Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@__kao__

Herkese merhaba...

Metresin Kızı kurgum her nedense yayından kaldırıldı. İçinde uygunsuz bir şey de yoktu aslımda ama sanırsam isminden dolayı oldu.

Kitappadle iletişime geçmeyi denedim ama olmadı.

Yarın başka bir kitap gibi sıfırdan bir kez daha yayınlayacağım. Bu sefer de kaldırılırsa ismini değiştirmeyi denerim.

Eğer yapabileceğim başka bir şey varsa bana iletirseniz mutlu olurum.

Bir de kombin resimleri sizde gözükmüyormuş. Hiç direkt pin olarak kaydetmeyip telefona indiriyordum resimleri ama sizin için bulabildiklerimi link şeklinde yorumlara bırakacağım. Ne kadar farklı şekillerde denersem deneyeyim sizde gözükmüyor her nedense.

En garanti çözüm bu olacak.

Söyleyeceklerim bu kadardı.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

İyi okumalar...

*

 

 

"Kuyumcuda ne yapacağız?" dedi Başak ancak yine de peşime takılıp gelmişti.

"Ben zenginim diye bağırmam lazım. Takı alacağım. Üstümdekiler çok sade."

Varlıklıyım demeden varlıklı olduğumu göstermek ve bir çocuk için tüm servetimi dökebileceğim imajı çizmekti amacım. Vaktim olmadığı içinde ne yazık ki eve uğrayamamış ve Başak'la kuyumcuda bulmuştum kendimi.

"Zengin görünmek için takı mı satın alacaksın?"

Şaşkın sesine aldırmadan elimdeki bebek telsiziyle kuyumcuya girdim. Gerçi başına Fatih'i bırakmıştım ama ne olur ne olmaz diyeydi.

"Tatlım, ben zaten zenginim. Sadece bunu göstermem gerekiyor." dedim alayla. Başak kafayı zengin olmama daha doğrusu kendisinin fakir olmasına takmıştı ve onun bu şaşkınlığı çok tatlı geliyordu tuhaf bir şekilde. Normalde başkası yapsa hoşuma gitmeyecek olan bu tavır, Başak yaptığında beni rahatsız etmiyordu. Onunla böyle uğraşmak da en az Didem'le uğraşmak kadar zevkliydi.

Kuyumcu bana şaşkın şaşkın bakarken ben ona mecburen gülümsemiştim. Ne yazık ki şu an birinin gözünde görgüsüz olmuştum. Keşke içeri girmeden önce söyleseydim. Bu yüzden biraz utanırken söze girmesiyle odağımı kendisine çekti neyse ki Başak.

"Tatlım..." dedi Başak da beni taklit edercesine.

"Bunun için bir takıya ihtiyacın yok. O insanı ezen, üsten bakışın zengin olduğunu belli ediyor zaten."

Başak'a yandan ters bir bakış attım. Bu insanların gözünde gerçekten neden böyle bir imajım vardı?

"Kimseye üsten falan baktığım yok benim!"

Ardından görevliye döndüm Başak'ı yok sayarak. Bir iki kişi dese neyseydi ama giderek bunu söyleyen insan sayısı artıyordu ve artık gerçekten sinirlerimi bozuyordu.

"Böyle ağır ama aynı zamanda da çok abartı olmayan bir şey arıyorum. Bir set olabilir, ayrı ayrı uyumlu parçalar olabilir..."

Görevli başını eğerek onaylamakla yetinmemiş "Tabii efendim..." diyerek sözlü de onaylamıştı.

Bu sırada ben de boynumdaki kolyeyi ve bileğimdeki saati çıkarmaya giriştim. Başak da bu boşluğu değerlendirmişti tabii ki:

"Tam olarak öyle bakıyorsunuz, Dilem Hanım. Her an topuğunuzla ezeceğiniz bir böcekmiş gibi hissettiriyorsunuz kendimi."

Sıkıntılı bir nefes verdim ve tamamen Başak'a dönerek gözlerinin içine baktım.

"Bu kadar kompleksli olma, Başak. Ayrıca herkesin mizacı aynı değil. Kabul ediyorum, soğuk bir mizacım var ama hiçbir zaman kimseyi maddi durumundan ötürü yargılamadım, yargılamam da. Biri sana soğuk davrandığında seni eziyor demek de değil bu."

Çıkardığım takılarımı da çantama atarken Başak'a bakmaya da devam ediyordum. Onu aşağıladığımı düşünmesi bana kendimi kötü hissettirirdi çünkü asla böyle bir amacım yoktu.

"Yani sizden fakirim diye beni hor görmüyor musunuz?"

Bu kız neyin kafasını yaşıyordu?

"Hayır, Başak. Görmüyorum ama sen senden zenginim diye beni o filmlerdeki, dizilerdeki oğullarına fakir gelini yakıştıramayan kaynana olarak görüyorsun!"

Ben sinirle söylemiştim ama Başak benzetmemle içeriyi inleten bir kahkaha bırakmış ve benim de yüzümde belli belirsiz bir gülümseme belirmesine sebep olmuştu. Tüm sinirim uçup gitmişti.

"Modellerimiz bunlar hanımefendi."

Önce gözlerim görevliyi bulmuş, ardından da tezgâhın üzerindeki takılara kaymıştı. Gözüme çarpan ben pahalıyım diye bağıran beyaz taşlı bir seti işaret ettim. Taşları çok büyük değildi ve zarif bir modeldi. İşe giderken falan takılabilirdi en azından. Gerçi pek kullanacağım tarzda bir şey değildi ama şimdilik işimi görse yeterdi.

"Bu olsun..." dedim hızlıca ve adam fiyatını söylediğinde de çantamdan banka kartını çıkardım ve uzattım.

"O kadar parayı verecek misin gerçekten? Öyle ahım şahım güzel bile değil!"

Başak fısıldadığını sanarak bana eğildiğinde ona uyarıcı bir bakış attım ve en önce kolyesini boynuma geçirdim. Bu iş için düş kapanımı bile çıkarmış ve çantama atmıştım bu kız o kadar parayı verip veremeyeceğimi soruyordu.

Görevlinin şaşkın bakışlarını fark ettiğimde hızlıca bileklik ve küpeleri de aldım.

"Kalanını paketleyebilirsiniz."

Görevli bir şey demeden başını sallarken bilekliği Başak'a uzattım. Bana bön bön bakınca "Tutsana iki dakika!" dedim.

"Yok, düşürürüm, kırarım kaybederim falan ben onu imkânı yok ödeyemem."

Bu kızla benim işim vardı. Bıkkınlıkla tezgâhın üzerine bırakmış ve küpeleri takmıştım hızlıca en son bilekliği de taktığımda hazırdım. Bu sırada görevli de minik karton poşete koyduğu içinde yalnızca yüzüğünün kaldığı kutuyu uzattı. Onu ve kartımı da alarak Başak'la birlikte tekrar arabaya ilerledim. Fatih hemen arabanın yanı başında bir kuyumcuyu, bir camdan içeriyi -Buse'yi- gözetliyordu. Yaklaştığımızı fark ettiğinde gözleri tamamen üzerimizde duraksadı.

"Uyanmadı, değil mi?"

"Yok, hayır Dilem Hanım."

*

"Ya, lütfen... Sanırım şu minik pillerden yuttu. Çıkardı gerçi bir tane ama çok nefessiz kaldı. Tıkandı çocuk. Belki hâlâ vardır. Aradım ablamı kimliğini de birazdan getirir. Siz muayene edin. Ücret neyse fazla fazla öderiz..."

Bir yandan da Buse'nin sırtını hafif hafif okşuyordum. Hastaneden nefret ediyordu ve kokuyu alır almaz da ağlamaya başlamıştı zaten. Kıyamaz hemen çıkartırdım ama şu an planımı daha gerçekçi hale getiriyordu. Birazdan da susardı. Yani umarım susardı yoksa dayanamayıp çıkaracaktım buradan.

