Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. Bölüm

@__kao__

Öncelikle Kitappad'in iyice sinirlerimi bozduğunu belirtmek isterim. Koyduğum resimleri göremiyorsunuz diye gittim tüm kombinlerin en azından hatırı sayılır bir kısmının pinini tekrar buldum. Galeriden eklediğim için pinleri kaydetmeden direkt indiriyordum normalde ve tekrar bulabilmek için tüm günümü harcadım resmen. Niyetim kombinlerin linklerini yorumlara bırakmaktı göremeyenler için ama gel gör ki bu tarz yorumlara da izin verilmiyormuş.

Size başka kombin resimlerini nasıl ulaştırabilirim inanın ki bilmiyorum. Aklıma başka bir yol gelmiyor. Sizin bir öneriniz varsa denemek isterim.

Olmadı ama en azından gerçekten denediğimi bilin isterim. Kombinleri görebilmenizi gerçekten isterim. Umarım bu sorun bir an önce çözülür.

Her neyse sizi bölümle baş başa bırakayım.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

İyi okumalar.

*

22 yıl önce…

Tereddütlü bir bakış attı camdan dışarı minik Beyazıt. Henüz 7 yaşında küçük bir oğlan çocuğuydu. Bahar gelmişti. Hava güneşliydi. Tam dışarı çıkıp oynamalıktı ama çıkamazdı çünkü cezalıydı. Odadan çıkarsa cezadan daha da kötüsünün başına geleceğini biliyordu ama duyduğu ağlama sesi onu adeta odadan çıkmaya zorluyordu. Pes etti ve kapıya ilerledi.

Önce azıcık araladı kapısını. Başını minicik uzattı kapının dışına ve etrafta birinin olup olmadığını kontrol etti. Kimsecikler yoktu neyse ki. Hızlıca odasından çıktı ve kapısını da ardından kapattı. Babasının şu an misafiri olduğunu biliyordu. Yani odasına gelip onu kontrol etmezdi ama yakalanırsa, bir çalışan görüp babasına söylerse her şey onun için çok çok kötü olurdu.

Olabildiğince hızlı ve dikkatli bir şekilde aşağı kata indi. Salonun kapısı neyse ki kapalıydı. Yarısı cam olan kapının önünden biraz eğilerek geçmek zorunda kalsa da yakalanmadan geçmeyi başardı ve dış kapıya ulaştı. Olabildiğince sessiz bir şekilde araladı kapıyı ve geri dönebilmek için birazcık aralık bırakarak bahçeye kavuştu. Babası kıskanç bir adam olduğu için korumalar asla bahçeden içeri giremezdi, hepsi evin etrafını çevreleyen duvarın dışında beklemek zorundaydı. Bu yüzden şanslıydı ve garaj tarafına ilerlerken biraz tedirgin olsa da rahatça ilerleyebilmişti.

Ve ağlama sesinin kaynağına en sonunda ulaşabildi. Daha önce hiç görmediği bir adam küçük bir bebeği kucağında tutuyor ve bir o yana bir bu yana sallayarak susturmaya çalışıyordu. Bu adamı daha önce hiç görmemişti Beyazıt. Muhtemelen babasının değil, misafirinin adamıydı. Babasına buradaki varlığını söyleyemezdi yani.

Yine de tereddüt etse de hâlâ içli içli ağlayan bebeğe kıyamamış ve yanlarına doğru ilerlemeye devam etmişti ve evet… O bebek Dilem’den başkası değildi. Henüz 1,5-2 yaşlarındaki Dilem “Ane, ane!” diye zar zor anlaşılacak şekilde annesini istediği için ağlıyordu.

“Neden ağlıyor?” diye sordu Beyazıt biraz çekinerek ve bebeği tutan adama çekimser bir bakış attı. Ancak o zaman Beyazıt’ın varlığının farkına varan adam ise şaşkınlıkla Beyazıt’a döndü.

“Sanırım biraz annesini özlemiş.” dedi gülümseyerek ve bir eliyle hâlâ ağlayan Dilem’i sabit tutmaya çalışırken diğer elini Beyazıt’ın saçlarına daldırdı ve hafifçe karıştırdı.

“Kucağıma alabilir miyim?” diye sordu bu kez de. Adamın içten olan tavrı onu rahatlatmıştı.

Adam kısa bir an Beyazıt’a baktı. Sonra açık olan araba kapısından içeri doğru uzanarak çantayı dibe itti. Ardından da Beyazıt’a araba koltuğunu işaret etti.

“Otur bakalım, ayaktayken düşürebilirsin.”

Beyazıt hiç itiraz etmeden kendisi için biraz yüksekte kalan arabaya tırmandı ve bacaklarını arabadan dışarı sarkıtacak şekilde oturduktan sonra beklenti dolu bakışlarını adama çevirdi.

Sabahtan beri susturamadığı bebeği daha çok ağlamasından korkarak çocuğun kucağına bıraktığında beklemediği bir şey oldu. Dilem ağlamayı bıraktı ve ıslak gözlerini kırpıştırarak Beyazıt’ın kara gözlerine baktı şaşkın şaşkın. Beyazıt ise bebeğin gözlerine hayran hayran bakmakla meşguldü.

Islak gözleri öyle güzel parlıyordu ki… Bir de şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırması… Her gözünü açtığında sanki doğa yeniden canlanıyor, bahar geliyordu… O kadar güzeldi ki yeşilleri, hayran olmamak elde değildi…

Şaşkın şaşkın gözlerini kırpıştırmayı bıraktığında Beyazıt bundan hoşlanmamıştı. Bu yüzden derince ofladı. Bilinçli yaptığı bir hareket değildi ama Dilem gözlerini sıkıca kapattı ve tekrar kırpıştırarak açtı. Beyazıt bir kez daha bu manzaraya kavuştuğu için memnunken bu bir oyuna dönmüştü.

Beyazıt hafifçe yüzüne doğru üflüyor, Dilem ise gülerek kaçınmaya çalışıyor, gözlerini yeniden açtığında ise neşeyle gülerek Beyazıt’a şirinlik yapıyordu.

Çok fazla üflediği için başının döndüğünü hissettiğinde istemeye istemeye bu oyunlarını bitirdi Beyazıt.

“Adın ne?” diye sorarken bir yandan da Dilem’in önüne düşen sapsarı saçlarını gözünün önünden çekiyordu Beyazıt. Evet, bebekken saçları sapsarı olup sonradan koyulaşanlardandı Dilem.

“Di!” dedi neşeyle. Beyazıt tabii ki ismini anlamadı ama kucağındaki bebeği de bozmadı. ‘Di’ ile başlayan isimleri düşünmeye başladı. Bir eli düşmemesi için de belindeydi. Dilek, Dicle, Dila, Dilara…

“Benim adım da Beyazıt. Tanıştığıma memnun oldum.” Dilem şaşkın şaşkın baktı önce bir Beyazıt’a sonra etrafına bakındı ve gözüne camın önündeki beyaz yastık takıldığında minicik parmaklarıyla onu işaret etti.

“Be!” dedi heyecanla da. Beyazıt ise gülümseyerek başını aşağı yukarı salladı.

“Evet, o beyaz ama benim adım Beyazıt.”

Dilem ne demek istediğini anlamadı ve bir kez daha etrafına beyaz bir şey bulmak için bakındı. Sanırım çocuk beyazın tonunu beğenmemişti.

Bu sırada Dilem çocuğun cebinden sarkan minik tavşanı fark etti. “Be! Ta!” derken uzanıp almaya da çalıştı ve aldı da. Bu minik beyaz tavşan parmak kadardı.

Babaları oyuncaklarla oynamalarına izin vermezdi. Daha yararlı şeyler yapmalıymış, erkek adam böyle saçma sapan şeylerle uğraşmazmış, onları hiç istememelerine rağmen çeşitli dövüş eğitmenleri aracılığıyla eğitirdi. Baha henüz 4 yaşında olduğu için henüz başlamamıştı ama Beyazıt tam 2 yıldır bu dersleri almak zorunda bırakılmıştı. Onlara bunu zorunlu tutması bir yana, kendi isteği dışında bir şeylerle ilgilenmelerine de izin vermezdi. Oyuncak almadığı gibi, evdeki eşyaları oyuncak gibi kullanmalarına da izin vermezdi. Beyazıt bahçede bulduğu dalları bir bıçak yardımıyla yontarak birkaç sefer kendine oyuncak yapmıştı ama hepsi günün sonunda şömineye odun olmuş, üstüne ceza almıştı.

