duraksadım. Aslında başka bir sebebi vardı ama bunu söyleyemeyeceğim için yerine başka bir şey söylemem gerekiyordu. "En önce kendime saygısızlık olduğunu fark ettim. Zaten lise bitmişti. Üniversite yeni, temiz bir başlangıç oldu anlayacağın..." Geçmişimin kalabalık olmasının ne hissettirdiğini anlamak için gözlerine baktım. Olabildiğince ifadesizdi. "Peki o 2 yıllık ilişkiden sonra biri oldu mu hayatında?" Başımı iki yana salladım. Çınar'dan ayrıldıktan sonra başka da biri girmemişti hayatıma. "Zaten son sene bir yandan da staja gidip geliyordum. Yani kısmen iş hayatına atılmıştım ve önceliğim işim oldu. Sana kadar..." Burada artık önceliğimin değiştiği anlamı da çıkıyordu, Beyazıt'a kadar hayatımda biri olmadığı anlamı da. Kendimin neyi kast ederek söylediğini bilmediğim gibi Beyazıt'ın hangi anlamda anladığını da bilmiyordum ve bu beni bir miktar germişti. Gözlerime ne anlamda söylediğimi anlamak istercesine bakarken nefes alışverişlerimin hızlandığını hissettim. Ancak boşa bakmasındı çünkü cevabı ben de bilmiyordum. Bakışmanın uzayacağını fark ettiğimde konuyu Beyazıt'a yönelttim. "Sen? Olmuştur muhakkak birileri. En uzun ilişkin ne kadar sürdü mesela?" "10 yıl." dedi büyük bir ifadesizlikle. Beyazıt'ın zaten kısa süreli ilişki insanı olmadığının farkındaydım ama asla bu cevabı beklemiyordum. Tabiri caizse ağzım bir karış açık kaldı. "10 yıl?" dedim emin olmak istercesine. "Hafta, ay, gün falan değil? Bayağı yıl?" Tepkime gülerken hafifçe başıyla da onayladı. "Neden ayrıldınız peki? Hayır, 10 yılda olmayan ne olmuş olabilir?" Şaşkınlığımı ve garipsediğimi gereğinden fazla belli ediyordum ama kendime engel olamamıştım. Biriyle 10 yıl geçirsem imkânı yok ondan ayrılamazdım. Ayrıca bu adam 29 yaşındaydı. Bebekken falan mı sevgili oldular? "Yani aslında bu biraz karışık. Yani tek bir olay üzerine ayrılmadık. Bir süreç sonucunda daha fazla sürdüremedik diyelim." Ben kendi 2 yıllık ilişkime uzun ilişki diyordum. 10 yıl nedir ya... Kalbimi bir korku da sarmıştı istemsizce. Ben 10 yıl biriyle birlikte olsam her anıma sirayet ederdi. En basitinden bir kahve içerken bile aklıma düşerdi durduk yere. Hiç bana bakarken acaba o kadını düşünmüş müydü? "Detay?" diyebildim yalnızca buna bozulduğumu anlamaması için olabildiğince kısa tutarak. 10 yıllık bir ilişkisi olmasındansa 10 yılın her bir günü farklı farklı kişilerle tek gecelik ilişki yaşamasını tercih ederdim sanırım. "Babam öldükten sonra halamla yaşamaya başladık. Komşu kızıydı. Yaşıttık. Ben 15 yaşında ergen, babam ölmüş, yeni bir düzen, boşluk... Başta arkadaş olarak takıldık tabii ama sonra sevgili olduk. Arada kavga etsek de anlaşmazlıklar yaşasak da ben üniversiteyi bitirene kadar hemen hemen 7 yıl kadar bir süre iyi bir ilişkimiz oldu. Beraber büyüdük de denebilir. Ama sonra almam gereken sorumluluklar öylece omuzlarıma bırakıldı. Bir yandan bir şirkette çalışıp iş öğreniyorum, öteki yandan diğer işlere ufak ufak giriyorum... Zaten o ilk yıl dahi kendisine zaman ayıramadığım için şikayetçiydi ve dikkatimi çekmek için saçma sapan şeyler yapmaya başlamıştı. Üniversite bittikten bir yıl sonra, iyice işleri öğrenince kalan mirasla kendi şirketimi kurdum. Ozan'la zaten üniversitede tanışmıştık ama asıl bu sırada gerçekten arkadaş olduk. Neyse işte... Sıfırdan bir şirket kurmak ve büyük balıkların arasında küçük balık olmak daha da fazla mesai istedi. Eve bile gitmediğim, şirkette yatıp kalktığım bir dönem dahi olmuştu. Tabii Aslı da daha çok dikkatimi çekmeye çalışmaya başladı. Onu anlamaya çalışarak alttan aldım. Geçirdiğimiz yılların