Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Bölüm

@__kao__

Medyadaki resmi görebiliyor musunuz? Eğer görebiliyorsanız diğer bölümlere de bu şekilde ekleme yapacağım. Bazı bölümlerde birden çok resim kullanıyordum gerçi ama hiç yoktan iyi olur diye düşünüyorum.

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

İyi okumalar...

*

11.03.2023

3 gündür kavga etmediğim tek bir insan bile kalmamıştı ve tabii ki başı Beyazıt çekiyordu.

Neden bütün arkadaşlarım erkekmiş, zaten Kerem'in 'güzelim' demesi sinirlerini bozuyormuş, bir de başına 'hayatım' diyen Yiğit çıkmış, çiçek gönderme haddini kendinde bulan Hakan'a değinmiyormuş bile, gavat değilmiş, bunlar ona tersmiş, bir gün sırf bu yüzden birini öldürecekmiş, ilk tercihi Kerem'miş, kimse benimle o şekilde konuşmayacakmış bir daha, başka öyle lavuklar da varsa hepsini uyaracakmışım, kendisi uyarırsa çok kötü olurmuş çünkü...

Tabii başta sussam, ödül mevzusundan uzaklaştığı ve haber yüzünden mahcup hissettiğim için azarlamalarına ses çıkarmasam da bir noktada patlamıştım. Neyse ki sonu ateşli bir sevişmeyle bitmişti de aramız şu an iyiydi.

Ayla abla ve anneme de ayriyeten kızgındım zaten. Annem yine psikoloğa gitmediğim ve istifa etmeme rağmen ajans kaynaklarını kullandığım için delirmişti. İkili oynamaktan vazgeçmeli ya işi tamamen bırakmalı ya da işime geri dönmeliymişim. Bir de sadece Arat soyadını aldığımı da öğrenmiş olmuştu haberle. Kariyer sahibiymişim ve en azından her iki soyadını da kullanmam gerekiyormuş. Ya boşanırsakmış, ismim bir nevi markammış, bu kadar düşüncesiz olamazmışım. Bunun üzerine bir posta daha kavga ettiğimizi söylememe gerek yoktu sanırım.

Ayla abla ise ona kendisi yapmış gibi haber yapmasını istememe ve bana tamam demesine rağmen arkamdan benim adımla yapmıştı haberi. Bu hareketi Arat soyadıyla kocamı bir güncük bile sürmese de mahpusa tıkmama, bu haberle hiç istemediğim bir ödülü almama, annemle yüz göz olmama sebep olmuştu. Neyse ki Beyazıt'ın ifadesinin alındığı falan basına yansımamıştı.

Bir de Kerem vardı tabii. Bu yaşadıklarımın asıl mimarı. En azından gelip kendi anlatma nezaketini göstermişti ama bir postada onunla kavga etmeme engel olamamıştı bu. İntikam alıyorsa alsındı ama beni ne diye karıştırıyordu?

Bu kadar insanla aynı anda sorun yaşamak bir dönüp 'Asıl sorun bende mi acaba?' diye sormama neden olmuştu ama Beyazıt'ı saymazsak bence gayet de haklıydım.

Biraz önce ise Beyazıt'ın halası ve diğer iki kuzeni gelmişti. Yol yorgunu oldukları için de direkt uyumak üzere odalarına çekilmişlerdi.

Şu anda ise ben bahçedeki oturma gruplarında oturmuş ağır ağır şarabımı yudumluyordum. Gözlerim daha çok hafif esen rüzgâr sebebiyle dalgalanan havuzdayken aklım birkaç gün sonra alacağım ödüldeydi. Annem gitmem gerektiği konusunda fazlaca ısrarcıydı ama benim pek istediğim söylenemezdi. Hatta hiç söylenemezdi. Zaten artık gelecek vaat eden bir araştırmacı gazeteci falan değildim. Direkt bir gazeteci değildim.

Birden omuzlarıma bırakılan şalla irkilirken omzumun gerisinden arkama baktım. Beyazıt tüm heybetiyle arkamdaydı.

"Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır, diye bir söz duymadın mı hiç?" derken de dolanıp yanıma oturmuştu. Ben de bu sırada üzerimdeki askılı tişörte ve şortuma boş birer bakış attım. Soğuk iyi geliyordu. Gerçeklikten kopmama engel oluyor, beni anda tutuyordu.

Yine de herhangi bir şey demeden omuzlarıma bıraktığı şala sarındım ve teklif edercesine elimdeki kadehi uzattım.

"Sarhoş olacak kadar içmediğini umuyorum?" derken sessizliğimi bir tık yanlış anlamış, elimdeki kadehe şüpheli bir bakış atmıştı.

Gülerken başımı iki yana salladım.

"Konuşabileceğim kadar ayığım, merak etme."

Bunun üzerine uzanıp elimdeki kadehi almış ve benim sabahtan beri ağır ağır içen halimin aksine kocaman bir yudum almıştı.

"Neden burada tek başına oturuyorsun?"

"İçeri basıyor artık." dedim duraksamadan. Şu 3 günde bir yandan Kemal Yılmaz'la ilgili araştırmalarıma devam etmekle birlikte ağırlıklı olarak da evdeydim ve bu kez uğraşabileceğim, ilgilenebileceğim bir bebek de yoktu. Ev büyük olduğu için 3 gün dayanabilmiş, her odasını fazlaca kullanmıştım ama bu kadardı. En acilinden kendime yeni bir uğraş edinmeli, kafamı bir şeylerle meşgul etmeliydim.

"Eğer istersen kış bahçesi tarzı bir şey yaptırabiliriz. Hem soğukta kalmaz hem bunalmazsın."

Kolunu benden tarafa sırt koyma yerine attığında biraz daha Beyazıt'a yaklaştım ve sırtımı göğsüne yasladım. Bu düşünceli teklifi ise yüzümde geniş bir gülümsemeye sebebiyet vermişti.

"Amaç soğukta kalmak zaten ama teşekkür ederim."