Görevli stajyer bir bana bir de hâlâ ağlayan Buse'ye baktı.

"Doktor Hanım müsaitse hemen alalım. Gelin benimle."

Stajyeri takip etmeye başlarken bir yandan da Buse'nin kulağına fısıldıyordum:

"Aşkım, hemen çıkacağız buradan. Hiçbir şey olmayacak söz veriyorum ama ağlama tamam mı?"

Buse ne anladı bilinmezdi ama biraz olsun durulmuş ve beni planı iptal etmekten kurtarmıştı. Stajyer önce odaya kendi girmiş ve kısa bir konuşmanın da ardından bize içeriyi işaret etmişti.

"Buyurun!"

Kucağımdaki Buse'yle hemen içeri girdim ve göğsümdeki gizli kameranın kapanmaması için Buse'yi tek kolumla tutmaya başladım.

"Küçük hanımın şikâyeti nedir?" dedi doktor tüm sevecenliğiyle ve ayaklandı.

"Şu küçük pillerden yuttu. Yani çıkardı sanırım ama çok kötü oldu. Hâlâ da var mı bilmiyorum."

Sahte bir telaşla hızlı hızlı konuşmuş, bir yandan da Buse'ye endişeli bir şekilde bakmıştım.

Doktor hanım gülümsedi ve bana sedyeyi işaret etti.

"Kucağınızda küçük hanımla geçin lütfen."

Dediğini yaparak kucağımda Buse'yle sedyeye oturduğumda kadın da eline eldiven giyerek bize doğru gelmişti.

"İlk çocuğunuz mu?"

Sanırım gereksiz evham, çocuk iyi işte falan demeye getiriyordu.

Başımı hafifçe iki yana salladım.

"Benim çocuğum değil, yeğenim. Ablamın kızı."

"O yüzden yanınızda kimlik yok yani?" derken sorarcasına bana bakmış ve tekerlekli taburesini tam önümüzde durdurarak ona oturmuştu.

"Ablamı aradım getirir birazdan." dedim belli belirsiz gülümseyerek. Bunun üzerine kadın da gülümseyerek Buse'ye döndü.

"Şimdi seninle bir oyun oynayacağız tamam mı? Dişlerini görmek istiyorum. Dişlerin nerede biliyor musun?"

Buse dişlerini göstererek ağzını açmış ve minik parmaklarını yalnızca dört tane olan dişlerinin üzerinde gezdirmişti.

"Dis!" dediğinde de ağzındaki parmakları sebebiyle boğuk bir tonla doktor gülmüş ve başını sallamıştı.

"Şimdi bu ışıkla dişlerinin arkasına bakmama izin verir misin? Böyle kocaman aç ağzını."

Bir yandan da nasıl açmasını istediğini kendisi ağzını açarak göstermişti. Buse hemen doktora ayak uydurarak ağzını açtığında da elindeki ışıkla boğazını kontrol etmişti.

"Herhangi bir tahriş gözükmüyor..." diye mırıldandı ve tam da bu anda Buse ağzını kapatarak doktorun elinden ışığı kaptı.

"Tamam..." dedi doktor da.

"Işık senin olabilir ama bir göğsünü de dinlememe izin ver tamam mı? Bunu böyle böyle gezdireceğim."

Bir yandan da Buse'nin korkmaması için olsa gerek kendi göğsünde göstermişti. Buse'nin ise şu an tek odağı elindeki ışıktı.

Bu sayede rahatça Buse'nin bluzunu yukarı sıyırdım doktorun rahatça dinleyebilmesi için. Tam da bu sırada kapı tıklatılmış ve Başak içeri girmişti.

Anında kaşlarımı çattım.

"Ablam nerede?"

Doktor, Buse'nin göğsünü dinlerken bir yandan da gözü bizdeydi.

"Gelemedi, benimle yolladı, Dilem Hanım."

Sinirlenmiş gibi derin bir nefes verdim ve Başak'ın bana uzattığı kimliği elinden aldım.

"Şirketleri, işi kızından daha önemli çünkü değil mi?" dediğimde sitemle Başak da mahcup bir tavra bürünmüştü.

Ben ise iç çekerek Buse'nin saçları arasına bir öpücük bıraktım.

"Benim olman için her şeyimi verirdim, teyzecim..."

Gözlerimi de yalandan doldurmuş ve tam da o anda kazara doktorla göz göze gelmiş gibi yapmış ve hızlıca başımı çevirerek gözümden akan yaşları temizliyormuş gibi yapmıştım.

"Pardon, çocuğum olmuyor da... Olan da böyle kıymetini bilmiyor. Herkes anne baba olmamalı."

"Haklısınız..." dedi doktor hanım ve tabureden kalktı.

"Küçük hanımın nefes alışverişinde de herhangi bir sorun gözükmüyor bu arada. Her şey yolunda gibi. Şimdi gereksiz yere grafi çekmeyelim. Eğer soluk alıp vermesinde bir farklılık, bir şey dikkatinizi çekerse hemen tekrar getirin tabii."

Başımı salladım gülümseyerek ve iç çekerek kucağımdaki Buse'ye baktım bir kez daha.

"Bir de yanlış anlamazsanız..." dedi doktor hanım gözünü boynumdaki kolyeden çekip gözlerime çıkarırken.

"Neden çocuğunuz olmuyor? Hastanemizde çok donanımlı kadın doğum uzmanları var. Belki bir onlarla da görüşmek istersiniz."

Başımı iki yana salladım.

"Rahim kanseri... 1 yıl önce yeni evliyken rahmim alındı. Yani benim için hiç ihtimal yok. Evlat edinmeyi falan da düşündüm aslında ama yaşadığım çevre buna izin vermez. Çocuğumu ezerler evlatlık diye. Eh bir de miras meselesi olur... Böyle bir şeyin açığa çıkmaması da imkansıza yakın. Neden çocuğum olmadığını bilmiyorlar, hatta eşim sadece benim üzerime gelmesinler diye sorunun hangimizden kaynaklı olduğunu bile duyurmadı ama biliyorum o da çok baba olmak istiyor..."

Yüzüme buruk bir gülümseme yerleştirdim. Buraya gelmeden önce doktor bir arkadaşımdan bir hikâye oluşturmasını istemiştim benim için. Doktorun bakışına bakılırsa işe de yaramıştı.

Hâlâ bana bakan doktoru yeni fark ediyormuşçasına silkelendim ve kucağımdaki Buse'yle ayağa kalktım.

"Kusura bakmayın, evdeki herhangi birine anlatmak yasak olduğu için... Biraz birikmiş sanırım. Soran ilk insana döküldüm resmen."

Bundan utanmış gibi de başımı iki yana salladım.

Doktor hanım sorun olmadığını belirtmek istercesine başını iki yana sallarken ben Buse'yi yine tek koluma alarak elimi uzattım kendisine.

"İlgilendiğiniz için teşekkür ederiz."

Kadın ağzını açtı bir şey diyecekmiş gibi ama sonra tekrar kapattı. En sonunda ise "Biraz yalnız konuşabilir miyiz?" dedi.

Kadına önce şaşkın şaşkın baktım ama sonra başımla onaylayarak Başak'a döndüm ve Buse'yi işaret ettim.

"Beni dışarda bekleyin."

Başak hemen kucağımdan Buse'yi kapıp dışarı çıktı. Ben de doktora döndüm.

"Buyurun sizi dinliyorum?"