Anneleri ise gizli gizli bu tavşanlardan örmüştü. Beyazıt için bir tane beyaz, Baha için bir tane mavi… Parmak kadar oldukları için saklaması kolaydı. Zaten bu yüzden bu kadar küçük yapmıştı anneleri.

Bebeğin elindeki tavşana bakarken aklına annesi düşmüştü yine. Şimdi evin bodrum katındaydı. O da cezalıydı. Beyazıt’ın duyduğu kadarıyla suçu bir korumayla konuşmaktı.

“Her şeyin ilk iki harfini mi söyleyebiliyorsun sadece?” diyerek aklını dağıtmak için minik bebekle alay edercesine konuştu. Tabii Dilem bunu anlamadı ve sıkı sıkı yapıştı tavşana.

“Kelimeden tasarruf eder o, pek sevmez konuşmayı, kendini anlatmayı…” diyerek ise bambaşka yabancı bir ses duymasıyla sıçramıştı. Hiç tanımadığı adamın gözleri de tıpkı kucağındaki bebek gibi yeşildi, yeşilin birebir aynı tonuna ev sahipliği yapıyordu gözleri. İlk dikkatini çeken şey bu olmuştu.

Sonra gözleri gülümsemesine kaydı. Güvenli hissettirdi. Babasına söylemezdi en azından. Yani sanırım. Tekrar bir kızın, bir adamın gözlerine baktı… Aynıydı. Kendi babası değildi ya ama bebeğin babasıysa?

“Babası mısın?” diye sordu engelleyemediği bir korkuyla. Adam başını hafifçe eğerek onayladı.

“Evet, benim kızım...” Elini saçını karıştırmak için uzattığında refleksle kendini geriye çekti. Bu sırada ister istemez bakışları adamın parmağına kaymıştı. Sağ işaret parmağının yarısı yoktu…

Eline ne olduğunu sormak istedi ama önceliği başkaydı.

“Ona vurma olur mu? Ben aldım kucağıma. O gelmek istemedi. Küçük daha. İstersen bana kızabilirsin.”

Dilem ise bu sırada konuşulanlardan bir gram bir şey anlamadığı için elindeki tavşanla ilgilenmeye devam ediyordu.

Dokuz Buçuk’un o zamanki adıyla Parmaksız’ın kaşları ise hafifçe çatılmıştı.

“Niye ona vuracağımı düşünüyorsun? Baban sana vuruyor mu?”

Beyazıt bir an ne diyeceğini bilemedi. Başka baba görmemişti ki… O da haliyle her babayı kendi babası gibi sanıyordu. Her baba vurmuyor muydu ki? Ceza vermiyor muydu ki? Hem annesi başka erkeklerle konuşunca çok kızıyordu. O da bu kız için başka bir erkekti. Bir erkek ve bir kızın konuşması doğru muydu?

Parmaksız bu sessizlikten alması gereken cevabı almış ve sinirle gözlerini kapatmıştı. Bu sırada endişeyle Hatice ablası bu tarafa doğru geliyordu. Beyazıt onu gördüğünde yokluğunun fark edildiğini anladı ve arabadan inmek için atılacak gibi oldu ama kucağındaki bebek yüzünden duraksadı.

Çocuğun ineceğini anlayan Parmaksız ise kızını kucağına almıştı. Beyazıt da hızlıca atladı arabadan ve henüz kendisini fark etmemiş olan Hatice ablasına doğru ilerledi.

“Beyazıt!” dedi yarı azarlar bir tonda. Korkmuştu kadın. Ya kendisinden önce Sami Bey fark etseydi?

“Niye odandan çıktın? Çabuk baban fark etmeden odana dönelim!” Elini de sıkı sıkı tutmuş ve itiraz etmesine fırsat vermeden çocuğu peşi sıra çekiştirmeye başlamıştı. Beyazıt tavşanının bebekte kaldığını anımsadığında geri dönmek istedi ama sonra hemen vazgeçti.

O tavşanı seviyordu. Ya babası fark ederse? Onun da sonu şömineye yakacak olmak olurdu. En azından bebekte kalırsa başına bir şey gelmezdi tavşanının. Hem sevmiş görünüyordu, ona iyi bakacağını umarak Hatice ablasının kendisini çekiştirmesine izin verdi.

Parmaksız ise çocuğun arkasından bakarken bir plan yapmaya başlamıştı bile. Her çocuk biraz ebeveynlerinden korkardı ama bu kadarı fazlaydı. Ayrıca gelip çocuğu götüren hizmetli kadının haline bakarsa da bu sadece çocuklar için korkunç bir şey değildi.

Yanındaki adamına başıyla çocuğu içeri götüren kadını işaret etti. “Muhtemelen burada kalıyor bu kadın, yatılı çalışan. Bu kadının adını sanını bul bana. Çalışanlara özel bir ev telefonu da var mı bir bak. Yoksa kadını riske atmadan rutinini öğren. Elbet evden çıkıyordur. Çıktığında bana haber ver.”

Çocuk için endişelendiğine göre iyi biriydi ve bu evde ne döndüğünü bu kadın sayesinde öğrenecekti.

Adamı başıyla onayladığında tüm ilgisini kızına verdi. Elindeki tavşanı hâlâ dikkatle inceliyordu. O tavşanın kızına ait olmadığına emindi. Sanırım küçük beyin hediyesiydi.

“Çok mu sevdin sen tavşanı, babacığım?”

*

Günümüz…

07.03.2023

“Sana söylemiştim…” diyerek içeri girdi Kerem. Beyazıt aynı zamanda saygın bir iş adamı olduğu için nezarethane yerine burada bir komiserin odasında bekletiyorlardı onu.

Beyazıt’ın gözleri Kerem’e döndüğünde Kerem tam Beyazıt’ın karşısındaki koltuğa otururken devam etti.

“Bedelinin ağır olacağını söylemiştim…”

Beyazıt bunu beklemiyordu ama Kerem’e bu hazzı yaşatmamak için şaşkınlığını baskıladı ve duruşunu bozmadan Kerem’e dik dik baktı.

“Çok kolay oldu biliyor musun?” diyerek Kerem ise devam etti. Dilem’le, gerçekten onu o olduğu için seven tek kişiyle karşısındaki adam yüzünden konuşamıyordu. Eninde sonunda öğrenecekti elbet Dilem ama bıraksaydı da birinci elden kendisi anlatsaydı. Belki yine kızardı ama küsmezdi en azından, güveni bu denli kırılmazdı.

“Sadece pişman olduğunu bildiğim o aileyle gidip konuştum ve cesaretlendirdim. Durumu olmayan ailenin avukat olan komşuları dışında gidebilecekleri kimse yoktu. Avukatın telefonuna, bilgisayarına sızıp Dilem’in yaptığı haberleri, ajanslarının namını gözüne sokmam yetti. Gerisini Dilem ve Başak halletti.”

İsterse gidip bu planını da Dilem’e anlatabilirdi hiç sorun değildi. Beyazıt’ın yorgun gülümsemesine bakarak gülümsedi.

“Eh, Dilem’in bulduklarını Baha’ya götüreceği de çok tahmin edilesiydi. Baha senin adın karıştı diye dosyayı bir başka savcıya bırakmaktan hoşnut olmasa gerek…”

Ondan 1 alınırsa, Kerem en az 2 alırdı. Kolay kolay pençelerini çıkarmazdı ama çıkardığında da hedefine yeterince yara açtığından emin olurdu. Dilem’le arasına girerek hayatının en büyük hatasını yapmıştı Beyazıt. Fazlasını da yapardı da yine arada olan Dilem’e olur diye bu kadarıyla yetinmişti.

“Şu an düzeldi mi Dilem’le aran?” derken Beyazıt’ın sesi olabildiğince ifadesizdi. Başparmağıyla yüzük parmağındaki yüzükle oynuyordu bir yandan da. Koltukta rahatça oturmuş, sıkıldığını belli edercesine başını geriye, sırt koyma yerine yaslamıştı.