"Bazen mazoşist olduğunu düşünüyorum." dedi onaylamaz bir tınıyla ve usul usul saçlarımla oynamaya başladı. Minik bir kahkaha atarken hafifçe Beyazıt'a döndüm ve imalı bir bakış attım.

"Dozunda acıya pek hayır dediğim söylenemez, hatta hoşuma gider."

Tabii ki imamı anlamış ve yüzünde o çapkın gülümsemesi oluşmuştu.

"Arsız olduğunu söylemiş miydim?" derken saçlarımda olmayan eliyle çenemi kavradı ve beni olabildiğince kendisine çevirdi. Dudaklarıma minik bir öpücük bıraktığında ise şevkle gülümsedim ve "Birçok kez..." dedim.

"Şimdi ben gelmeden önce ne düşündüğünü söyle." dedi dudaklarıma bir minik öpücük daha bıraktıktan sonra.

"Sorgu saati başladı sanırım..." Alaylı söylemimle beraber önüme dönmüş ve sırtımı biraz daha göğsüne doğru yaslamıştım. Her daim bana soracak bir şeyler buluyordu gerçekten. Sorgu meleği gibiydi. Soru sormaktan ayrı bir zevk alıyordu resmen.

Birden "Bence o ödülü almaya gitmelisin, Dilem." dediğinde ise şaşırmama engel olamamıştım. Tıpkı kalbimin hızlanmasına da engel olamadığım gibi. Ne ödülü olduğunu ben söylememiştim ama kendisinin bir şekilde öğreneceğini tahmin ediyordum zaten ama ne olduğunu söylememişken neyi düşündüğümü anında bilmesi kalbime kanat çırptırıyordu. Ne yaparsa yapsın anlaşılmayan ben için tek kelime etmeden anlaşılmak o kadar kıymetliydi ki...

Üzerindeki şaşkın bakışlarımı zar zor önüme çevirdim. Omuzlarımı indirip kaldırdım yavaşça. Kalbimin sesinin duyulmamasını umarak olağanca bir ifadesizlikle "İstemiyorum." diyebildim yalnızca.

"Sana ucu bana dokundu diye kızmadığımı bin defa söyledim, Dilem. Bilmiyordun. Ben yalan söylediğin için sana kızdım ama bunların hiçbiri ama hiçbiri işinde başarılı olduğunu da o ödülü hak ettiğin gerçeğini de değiştirmiyor."

Sesli bir şekilde yutkunurken göğsünden uzaklaşarak Beyazıt'a döndüm ve doğrudan koyu kahve gözlerine baktım. İstememe sebebimi de anlıyordu...

Bir an için "Artık pek de gelecek vaat etmiyorum..." demek istedim ama sustum. İşimi bırakmamdan dolayı kendisini suçlu hissetmesini istemezdim çünkü. Tamamen benim hür irademle verdiğim bir karardı. Evet, bunu seçmemde etkisi var mıydı? Vardı ama günün sonunda benim seçimimdi.

"Aslına bakarsan pek bir şey yapmadım." Bu sırada önüme düşen bir tutamı da kulağımın arkasına sıkıştırmıştım.

"Eğer peşinde Fatih olmasa neyin peşinde olduğunu ben de anlamayacaktım. Genelde insanların hedefi böyle durumlarda direkt kadın doğum olurdu ama tabii oradan gelen herkese öylece anlatılmıyor. Önce güzelce araştırılıyor, bir süre takip ediliyor hatta. Sen ise doğrudan çocuk doktoruna gittin. Bir nevi onların sana gelmesini sağladın. Şüphe duymadı kimse ve doktor direkt anlattı sana."

Beyazıt'a anlam veremez bir bakış attım.

"İyi de bu çok basit bir mantık. Çocuk alıp satıyorlar. Çocuk doktoru da tabii ki olaya bir nebze de olsa dahil olmalı. Çocuğuna bakamayan bir aile varsa çocuk doktorunun olaya el atması gerekiyor."

Hastaneye acilden gelenler bir yana, bir de hastane her ay belli bir miktarda 0-3 yaş aralığı çocuğa ücretsiz hizmet veriyordu. Bu hem hastanenin reklamını yapmak içindi hem de yeni alışveriş kapısı bulmak.

"Ama herkes bunu bu şekilde düşünmez işte. Olayı anlat ve sokaktaki bin tane insana sor, belki hiçbiri senin gibi düşünmez. Farklı yollardan da olsa hepsi işini kadın doğumla halletmeye çalışır. Ayrıca o çektiğin görüntüleri de izledim. Gerçekten işinde iyisin, zekisin ve o ödülü de hak ettin. Sen ödül alırken orada olmak ve karımla gurur duymak da isterim... Tabii yine sen bilirsin."

Yüzünde beliren hafif gülümsemeye bakarken kararsızlığım sekteye uğramıştı. Ben ödülün sebebini dahi açıklamaya çekinirken o ben ödülü alırken benimle gurur duyacağını söylüyordu.

Taş devrinden kalma kıskançlıkları olmasa tam ideal koca aslında, Dilem. Boşamamakla çok iyi ettik.

Daha yaz tam gelmedi, Narenciye. Yaz geldiğinde umarım bu kararımızı sorgulamak zorunda kalmayız.

O kadar kusur kadı kızında da olur deyip alttan alıveririz.

"İlk ödülün mü bu?" diye sorarken bakışlarımdan kaçmak istercesine gözlerini de kaçırmıştı benden.

Adamdan etkilendiğimizi o kadar belli ettik ki utandırdık sanırım, Dilem.

O da bu kadar etkilemeseydi o zaman.

Gülümsemem genişlerken başımı iki yana salladım ve biraz önceki pozisyonumuza geri döndüm. Çok geçmeden de Beyazıt'ın eli saçlarımla oynamaya geri dönmüştü zaten.

"Hayır aslında. İkinci bu."

Görmedim ama ses tonundan kaşlarının şaşkınlıkla havalandığını tahmin edebiliyordum.

"Henüz 24 yaşındasın. En iyi ihtimalle 22 yaşında mezun olduğunu var sayarsak 2 yıldır gazetecisin?"

Sorgu dolu sesi beni güldürürken omuzlarımı indirip kaldırdım.