Ve plan başarılıydı. Direkt kadın doğum uzmanıyla görüşmek yerine, bir çocuk doktoruna geldiğim için kadın benden şüphelenmemişti. Tabii bunda polislerin gerçekten bir çocuk kullanmayacağının etkisi de vardı. Bu sayede bana istediğim şeyleri vermişti, operasyon düzenlenmesini sağlayacak şeylerden bahsetmişti. Geriye sadece gizlice çektiğim bu görüntüleri Baha savcıya vermek ve onun da işlem başlatması kalmıştı. Eh, tabii benim de biraz adliye koridorlarında takılmam gerekiyordu. Haberi sanırım Ayla abla aracılığıyla yayacaktım. Bu seferlik haberi benim adıma Ayla abla yapabilirdi. Tecrübeliydi de.

*

Baha 'Adliyenin karşısındaki kebapçıya gel.' dediğinde kesinlikle yanında birinin daha olmasını beklemiyordum. Hele ki o birinin Yasemin savcı olmasını.

Baha'yla buluşma konusunda da minik bir tereddüt yaşamıştım öğrendiklerimden sonra ama şu an bunu bile düşünemeyecek kadar Yasemin savcıya ters ters bakarak oldukları masaya doğru ilerliyordum.

Birkaç adım kala beni fark eden Baha hızlıca ayağa kalktı ve oturmam için yanındaki sandalyeyi çekti.

"Hoş geldin, aç mısın?"

"Yok!" derken sesimden sinirli olduğum fazlaca belli oluyordu. Benim için çektiği sandalyeye otururken Yasemin savcıya da sırf savcı diye yalandan bir baş selamı vermekle yetinmiştim.

"Buranın havası bana basıyor, hem Buse ve Başak beni bekliyor. Anlaşalım ve ben kaçayım. "

"En azından bir kahve içer misin?" dedi bunun üzerine de Baha yanımdaki yerine otururken. Kendileri çoktan yemek sipariş etmişlerdi ve hatta sonlarındaydılar.

"Sade olsun." dediğimde eliyle garsonu çağırmış ve benim için sade bir Türk kahvesi siparişi vermişti. Bu esnada Yasemin savcıyla göz göze gelmiştik. Onun da benim buradaki varlığımdan rahatsız olduğunu pekâlâ görebiliyordum.

"Konu ne?" dedi Baha bunun üzerine.

"Operasyon başlamadan önce haber vermen, sıcak gelişmeleri ilk bizimle paylaşman, bir kameran ve bir muhabirimizi güvenli sınırlar içinde kabul etmen şartıyla neden söylemeyeyim?" dedim ve genişçe de gülümsedim.

Baha ise gözlerini yuvarladı.

"İstifa ettiğini sanıyordum..." dediğinde omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Ajanstan ettim, meslekten değil!" diye huzursuzca konuşmamla tek kaşı havalandı.

"Oradaki biz kim oluyor peki? Annene karşı kendi ajansını mı kuruyorsun?"

"Haberi Ayla abla yaptı gibi düşünebilirsin." dedim kısaca. Yasemin'in bakışları altında Beyazıt'la olan konuşmalarımızdan bahsedemezdim. Net bir karara varana kadar böyle takılabilirdim.

"Peki ama diğerleri için gizli bilgi olmasını uygun gördüğüm şeyler sizin için de gizli bilgi olur. Haberin olsun."

"Anlaştık!" dedim neşeyle ve çantamdan babanın ifadesinin olduğu ses kayıt cihazıyla, doktorun anlattığı görüntüleri aktardığım belleği çıkardım.

"Bir hastane, fakir ailelerin yeni doğmuş bebeklerini ve hatta daha hamileyken doğmamış bebeklerini ve yine hatta ki bunun için sperm bankaları aracılığıyla sırf satmak için hamile kalan kadınlardan, ailelerden satın alıp zengin ailelere satıyor. Daha önce çocuklarını bazı sebeplerden ötürü satmış ama sonra pişman olmuş bir aile ulaştı bana. Burada ses kaydı olarak ifadeleri var ama tabii gelip bizzat ifade vermeye de gönüllüler. Avukatları Başak Yılmaz aracılığıyla ulaşabilirsin. Doktorun bana açık açık teklif ettiği görüntü de bellekte. Kesin bir kanıt olmaksızın bebeğini satmış veya bir bebek satın almış ailelerin listesi de bellekte. Araştırırsınız. Ani bir baskınla da benim ulaşamadığım ve de ulaşamayacağım belgelere de ulaşabilirsiniz eminim ki. Haber yazım hazır. Siz baskına başladığınızda, internete yüklenecek."

Hızlı hızlı açıkladığım için kuruyan boğazımı ben konuşurken kahvenin yanında gelen küçük suyu kafama dikerek ıslattım ve ardından da hızlıca kahvemden bir yudum aldım.

Ayaklandığım sırada Baha "Ateş almaya mı geldin, kahveni bitirseydin?" diyerek itiraza girişti ancak geçebilmem için de ayağa kalkmıştı.

"Yok, savcım." derken geldiğimden beri tek kelime etmemiş ve suratsız bir şekilde bizi izleyen Yasemin'e göz ucuyla baktım.

Baha'ya da sinirle dönmüştüm bunun üzerine. "Buranın havasından hoşlanmadım, kahve için de teşekkür ederim."

Baha asıl meselenin Yasemin'in varlığı olduğunu anlamasıyla zorlamadan başını aşağı yukarı salladı.

"Akşam konuşuruz, yenge."

Başımı iki yana salladım.

"Muhtemelen akşam evde olmayacağım... Buse'yi annesine teslim edeceğim."

"Gidiyor mu zilli?" dediğinde buraya geldiğimden beri ilk kez içten gülümseyerek başımla onayladım.

"Neyse sonra görüşürüz..." diyerek Baha'nın omzuna hafifçe vurdum ve sandalyenin sırt kısmına astığım çantamı da alarak çıkışa ilerledim Yasemin'e herhangi bir nezaket eylemi gösterme gereği görmeyerek.

*

"Ben de gelebilir miyim?"

Sorusuyla kısa bir an şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Beyazıt'ı, gece burada kalacağımı söylemek için aramıştım ama bu tepkiyi pek beklemiyordum doğrusu.

"Buraya mı?" diye de sordum emin olmak istercesine. Zira anneme çok da meraklı olmadığına emindim ve buraya gelmek istemesi içimde bir yerleri kıpır kıpır etmişti.

"Evet, sorun olmayacaksa... Hem Buse'yle de vedalaşmış olurum."

Ezgi ve Buse'nin hemen gideceğini sanmıyordum ama yine de bunun hakkında bir şey demedim.

"Gel tabii..." diyebildim sadece. Şimdi yemekten kalkmıştık ve ben Beyazıt'ı aramak, burada kalacağımı haber vermek için bahçeye çıkmıştım.

"1 saate oradayım." dediğinde göremese de başımı aşağı yukarı salladım. Kısa bir görüşürüz faslının da ardından telefonu kapatmış ve salona geri dönmüştüm.

Ezgi'nin ayaklarını uzatarak yarı yatar pozisyonda olduğu koltuktan en uzaktaki berjere geçip oturdum. Onunla kasıtlı bir şekilde ilgilenmeyerek elimdeki telefona verdim ilgimi.

"Bana trip atmayı bırakır mısın? Sana kendi canımdan daha değerli bir şeyi emanet ettim. O stresi, paniği kızıma geçirmeni istemedim..."

Evet, kimseye söylemeden ameliyat olmuştu resmen. Bu telefonlarımı açmaması gibi birçok şeyi de açıklıyordu. Ameliyat olduğu ve artık kafasında büyük bir tümör olmadığı için mutluydum ama bunu benden saklaması hoşuma gitmemişti. O ameliyat masasında kalabilirdi de...

Hemen bu düşünceyi kafamdan uzaklaştırdım.

Tekrar telefonumla ilgilenmeye çabaladım ama bunu daha fazla yapamayarak sitemle Ezgi'ye döndüm.