hatırına ikimiz de bitirmemiz gereken bir ilişkiyi inatla sürdürdük. Son damla da bir sarhoşluk anında beni kıskandırmak için başka birini öpmesiyle damladı ve bardak taştı." Ne düşünmem gerektiğini bilemezken bir süre söylediklerini aklımda tarttım. Aslı... "Özlüyor musun onu? Yani ben 10 yıl biriyle birlikte olsam özlerdim..." Gözlerine korkuyla baktım ama Beyazıt başını iki yana salladı. Yalan söylemediğini anlamam için de tüm şeffaflığıyla gözlerimin en içine bakıyordu ve bu hoşuma gidiyordu. "Belki o ilk 7 yılın sonunda ayrılmış olsaydık özleyebilirdim ama şu an hatırımda daha çok o birbirimizi tükettiğimiz son 3 yıl var ve emin ol hiç özlenilesi değil." Rahatlayarak derin bir nefes verdim. Bencilceydi ama o 3 yılın yaşanmasından memnundum. "Ondan sonra başka biri oldu mu hayatında?" Adını söylemekten özellikle kaçındığımı fark etmiş miydi bilmiyordum ama Beyazıt'ın beni adını söylerken dahi duymasını ve kafasında bir yerlerde bizi birleştirmesini istemezdim. "1 yıl önce biri olmuştu ama 1 ay bile sürmedi. Aslı ondan sonra başkasıyla birlikte olmamı yediremeyerek kıza gidip ilişkimizi uzun uzun, ballandıra ballandıra anlattığından bunu kafasına taktı ve en ufak şeyde kendini onunla kıyaslamaya başladı. Haliyle kısa sürdü." Bu masadan kalktıktan sonra Aslı hakkında konuşmamayı aklıma not ettim. Belki beni hayatına biraz zorunlulukla almıştı ama sonrasında bir ilişkisinin daha olması beni mutlu etmişti. Demek ki Aslı'yı unutmuştu. "Bana birinin gelip 10 yıllık ilişkinden bahsetmediğine eminim?" dedim sorarcasına. Yani sevgilisi olmasını kaldıramayan Aslı'nın, bir karısı olduğunu kabullenmesi biraz garipti. "O olaydan sonra sert bir üslupla uyarmak zorunda kaldım diyelim..." diyerek kısaca cevapladığında başımı aşağı yukarı salladım hafifçe. Yani 1 yıl önce görüşmüşlerdi. "Sen?" dedi beklemediğim bir anda. "Senin ilişkin niye bitti?" Beyazıt'ın ki kadar komplike değildi tabii ki. Omuzlarımı indirip kaldırdım. "Maddi durum farkı... Kompleks haline getirmişti ve sık sık bu yüzden kavga ediyorduk. Ben sevdiğim insanlara seveceklerini düşündüğüm şeyleri hediye olarak almaya bayılırım. Hediyenin kendinden ziyade fiyatına bakmak zorunda kalıyordum. Sonlara doğru ona bir kahve aldığımda bile büyük bir sorun haline getiriyordu. Kendime dahi bir şey alırken 'Buna bu para verilir mi?' diye düşünmeye başladığımı fark ettiğimde bitirdim." Toplum normları gereği bir erkeğin bunu sorun haline getirmesini anlayabiliyordum ve bu yüzünden uzunca bir süre alttan almıştım ancak azaltmak yerine dozajını arttırınca da kaçınılmaz sona ulaşmıştık. Ne yazık ki Beyazıt'ın bu ayrılıktan çıkarabileceği bir ders yoktu. Zira kendisi gereğinden fazla zengindi. "Bugün ki planın ne?" diyerek konuyu eski ilişkilerimizden çıkardığında memnun olarak arkama yaslandım ve portakal suyumdan bir yudum aldım. "Önce annem gelip beni öldürmeden Buse'yi alacağım." Hafifçe gülerken gözleri kıyafetimde dolandı. "Sonra?" Bu sorgusunun nedenini anladığımda gözlerimi yuvarladım. Gideceğim yerlere göre elbisem üzerinden benimle tartışacak ya da tartışmayacaktı. "Çıksak iyi olacak!" dedim tersçe. "Sonra burayı toparlaması için eve birini yollarım." diye de devam ettim. Kalkacakken kolumdan tutarak durdurdu. "Önce günlük planını anlat." "Hiçbir şartta üzerimi değiştirmeyeceğim, Beyazıt!" diyerek anladığımı alenen belli etmemle sıkıntılı bir nefes verdi. "Üzerini değiştir, istediğin herhangi bir şeyi yapayım?" Kısa bir an duraksadım. Cazip bir teklifti aslında. Olmaz! Biraz önce 'Hiçbir şartta değiştirmeyeceğim' dedik Dilem. Zaten sürekli sözümüzden dönüyoruz gözü önünde. Az bir kararlı duruş sergile! İçim acıya acıya "Olmaz!" dedim Narenciye'ye hak vererek. "Son kararın mı?" diye sordu 'İyi düşün!' dercesine bir tonlamayla. Aklıma gelen şeyle genişçe gülümsedim. "Peki ama önce şartımı söyleyeyim. Kabul etmezsen boşuna değiştirmeyeyim." 