"Aslında tamamen şansa aldığım bir ödüldü. Yeni üniversiteyi bitirmiştim. Feridun abinin altında, onun ekibindeydim. Yarı staj gibi bir şeydi, peşinde asistan gibi geziniyordum işte. O dönem çarşafla kadınlar plajına giren bir sapık vardı. Feridun abi onun haberini yapmıştı."

Boğazımın kuruduğunu hissettiğimde Beyazıt'ın sehpanın üzerine bıraktığını ancak şimdi fark edebildiğim kadehe uzandım ve geri yerime yerleşirken de bir yudum aldım.

"İşte ben de bunun üzerine haftalık yazı bölümüne çarşafla işlenen suçların uzun bir listesini yaptım, birçoğunun faili meçhule düştüğünü, bunun büyük bir güvenlik sorunu olduğunu, en azından devlet dairelerine girerken yüz açmanın zorunlu olması gerektiğine dair bir yazı yazdım."

"Linç yedin?" derken elimdeki kadehe uzanmış ve kalanını tek dikişte bitirmişti. Başımı kaldırarak hoşnutsuz bir bakış attım. Daha fazla içmeyeyim diye yaptığını hoşnutsuz ifadesinden anlayabiliyordum.

"İçiyordum daha ben."

"İçme diye içtim zaten." diyerek bir de tüm dürüstlüğüyle cevapladığında gözlerimi yuvarladım.

"Bakma öyle, yeterince içtin." Çenemden tutarak geri önüme çevirdi beni ve diğer kolunu da belime doladı.

"Linç yedin?" diyerek kaldığımız yeri hatırlattığında derin bir nefes verdim ama konuyu da uzatmadım.

"Evet, dinsizliğim, kafirliğim, münafıklığım, İslamofobikliğim kalmadı..." Sonra devamı aklıma gelince kıkırdamama engel olamadım. "Ama linç ayağına o kadar çok gündemde tuttular ki... O yazıyla ödül aldım."

Ki bu gerçekten büyük bir güvenlik sorunuydu. Kimsenin giyimine, kuşamına karışmak asla haddim değildi ancak eldiven takıyorlardı, saçları zaten kapalıydı, yüzünü hatta gözlerini bile kapatan vardı. Bir suç işlendiğinde DNA ve parmak izi bırakma ihtimalleri yok denecek kadar azdı. Hatta minyon bir erkek çarşaf giyip çok rahat bir kadın gibi dolaşabilir dolayısıyla zanlının cinsiyeti bile belli olamazdı. Buna cidden bir önlem alınması gerekiyordu. Hele ki mültecilerin birçoğunun da çarşaf giydiği ve bazılarının bir kimlikleri bile olmadığı düşünülürse...

Beyazıt'ın da güldüğünü hafifçe hareketlenen göğsünden anlarken gelen uykumla biraz daha sokuldum göğsüne doğru. Ancak tam da o an aklıma gelen bir gerçekle hafifçe doğruldum göğsünden.

Gözlerine kaçamak bir bakış attım. Alacağım cevap beni korkutuyordu. "Sana bir şey sorabilir miyim?"

Göğsünden doğrulduğum andan beri ilgiyle beni inceleyen gözlerini bir süre kapatıp açarak onayladı beni.

"Çocukları alıp sattıklarını biliyorsundur en başından beri..." Devamını getiremedim ama Beyazıt yine ne demek istediğimi anlamıştı.

Eliyle çenemi kavradı ve hiçbir tereddütte yer vermeden gözlerimin en içine baktı. Kendinden çokça emindi.

"Çektiğin görüntüleri izlediğimi söylemiştim ve tıpkı senin dediğin gibi: Herkes anne baba olmamalı, Dilem. Evet, bu işten para kazanmak çok etik değil belki ama o çocukların hepsi önlerine adamakıllı bir tabak yemek koyamayacakları ailelerden alındı."

Tam burada duraksadı ve gözleri anlık olarak daldı. Geçmişinde ailesinin önüne bir tabak yemek koyamayacak durumda olmadığının bilincindeydim ama bakışlarında da bir yaşanmışlık vardı sanki.

Kendine gelmek istercesine hafifçe başını iki yana salladı ve konuşmaya devam etti.

"Bir çocuk yapmadan önce en azından belli bir yaşa, belli bir eğitim düzeyine getirebilecek gücün olmalı. Kendini de o çocuğa iyi bir ebeveyn olacak şekilde geliştirmelisin bana kalırsa. Hâlâ günümüzde 'Çocuk kendi rızkıyla gelir.' gibi saçma sapan bir düşünce hâkim."

Kısa bir es daha verdi ve bu sırada çenemdeki elinin başparmağıyla alt dudağımın kenarını okşadı sakince.

"Gittikleri aileler de iyice araştırılıyor ve arada gidip denetleniyor. Sosyal hizmetlerin yasa dışı olanı gibi düşünebilirsin. Genelde çocuğun evlatlık olduğu bilinmesin isteyenler tercih ediyor, arkada hiçbir şekilde kanıt bırakmak istemeyenler. Vicdanıma sığmayan hiçbir şeyi yapmadığıma da yapmayacağıma da emin olabilirsin."

Cevapları beni rahatlatırken hafifçe gülümsedim.

"Aklına takılan başka bir soru varsa sor." derken gözleri daha çok dudaklarımdaydı. Çenemdeki elinin izin verdiğince başımı iki yana salladım. Bunun üzerine hızlıca dudakları dudaklarıma kapandı ve şevkle dudaklarımı ezmeye başladı. Ben de aynı şevkle karşılık verirken saniyeler belki dakikalar sonra nefessiz kalarak ayrıldık.

Kendisiyle sevişmek istiyordum ama uykum da vardı.

Bu ikilemimi belli edercesine tekrar dudakları dudaklarıma kapanmadan "Uykum var..." diye huysuzlandım aldığım derin nefesler arasından. Bir nevi kararı Beyazıt'a bırakmıştım. Sevişmek isterse de sadece uyumak isterse de zevkle kendisine eşlik edecektim.