"Hadi biz tamam. Senin kocan olacak adam nerede? O niye yanında değildi? Ve ameliyat olmama konusunda oldukça kararlıydın. Fikrini ne değiştirdi?"

Hızla sıraladığım sorularla iç çekerken kucağında göğsüne yaslanmış ve günler sonra anne kokusuna kavuşarak uyuyakalan Buse'ye baktı. Annesini gördüğünde öyle bir sevinmişti ki başındaki bandajı ancak dakikalar sonra sormayı akıl edebilmişti.

Salonda bizden başka kimse yoktu şu an. Annem, Ahmet abi ve Didem yukardaki salonda bir konuşma gerçekleştiriyorlardı. Didem annemle hâlâ konuşmuyordu. Ezgi için gelmiş ve benimle geri dönecekti. Ahmet abi ısrar edince konuşmayı kabul etmek zorunda kalmıştı sadece.

"Eğer bana bir şey olsaydı... Kızımı, babasına bırakamazdım."

Dile getiremediği şeyi anlarken ağzım da şaşkınlıkla açılmıştı.

"Başka biri mi var hayatında?" dedim bunun olmamasını dilercesine.

Göz yaşını saklamak istercesine burnunu Buse'nin saçları arasına gömerken başıyla da belli belirsiz onaylamıştı.

"Orospu çocuğu!" diye inledim. İçimden Erdem'e saydırmaya devam ederken ne diyeceğimi de bilmiyordum. Onu ilk gördüğüm yerde öldürecektim. Öfke tüm damarlarımda kol geziyordu şu an.

Ezgi başını Buse'nin saçları arasından kaldırdı ve acı acı gülümsedi.

"Yeliz ablayı dinleyecektim, Erdem için uzun ilişki insanı değil, ciddi düşünme, demişti ama ben dinlemedim onu."

Ağlamaya da başladığında hızla oturduğum yerden kalkarak Ezgi'nin uzandığı koltuğun köşesine oturdum ve Buse'ye dikkat ederek kollarımı Ezgi'ye doladım.

"Benden ayrılacakmış ama hastalığımı öğrenince yapamamış. Diğer kadına gitmek için resmen ölmemi bekliyor!"

Ezgi'nin yüzünü avuçlarım arasına aldım ve başparmaklarımla göz yaşlarını sildim.

"Yeliz ablayı dinleyecektim!" dedi bir kez daha inlercesine.

"Bildiğini biliyor mu?" diye sordum kendimi sakin kalmaya zorlayarak.

Başını iki yana salladı.

"Sadece seni ziyarete geleceğimizi söyledim ve sorgulamadı bile. İşine geldi! Şu an bile o kadının koynunda olabilir!"

"Boşanacaksın, değil mi?" diye sordum biraz da korkuyla. Buse için ölümü bile göze almışken mutsuz olacağı bir evliliği sürdürme ihtimali de vardı.

"Bilmiyorum!" dedi ve elini yüzüne kapatarak hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Buse uyanmasın diye onu Ezgi'nin kucağından aldım ve diğer koltuğa yatırarak etrafına yastıklar dizdim önce. Sonra da Ezgi'nin yanına dönerek ona sıkıca sarıldım.

Ne zaman geldiğini bilmediğim annem ise koltuğun sırt koyma yerine oturdu ve yüzüne bakmasını istercesine elini Ezgi'nin omzuna yerleştirdi.

Ezgi başını omzumdan kaldırıp da anneme baktığında annem en önce gözündeki yaşları sildi ve o otoriter tavrına büründü.

"Öncelikle ne kadar çok ağlarsan o kadar çok başın ağrır ve ben o şerefsiz için acı çekmeni istemiyorum! O yüzden hemen ağlamayı kesiyorsun!"

Ezgi ağlamayı kesse de hâlâ bakışları ağlamaklıydı.

"Ayrıca bilmiyorum diye de bir şey yok! Boşanacaksın! Mutsuz bir anne, mutsuz bir çocuk demek. Hem kendin hem Buse için boşanacaksın! Seni tanıyorum ve bunu sindiremeyeceğini biliyorum. Bir kez olsun biriniz sözümü dinleyeceksiniz ve boşanacaksın!"

Annemin sesi itiraz kabul etmeyeceğini fazlaca belli ediyordu ve hak veriyordum. Boşanmalıydılar. Ayrıca bugün annemin ipleri sıkı sıkıya elinde tuttuğu da gözümden kaçmamıştı.

"Yarın ben şirketten bir avukat getiririm eğer istersen, ona vekalet verirsen davayı açarız." Ahmet abi de gelmiş ve tam oturduğumuz koltuğun karşısındaki berjere oturmuştu. Sesi anneme nazaran daha yumuşak ve kararı tamamıyla Ezgi'ye bıraktığını belirtircesineydi.

Ezgi'nin gözlerinden kısa bir tereddüt geçti ancak annemin bakışlarını gördüğünde başını aşağı yukarı sallayarak onayladı. Gözünden akan bir damla yaşı da hızlıca sildi.

"Tamamen iyileşip, dava sonuçlanana kadar da burada kalıyorsun."

Annemin sesi itiraz istemezcesineydi ve yalnızca bir bakışıyla Ezgi'nin tüm itirazlarını ağzına tıkmıştı.

Tam bu sırada kapı çaldı. Buse de kapı sesine olsa gerek kıpırdanmıştı.

"Kim bu saatte?" diyerek Ahmet abi ayaklanacaktı ki bir el hareketiyle oturmasını işaret ettim.

"Beyazıt gelecekti, ben bakarım."

Annemin bakışları sorguyla bana dönerken gözlerimi kaçırarak hızlıca oturduğum yerden kalktım ve kapıya ilerledim. Beyazıt ne yazık ki yine aile dramamızın ortasına düşecekti.

Derin bir nefesin ardından kapıyı açtığımda yorgun yüzüyle karşılaştım. Fazlasıyla yorgun gözüküyordu gerçekten. Çok mu çalışmıştı?

"Hoş geldin..." derken gülümsemiş ve çıkardığı montunu alarak askılığa asmıştım.

"Hoş buldum..." derken o da tüm yorgunluğuna rağmen gülümsemişti.

"Yorgun gözüküyorsun?" dedim doğrudan ve de sorarcasına.

"Yalnızca biraz..." diyerek üzerime eğildi ve birinin gelebilme ihtimaline karşın hızlıca dudaklarıma bir öpücük bırakarak geri çekildi. Gözüm ellerine kaydığında aklıma bir kez daha henüz çocukken babasını öldürdüğü gelmişti.

Bakışlarım gözlerine çıktığında orada yaralı bir çocuk aramaya koyuldum ama daha çok koyulaşan gözlerinde tutku vardı. Kendisi anlatmadan böylesine travmatik bir konuya değinmek istemiyordum. Gözlerinden kopamazken beni kendime getiren şey Buse'nin salondan gelen neşeli bağırtısı olmuştu. Sanırım zil sesine uyanmıştı.

Bizi salona doğru yönlendirdim.

"Önceden uyarayım: Ezgi kimseye haber vermeden ameliyat olmuş. Biri daha şaşkınlık belirtisi gösterirse sinir krizi geçirebilir."

Bildiğim kadarıyla Ezgi'nin ameliyatı başarılı geçince kendisine refakat eden arkadaşı Ezgi'nin isteği üzerine annemi arayıp haber vermişti. Yani annem 2 gündür biliyordu ama zor bir ameliyat olduğu ve birkaç gün gözetim altında tutmak istedikleri için bugün taburcu olabilmişti. Buse'nin kendisini hastanede, serumlarla falan görmesini istemediği için de bana haber verilmemişti.

Beyazıt salona ilerlerken söylediklerime şaşırsa da kısa bir sürede bunu ifadesinden silmişti.

Beraber salona girdiğimizde en önce Buse fark etmişti bizi. Uyku sersemliğini üzerinden çabuk atmış gibiydi.