'Buyur...' dercesine elini öne doğru uzattığında gülümsemem büyüdü ve omzumu indirip kaldırdım. "Neon pembe bir gömlek giyeceksin sen de. Ceketle falan kapatmak da yok!" "Ne?" dedi çok büyük bir şaşkınlıkla, doğru duyup duymadığını anlamak istercesine. Gözlerini şaşkınlıkla kırpıştırırken, dudakları da bir miktar aralanmıştı. Şöyle bir hayal edince... Gülmemek için yanağımın içini ısırdım. Ardından da Beyazıt'tan rol çaldım: "Gavat mıyım ben?" Kaşlarımı yalancı bir sinirle de çattım ve başımı 'Hayır, değilim.' dercesine iki yana salladım. "Kocama böyle koyu, ağır renkler çok yakışıyor." Bir yandan da burada başka kıyafeti olmadığı için dün akşamla aynı olan takım elbisesini işaret ettim. "Bırak böyle şirkete onca kadının arasına yollamayı, evden çıkartmam!" Ben sinirinin bozulmasını, kızmasını falan beklemiştim ama Beyazıt'tan daha önce duymadığım kadar büyük bir kahkaha attı başını geriye atarak. Ve şaşkın şaşkın bakma sırası bana geçmişti. En nihayetinde gülmesini durdurabildiğinde az daha sakinleşmek için olsa gerek konuşmaya başlamadan önce bir yudum daha aldı çayından. " 'Neon pembe' gömlek giyince bakmayacaklar mı?" derken hâlâ eğlenen bir ifade vardı yüzünde. Kolunu da dirseğinden sandalyesinin sırt koyma yerine yaslamıştı. Başımı iki yana salladım. "Aksine daha çok bakacaklar ancak o şekilde değil..." Minik bir kahkaha daha atarken başını iki yana salladı onaylamazca. Ardından birden ciddileşti ve bir kez daha başını iki yana salladı. "Kesinlikle kabul etmiyorum." "O zaman üzerimi değiştirmiyorum." dedim ben de omuzlarımı indirip kaldırarak. Bu kez eğlenen ifadesi tamamen dağılmıştı. "Yürü, başımın belası! Yürü!" derken de ayaklanmış ve önden dış kapıya ilerlemişti. "Neon pembe nedir ya?" diye söylenmesiyle de arkasından gülerek kapıya ilerledim ben de. "Elbise de diyebilirdim, gayet insaflı olduğumu düşünüyorum." Bana öyle bir bakış attı ki kahkahamla yer gök inledi resmen. * Annemin kapısını bir tık korkarak çaldım ve ardından da açtım. Kendimi büyük bir azara hazırlayarak arkamdan da kapıyı kapattım ve şöyle bir odaya baktım. Buse yere serilmiş bir örtünün üzerinde çeşitli oyuncaklarla oynarken annem masasında oturmuş ve kapıyı açtığım andan itibaren dik dik bana bakıyordu. Suçlu olduğumun bilinciyle ne derse desin alttan alacağıma dair kendime telkin verdim. Bu sırada beni fark ederek neşeyle "Aba!" diye bağırdığında ona gülümsedim ve öpücük attım. "Aa! Dinozor mu onlar?" dememle de Buse'nin bakışları tekrar dinozorlarına dönmüştü. "Dino, dino, dino..." diye de tek tek tüm dinozorlarını kaldırarak bana göstermeye başlamıştı. Onlarca dinozorunu hiç üşenmeden 'Dino, dino' diye bana takdim etti çokluk ekinden bir haber olduğu için. Neyse ki annem Buse'nin bana göstermesine izin verecek kadar saygılı, çocuğu bölmeyecek kadar düşünceliydi. Tüm dinozorları bittiğinde de oyununa geri dönmüş ve ben de sonuma razı gelerek annemin masasına ilerlemiştim. "Saat kaç?" oldu annemin ilk sorusu bilmiyormuş gibi. Sadece bana alacağımı söylediğim saat ve almaya geldiğim saat arasındaki farkı göstermek için sorulmuş bir soruydu. Sorunun cevabı ise ne yazık ki 1'di. Buradan çıkar çıkmaz Başak'la buluşmalıydım daha. "Zahmet etmeseydin keşke annecim. Zaten akşam Ezgi geliyordu. Annesine verirdim