Uykumun olması dudaklarıma kapanmasını engellememiş olsa da tekrar nefessiz kaldığımızda alınlarımızı birleştirdi ve bir süre tek kelime etmeden öylece soluklandık. Sonra zarif bir hareketle göğsüne çekti beni tekrar.

"Uyu sen, ben çıkarırım seni odaya. Biraz daha burada kalmak istiyorum."

Elleri tekrar saçlarımı bulmuş ve usul usul oynamaya başlamıştı. Hiç itiraz etmeden sokuldum biraz daha göğsüne. Ardından tıpkı günler önce şezlongda uyuduğumuz zamanki gibi başımı aya çevirdim ve belli belirsiz tebessüm ettim. Zaten çok geçmeden de gözlerim kapanmıştı.

Ay bana kâbus getirmedi ama güzel bir rüya da getirmedi. Ancak yıllar yıllar öncesine ait bir anının tüm parçalarını birleştirdi...

7 yaşındayım. Yüzüm asık ve öylece boş sokaklarda dolanıyorum. Anneme sinirliyim. Didem'i bebek görmeye gelen annemin bir arkadaşına vermek istemiştim ama annem izin vermemişti. Kadın ne güzel beğenmişti işte o ağlak şeyi! Niye vermiyorduk ki? Sürekli ağlayıp sinirlerimi bozmaktan başka bir şeye yaradığı da yoktu. Bana kardeş isteyip istemediğimi sorduğunda böyle sürekli ağlayan bir şey geleceğini söylememişti. Söyleseydi hayır derdim ama söylemediği için evet demiştim.

O gitmiyorsa ben giderim, demiştim anneme ama bana bir cevap dahi veremeden o ağlak şey tekrar ağlayınca onun yanına gitmişti yine. Bu yüzden ben de ne kadar ciddi olduğumu göstermek için evden kaçmıştım ama kaybolmuştum.

Boş boş sokaklarda dolanmaya devam ederken yavaş yavaş kararan havaya bakıyorum. Tedirginliğim artıyor. Aydınlıkken bulamadığım evin yolunu karanlıkken hiç bulamayacağımın farkındayım.

Annemin 'Eğer kaybolursan bir polisten yardım iste, etrafında polis yoksa bulduğun en kalabalık dükkâna gir ve oradan birinden beni arat.' dediği geliyor aklıma. Etrafıma bakınıyorum. Ne bir polis görüyorum ne de bir dükkân. Yeni yeni evler yapıldığı için buraya, etrafta neredeyse hiç yapı yok. Bizden başka kimsenin burada yaşamadığını düşünüyorum ama tam da o anda bu fikrimi çürütürcesine bir ses duyuyorum.

"Küçük Hanım!"

Arkamı dönüp baktığımda bir adam görüyorum. Yeşil gözleri bana ilgiyle bakarken arkasındaki daha önce sadece yeşil çam filmlerinde gördüğüm tarzda olan araba daha çok dikkatimi çekiyor.

Yanıma adım adım yaklaşarak "Kayıp mı oldun?" diye sorduğunda ancak gözlerimi arabadan çekip adama dönebiliyorum.

Birinin bana bunu sormasını bekliyormuşçasına dudaklarım büzülüyor ve gözümden ardı ardına yaşlar akarken başımı aşağı yukarı sallayarak adamı onaylıyorum. Annem yabancılarla konuşmamamı söylerdi ama konuşmuş sayılmıyordum bence.

Adam ağlamaya başlamamla şefkatle gülümsüyor ve önümde diz çökerek benimle aynı boya gelmeye çalışıyor ama yine de uzun kalıyor. Elini beni korkutmaktan çekinircesine bir yavaşlıkla yanağıma götürüyor ve akan yaşlarımı başparmağıyla narince siliyor.

"Tamam ağlama, buluruz şimdi evini."

Çocuk aklıyla nasıl bulacağını sorgulamıyorum, annemin telefonunu ezbere bilmeme rağmen bunu söylemek aklıma gelmiyor.

"Ama anneme kaybolduğumu söyleme, tamam mı?" diyorum bunlar yerine.

"Beni ciddiye alsın, o ağlak şey evden gitsin istiyorum."

Adam gülerken başını onaylamazcasına iki yana sallıyor.

"Anneni korkutmak için evden kaçmamalısın, ayrıca kardeşin hep böyle ağlamayacak. Şu an konuşamadığı için derdini böyle anlatmaya çalışıyor."

Umursamazca omuzlarımı indirip kaldırıyorum. Bir kardeşim olduğunu nereden bildiğini bile sorgulamıyorum.

"Bana ne? Anlatmasın o zaman derdini! Ayrıca ne bitmez dertleri var bunun! Sürekli ağlıyor!"

Adam buna dayanamayarak gülüyor. Bu sırada arkamızdan gelen adamları fark ediyorum. Tamamen siyah giyinmeleri ve heybetli olmaları beni biraz korkutuyor. Yanımdaki adamın da onlardan pek farklı olmadığını ancak o an fark ediyorum ama yeşil gözleri kendimi sebepsizce güvende hissettiriyor ve biraz daha ona yaklaşıyorum.

"Onlar kim?" diye soruyorum minik elimle arkadakileri işaret ederek.

"Benim arkadaşlarım korkmana gerek yok." diyor. Bu sırada uzun zamandır yürüdüğüm için iyice küçülmüş adımlarımı fark ediyor adam.

"Yoruldun mu? Seni taşımamı ister misin?"

Hevesle başımı aşağı yukarı sallıyorum. Gerçekten yorulmuşum.

Adam hiçbir şey demeden beni kucağına alıyor ve tek koluyla rahatça taşımaya başlıyor. O an anlamıyorum ama yürüyerek dönmemizin tek sebebi benimle daha çok vakit geçirmek istemesi.

"Yabancılarla konuşmaman gerekiyor bu arada biliyorsun, değil mi? Kötü insanlar da var. Herkese güvenemezsin, küçük hanım." diye beni uyarmaktan da geri kalmıyor.

Omuzlarımı indirip kaldırıyorum.