Zira heyecanla kucağında durduğu annesine Beyazıt'ı işaret etti ve "Abi!" diye neşeyle bağırdı.

Sonra da Beyazıt'a döndü ve elini annesinin iki göğsünün arasına koyarak annesini işaret etti ve "Ani!" diye bağırdı bu kez de. Sanırım ikisinin tanışmadığını düşünüyordu ve kendince tanıştırmıştı.

"Annene kavuşmana çok sevindim." diyerek en önce Buse'ye gülümsedi Beyazıt. Ardından da Ezgi'ye döndü. Bakışları kısa bir an başındaki sargıda duraksasa da çok bakmamaya özen göstererek doğrudan gözlerine baktı.

"Geçmiş olsun..."

Ezgi de burukça gülümserken başıyla onaylamış ve de "Teşekkür ederim..." diye eklemişti.

"Hoş geldin..."

Annemin söylemiyle Ahmet abiye ve anneme de saygılı bir şekilde başını eğerek bir selam vermiş ve "Hoş buldum..." demişti.

Bu sırada Ezgi'nin kucağından yere inen Buse paytak adımlarla ikili koltuğa oturan bize doğru gelmeye başladı. Bir eliyle benim öteki eliyle Beyazıt'ın dizinden destek alarak koltuğa çıkmayı başardığında neşeyle bir çığlık attı önce.

Ardından da kendini alkışladı ve beklenti dolu gözleri diğer herkeste tek tek gezindi. Hepimiz mecburen kendisini alkışladığımızda zorla yaptırmamış gibi bir de neşeyle tekrar gülmüş ve kendini koltukta geriye atmıştı. Uyku ve annesine kavuşması işe yaramış, enerjisi yerine gelmişti çocuğun.

Sonra birden gülmeyi kesti ve iki elini doğrudan kendisine ilgiyle bakan Beyazıt'ın dizlerine yaslayarak dizleri üstünde doğruldu ve gözlerine bakarak o yokken neler yaptığımızı anlatmaya başladı. Ancak ben anlamasam da annesi, Ezgi'ydi ve kızını benden daha iyi tanıyordu.

Çatık kaşlarıyla doğrudan bana "Ne doktoru?" diye sorduğunda bir an kalakaldım. Buse bana göre sadece anlamsız kelimeler çıkarmıştı ama sanırım o kadar da anlamsız değildi kelimeleri.

"Doktora mı götürdün?" diye devam ettiğinde de doktora söylediğim yalana sığındım.

"Bir ara çok öksürdü, nefes alamadı. Görmeden ağzına bir şey mi attı diye götürdüm ama sadece kendi tükürüğü kaçmış."

Ezgi derin bir nefes verdiğinde ben de verdim. Normalde Ezgi'ye gerçeği söylerdim. Buse'yi tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamıştım. Başak'ta da bir kulaklık vardı ve olası bir durumda kapıdaki korumaları gönderebilmek için bizi dinliyordu. Şu an gerçeği bilmemesi gereken kişi Beyazıt'tı.

"Aç mısın bu arada, Beyazıt?" diyerek annem tam zamanında araya girmişti. Buse ise Beyazıt'ın kendisini dinlemeyi bırakmasına sebep olduğu için anneme ters ters baktı.

"Aniani, no!" diye de atıldı zaten Beyazıt'tan önce. Ve evet anneme, anneanne diyordu.

"Aç değilim, Yeliz Hanım." diyerek de hemen Buse'nin arkasından cevaplamıştı.

"Ama karşılıklı bir kahve içeriz bence?" diyerek bu sefer Ahmet abi Beyazıt'a soru yönelttiğinde Beyazıt da "Kahveye hayır demem." diyerek gülümsemişti. Ahmet abi ve annem bana döndüğü sırada ben Buse'ye dönmeye hazırlanıyordum. Ne yazık ki geç kalmıştım.

"Sanırım kahveleri ben yapıyorum..." derken çaresiz bir kabullenişle sıkıntılı bir nefes vermiş ve ayağa kalkmıştım. Annem yatılı çalışandan hoşlanmadığı için Gülay abla sabah erkenden geliyor akşam yemeğini hazırladıktan sonra evden ayrılıyordu.

"Sade..." dedi Beyazıt bıyık altından gülerek. Daha yeni önümüzdeki bir yıl boyunca su almak için dahi mutfağa girmeyeceğime dair yemin etmiştim. Ne hoştu öyle!

Beyazıt'a ters bir bakış atarak mutfağa doğru yol alırken Narenciye beni bir yoklamıştı:

Acaba şu içemediği tuzlu kahveyi şimdi mi içirsek, Dilem?

Bu fikir kısa bir an için aklıma yatmıştı aslında ama sonra yorgun görüntüsü aklıma gelince vazgeçmiştim. Daha az yorgun olduğu bir zaman yapardım artık.

Cezveye bir fincan yardımıyla ölçtüğüm suları koymuştum bile, tatlı kaşığıyla kahveyi de koyarken annem geldi mutfağa.

Omzumun gerisinden kısa bir an ne yaptığına baksam da tekrar işime dönmüştüm. Kahvenin yanına koymak için kendisinin yaptığı sağlıklı meyve toplarından çıkarıyordu.

"Burada mı kalacak Beyazıt da?" diye sorduğunda başımla onayladım. Yani şu saatte eve geri dönmek için gelmediğini varsayıyordum.

"Misafir odasını ayarlayayım mı?" dediğinde "Yok ya, benim odama sığarız." diyerek bir miktar boş bulundum. Benim odama ikimizin de sığabileceğinin farkındaydı, bu soru birlikte kalıp kalmadığımızı anlamak içindi.

Cezveyi ocaktan aldığım sırada görmesem de annemin hoşnutsuz ifadesi gözümün önünde canlanmıştı bile.

Kahveleri fincanlara pay edip ada tezgâha -anneme- döndüğümde kısa bir an gözlerime baktı.

"Umarım korunmamak gibi bir aptallık yapmıyorsundur!" dediğinde kaşlarımı çattım.

"Anne!" dediğimde uyarırcasına, sert bakışlarını gözlerime sapladı adeta.

"Bunu senin için söylüyorum! Böyle bir adamdan çocuk yapamazsın!"

Korunuyordum ama bu annemin bilmesi gereken bir şey değildi, dahil olabileceği bir şey de değildi.

"Anne bunları seninle konuşmayacağım!" dedim sertçe ve tabaklara koyduğu meyve toplarını da tepsiye yerleştirerek içeri doğru yol aldım.

*

"Odan..." dedi ve kısa bir an odama şöyle bir bakış attı.

"Gereğinden fazla pembe." dedi en sonunda. Garipsemesini anlayabiliyordum. Şu zamanlarda pembe çok da tercih ettiğim bir renk değildi.

"Ne yazık ki annem 7 yaşındaki bir çocuğa odasının rengini soracak kadar saygı duyuyordu."

Ki bu iyi haliydi. Hem duvarların büyük bir kısmını düş kapanları kaplıyordu hem de lisede şu anda da burada bulunan düz beyaz mobilyalara geçiş yapmıştım. 7 yaşındayken hem duvarlar hem mobilyalar pembeydi ve liseye kadar da o odayı kullanmak zorunda kalmıştım.

Beyazıt, Ahmet abiye ait olan pijamayla örtüyü kaldırarak yanıma uzandı. Annem elbette ki bir tişört de vermişti ama Beyazıt her zamanki gibi kullanmamayı tercih etmişti.

"Ezgi..." dediği sırada ise ben çoktan göğsüne doğru sokulmuştum. Alışkanlık olmuştu artık. Zaten ben uzakta yatsam da gelip bana hareket alanı bırakmayacak şekilde sarılıyordu.

Sorgu dolu bakışlarımı yüzüne çıkardığımda o da başını eğmiş bana bakıyordu.