“Hayır ama sen aramıza girmemen gerektiğini öğrendin sanıyorum…”

Beyazıt “Öyle mi?” dercesine başını aşağı yukarı sallarken umarsızca elini savurdu ve miskin miskin daha düzgün bir pozisyona gelerek doğrudan Kerem’in gözlerine baktı.

“Dilem’in gerçekte kim olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Dilem’in cevabından sonra kafasını en çok kurcalayan şey buydu. O tavşanı tekrar görene kadar tam hatırlamıyordu ama şimdi düşündükçe daha çok hatırlıyordu. O gün zihninde giderek daha belirgin bir hâl alıyordu.

Dilem, Dokuz Buçuk’un sağ işaret parmağının yarısının olmadığını söylemişti, o adamın da yoktu. Onu gördüğünde 1,5-2 yaşlarındaydı. Karısının babası olarak bildiği Görkem Bey o zamanlarda çoktan ölmüş olmalıydı. Dilem, Dokuz Buçuk’un kızıydı, değil mi? En başından beri adam kendi kızını koruyordu. Yeliz de bu yüzden Dokuz Buçuk hakkında bu kadar şey bilirken susuyordu çünkü susmak zorundaydı. Her şey daha mantıklıydı. Neden karısının peşinde sürekli Dokuz Buçuk’un adamlarının olduğunu artık daha iyi anlıyordu. Dilem anlamasın diye yakından takip edemiyorlardı ama uzaktan takip ediyorlardı. Semih Ferzan’ın adamlarının önünü kestiği o gün de Dokuz Buçuk’un adamları oradaydı. O adamı Fatih falan vurmamıştı aslında, Dokuz Buçuk’un adamı vurmuştu. Vuran kişinin peşine düşmesin diye hepsini öldürmek yerine köşesinde beklemişti çünkü Dilem’in onları alt edebileceğini biliyordu. Gerçekten zor bir durumda kalırsa diye de eli tetikte bekliyordu.

“Nasıl anladın?” diye sordu Kerem yalnızca. Eveleyip gevelemeden.

Gözlerini sımsıkı kapattı. Gerçekten karısı, Dokuz Buçuk’un kızıydı. Dokuz Buçuk’a bir minnet borcu vardı ve o borcu hiçe sayarak karısına Boşanalım istersen, demişti. Dokuz Buçuk’a borcunu da siktir edebilirdi. Karısına boşanalım demişti! Karısına!

Karısı, Dokuz Buçuk için sıradan biri de değildi üstelik. Adamın kızıydı! Bu öğrenilirse ne olacaktı? Dokuz Buçuk’a ulaşamayan herkesin tek hedefi karısı olacaktı. Fütursuzca bir anlık kırgınlıkla ağzından çıkmıştı. Boşandıktan sonra Dilem’i koruması için bir sebep kalmayacaktı diğerlerinin gözünde ve hele ki bu hastane olayından sonra başına üşüşeceklerdi.

Kaldı ki Dilem de eğer boşanırlarsa kendisini korumasına da izin vermezdi. Artık yalnızca kalbi değil, beyni de boşanmaması için Tanrı’ya yakarıyordu. Yeni yeni yaptığı şeyi anlayabiliyordu.

Eğer Dilem boşanmak isterse sözünden döner miydi? Dönse bile kendisiyle olmak istemediğini bile bile aynı evde, odada, yatakta yapabilir miydi? Delilleri yok ettiğini de söylemişti. Keşke en azından bunu söylemeyip kendisine ikinci bir ihtimal bıraksaydı. Şimdi ne deyip de evliliğe mecbur bırakacaktı? Babasının annesine yaptığı gibi eve mi kapatacaktı? Bu fikir onu sinirlendirdi ve bu sinirini Kerem’e yöneltti.

“Siktir git!” dedi en sonunda Beyazıt sinirle burun kemerini sıkarken. Karşısında bu adamı görmeye tahammül edemiyordu. Aklına bambaşka şeyler doluyordu. Ya kendisinden boşandıktan sonra bu it onu bir şekilde ikna eder de evlenirlerse?

Evet, Beyazıt, Kerem’in Dokuz Buçuk’un oğlu olduğunu bilmiyordu ve haliyle kafasında abi, kardeş falan değillerdi. Kerem onun için karısına yavşayan piçin tekiydi. Sinirlerini bozuyordu.

Kerem herhangi bir şey demedi. Dilem, kocasının yanına gelmeden önce onu bulmalı ve bu kez bunu bizzat ondan öğrenmeliydi. Kendisine dilediği kadar kızabilirdi. Bu yaptığına zerre pişman değildi. Kız kardeşini onunla paylaşmaktan memnun olmasa da ses çıkarmazken o kim oluyordu da, kız kardeşini ondan uzaklaştırmaya çalışıyordu?

*

Dilem’den

Sarsak adımlarla karakola girerken gözlerim de bulanık görüyordu ama yine de elimden geldiğince dik durmaya çabalıyordum. Tam bir adım daha atmıştım ki birden bir şeye çarpmam ve geriye doğru sendelemem bir oldu. Popomun üstüne düşmemi engelleyen tek şey ise kolumdan son anda yakalayan yabancı oldu.

Kehribar gözleri çok şaşkın şaşkın bakıyordu yüzüme. Sanırım beni pek beklemiyordu. Bu kimdi ki şimdi?

Dengemi sağlayabildiğimde kolumu da çektim elinden sertçe ancak bu yüzden az kalsın tekrar düşüyordum ve yine o düşmeme engel olmuştu. Mükemmel bir döngüdeydik sanırım. Başım da döngüdeydi sanırım. Hayır, yani dönüyordu. Evet, dönüyordu.

“Karakola içip mi geldin gerçekten?” dedi adam ve yüzünü buruştururken bir kez daha kendim çekip düşmemem için olsa gerek elini de kolumdan çekti. Sanırım kokumdan rahatsız olmuştu. Derin bir nefes alarak kendi kokumu solumaya çalıştım. Ben bir koku almıyordum. Yani kendimden. Karşımdaki adamdan ağır bir traş losyonu kokusu geliyordu burnuma.

Demek ki sorun adamda Dilem. Boş ver onu da kocamızı bulalım.

Bence de sorun adamdaydı. Adamı boş verme kararı alarak nereye gittiğimi çok biliyormuşum gibi birkaç sarsak adım daha attım ama sonra duraksadım. Ağlamaklı bir ifadeyle dudaklarım büzüldü. Beyazıt’ın nerede olduğunu bilmiyordum ki, lanet dudaklarım da yine mühürlenmişti. Nasıl bulacaktım ben kocamı?

Biraz önce çarptığım adam bıkkın bir nefes vererek yanıma geldi.

“Gel sana bir kahve ısmarlayayım da ayıl. Sonra da derdin ne anlat.”

Kahve falan istemiyordum ben, kocamı istiyordum. Bir şey demeden telefonumu çıkardım ve notlar kısmını açtım görebildiğim kadarıyla. Yine görebildiğimce Beyazıt Arat yazmaya çalıştım. Ne kadar başarılı olduğumu bulanık gözüm sebebiyle göremiyordum ama adama çevirdiğimde kaşları çatıldı.

“Konuşamıyor musun sen?”

Neye bu kadar şaşırmıştı ki? Çok ayıptı bir kere! Ya gerçekten engelim olsaydı. Ya gerçekten hiç konuşamıyor olsaydım. Kalbim kırılırdı, çok kırıldı. Çok kabaydı bu adam!

Gözlerim bu adamla karşılaşacak gerçek engelli bireyler için dolarken adama ters ters baktım ve bu adamdan bir hayır gelmeyeceği kanaatine vararak rastgele bir tarafa yürümeye başladım.

Çok düşüncesiz insan vardı. Çok hem de…

“Kocanı arıyorsan üst katta.”

Beyazıt Arat ismini becerebildiğim kadarıyla ben yazmıştım ama kocam olduğunu nereden bildiğini sorgulayamayacak kadar sarhoştum.