"Sen de yabancısın." diyorum tereddüt etmeden. Bakışları dalıyor, gözlerine hüzün çöküyor ama fark etmiyorum bile.

"Haklısın..." diyor sonra belli belirsiz.

"Ama şanslısın ki ben iyi bir yabancıyım. Kötüler de var ve kim iyi kim kötü bilemezsin."

Umursamıyorum bile ve etrafı incelemeye devam ediyorum. Tanıdık geliyor buralar. Ahmet abinin beni ve Emir'i hep getirdiği parkı görünce sevinçle orayı işaret ediyorum adama.

"Bak, Ahmet abi bizi hep buraya getirir."

Adam parka bakıyor. Sonra tekrar bana dönüyor.

"Biraz parkta oynamak ister misin eve dönmeden?" diye soruyor.

"Ben kendim sallanmayı bilmiyorum." diyorum. Oysaki biliyordum ama kendimi yormaktan hep kaçınırdım. Beni sallayabilecek insanlar varken niye kendi kendime sallanacaktım ki?

Tam da istediğim gibi "Ben sallarım." diyor. Neşeyle gülüp yere inmek için bacaklarımı sallıyorum. Adam beni hemen bırakıyor ve ben önden önden tüm yorgunluğumu unutarak parka koşuyorum. Minik adımlarım, o koca adamın adımlarıyla boy ölçüşemeyeceği için benim koşmama, onun yürümesine rağmen hemen hemen aynı anda ulaşıyoruz salıncaklara.

Burada doğru düzgün kimse oturmadığı, oturanların da çocukları olmadığı için park bomboştu. Emir'le hep binmek için kavga ettiğimiz turuncu salıncağa kuruluyorum hemen. Kavga etmeyince bu salıncakta sallanmanın pek bir özelliği kalmıyor ama umursamıyorum ve beni sallaması için adama bakıyorum.

Adam bu halime hafifçe tebessüm ediyor ve salıncağın tam yanında durarak zincirlerden kavrıyor.

Salladıkça daha hızlı sallaması için bağırıyorum. Hızlandıkça memnun oluyorum ama sonra sıkılıyorum ve salıncaktan inip tahterevalliye koşuyorum. Adam tabii ki oturmuyor. Karşı tarafta yalnızca tek elini kullanarak hiç şikâyet etmeden beni indirip kaldırıyor. Çok güçlü olduğunu düşünüyorum içimden.

"Senin hiç çocuğun var mı?" diye soruyorum.

"2 tane var." derken buruk bir gülümseme sunuyor.

"Büyük olan da küçük olanı sevmiyor, değil mi? Küçük kardeşler çok sinir bozucu!"

Henüz 1 haftalık bir ablalık deneyimim var olmasına rağmen hiç deneyimlememiş olmayı diliyorum.

Adam buna kocaman gülüyor, kahkaha atıyor ama neye güldüğünü anlamıyorum. Kaşlarım çatılıyor. Beni ciddiye almadığını düşünüyorum ve adama hoşnutsuz ifademle dik dik bakıyorum.

"Bence tanısa kardeşini çok sever, eminim ki sen de tanıdıkça kardeşini seveceksin." diyor en sonunda ciddileşerek. Söylediklerinin ne anlama geldiğini sorgulamıyorum bile.

Buna ihtimal vermiyorum, bunu söylemek için ağzımı aralıyorum ama arkamdan başka biri "Parmaksız!" diye sesleniyor.

Adamın dönüp baktığını gördüğümde ona dediğini anlıyorum. İstemsizce parmaklarına kayıyor bakışlarım. Siyah eldiven takılı olduğunu görüyorum ellerinde. Ama parmakları var, diye düşünüyorum içimden.

Bize yaklaşan adam bana anlık bir bakış atıp tekrar yeşil gözlü adama dönüyor.

"Gitmemiz gerekiyor artık."

Adam sıkıntılı bir nefes veriyor ama başıyla da onaylıyor. Sonra tahterevalliyi indirip yanıma yaklaşarak bana elini uzatıyor.

"Artık seni evine bırakmalıyız, küçük hanım." diyor ama isteksiz duruyor.

Elini tutuyorum ve avucumu sıkarak parmaklarını hissediyorum.

"Sana neden parmaksız dedi. Parmakların var işte." diyorum çocuk aklıyla.

Gülümsüyor ve kısa bir an daha duraksayarak önümde bir kez daha diz çöküyor. Eldivenlerini çıkardığında parmaklarına dikkatle bakıyorum.

Sağ elinin işaret parmağına geldiğinde gözüm orada duraksıyor istemsizce. İlk defa parmağının yarısı olmayan bir insan görüyorum ama bu beni korkutmuyor. Aksine ilgimi çekiyor ve daha yakından bakmak için bir adım daha yaklaşıyorum.

Annem olsa 'İnsanların bir engelini, bir kusurunu gördüğünde öyle dik dik bakmamalısın!' diye beni uyaracağını biliyorum ama umursamıyorum. Adam kendisi gösteriyordu sonuçta.

"Bu yüzden." diyor sağ işaret parmağını hafifçe oynatarak.

"Ama yine de parmaksız değilsin ki!" diyorum anlam veremeyerek.

"Bak bir sürü parmağın var hâlâ!"

Adamın gülümsemesi büyüyor.

"Sayı saymayı biliyor musun, küçük hanım?" diye soruyor.

"Kaç parmağım var?" diye de ekliyor.

Saymaya kendi sağımdan yani adamın sol elinden başlıyorum. Saydıkça tek tek adamın parmaklarını da büküyorum avuç içene doğru ve bana zerre zorluk çıkarmıyor.

"1, 2, 3...8,9 ve 9,5!" diyorum en son yarım olan parmağını da avuç içine doğru bükerken.

"Dokuz buçuk tane parmağın var. Söyle arkadaşlarına bir daha sana parmaksız demesinler." diye de devam ediyorum.

Aydınlanmış gibi bir ifade geçiyor gözünün önünden. Sanki bir fikir gelmiş gibiydi aklına.

"Tamam..." diyor hemen.

"Söylerim, bundan sonra bana Dokuz Buçuk derler..."