"Neden bunu tek başına yapmayı tercih etmiş? Eşi bile bilmiyor anladığım kadarıyla."

"O-"

Erdem için tam küfür edecekken bunun Beyazıt'ı rahatsız ettiğini hatırlayarak dilimi ısırdım. Annesinin hayatının bir döneminde seks işçisi olması ve bu yüzden birilerinden laf yemek kolay olmasa gerekti. Gerçi bunu bana o şerefsiz amcası söylemişti. Yüzde yüz doğru varsayamazdım ama Beyazıt'ın küfür ettiğimdeki tepkisini düşününce yüzde yüz yalan da diyemiyordum.

"O şerefsiz yüzünden zaten!" diyerek de bir u dönüşü yaptım.

"Aldatmış kızı!"

Beyazıt'ın kaşları şaşkınlıkla havalandı. Ben ise söylenmeye devam ettim.

"Ama annem gerçekten uyarmıştı Ezgi'yi. Onaylamadığını belirterek kararı Ezgi'ye bırakmıştı. Gerçekten de onaylamadığı herhangi birinin herhangi bir hayrını görmedik şu güne kadar. Kadın ne dese çıkıyor. Çok sinir bozucu!"

Annem gerçekten erkeklerden anlıyordu. Ahmet abiyle çok imrenilesi bir evlilikleri vardı. Mesela annem çok dindar bir insan olmamasına rağmen sırf Ahmet abiye saygısından ve onu yalnız bırakmamak, destek olmak için oruç tutardı. Sonra Ahmet abi sırf annem bir kitabı bitirince onun hakkında birileriyle konuşmayı seviyor diye kitap okumayı sevmese de annemin okuduğu kitaplardan elinden geldiğince okurdu. Ki bunlar sadece şu an aklıma gelen örneklerdi. Bunlar bile aslında annemin sözünü dinlememiz gerektiğini gösterirdi bize ama ne yazık ki biz uslanmıyorduk.

"Annen beni de onaylamıyordu, değil mi?" diye sorduğunda çattığım kaşlarımla içimden Erdem'e sövmeyi bırakarak Beyazıt'a döndüm. Bir süre tek kelime edemeden gözlerimi kırpıştırarak öylece gözlerine bakakaldım. Evet, annemin Beyazıt'ı onaylamadığı bir gerçekti ancak ben bunu bu niyetle söylememiştim.

"Be-" diye açıklamaya girişecekken işaret parmağını dudaklarıma bastırarak susturdu beni. Gözleri yatak örtüsünün desenlerinde geziniyordu.

"Bunu kast etmediğinin farkındayım..." Hafifçe çıkmış sakalını okşadı yavaşça. Düşünceli bir hali vardı. Bir şeye karar vermeye çalışıyor gibi. İçinde bir savaş vardı sanki.

"Evet, ikimizin de kısmen hür iradesi dışında gerçekleşen bir evlilik ama ben pişman, mutsuz ya da bunun için üzgün değilim..."

Bana hitaben konuşuyordu ancak gözleri hâlâ bende değildi. Hatta gözleri gözlerime daha kolay değsin diye biraz göğsünden de uzaklaşmıştım.

Hızlanan kalp atışlarımızı duymasın diye olmasın sakın o, Dilem...

Evet, bir de öyle bir gerçek vardı. Zira şu an kalbim göğüs kafesimi delmeye yemin etmiş gibiydi.

En sonunda gözleri gözlerimi buldu ve kalbim mümkünmüş gibi daha da hızlandı. Yavaşlaması ve Beyazıt'ın duymaması için daha yavaş nefes almaya çalıştım hatta.

"Eğer sen de istersen... Anneni bir kez olsun haksız çıkarmak isterim..."

Sonra birden garip bir şekilde Beyazıt da heyecan yaptı. Alenen dili dolandı.

"Yani diyorum ki... Yani..."

Dili dönmeyince el kol hareketleriyle anlatmak istercesine hareketleri hızlanmıştı ancak sonra birden durdu. Ben devam etmesi için öylece melül melül bakarak beklerken ensemden tutup beni kendine çekti ve dudaklarıma hararetle kapandı.

Zevkle karşılık vermek istedim, bu hararetli öpüşüne aynı şekilde karşılık vermek istedim ama bu kez de bedenimi bambaşka bir panik dalgası sardı.

Normal şartlarda kolay kolay zarar vermeden üzerimden itemeyeceğimin farkındaydım ama böyle bir şey beklemediği için boş bulunmuştu. Neredeyse yataktan düşürecek kadar sert bir şekilde itmemişim gibi kendimi de nefes nefese geri çektim.

"Olmaz..." dedim. Ben bunu bambaşka bir şey için dedim ama gözlerindeki afallama bana Beyazıt'ın bambaşka bir şekilde anladığını söylüyordu.

Bir elim kalbimin üzerinde, diğer elim Beyazıt'a doğru onu uzak tutmak istercesine havaya kalkmıştı.

Biraz olsun kendime gelebildiğimde bakışlarım daha dikkatli bir şekilde Beyazıt'ı buldu. Göz göze geldiğimizde hayal olduğunu düşündürecek kadar kısa bir sürede gözlerindeki hayal kırıklığını, büyük bir ifadesizlikle maskelemişti.

"Yani ona olmaz değil, yorgunum. Bu gece olmaz..." diyerek neye hayır dediğimi anlamasını istedim. Beyazıt ise konuyu tamamen dalgaya aldı.

"Başın da ağrıyor mu?"

Alayı bile soruyla adamın, Dilem...

Dudaklarımı ıslatırken uyuyacağımı belirtircesine yatakta kayıp yatar bir pozisyona geçtim.

"Gerçekten yorgunum..."

Yorgundum ama yorgunluğum o hararetli öpüşmeye hayır diyecek kadar değildi. Sadece burada olmazdı. Bu evde olmazdı...

"Sadece öpecektin..." derken birkaç saniyeliğine maskesini bir kez daha indirmişti.

Benden beklentisi öpüşmeyle bunu kabul ettiğimi belirtmemdi. Kabul ettikten sonra durdurmazsam elbette ki bir öpüşmeyle kalmayacaktı ama öpüştükten sonra durdurup yorgun olduğumu söyleseydim buna saygı duyacağını belirtmişti.

"Özür dilerim..." diye belli belirsiz mırıldanırken gözlerimi görmemesi için ona arkamı döndüm ve cenin pozisyonuna benzer bir pozisyon aldım. Şu an kendimi toparlamam gerekiyordu. Evimize gittiğimizde teklifini kabul ettiğimi hem şu an beklediği gibi öpüşmeyle hem de dilimle söylerdim ama şu an olmazdı.

*

07.03.2023

Sabah gözlerimi gördüğüm kâbusla araladığımda büyük bir eksiklik hissetmiştim. Hayır, bu eksiklik kâbusun getirisi değildi. Bedenime sarılı kollar yoktu...

Gördüğüm kâbusun dahi aklımdan çıkmasını beklemeden evden çıkmamış olmasını dileyerek yataktan fırlayacakken Beyazıt'ı odamda kitaplığımı incelerken buldum. Gitmeye oldukça hazır bir şekilde dünkü takımını geri giymişti. Elinde bir kitabı tutarken dikkatle inceliyordu.

Bu biraz olsun beni rahatlatırken biraz önceki acelemin aksine bacaklarımı uyuşuk uyuşuk sallandırdım yataktan ve o şekilde kâbusun etkisinden çıkmak için birkaç saniye kendime zaman verdim.

Biraz olsun kendime gelebildiğimde bakışlarım önce hemen tepemizde asılı duran düş kapanına döndü.

"Neden bu evde bir işe yaramıyorsunuz?" diye mırıldandım kendimin bile zar zor duyduğu bir sesle.