Bakışlarım merdiven aramaya koyuldu. İki merdiven vardı ama. Ben hangisinden çıkacaktım ki? Bunun için de gözlerim dolarken aşağı inen tanıdık yüzü görmemle gözümden bir damla daha aktı. Neden benden bir şeyler saklıyordu ki? Ben onu çok seviyordum. Çok hem de.

“Dilem…” dedi Kerem rahatlamış bir sesle. “Seninle bir şey konuşmalıyım.” diyerek yanıma gelmişti ki tıpkı biraz önceki yabancı gibi o da yüzünü buruşturdu.

“İçtin mi sen?”

Hafifçe gülerken başımı aşağı yukarı salladım ve başım döndüğü için koluna tutundum zar zor. Sağ elimle Kerem’den destek almaya devam ederken sol elimin işaret ve başparmağı arasında azıcık mesafe bırakarak birazcık içtiğimi ona açıkladım.

“Belli belli…” diye söylendi. “Biri çakmak çaksa uçacaksın.”

Kanatlarım yoktu, özel gücüm de. Uçamazdım. Ayrıca içerdeydik. Burada sigara içilmezdi. Canım sigara çekmişti.

Kaşlarım huysuzca çatıldı. Canımı çektirmişti işte!

Elimle merdivenleri işaret ettim. Biraz önce iki tane olan merdivenler artık tekti. Şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdığımda tekrar iki tane oldular. Genişçe gülümsedim. Aklımda sorun yoktu.

“Hadi gel, seni eve götürüp ayıltalım!” diye söylenen Kerem beni gitmek istediğim yönün aksine çekiştirdiğinde koluna dirsek atarak elinden kurtuldum ve başımı hızlıca iki yana sallamak gibi bir hata yaptım.

1,2,3… Evet, tam üç tane Kerem vardı. Benden üçüz olduğunu da mı saklamıştı?

Dayanamadım ve gözlerimden ardı ardına yaşlar akmaya başladı.

“Güzelim…” diyerek yumuşacık bir sesle yüzümü elleri arasına alırken gözlerimi sımsıkı kapatmıştım. Kerem’i görmek falan istemiyordum.

Yumuşak tavrını bir kenara bırakarak “Geri zekalısın yemin ediyorum!” diye söylendi en sonunda ve benim tanıdığım Kerem moduna geçiş yaptı hemen. Nahifliği buraya kadardı sanırım.

“Karakola gelirken içilir mi? Gel ayıltalım seni, sonra yine gelelim.”

Gözlerimi açtım ve sinirle koluna bir yumruk geçirdim. Geri zekalı falan değildim ben. Salağa yata yata salak belletmiştim kendimi. Kerem’in üçüzleri gitmişti ayrıca. Kerem’in üçüzü mü vardı ki?

“Niye buradasın sen?” duyduğum sert ve aksi sesle arkamı döndüğümde Tekin’i buldum karşımda. Kaşları derince çatılmış arkasındaki beyaz yaka ordusundan sıyrılarak birkaç adımla bize yaklaşmıştı.

İyice üzerime geldiğinde Kerem beni arkasına çekerek kendini bana kalkan yaptı.

“Kafası güzel, sonra gel, Tekin!” diye de onu uyardı. Görebilmek adına başımı azıcık dışarı çıkarttım.

Tekin ise alayla gülmüştü.

“Konuşabiliyor muydun sen? Al arkadaşını da siktir git!”

Ciddileşen yüzüne çatık kaşlarımla baktım. Kocam buradaydı benim. Başka nereye gidecektim?

Kerem’in güldüğünü hareket eden sırtından anladım.

“Ben bir konuşursam sen bir daha ağzını açamayacak hale gelirsin, Tekin. Konuşmadığım için şikayetçi olmak yerine, memnun olmalı ve suskunluğumun devam etmesi için dua etmelisin!”

Tekin alayla güldü.

“Dünkü bebe racon mu kesiyor?”

Dünkü bebe değildi. Dokuz Buçuk’un oğluydu o. Onun babası hepimizin babalarını dövebilecek güçteydi. Tekin onunla böyle konuşmamalıydı.

“Sen bir şey demeyecek misin, yenge? Öylece arkadaşının ardına mı saklanacaksın?”

Ben diyordum ki bir şeyler ama kimse duymuyordu beni. Niye kimse beni duymuyordu? Beyazıt duyardı. Onun yanına gitmeliydim.

“Dilem’e bulaşma, Tekin! Hırsını birinden alacaksan benden al! Benim planımdı. Arkadaşın tamamen benim yüzümden yukarda ifade vermek için bekliyor!”

Ne onun planıydı? Kerem’e bahsetmemiştim bile bu işten. Bahsetmiş miydim? Başımı iki yana salladım. Yoooğğğ!

“Ne saçmalıyorsun, amına koyayım!” diye Tekin de anlam veremedi Kerem’in saçmalamalarına. Uykum vardı benim. Başımı Kerem’in sırtına yasladım. Beni ne zaman Beyazıt’a götürecekti?

Kerem omzunun gerisinden bana baktı. Sonra da iç çekerek tekrar Tekin’e döndü.

“Git arkadaşın anlatsın! Yaptığının bir bedeli olacaktı!”

Bu benim tanıdığım Kerem değildi. Tekin’in karşısında dimdik duruyordu. Roller tersine dönmüştü sanki. Bu kez ben onu korumuyordum, o beni koruyordu. Küsmüştüm ki ben ona.

Bunu hatırladığımda sırtına yasladığım başımı geri çekerek hoşnutsuzlukla bir iki adım geriledim. Tekin ve Kerem birbirlerine ters bakışlar atıyorlardı. Gözleri birbirinden başkasını görmüyordu. Burun burunalardı. Öpüşseler çok komik olurdu. Beyazıt bana bu kadar yakınken ve sinirleyken kesinlikle hırsını dudaklarımdan çıkarırdı.

Bu düşüncelerle dudaklarım büzülürken Kerem ve Tekin’e çaktırmamak için minik adımlarla merdivenlere ilerledim. Önce sağ ayağımı attım ilk basamağa, sonra büyük bir dikkatle yanına sol ayağımı çıkardım. Bu basamakta öylece durarak önümdeki basamaklara baktım. Yolum uzundu. Çok uzun. Buse’nin koltuğa çıkabildiği için neden kendini başarılı hissettiğini şu an çok net anlayabiliyordum.

Sağ ayak, sol ayak, sağ ayak, sol ayak, sağ….

Son basamağı da çıktığımda genişçe gülümseyerek etrafıma bakındım. Üst kattaydım işte!

Ama görünürde Beyazıt yoktu. Saklambaç oynuyorduk da benim mi haberim yoktu? Konuşabilsem “Elma dersem çık, armut dersem çıkma!” diye bağırabilirdim ama konuşamıyordum.

Bir koridorun sağ tarafına bir de sol tarafına baktım. Kim bilir hangi kapının arkasındaydı. Tamam kızmıştı bana ama saklanmasına da gerek yoktu. Ben bu kadar naz yapmamıştım. Ona ne oluyordu acaba? Kız evi naz evi miydi, yoksa erkek evi mi naz eviydi? Her neyse…

Çatık kaşlarımla bir sağıma bir soluma bakarken “Sağdan, son kapı.” diyen kulağımın dibindeki sesle irkildim. Kokumdan rahatsız olan, düşmemi engelleyen adamdı. Kaba olan.

Alenen yüzümü buruşturdum ona. Belinde bir silah olmasa dil de çıkartırdım. Harbi, neden belinde silah vardı?

Her neyse…

Bir şey demeden koridorun bir tarafına ilerleyecekken duraksadım. Neresi sağdı?

İki elime de baktım. En çok hangi elimi kullanıyordum ki?

“Sağını solunu da mı bilmiyorsun?” diye söylendi aynı kaba adam ve kendi başıma gidemeyeceğime ikna olmuş olacak ki hafifçe kolumu tutarak beni bir tarafa doğru götürmeye başladı.

Sağımı solumu biliyordum ki. Sağ en çok kullandığım taraftı ama en çok hangi tarafımı kullanıyordum ki?

“Komiserim…” diyerek bir adam önümüzü kesmeye çalıştı ama adam beklemesini işaret ederek beni koridorun sonundaki odaya kadar alenen sürükledi. Yetmedi kapıyı da açtı ve beni hafifçe odaya itekledikten sonra kapıyı ardından kapattı.