*

12.03.2023

"Rica ediyorum, halam sana bir şey derse cevap verme ve bana bırak."

Aynadan saçlarımı düzeltirken arkadan belime sarılmıştı ve çenesini omzuma yaslayarak aynadan göz göze gelmemizi sağlamıştı.

"Sen yokken bir şey derse de çocuk gibi gelip sana şikâyet edeyim mi?" derken kollarının arasında dönmüş, kollarımı da boynuna dolayarak oldukça yakın durmamızı sağlamıştım.

Beyazıt hoşnutsuz bir ifadeyle bana bakarken güldüm. "Merak etme, bir şey demezse, bir şey demem."

Ancak ikimiz de biliyorduk ki halası kesin bir şeyler diyecekti. Dün akşam geldiklerinde pek konuşma fırsatımız olmamıştı ama birazdan ta düğün günü erken ayrılmamızdan başlayarak laf sokmaya çalışacağına emindim.

Beyazıt sıkıntılı bir nefes verirken şu yaklaşık 3 haftanın nasıl geçeceğini düşündüğüne emindim.

Ecem'in düğünü 5 nisandaydı ve düğünden sonra döneceklerdi tahminimce. Benden biraz ayrılarak odanın içinde bir şey aramaya giriştiğinde ben de aynaya dönmüş ve üzerimdekileri son kez kontrol etmiştim.

Üzerimde siyah, uzun kollu, mini ve sırt dekoltesi olan bir elbise vardı. Sırt dekoltesinin gözükebilmesi için de saçlarımı dağınık bir topuz yapmış, önden birkaç tutam çıkarmıştım. Kıyafetimle uyumlu olarak göz makyajımı da ağır tonlarla yapmıştım. Güzel görünüyordum.

Bugün en önce gidip Buse ve Ezgi'ye bakacak, ardından da bir dil kursuna gidip kayıt yaptıracaktım

Bugün en önce gidip Buse ve Ezgi'ye bakacak, ardından da bir dil kursuna gidip kayıt yaptıracaktım. Az çok kendimi ifade edecek kadar İtalyanca biliyordum ama hedefim ana dilim gibi konuşabilmekti. Hem meslek hayatıma ne yönde ilerleyeceğime karar verene kadar bana bir uğraş olurdu hem de bir dili daha ana dilim gibi konuşabilecektim. Türkçeyi saymazsak 5 dili ana dilim gibi biliyordum halihazırda. İtalyanca 6. olacaktı. Dil kursundan sonra da bir tekrar oyuncu hakkında ne bulabileceğime bakacaktım.

Beyazıt'ın adımı seslenmesiyle dün kullandığım çantamı, bugün kullanacağım siyah olana aktarmayı bırakarak ona döndüm.

Birkaç adımla iyice bana yaklaşırken elindeki kartı da fark etmiştim.

"Al." dediğinde şaşkınlıkla bir karta bir Beyazıt'a bakıyordum.

"Bu ne?" derken şaşkınlığım sesime de yansımıştı.

"Kredi kartı." dedi bariz bir şeyden bahsedercesine ki ben de bunun bir kredi kartı olduğunu bariz bir şekilde görebiliyordum.

"Eee?" dedim anlasam da anlamazdan gelerek. Böyle bir şeyi kabul edemezdim. Beyazıt sıkıntılı bir nefes daha verirken ısrarla kartı uzatmaya devam ediyordu.

"Kocanım ben senin, bana kalırsa bu eve taşındığın ilk gün alman gerekiyordu ama kabul etmeyeceğini bildiğimden yeltenmedim bile."

Devam edecekken verdiği minik esten yararlanarak araya girdim hemen.

"Değişen hiçbir şey yok."

Bu hâlâ kabul etmeyeceğim anlamına geliyordu.

"Var." diyerek itiraz etti hemen. Bu konuşmadan o da en az benim kadar rahatsız olmuş görünüyordu. "Çalışıyordun ama artık çalışmıyorsun. Paran olduğunun ben de farkındayım ama sonuç olarak devamlı bir gelirin yok şu an ve kocan olarak tüm ihtiyaçlarını karşılamak benim sorumluluğumda."

Israrla uzattığı kartı Beyazıt'a doğru ittirdim.

"Bu evde kalmaya başladığımdan beri kira ya da faturaların bana düşen kısmını ödediğimi hatırlamıyorum. Mutfak ve diğer masrafları saymıyorum bile. Zaten ihtiyaçlarımı teknik olarak sen karşılıyorsun ve fazlasını kabul edemem."

Kaşları daha da çatılırken sinirlendiğini de hissetmiştim. Hayır kim parasının harcanmasını isteyip, harcanmayınca sinirlenirdi ki?

"Bir de ödeseydin!" diye çıkıştı.

"Ayrıca böyle şeyler yabancılardan kabul edilmez. Ben senin kocanım ve zaten benim olan her şey senin de. Harcamalarını buradan yapmanı istiyorum!" diyerek kartı bir kez daha bana uzattığında Beyazıt'ın sinirinin aksine ılımlı davranma kararı aldım.

"Kahvaltıya geç kalıyoruz, insanlar bizi bekliyordur."

Arkamı dönüp kapıya ilerlemek istediğimde kolumdan tutarak beni durdurdu ve böylece konuyu kapatma çabam suya düştü.

"Eğer bu kartı almazsan kartı Fatih'e veririm ve senin yerine her şeyi o öder. Gittiğin her yerde ama her yerde dibinde birini istemiyorsan al şunu!"

Artık benim de kaşlarım çatılırken kolumu elinden kurtardım ve ters ters baktım.

"İzimi kaybettirmemi istiyorsan durma ve git Fatih'e ver!"

"Evde hapis olmak istiyorsan durma ve izini kaybettir!" Sinirle bir adım kadar daha bana yaklaştığında sinirli soluklarımız birbirine karışacak kadar yakındık.

"Kararıma pişman etme beni!" diye sinirle çıkıştığımda çok sonra ne dediğimi fark edebildim. Ancak iş işten geçmişti.