Kâbus yüzünden terlemiş olduğumu ise üzerimdeki örtüyü kenara attığımda ancak fark ettim.

Beyazıt anlamamalıydı. Zaten Emir konusunda bir şeylerin yolunda olmadığının farkındaydı ama bunu anlamamalıydı. En azından şu an için anlamamalıydı. Gerçi annem bile anlamamışken Beyazıt nasıl anlayacaksa?

Şu an tamamen kocama odaklanmalıydım. Bana alenen gerçek bir ilişki teklifinde bulunmuştu resmen ve ben onu kırmıştım.

Yanına yaklaştıkça baktığı şeyin kitap değil de günlüklerimden biri olduğunu fark etmiştim. Günlüğü elinden alacakken bana hafifçe arkasını dönerek günlükle beraber elini havaya kaldırmış bir yandan okumaya devam ederken alenen benden kaçırmıştı.

"Ya!" diye huysuzlanırken elini tutup aşağı çekmeye çalıştım ama diğer eliyle belimden tutup beni uzaklaştırdı.

"Ya versene şunu! İnsanların günlükleri okunmaz! İzinsizce hiç okunmaz!"

Söylenmelerimi gram umursamadan sayfa bitene kadar bir eliyle günlüğü benden, diğer eliyle beni günlükten uzak tuttu. Ne zamanki sayfa bitti o zaman kapatarak bana uzattı.

Elime alır almaz bunun son günlüğüm olduğunu anladım. Zira sayfaların yarısından çoğu kullanılmamıştı çünkü ansızın günlük tutmayı bırakmıştım. Bir şubat ayında... 11 yıl önce...

Ben başlarda bir yeri okuduğunu sanıyordum ama hayır o yazdığım son sayfayı okuyordu.

"Okuma yazmayı öğrenir öğrenmez günlük tutmaya başlamışsın resmen, neden birden bıraktın?" Sesi şüphesini bana fazlaca geçiriyordu.

"Sınav!" diyerek aklıma gelen ilk yalanı attım. Liseye geçmek için hazırlandığım yıla denk geliyordu neyse ki.

"Özel okula gideceğin belli olmasına rağmen mi?" dedi inanmadığını alenen belli ederek.

Bunun üzerine ise karşı atağa geçtim.

"Ya dün albümlere bakmana bir şey demedim diye mi bu? Ne hakla günlüğümü, hatta günlüklerimi okursun?"

Kaşlarım çatılmıştı ve biraz da buna gerçekten sinirlenmiştim.

Benden cevabını alamayacağını fark ettiğinde o da başka bir yola başvurdu. Konuyu değiştirmek...

"Her güne manşet atmandan ta o zaman belliymiş gazeteci olacağın..."

Hafifçe gülümsediğinde gözlerimi yuvarladım.

"Günlüğün amacı anıları saklamak. Başlığı okuyorum, o günü hatırlıyorsam kalanını okumama gerek olmuyor. İstediğim anıyı da daha kolay buluyorum."

Yine de Beyazıt'a açıklama yaptığıma inanamıyordum. Beyazıt ise beni şaşırtmayarak keyifli bir kahkaha atmış, benim de sinirlerimi daha çok bozmuştu. Onu bir daha bu eve almayacaktım, hele ki bu odaya.

Beyazıt'a kasıtlı bir şekilde dirsek atarak itekledim ve kitaplıkla arasına girdim. Hoşnutsuzlukla bu günlüğümü de diğer günlüklerimin yanına yerleştirirken elimin çarpmasıyla anı kutusunu da düşürmüştüm.

Homurdanarak yere eğildim ve bu kez de kutuyu toplamaya başladım.

Elimin üstünde bir el hissettiğimde başımı kaldırdım ve tıpkı benim gibi toplamak için eğilmiş Beyazıt'la göz göze geldim. Ancak o zaman göz altlarındaki uykusuzluktan kaynaklı halkaları fark edebilmiştim.

Tüm gece uyumamıştı değil mi? Benim yüzümden uyumamıştı. Muhtemelen odamı karıştırmaya da can sıkıntısından başlamıştı. Zira tanıdığım Beyazıt sabahın ilk ışıklarıyla makul bir saatte giderdi ancak günlüklerim ilgisini çekince sonuna kadar okumak için kalmıştı.

Ben sıkıntılı bir nefes verirken "Ben hallederim..." diyerek elimdeki biletleri alarak anı kutusuna koydu ancak sonra her ne olduysa toplamayı bırakarak kutunun içinden pelüş tavşanı çıkardı. Beyaz tavşanın el yapımı olduğu belliydi.

"Bunu nereden buldun?" dedi şaşkın şaşkın bir bana bir avucundan dahi küçük olan tavşana bakarken. Ben de bu şaşkınlığına şaşarken bilmem dercesine dudaklarımı büzdüm.

"Benim o. Bebeklikten kalma bir şey."

Bebekken onu avucumun içinde sıkı sıkıya tutmadan asla uyumazmışım.

"Bebeklikten?" dedi şaşkınlıkla. Yüzündeki ifade o kadar garipti ki hiçbir anlam veremiyordum. Pelüş bir tavşandı alt tarafı. Ne bu kadar ilgisini çekmiş olabilirdi ki?

"Beyazıt iyi misin?" dedim bu hali beni bir miktar da endişelendirirken.

"Nereden aldınız peki?" dedi bu kez de. Ancak sorusu daha da garipti. Bebeklik demiştim. En az 22 yıl öncesi. 22 yıl önce nereden aldığımızı ne yapacaktı?

"Bilmem, annem de o tavşanın nereden geldiğini bilmiyor. Muhtemelen bir yerden araklamışım bebekken..."

Başını iki yana sallarken ateşe değmişçesine tavşanı kutunun içine fırlattı ve ayaklandı.

"Elimi, yüzümü yıkayayım..." diye belli belirsiz de mırıldanarak odamdaki banyoya ilerlediğinde arkasından şaşkınlıkla bakmak dışında bir şey yapamamıştım.

Bir tavşandı alt tarafı. Ne olmuş olabilirdi ki?

Telefon sesiyle kendime gelirken bakışlarım yanımdaki çalışma masasına kaydı. Telefon benim değildi, Beyazıt'ındı.

Tekin'in adını ekranda gördüğümde kısa bir an tereddüde düştüm. Açsa mıydım?

Neyse... Banyodan çıkınca söylerdim dönerdi. Telefon da susmuştu zaten.

Eğilip tekrar anı kutusunu toplamaya girişecekken bir kez daha çaldı telefon. Yine Tekin'di.

Önemli bir şeydi sanırım. Beyazıt'ın banyoda olduğunu söylemek için açtım ancak açar açmaz sesimi bile çıkarmama izin vermeden yüksek sesi doldu kulaklarıma.

"AFERİN GERİ ZEKALI! İYİ BOK YEDİN KARINA GÜVENEREK! HANİ SANA SÖZ VERMİŞTİ! HANİ BİR KARARA VARANA KADAR BAŞINI BELAYA SOKACAK ŞEYLERDEN KAÇINACAKTI! HANİ HASTANE İŞİNİN PEŞİNİ BIRAKACAKTI! POLİS GELDİ KAPIYA, AMINA KOYAYIM! İFADENİZİ ALACAĞIZ ADI ALTINDA TUTUKLAMA KARARI ÇIKMIŞ HAKKINDA! UMARIM KARININ YAPTIĞI HABERİ DE OKUMUŞSUNDUR! HABERLERE DÜŞMEDEN, ARAMA KARARI ÇIKMADAN GİT TESLİM OL!"

Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırırken kısa bir an duyduklarımı algılayamadım. Ne haberi? Beyazıt'ın karısı bendim ve ben Beyazıt'a dokunacak bir haber yapmamıştım. En son yaptığım haber hastaneyle ilgiliydi ki o haber de benim adıma değildi. Ayla abla kendisi yapmış gibi yayınlayacaktı.