Ben onun ardından kapıya hoşnutsuz bakışlar atarken içten içe de sövüyordum. Gerçekten çok kabaydı bu adam. Ardından kapıya minik bir tekme attım ve az kalsın dengemi sağlayamayıp düşmeme neden oluyordu. Son anda duvara tutunabilmiştim.

Dengemi tamamen sağladığıma kanaat getirdiğimde yavaşça arkamı döndüm ve bana şaşkın şaşkın bakan Beyazıt’ı gördüm. Hani tutuklanmıştı bu adam? Buranın sahibi gibi önünde çay, rahatça kurulmuş koltuğa oturuyordu. Böyle tutukluluk mu olurdu? Nerede demir parmaklıklar? Hani beni ondan koruyacak olan demir parmaklıklar?

Geriye doğru adım atmak isterken kazara öne doğru adım attım ve bir kez daha savsakladım. O kadar çok içmemeliydim, değil mi?

Düşeceğime eminken Beyazıt çevik bir hareketle oturduğu yerden kalkmış ve beni yakalamıştı.

“İçtin mi sen?” diye sordu bariz bir dehşetle. Ben içmeyecektim de kim içecekti? Kocam benim yaptığım haber yüzünden karakoldaydı ve ben o haberle ödül kazanmıştım. Hayatımda aldığım 2. ödüldü üstelik. Daha almamıştım gerçi. Ödüle uygun bulunmuştum. Gelecek vaat eden genç araştırmacı gazeteci ödülü…

Omuzlarımı indirip kaldırırken büyük bir yüzsüzlükle alnımı göğsüne dayadım. Uykum vardı benim. Yine üstümü değiştirsindi, yine makyajımı temizlesindi, yine saçlarımı açsındı… Gerçi saçlarım açıktı zaten. Olsun yine açsındı. Sonra da birlikte uyumalıydık.

“Tam dayaklıksın…” diye söylenirken başımı göğsünden ya da göğsünü başımdan uzaklaştırdı ve kolumdan tutarak biraz önce oturduğu koltuğa yönlendirdi beni. Beni oturtturacakken kendimi geri çektim ve göğsünden itekleyerek önce Beyazıt’ın oturmasını sağladım. Şaşkın bakışları altında da kedi gibi kucağına sırnaştım ve başımı göğsüne yasladım. Uykum vardı. Çok uykum vardı.

“Sabrımı sınamak için mi geldin?” diye söylenirken bir kolunu bacaklarımın altından geçirmiş, diğerini sırtıma koymuş ve benimle birlikte kalkarak beni adeta karşıdaki koltuğa fırlatmıştı.

Ben ona hoşnutsuz bakışlar atarken az biraz doğrulmaya çalıştım. Beyazıt ise söylenmeye devam ediyordu.

“Hayır, konuşmazsın da sen şimdi! Kızsam da arsızlığa vurursun, ne yapayım ben sana şimdi? Bir de kucağıma sırnaşıyorsun! Ya biri gelse! Sayende buradan çıkma ya da şu kapıyı kilitleme gibi lüksüm yok. Bakma yani öyle!”

Son da bana kızgın bakışlar atarken ben de ona aynı kızgın bakışlarımı atıyordum. Ne olurdu kucağında otursaydım? Kocam değil miydi? Kime neydi?

“Hayır bir de içip gel-“ diye söylenmeye devam edecekken durdu birden. Bakışları tek bir noktaya sabitlenmişti. Hoşnutsuz bakışlarımla alttan alttan ona bakmayı bırakarak bakışlarını takip ettim ve kendi elimi buldum. Ne vardı ki elimde? Dümdüz eldi işte. Bayağı bayağı eldi. Tırnaklarımı mı beğenmemişti? Ben beğenmiştim ama.

“Takmışsın…” diye belli belirsiz mırıldandığında neyi taktığımı düşündüm. Bir şey mi takıyordum?

Üzerimi süzdüm. Normal kıyafetlerdi işte. Açık da değildi.

Belki açık olmasını istiyordur adam, Dilem.

Kıyafetlerimin olmasından rahatsız olmuşsa seve seve çıkartırdım. Tam kazağımın eteklerinden tutup üzerimden çıkaracakken Beyazıt öne atıldı ve ellerimi en sert ifadesiyle kazağımdan uzaklaştırırken “Ne yaptığını sanıyorsun?” diye bir de beni azarlamıştı. Kendisi rahatsız olmamış mıydı kıyafetlerimden? Çıkarıyordum işte.

Mal mal suratına baktığım sırada hoşnutsuz ifadesiyle kapıya kısa bir bakış atmış ve ardından da üzerimdeki kazağı düzeltmişti.

“Gerçekten sabrımı zorluyorsun, Dilem!” diye hoşnutsuzca homurdandı. Kazağımla işi bittiğinde koltuğun kol koyma yerine oturdu ve sol elimi avuçlarının içine aldı. Hoşnutsuz bakışları da kaybolmuştu bu sırada. Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı Beyazıt’ın.

“Bu boşanmak istemediğin anlamına mı geliyor?” Yüzüklerime baktım. Alyansımın içinde saklı bir koruyucu misali düş kapanı kazıtılmıştı. Bunu Beyazıt düşünmüştü. Çok hoşuma gitmişti, hâlâ da gidiyordu üstelik. Kimse anlayamıyordu beni ama anlayamayanların içinde yine en çok anlayan Beyazıt’tı.

Tek kelime etmedim, mimik oynatmadım, başımla tasdiklemedim, bir elim elinde, öteki öylece dizimin üzerinde baktım yalnızca gözlerine. Beni anlaması için yalvardım bakışlarımla. Beni anla ve soruna evet diyeyim diye yalvardım adeta.

Anladı beni… Önce alyansımın üzerinden parmağıma bir minik öpücük bıraktı, sonra elimi çevirip avuç içime bıraktı, ardından sormadığım tüm o soruları cevaplamaya girişti.

“Birkaç saate çıkarım buradan, belgelerin tamamlanmasını bekliyorum. Bu bir sorun değil benim için, yine de ayık kafayla sözünde durmamanın hesabını vereceksin ondan kaçamazsın…”

Üstten üstten bana uyarıcı da bir bakış atmıştı.

“Ayrıca hadi kendini dahil ediyorsun, Buse’yi niye kullanıyorsun? Hadi bir şeyler ters gitseydi?”

Çatık kaşlarıyla homurdanırken benim yüzümde engel olamadığım bir gülümseme vardı. Ben tek kelime etmeden beni anlıyordu.

Gülümsediğimi fark ettiğinde homurdanmayı keserek daha büyük bir hoşnutsuzlukla inceledi beni.

“Neye gülüyorsun acaba? Söylediklerimde komik bir şey göremiyorum?”

Omuzlarımı indirip kaldırırken kollarımı beline doladım ve çenemi karnına yasladım. Neredeyse ellerim kavuşmuyordu. Alttan alttan bakmaya devam ettim. Bir kez daha ne demek istediğimi anlasın istedim.

“Hayır, işini bırakmanı istemiyorum. İşini sevdiğinin farkındayım. Sadece işini benim çizdiğim güvenli bir alanda yapmaya devam etmeni istiyorum.”

Gülümsemem büyüdü. Sonra söndü ve biraz gerilerek baktım yüzüne. Ya işin ucu yine Beyazıt’a dokunursa? Dudaklarım büzüldü. Bunun tekrar olmasını istemiyordum. Es kaza araştırdığım bir şeyin yine Beyazıt’a çıkmasını istemiyordum. Bu kez beni bir seçim yapmak zorunda bırakmamıştı ama o zaman bir seçim yapmak zorunda kalırdım. Başladığım bir şeyi bitirmemek adetim değildi. Ya hiç başlamayacaktım ya da sonuna kadar götürecektim.

Çenemden tuttu ve başımı gövdesinden biraz ayırarak gözlerime daha rahat bakabileceği bir konuma getirdi.