"Boşanmak istemediğin için pişman mısın?" diye hayretle sorduğunda bir adım kadar geriledim ve sinirimi çıkarmak istercesine arkamı dönüp çanta aktarma işine agresif hareketlerimle devam ettim.

"Alt tarafı bir kart alacaktın, Dilem!" diye sinirle homurdandığında elimdeki çantayı sertçe makyaj masasına bıraktım ve tekrar Beyazıt'a döndüm.

"Paranı istemiyorum ya! Bunu anlamak ve saygı duymak bu kadar zor mu?"

Benim biraz önce attığım adımları atarak beni kendisi ve makyaj masası arasında kıstırdı. Bakışları oldukça sertti ve bu hareketiyle beraber istemsizce nefesimi tutmama neden olmuştu.

"Ne dedim sana? Karımın her şeyiyle karım olmasını istiyorum dedim! Düşün taşın karar ver dedim! Boşanmak istemedin! Evli çiftler ne yapmıyor bil bakalım? Ben söyleyeyim: Senin paran benim param muhabbeti!"

Ses desibeli giderek artarken hoşnutsuzca bakmayı sürdürüyordum.

"Tam tersi bir durumda sen kabul edecek miydin sanki?" diye sinirle ben de çıkıştığımda ifadesi daha da sertleşti. Alnındaki damarları kolayca ayırt edebiliyordum artık.

"Ama tam tersi bir durumda değiliz!" Tam anlamıyla bağırıyor diyemezdim ama asla normal bir tonda konuşmuyordu. Tuttuğum nefesimi titrekçe verirken başımı iki yana salladım.

Bir kez daha "İstemiyorum!" dediğimde masayı dövercesine kartı makyaj masasının üzerine bıraktı ve arkasını dönüp beni beklemeden odadan çıktı.

Birkaç saniye olduğum yerde öylece durdum ve kendimi sakinleşmeye zorladım. Neye bu denli delirdiğine hâlâ bir anlam veremiyordum. Gerçekten sorgusuz sualsiz parasını harcasam mutlu mu olacaktı? İhtiyacım olsa ve almasam bu tavrına bir anlam verebilirdim ama ihtiyacımın olmadığını bile bile şu tavrı beni sadece sinirlendiriyordu.

Şu an ihtiyacımız yok, Dilem ama hazıra dağ dayanmayacağını sen de biliyorsun ve belli ki Beyazıt da...

Ömrümün sonuna kadar işsiz, aylak aylak dolaşacak değildim. Şimdi oyuncuyu araştırmaya devam ettiğim için çok üzerine düşmesem de elbet kendime uygun bir iş de bulacaktım. Belki cidden komutana yardım ederdim, belki bir dans kursu açar, belki de birilerine dil öğretirdim... Belki sıfırdan bir üniversite bile bitirebilirdim, belki sadece meslek edindirme kurslarından birine katılırdım. Birçok seçeneğim vardı ve karar verene kadar beni idare edecek kadar da param.

Kısaca hiçbir şekilde Beyazıt'ın parasına ihtiyacım yoktu. İşimi koca parası yemek için bırakmamıştım.

Daha sakin olduğumu hissettiğimde çantamı alarak kapıya ilerledim. Ceket falan almayacaktım yanıma. Havalar bana göre yeterince ısınmıştı. Daha bir hafta on gün kadar önce kar yağmış olabilirdi ama havalar artık çok hızlı ısınıp soğuyordu. Bir gün kışken ertesi gün yazı yaşayabiliyorduk. Özellikle de bahar aylarında.

Odadan çıkar çıkmaz yan odadan çıkan Sanem Hanım'la denk gelmem ise tamamen benim şanssızlığımdı.

Yine de saygıyı elden bırakmayarak zorunlu bir tebessüm yerleştirdim dudaklarıma ve "Günaydın..." dedim.

Yine geçmişi ve şu anı birlikte taşıyordu. Giydiği saks mavisi pantolon ve beyaz penyenin modernliğini saçlarına bağladığı beyaz, üzerinde mavi çiçekler olan yazması bozuyordu.

"Günaydın, gelin hanım." dedi o da ancak pek gülümsediği söylenemezdi.

Konuşmamızın burada noktalandığını düşünerek merdivenlere ilerleyecekken ismimi seslenmesiyle durmak zorunda kaldım.

"Gel böyle..." diyerek geri odaya girdiğinde sıkıntılı bir nefes verdim. Yine de peşi sıra çok kısa bir süre için kullandığım o odaya girdim. Sadece birkaç gün kullandığım bu odada hiçbir şeyin yeri değişmemişti. Sadece yerde öylece açılıp bırakılmış 2 büyük valiz vardı.

Sanem Hanım içi neredeyse tamamen boş olan dolabı açtı. Ardından da dolabın içindeki minik kasayı. Ne yaptığına anlam veremeyerek kapı ağzında öylece durmuş ve Sanem Hanım'ı izliyordum.

Kasadan içinin tamamen dolu olduğunu anladığım bordo kese gibi olan çantayı ve 3 tane de içinde takı seti olduğunu belirten kadife kutuları çıkarttı. Üstüne bir de onları bana uzattı.

Şaşkın şaşkın Sanem Hanım'a bakarken anlam veremiyordum da. Hala yeğen bugün bana bir şeyler vermeye pek meraklıydılar.

"Bunlar ne Sanem Hanım?" derken elindekileri almak için herhangi bir girişimde de bulunmamıştım.

"Düğünde takılan takılar gelinindir. Siz erken ayrılınca bende kalmıştı takılar. Üzerimde kalmasın..."

İmalı da bir bakış attığında bunu beklediğim için yalnızca gülümsemekle yetinebildim.

"Teşekkür ederim..." derken imasını anlamazdan gelmiş ve uzanıp elinden takıları almıştım. Birçoğunun kullanmayacağım tarzda olduğuna emindim ve bu kadar takıyla ne yapacaktım en ufak bir fikrim yoktu. Yine de düğün takılarıysa almamam ve sizde kalsın demem çok absürt olurdu.

"Siz dilerseniz kahvaltıya inin ben de bunları kasaya koyup geleyim."