"Ne saçmalıyorsun sen?" diyebildim nefes almak için bağırmaya ara verdiği sırada.

"Oo... Yenge!" derken tavrı oldukça sarkastikti.

"Saçmalıyorum öyle mi? Dalga geçercesine bir de kocanın soy adını kullanman... A-"

Sustu birden. Ne söyleyecekse söylemekten vazgeçti.

"Kocana ilet!" dedi ve telefonu suratıma kapattı. Tam da bu sırada Beyazıt çıkmıştı banyodan. Bakışları hâlâ dalgındı ancak yüz ifadem her nasılsa bakışları yüzüme çıktığında dalgınlığından sıyrılarak kaşlarını çattı.

"Bir şey mi oldu?" diye sordu endişeyle de yanıma gelirken ama bakışları hâlâ elimde tuttuğum telefonuna kaydığında duraksadı.

"Tekin aradı, ısrarla, açtım..."

"Ne dedi?" derken oldukça temkinli bir şekilde yanıma ilerlemiş ve elimden telefonunu almıştı.

"Polis gelmiş eve..." diyebildim ancak ama devamını getiremedim. Dememe de gerek kalmadı zaten. Anladı.

"Demek haberini yaptın sonunda..." Yüzünde hafif bir gülümseme de belirdi. Buruk bir gülümseme...

"Benim yaptığım haberin seninle ne alakası var?" diye panikle çıkıştım. Kalbime de hiç olmayacak bir korku saplanmıştı.

"Hastanenin parasını ben aklıyordum, ayrıca şirketlerden biri aracılığıyla hastanenin ortağıyım..." dediğinde kalakaldım. Haberin peşinde olduğumun farkındaydı anladığım kadarıyla. Niye bana bir şey söylememişti.

Omuzlarım çökerken "Niye söylemedin?" diyebildim sadece. Bakışlarımı gözlerinden kaçırdım istemsizce. Bilmiyordum ama kendimi çok pis suçlu hissediyordum.

"Söyleseydim yapmayacak mıydın?" dediği sırada telefonu arka cebine sıkıştırıyordu. Bakışlarımı gözlerine çeviremedim. Zira bilmiyordum. Bilsem yapar mıydım, yapmaz mıydım bilmiyordum.

Birkaç adımla dibime girdiğini hissettim ancak başımı kaldırıp gözlerine bakacak cesareti bir kez daha kendimde bulamadım. Çenemden tutarak başımı kaldırdı. Kendisi halihazırda yüzüme doğru eğilmişti zaten. Tekrar bakışlarımı kaçıracaktım ki tutuşunu sıklaştırmasıyla bunu yapamadım.

"Bilmeden yapmanı, bile bile yapma ihtimaline tercih ettim..."

Gözlerimi sımsıkı yumdum bu kez.

"Aç gözlerini..." dediğinde sorgusuz itaat ettim. Mahcup gözlerim gözlerini bulduğunda dudaklarını büzdü hafifçe ve nefesini yüzüme doğru verdi. Gözlerimi kırpıştırdığımda ise belli belirsiz gülümsedi.

"Ucunun bana dokunmasına kızmadım ama bana Buse gidene kadar başını belaya sokmayacağına dair söz vermen ama tutmaman..."

Yutkunurken gözlerimin de dolduğunu hissettim.

"Başımı belaya sokmadım ki..." dediğimde gülümsemesi büyüdü.

"Es kaza sorunsuz işi halletmen, başının belaya girebileceği gerçeğini değiştirmiyor, Dilem. Sözünü tutmadın!"

Başımı iki yana salladım hararetle.

"Başka bir şekilde engelleseydin beni! Hastaneye sokmasaydın mesela!"

"Başladığı işi yarım bırakmayacağını bilecek kadar karımı tanıyorum. Kapıyı tutsam, bacadan yine girerdin Dilem. Ertelemek olurdu bu sadece. En başta sözünü tutarak hiç bu işe girmemen gerekiyordu."

Sustum bu kez. Bakışlarımı da kaçırdım. Tek kelime daha edemedim. Haklıydı. Kendim yerine başkasını gönderirdim, biraz zaman geçip işi bıraktığımı düşünmelerini sağlar yine denerdim, alışveriş yapan diğer aileleri bulurdum tek tek gerekirse ama bırakmazdım. Karşıma geçip "Bu işin ucu bana da dokunuyor!" demediği sürece bırakmazdım. Dese bırakır mıydım o da meçhuldü gerçi.

"Özür dilerim..." diyebildiğimde zar zor bakışlarımı da tekrar gözlerine çevirdim.

Çenemdeki eliyle beni kendine çekerken alnıma bir öpücük bıraktı ve sonra geri çekti kendini. Birkaç adım kadar uzaklaştı benden.

"Delilleri yok ettim..."

Bakışlarımı fark ettiğinde hızla iki yana salladı.

"Hastane delillerini kast etmiyorum, benimle evlenmene sebep olan delillerden bahsediyorum. Ta ilk gün yok ettim aslında. Nasıl olsa aksini bilemezdin ve ben de karım olacak bir kadın hakkında böylesine bir şeyi saklayamazdım. Olmaz ama oldu ya... Bir şekilde biri onları benden aldı. Bu ihtimali göze alamazdım."

Ben şaşkınlıkla yüzüne bakarken Beyazıt'ın yüzünde garip bir gülümseme vardı. Bir şeylerin ipini elinden bırakıyor ve elime veriyordu alenen. Bana bundan niye bahsediyordu şimdi?

"İstediğin buysa boşanalım, Dilem."

Gülümsemesi bir kabulleniş gülümsemesiydi. Bu ihtimali kabullenmişti. Hani boşanmayı unutacaktım? Hani boşanamazdık? Şimdi ne değişmişti?

"Ama ben istemiyorum..." dediğinde tuttuğumu fark etmediğim nefesimi verdim.

"Ben senden boşanmak istemiyorum ama seni istemediğin bir evlilik içinde de daha fazla tutmak istemiyorum. Benimle duygusal anlamda öpüşmekten, dokunmaktan kaçan bir karım olsun istemiyorum..."

Dün gece onu öpmememi yanlış anlamıştı, gecenin üstüne bu sabah hiç olmamıştı.

Dün gece için açıklama yapacaktım ama buna izin vermeden tekrar söze girdi.

"Her şeyinle benim ol istiyorum..." İşaret parmağını şakağıma bastırdı hafifçe. "Aklınla..." Aşağı indirip bu kez kalbimi buldu işaret parmağı. "Kalbinle..." Eli baştan aşağı bedenimi işaret etti bu kez de. "Bedeninle..." Elini çekti hızlıca ve saklamak istercesine ceketinin cebine soktu.

"Her şeyinle, her anlamda karım ol istiyorum... Karımdan herhangi bir şey saklamak istemiyorum mesela, karıma rahat bir şekilde arkamı dönebilmek istiyorum... Biliyorum akıl kârı değil. Seni kıskanırım, sana normal olan birçok şey bana ters, en basitinden giydiğin bir kıyafet aramızda bir kavgaya sebep olabilir ama ben yine de seni istiyorum. Her şeyinle..."

Sol elime uzandı ve parmaklarımdan yüzüklerimin her ikisini de çıkardı. Beyazıt'tan onları geri almak için atılacaktım ancak elimi ters çevirdi ve buna gerek kalmadan yüzükleri avucuma bıraktı.

"Bu kez takıp takmama kararı tamamen sana ait ama takarsan bir daha asla seni bırakmam, bırakmana da izin vermem... Ben karakoldan çıkana kadar düşün taşın..."

Parmaklarımı avucumun içine doğru kapattı ve sonra elimi bırakarak arkasını döndü. Kendi alyansı hâlâ parmağındaydı...

Loading...
0%