“Aklındakiler inan ki benim de aklımdan geçiyor… Ben buradan çıktığımda, sen de ayıldığında hâlâ aynı fikirdeysen hepsini uzun uzu-“

Sözü yarıda kesildi çünkü birden kapı açılmış ve Tekin’le Kerem adeta dalmıştı. Kerem beni gördüğünde rahatlamış bir nefes verdi.

“İki dakikada nereye kayboldun?” diye bir de beni azarladığında şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. Sarhoş olduğum için benim mi zaman algım bozulmuştu acaba?

“Ne iki dakikası, amına koyayım? Kaç saattir benim yanımda!” diye Beyazıt da çıkışınca sorunun benden kaynaklanmadığını anladım. Uykum vardı. Kolumu sırt koyma yerine, başımı da koluma yasladım ve böylece izlemeye başladım.

“Buraya gelip artistlenmeyi biliyorsun da gözünün önündeki kıza mı sahip çıkamıyorsun? Kafası güzel, yürüyemiyor bile doğru düzgün, onu bırak tek kelime edemiyor! Çok seviyorsun ya karımı, hadi benim yanıma değil de başka yere gitseydi?” diye çocuk azarlar gibi azarlamaya devam etti Kerem’i. Tabii yanımdan kalkmış ve ikilinin tam önünde durmuştu o sert ifadesiyle.

Kerem’in ise son cümlesiyle kaşları çatılmıştı.

“Sevgimi sorgulamak haddin değil, ayrıca onu arkadaşına söyle! Dilem’in üzerine gittiği yetmediği gibi beni de oyaladı!” Sertçe yanındaki Tekin’i iteklediğinde Tekin de onu sertçe itekledi ve birbirlerinin yakalarından tutarak her an birbirlerine dalmaya hazır bir şekilde gözleriyle dövdüler birkaç saniye.

Elimi ağzıma götürdüm ve esnedim. Uykum çoktu. Çok çoktu. Kocamı bulduğuma göre kalanlardan bana neydi? Ayaklarımı yukarı çektim ve altımda topladım büyük bir miskinlikle.

“Saçmalamayın, karakoldayız!” diye Beyazıt bir eliyle birinin, ötekiyle birinin göğsünden tutup itekleyerek birbirilerinden ayırdı.

Kerem’i daha sert ittiğini sarhoş kafayla algılayabiliyordum. Sonra doğrudan Tekin’e döndü Beyazıt.

“Dilem’e tek kelime etmemen konusunda seni uyarmıştım, Ozan! Karımla benim aramda olana bir daha karışma sakın!”

“Karınla senin aranda mı? Olaya emniyet dahil oldu farkında mısın?” derken sinirle iki kolunu açarak bulunduğumuz odayı işaret etti.

Uyumamak için son bir çare gözlerimi kırpıştırdım ama gözlerim batınca kapalı kalmalarına izin verdim.

“Ozan, siktir git! Bak şu avukatlara. Hâlâ bitmedi mi?”

“Karın başına bela açsın, biz kurtaralım kıçını gördüğümüz muameleye bak amına koyayım! Bari bir bok anlatsan! Seninle arkadaş olduğum günü sikeyim!”

Artık seslerde bulanıklaştı ve tamamen karanlıkta kaldım. Arkadan uğultulu sesler gelmeye devam ediyordu ama hiçbiri beni uyandırmaya yetmedi.

*

08.03.2023

Başım çatlıyordu. Ağrıdan geberiyordum. Hiç olmayan migrenim tutmuştu sanki. İlacın ardından suyun kalanını da kafama dikerken bakışlarım doğrudan Hatice Hanım’ı buldu.

“Beyazıt nerede biliyor musunuz?”

Sabah gözlerimi bu lanet ağrıyla birlikte odamızda açmıştım. Yanımda Beyazıt yoktu. Leş gibi alkol koktuğuma emin olduğumdan, bir de biraz olsun kendime gelebilmek için hızlı bir duş almıştım. İkinci hedefim de burası olmuştu zaten.

“Çalışma odasında olacaktı, Dilem Hanım. Kahvaltılık bir şeyler hazırlamamı ister misiniz?”

Başımı iki yana salladım.

“Beyazıt’ın çalışma odasına bir kahve yollamanız yeterli.”

Hatice Hanım beni başıyla onayladığında tam arkamı dönüp gidiyordum ki seslenerek durdurdu beni.

“Şey… Bugün görüşmeye birkaç kız gelecekti. Yardımcı olarak, Oya’nın yerine… Beyazıt Bey sizinle halletmemi istemişti. Erteleyeyim mi?”

Keşke Beyazıt Bey bunu bana da söyleseydi. Başımı iki yana salladım.

“Sizin çalışma arkadaşınız olacak ve gördüğüm kadarıyla uzun zamandır da Beyazıt’la çalışıyorsunuz. En içinize sineni siz seçin ve 1 haftalık deneme sürecini başlatın. Tabii bir süre gözünüzü de üzerinden ayırmayın ve üst katlara çıkmasın lütfen. Alt katta iş verin. Hatta mümkünse daha çok mutfakta…”

Hatice Hanım beni başıyla onaylarken ben de ona hafifçe gülümsemiş ve mutfaktan çıkmıştım. Adımlarım hedefine yaklaştıkça istemsizce küçülüyordu. Dün çok kızmamıştı ama sarhoştum yani. Bugün çok kızar mıydı? Kesinlikle kızardı.

Acaba hazır kendini çalışma odasına kapatmışken kaçsa mıydım?

Bence bu onu daha çok kızdırır, Dilem. Eğer boşanmak niyetinde değilsen yapma derim.

Ne yazıktı ki Narenciye haklıydı.

Ben her zaman haklıyım, hayatım.

Kendi kendime gözlerimi yuvarlarken çoktan çalışma odasının önüne kadar da gelmiştim. Derin bir nefes aldım ve hafifçe kapıyı tıklattım. O kadar güçsüz vurmuştum ki birkaç saniye duyup duymadığına emin olamamıştım ama çok geçmeden kapının kilidinin açıldığına dair o ‘click’ sesi gelmişti.

Derin bir nefes daha alarak kapıyı araladım ve girmeden önce şöyle bir ortamı süzdüm. Beyazıt çalışma masasında oturuyordu o dümdüz ifadesiyle. Önünde bilgisayarı açıktı. Dönen sandalyesinin hafifçe kapıya yani bana döndürmüş ve alabildiğine ifadesiz bir şekilde bakıyordu.

“Uyanabilmişsin…” dediğinde imayla, kendimi ne derse desin alttan alacağıma dair telkin ederek içeri girerken buldum. Ardımdan kapıyı da kapattığımda bana tek kelime etmeden çenesiyle işaret ederek emrini verdi.

Ecelden kaçılmaz diyerek Beyazıt’a doğru adımlarken o da hiç acele etmeden oturduğu yerden kalkmıştı. Çok geçmeden de karşı karşıya gelmiştik zaten.

Eli yavaşça sol elime uzandı ve avuçları arasına aldı. Hâlâ parmağımda duran yüzüklere baktı. Beyazıt dün odamdan çıkar çıkmaz geçirmiştim bu yüzükleri parmağıma. Kendime düşünme süresi tanımamıştım ama dün aklıma gelince de hiç çıkarasım gelmiyordu.

Ben tek kelime etmeden anlıyordu beni. Kokusu burnuma doldukça yatışıyordum. Çekiliyordum ona. Sadece tensel bir çekilme değildi de üstelik. Sözde ilk evlenirken aklımda Beyazıt’a karşı bir şey bulup boşanmak vardı ama hiç, bir şey bulmayı denememiştim bile. Kapılmıştım etkisine ve bunları da dün içerken fark etmiştim.

Aslında bir şeyler de biliyordum hakkında. Delilleri yok etmemiş olsa da Beyazıt’la evli kalma gibi bir zorunluluğum yoktu. Annesi hakkında olan bilgim muhtemelen doğru olsa da kesin değildi ama babalarını öldürdüklerini biliyordum. Annemde emindim ki buna dair bir belge bir kanıt vardır. Gitsem böyleyken böyle desem hemen bana verirdi ama bir an için bile olsa bu bilgiyi Beyazıt’a karşı kullanmak aklımın ucundan geçmemişti. Babasını öldürecek kadar ne yaşadığını dert edinmiştim daha çok, içindeki kırgın çocuğu aramıştım…

Biliyordum oysa, Beyazıt yerine bir başkası olsa acımadan onu buradan vururdum. Ben seçimimi babalarını öldürdüklerini öğrendiğim an yapmıştım aslında. Bırak onu buradan vurmayı, üzülmesin diye kendisi konuyu açmadan konuyu açmayacak kadar düşünüyordum onu. Beyazıt’a karşı hislerim ne boyuttaydı bilmemekle beraber, boşanmak istemediğimi biliyordum.