direkt. " Şaşkınlıkla bakışlarım annemin gözlerini buldu. "Bana böyle bir şey söylemedi." "Bana söyledi çünkü!" dedi annem tersçe ve sinirle. "Emrivaki yaparak dün çocuğu bana bırakman yetmiyor, bir de söylediğin saatte almıyorsun, Dilem!" Haklıydı ve ne yazık ki söyleyebileceğim bir şey yoktu. Bakışlarımı ellerime çevirerek söyleyeceklerinin bitmesini beklemeye başladım. "Madem bakamayacaktın, Ezgi'ye de bakamayacağını söyleseydin! Kaç işimi ertelemek zorunda kaldım biliyor musun sen?" "Özür dilerim..." dedim yalnızca ve annem derin sıkıntılı bir nefes verdi. "Dün aramışsın Uğur Bey'i ama yine gitmemişsin randevuna?" Suçlu olduğumun bilinciyle ters bir tepki vermeyeceğimi biliyordu ve bunu tabii ki de kullanacaktı çünkü Yeliz Akçay eline gelen fırsatı asla geri çevirmezdi. "Bu konuşmak istediğim bir şey değil anne." demekten geri durmadım yine de. "Ben de çocuk bakmak istemiyordum ama işte..." Tamamen geçiştirmek için "Haftaya giderim anne..." dedim ancak annem başını iki yana salladı ve sert bir tonla "Yarın!" dedi. "Yarın için sana bir randevu aldım. Bakman gereken bir çocuk da yok hazır. Yarın gideceksin!" "Anne!" diye itiraza girişecektim ancak bana öyle bir baktı ki susmak zorunda kaldım. "Eğer yarın kendin gitmezsen, pazar bir çocuk gibi elinden tutup götürürüm seni!" Yüzüm hepten asılırken başımı aşağı yukarı sallayarak onaylamak zorunda kaldım annemi. Bunun üzerine "Yarın öğlen 2'de orada ol!" dedi sesindeki otoriteyi koruyarak. "Akşam yemeğinde de Buse'yle evde ol." Bir kez daha başımı aşağı yukarı salladım. İyi ki planı daha fazla ertelememiştim. Zira Buse de lazımdı bana. Annem çıkın demek yerine işine döndüğünde kısa bir an tereddüt etsem de sormam gerekiyordu. "Ben aslında sana bir şey de soracaktım..." Annem bunun üzerine bilgisayarındaki bakışlarını bir kez daha bana çevirdi. Yüzündeki hoşnutsuz ifadeyi ise koruyordu. Herhangi bir şey söylemedi ama söylememi istercesine bana baktığında yutkundum. Derin bir nefes aldım. "15 yıl kadar önce... Bir bina patlatılmış, inşaat halindeki bir bina ama bizimki dahil tüm ajanslarda, haber kaynaklarında kendi kendine çöktüğü yazıyor?" Annem bunu sormamı beklemiyor olacak ki başta gözlerinden büyük bir şaşkınlık geçti. Sonrasında ise büyük bir sakinlikle "Sami Bozok olayından bahsediyorsun?" diyerek açıkça söylemesini ise ben pek beklemiyordum. Başımla onayladım yine de annemi. "Neden yalan haber yaptın?" Annem ellerini masasının üzerinden çekerek sandalyesine iyice yaslandı ve tekerlekleri sayesinde biraz kaydırarak iyice yaklaştı. "Ben bu mesleği insanlara bir faydam dokunsun diye seçtim. Arkada dönen, saklanan olaylar, toplumun kirli yüzü ortaya serilsin ve önlem alınsın diye seçtim. Bu haberin doğrusunun kimseye bir faydası olmayacak, aksine iki çocuğun hayatını, hiç değmeyecek biri için karartacaktı. Benden yardım istendi ve onların iyiliği için yaptım." İki çocuk? Baha da Beyazıt da o sırada oradaydı bildiğim kadarıyla. Bahsettiği iki çocuk Beyazıt ve Baha mıydı? Ben Dokuz Buçuk'un direkt babalarını öldürdüğünü düşünmüştüm ama hayır... Dokuz Buçuk yalnızca babalarını öldürebilecekleri ortamı yaratmış ve seçimi çocuklarına bırakmıştı, değil mi? "Babalarını onlar mı öldürdü?" dedim doğrudan. Annem gözlerimin içine bakarken yalnızca minik bir baş hareketiyle onayladı beni. Kanımı donduran asıl şey babalarını öldürmelerinden ziyade o çocuk yaşta buna zorlayan yaşatılanlardı. Kim bilir ne yaşamışlardı da biri 11, öteki 14 yaşında olan iki kardeş, iki çocuk babalarını öldürmek istemişti? Üstelik kardeşlerden biri şu an savcıydı. |
0% |