“Kararın?” diye sordu sakince ama nefesini tuttuğunu hissettim. Cevabımdan korkuyordu, daha o sormadan cevapladığımı bilmeden.

“Boşanmak istemiyorum.” dedim hiç uzatmadan, direkt, net bir şekilde. Rahatlayarak nefesini verdi önce, gözleri de rahatlamanın etkisinden olsa gerek bir süreliğine kapanmıştı.

Geri açtığında gözlerimiz buluştu ve o sormadan ben bir açıklama ihtiyacı hissettim.

“Yemin ederim kendi adımı kullanmayacaktım. Ayla ablaya kendi adıyla yayınlaması için vermiştim haberi ama imzamı taklit etmeyi seçmiş. Kendi adımı kullanmazsam seni zor durumda bırakmam diye düşündüm, senin hastaneyle bir bağının olabileceği aklımın ucundan geçmedi.”

Başını onaylamazca iki yana salladı.

“Mesele o değil, Dilem. Birkaç saat karakolda takılmak zorunda kaldım diye mi kızıyorum sanıyorsun sen? Hadi üzerindeki kamera fark edilseydi? Bir de Buse’yle gitmişsin. Ya bir şey olsaydı?”

Başımı yine iki yana salladım hızlıca.

“Başak dışarda dinliyordu bizi. Ters giden bir şey olsaydı korumaları içeri yollayacaktı.”

Beyazıt sıkıntılı bir nefes koy verirken sakallarını dertli dertli sıvazlamıştı.

“Bu tehlikeli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Her şey birkaç saniyeye bakar, Dilem. Hele ki hastane gibi bir yerde zarar vermenin milyon tane yolu var. Sonuç olarak sözünde durmadın. Güvendim ben sana. Buse varken tehlikeli bir şey yapmam, dedin ve ben sorgulamadım bile. “

Ben de sıkıntılı bir nefes verdim. Bana kalırsa abartıyordu. Önlemimi almıştım işte. Tehlikeli falan değildi. Tehlikeye sokmamıştım kendimi.

“Fatih gelip bizim hastanelerden birine gittiğinizi ve sanırım bunu araştırdığınızı söylediğinde inanmamış ve seni arayıp hastaneye neden gittiğinizi sormak istemiştim ama sonra o aileyle görüştüğünü söylediğinde ikna oldum.”

Yani Baha’ya gitmeden önce beni durdurabilirdi ama dediği gibi bir ihtimali, bir kesinliğe tercih etmişti. Eğer bile bile yine de elimdekileri Baha’ya ya da bir başka savcıya verseydim…

Verir miydim gerçekten? Ne kadar büyüktü Beyazıt’a olan sevgim? Şu an böyle bir şeyle sınanmadığım için iki ihtimalde uzak geliyordu ama tek bir şey biliyordum. Bir gün bana gelip bunu sunmasını asla istemiyordum.

Biliyordum o bu işleri bırakamazdı, ben de ucu ona değdiğinde bir işi yarım bırakamazdım…

Hiç başlamamalıydım yani.

Özür dilemek yerine o an verdim kararımı.

“Peşinde olduğum bir haber var, bir oyuncuyla ve arkasındaki bir fuhuş çetesiyle alakalı… Son bir jübile istiyorum yani. Sonra bırakacağım.”

Stajı saymazsak yalnızca 2 yıldır yaptığım ve sevdiğim işimi… Bırakmaktan kastım oydu tamamen.

“Ben işini bırakmanı istemiyorum senden, Dilem. İşini seviyorsun…”

Başımı iki yana salladım. İkisi aynı anda olmazdı. En az benim kadar Beyazıt da bunu görebiliyordu. Bugün olmasa da bir gün seçmek zorunda kalacaktım zaten.

“Haberini gölge yazarlık misali yapabilirsin, birini ayarlayabiliriz.” diyerek bu kez o bunu hiç istemediğini belirtti.

“Çok yönlü bir insanım…” diyerek işi şakaya vurdum ve güldüm.

“Sanırım kendime başka bir iş bulmakta hiç zorlanmam. Hem senin karın olarak aksiyon ihtiyacımın fazla fazla karşılanacağına eminim.”

Benim aksime Beyazıt hiç gülmedi. Gözlerime baktı yalnızca derin derin. Sonra iç çekti ve belimden tutarak beni kendine çekti. İçine çekmek istercesine…

“Kariyerine her ne yönde devam etmek istersen iste, bunu yapmana yardımcı olacağımı bil. Eğer kararından pişman olur ve kendi işine de dönmek istersen… Söyle. Bir yolunu buluruz.”

Gülümsemem büyüdü.

“Şu an tek istediğim senin de istediğin gibi benden bir şeyler saklamak zorunda olmaman, bana rahat rahat arkanı dönebilmen ama dediğim gibi son bir haber… Bir şeyleri yarım bırakmaktan hiç haz etmem.”

Belimdeki ellerinden biri çenemi buldu ve başımı kaldırdı hafifçe. Dudaklarıma doğru yaklaşırken “Haber için yardıma ihtiyacın olursa da söyle.” diye mırıldandı. Tam dudaklarımız birbirine kapanacaktı ama kapanamadı. Kapı tıklatıldı.

Beyazıt’ın kaşları çatılırken istemeye istemeye benden uzaklaştı.

“Kim bu şimdi?” diye homurdanırken masasına ilerlemiş ve altındaki bir tuşa basarak kapının kilidinin açılmasını sağlamıştı.

Jale elinde bir tepsi, tepsinin üzerinde bir kahve bardağıyla içeri girdi.

“Kahvenizi getirdim, Dilem Hanım.”

İstediğimi dahi unuttuğum kahveye bir süre boş gözlerle baktım.

“Bırakabilirsin şöyle.” dedim en sonunda ve Jale de dediğim gibi kahveyi masaya bırakarak çıktı hızlıca odadan.

“Başın ağrıyor mu?” diye sordu Beyazıt da Jale çıkınca. Sandalyesine tekrar oturmuş ve bir elini gelmem için bana uzatmıştı. Elini tuttum ve hiç itiraz etmeden kucağına kuruldum.

Bir elimi omzuna atarken diğer elimi göğsüne yasladım. Korktuğumun aksine çok kızmamıştı neyse ki.

“İlaç içtim, iyi geldi.” derken de kaldığımız yeri hatırlatmak istercesine dudaklarına yaklaştım.

“Yorgun da değilsin?” diye sorduğunda ancak annemlerde geçirdiğimiz geceye atıfta bulunduğunu anladım.

Hafifçe gülerken başımı iki yana salladım.

“Hiç değilim hem de…” derken şuh bir gülümseme de yerleştirmiştim yüzüme. Göğsündeki elimle en cilvelisinden önüme düşen saçlarımı da geriye attığımda başka bir şey yapmama gerek kalmamıştı zaten. Doğrudan kapanmıştı dudaklarıma… Gerisi üzerimizden bir bir çıkan kıyafet parçaları ve birbirimizin teninde soluklanmamızdan ibaretti tamamen… Defalarca kez en tepeye çıkmış, paldır küldür de aşağı düşmüştük. Odanın her köşesine bir iz bırakmıştık…

*

Ecem “Düğüne bir aydan az kaldı…” derken bir Tekin’in tamamen kendisinin inadına karşısında büyük bir şevkle yediği karışık pidelere, bir de kendi önündeki ton balıklı salataya acıklı acıklı baktı.

Bu benim ilk öğünümdü ancak diğerleri öğle yemeği yiyordu. Ki bu sanırsam bu evde yediğim ilk öğle yemeğiydi. Hiç öğlen bu saatlerde evde olmamıştım, olduysam da oturup yemek yemek aklıma gelmemişti.

“Şunu evden kovar mısın?” derken gözlerini zar zor Tekin’in önündeki yemekten ayırmış ve Beyazıt’a bakmıştı, Ecem.

“Dur daha, sufle yapıyor bana Hatice abla. Suflemi yemeden şuradan şuraya gitmem.”

Ecem ağlamaklı bir ses çıkardığında, Tekin büyük bir zevk alarak kocaman bir kahkaha bıraktı.

“Diyetisyene gittin mi, yoksa kafana göre mi yapıyorsun?” diye sordum Ecem’e. Ben araya girmesem her an Tekin’i doğrayıp yiyebilecek gibi bakıyordu.

Balık etli bir kadındı Ecem ama bu ona fazlaca yakışıyordu. Sağlığını etkileyecek kadar da bir kilosu yoktu zaten.

“Yarına randevu aldım ama o kadar kısıtlı bir zaman var ki…” Yüzü oldukça asıktı.

“Çok yanlış bir zamanlama. Düğün için koşturacaksın zaten, neredeyse tüm gün dışarda olacaksın, diyet listene uyamadıkça da sinirlerin daha çok bozulacak. Abartı bir kilon da yok, yine yediklerine dikkat et tabii ama bana sorarsan şu an diyet yapman aşırı saçma.”

Beyazıt’ın bu konuya dahil olmasını pek beklemiyordum. Beklentilerimin aksine bir de hafifçe gülümsedi kuzenine.

Ecem ise kuzeni de olsa bir erkeğin fikrini çok önemsememiş olacak ki bana döndü.

“Sence?”

“Bu sadece senin verebileceğin bir karar ama dediği gibi listene uyman oldukça zor olur.” Bir yandan da elimdeki bıçakla yanımdaki Beyazıt’ı işaret etmiştim.

Derin bir nefes çekti içine ve sonra da hiç sormadan önce Beyazıt’ın tabağından ardından da Tekin’in tabağından birer dilim aldı. Büyük bir ısırığın ardından zar zor yuttu ve bana acıklı bir bakış attı.

“Bana eşlik edecek kadar kibar olduğun için sağ ol ama benden bu kadardı.”

Aslında bunu Ecem için yapmamıştım. İlk öğünümü kırmızı et içeren bir şeyle açmak istemediğim için Ecem gibi ton balıklı salata yiyordum sadece. Şaşkın bakışlarımı fark ettiğinde tekrar ağzına götürecekken duraksadı.

“Kendi hür iradenle o korkunç şeyi yiyor olamazsın!” dedi ardından da yüzünü buruşturarak.

“Asıl korkunç olan Tekin’e bu zevki yaşatman.” dedim gram takmadan. Ecem’e diyetini bozdurduğu için çok mutlu görünüyordu. En azından Tekin’in olmadığı bir zamanda bozabilirdi diyetini. Ayrıca bana dün hiç yaşanmamış gibi davranması aşırı korkunçtu. Bir anda kaldığı yerden devam etme kararı almıştı. Dün Beyazıt’tan daha kızgındı oysaki.

“En az ikişer sufle yeriz, değil mi?” dedi Tekin ise beni duymamış gibi Ecem’e dönerek.

Ecem ise büyük bir yüzsüzlükle başıyla onayladı. Gözlerimi yuvarlamama engel olamazken Jale girdi içeri, elindeki 5-6 buket çiçek yüzünden yüzü görünmüyordu.

“Onlar ne?” diyerek Beyazıt sordu ilk.

“Dilem Hanım’a gelmişler, ne yapayım bunları?” diye sorarken adeta can çekişiyordu.

“Bana mı?” diye şaşkınlıkla sorarken Jale daha fazla tutamamış olacak ki salondaki orta sehpanın üzerine bıraktı can havliyle ve başıyla onaylayarak doğrudan bana döndü.

“Anneniz şoförle göndermiş. Ajansa gelmişler sanırım ama siz istifa ettiğiniz için hepsini buraya yollatmış. İstifa ettiniz mi, etmediniz mi buna da bir karar verecekmişsiniz.”

Niye insanlar anlaşıp bana rastgele bir günde çiçek gönderme kararı alsındı ki? Doğum günüme daha vardı. Yakın zamanda başarı sayılabilecek bir şey yapma- Yapmıştım. Aklıma kazandığım ödül daha yeni gelirken çiçeklere doğru ilerleyen adımlarım da duraksamıştı.

“Tamam, şimdi hepsini atalım.” dedim Jale’ye gülümseyerek. Bir de o haberle ödül kazandığımın bilinmesine gerek yoktu. Hiç yoktu hem de.

Jale bir süre şaşkın şaşkın baksa da tam toplamaya girişiyordu ki Beyazıt durdurdu.

“Sen çık, Jale. Çiçekler kalsın.”

Çatık kaşlarıyla çiçeklere doğru giderken yanımdan geçtiği sıra kolunu yakaladım.

“Atsın bir an önce, polen alerjim var benim.” diye de bayağı bayağı salladığımda durdu. Baktı gözlerime ve çok net bir cümle kurdu.

“Hayır, yok!”

Kolunu da elimden kurtararak bu kez engel olmama izin vermeden çiçeklerden birini aldı ve üzerindeki notu okudu.

“Ne ödülü?” dedi ardından da bana dönerek. Gözleri kısılmış, hoşnutsuzca bana bakıyordu. Ben ne diyeceğimi düşünürken bir başka çiçeğe, oradan da bir başkasına geçmişti. Eline aldığı 4. çiçekte ise kaşları daha da çatılmıştı.

“Yiğit kim ve niye sana ‘hayatım’ diyor?” İnsanlara laf sokarken genelde cümleye ‘hayatım’ diyerek başladığım içindi bu aslında ama Beyazıt için zaten erkek bir bireyin ne amaçla olursa olsun bana bir çiçek göndermesi sıkıntıydı. Ne amaçla olursa olsun bana ‘hayatım’ diyen bir erkek birey ise…

“E oldu o zaman!” diye birden araya giren Tekin’le anlık bakışlarımız ona dönmüştü. Tekin ise Ecem’e kalkmasını işaret ediyordu.

“Suflelerimizi mutfakta yiyelim biz.”

Ecem mecburen kalktı. Tekin’le ortada buluştuklarında ise karnına dirseğini geçirmişti.

“Hazır bizi unutmuşlardı, izliyorduk ne güzel! Niye kaldırıyorsun?”

“Yengeden çıkaramadığı sinirini senden değil benden çıkaracak çünkü. Ayrıca ben bu zevki yaşayamıyorsam sen de yaşayamazsın!”

İtişe kakışa mutfağa doğru ilerlerlerken arkalarından bir süre daha boş boş bakmak çokça işime gelmişti. Saniyede olsa zaman kazanmıştım.

“Hasan kim peki?” dediğinde mecburen tekrar Beyazıt’a dönmüştüm. Diğer çiçeklere de daha rahat kızabilmek için hızlıca bakınmış olmalıydı.

“Dünyanın en modern, en anlayışlı, en sakin kocasına sahip olma ödülü…” diyerek ilk sorudan başlama kararı almış, bunu yaparken de biraz olsun yumuşatmayı amaçlamıştım. Zira şu an ben, Beyazıt ve salonun ortasında bomba misali duran çiçekler dışında hiçbir kimsecikler yoktu etrafta.

Alayla gülerken ‘öyle mi?’ dercesine de başını aşağı yukarı salladı yavaş yavaş.

“Ben biz evliyiz sanıyordum, karıcım. Bildiğim kadarıyla da çok eşlilik yok laik ülkemizde. Sen hangi kocadan bahsediyorsun?” diyerek de saydıklarımın hiçbiri olmadığını bana çok güzel bir şekilde anlatmıştı.

E o zaman bana da müsaade, Dilem…

Sen de git tabii, Narenciye.

*

Ay, Dilem'in sarhoş halini yazarken başım döndü resmen. Herhangi bir şeyi yazarken bu kadar zorlandığımı hatırlamıyorum yemin ederim.

Umarım beğenmişsinizdir de değmiştir bari.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

10 gün sonra tekrar görüşmek üzere...

 

Loading...
0%