Sanem Hanım beni başıyla onayladığında tekrar odamıza dönmüş ve giyinme odasındaki kasaya koymuştum hepsini. Bizim evde olmadığımız bir zaman diliminde iki haftada bir, temizlik firmasından bir ekip gelip evi dipli köşeli temizliyormuş. Beyazıt bunu bana söylerken değerli eşyalarımı bu kasaya koymamı, kimseyi yok yere zan altında bırakmamamı da söylemişti. Yine de diğer takılarımla ve şimdi düğünden gelen takılarla da kasa ağzına kadar dolmuştu. Şu koca kasada Beyazıt'a ait yalnızca bir saat vardı. Giyinme odasının geri kalanı gibi bu kasanın da büyük bir kısmını ele geçirmiştim.

*

"Bu ne?" dedim şaşkınca.

Başak elindeki hediye paketini bana uzatırken bugün niye herkesin bana bir şeyler verme derdinde olduğunu sorguluyordum.

"Ya ödül aldınız ya... Tebrik çiçeğine vereceğim para yerine adamakıllı bir hediye alır hem yardım ettiğiniz için teşekkür eder hem de tebrik ederim diye düşündüm."

Buna minik bir kahkaha atarken Başak hafifçe de kızarmıştı.

"Almayacak mısınız?" dedi ardından da bana alttan alttan masum bakışlar atarak. Normal şartlarda asla sevebileceğim bir insan değildi Başak ama bu kızda şeytan tüyü vardı. Garip bir şekilde sevdirmişti bana kendini.

"Hediye geri çevrilmez..." derken elindeki paketi de almıştım. Minik bir paketti. Paketin içinden bir kutu daha çıktığında bunun da bir takı olduğunu anlamıştım. Kutuyu açtığımda ise beni gümüş bir bileklik karşılamıştı. Düş Kapanlı bir bileklik...

Dokuz Buçuk kolyesini vermişti, Beyazıt yüzüğünü, şimdi Başak da bilekliğini veriyordu. Geriye sanırım sadece küpeler kalmıştı.

"Bu çok güzel..." dedim bu motif hoşuma gitmese de. Ben en başta boynumdaki olmak üzere tüm düş kapanlarından kurtulmaya çalışıyordum ama sanki bir şekilde bağlanmıştık.

Başak genişçe gülümsedi.

"Gerçekten beğendiniz mi? Sizi ne zaman görsem boynunuzda rüya kapanı vardı. Bunu görünce almak istedim."

Ceketinin kolunu sıyırdı ve bileğini gösterdi bana heyecanla. Aynı bileklikten Başak'ta da vardı.

"Bakın! Kendime de aldım. Kısa süreliğine de olsa bence harika bir ekip olduk. Anı kalsın istedim."

Heyecanlı halini kırmak istemeyerek bilekliği aldım ve ben de bileğime taktım.

"Gerçekten çok güzel ama keşke paranı bunun için harcamasaydın. Henüz taze bir avukatsın."

"Yeni bir müvekkil aldım!" diye bunun üzerine heyecanla atıldı.

"Üstelik bu sefer hayrına değil, bayağı para alacağım bu iş için. Hatta bir ön ödeme bile aldım!"

Bu heyecanlı haline gülümserken kahvemden de bir yudum almıştım. Açtım aslında. Beyazıt kahvaltıya kalmadığı için ben de kalmamış ve acil bir işim olduğunu söyleyerek evden, daha doğrusu Sanem Hanım'dan kaçmıştım. Yine de çok iştahım yoktu ama aç karnına bu kadar çok kahve içmek midemi bulandırmıştı.

Başak tuvalete gitmek için masadan kalktığında telefonumu bir kez daha kontrol ettim. Beyazıt hâlâ aramamıştı. Alt tarafı bir kartı almadım diye sabah öylece selamsız sabahsız çıkması bir yana telefonlarımı açmaması bir yanaydı. Tabii ben de ona inat ajansın o kimsenin bilmediği kapısı sayesinde peşimdekileri atlatarak buraya gelmiştim.

Ajansta artık çalışmıyorken çok uzun kalmam dikkat çekecektir ve Beyazıt'ın bana geri dönmesi için verdiğim süre dolmak üzereydi. Çok değil, bir 15 dakika sonra ararsa ben açmayacaktım telefonlarını. Hatta telefonumu komple kapatacaktım.

Sıkıntılı bir nefes verirken telefonumu yerine bıraktım ve yanımdan geçen garsondan hesabı getirmesini rica ettim. Hesabı ödedikten birkaç dakika sonra da zaten Başak gelmiş ve ben de ayaklanmıştım.

"E hesabı ödemedik?" dedi Başak şaşkın şaşkın ben kapıya yönelirken.

"Ben ödedim." dediğimde rahatlayarak derin bir nefes vermişti.

"Geçen seferki gibi ben ödeyeceğim diye korkmuştum bir an!" dediğinde Başak'a kınayıcı bir bakış attım.

"Ismarlamak istediğini kendin söylemiştin!" diye itiraz da ettiğimde Başak omuzlarını indirip kaldırdı.

"Yine de hesabı bana ödetmeyeceğinize inanmıştım. Bir kahveye 200 TL verirken içim acımıştı."

Sinir bozukluğuyla gülerken onaylamaz bir şekilde de başımı iki yana salladım.

"İbanını at. Ödeyeyim kahvelerin parasını!" dedim alayla ve "Cimri!" diye söylenmekten de geri kalmadım.

"Cimri değilim," diye Başak da itiraz etti hemen. "Sadece fakirim!"

Minik bir kahkaha atarken hemen köşedeki taksi durağına da gelmiştik. Malum arabam otoparkta kaldığı için taksiyle gelmiştim.

"Seni de bırakayım gideceğin yere kadar?"

Başını iki yana salladı.

"Şuradaki noterde müvekkilimle bulaşacağım. Vekalet verecek bana. Daha sonra görüşürüz Dilem Hanım."

"Görüşürüz." dedim ben de Başak'a gülümseyerek ve orada oturan dayıya sıradaki taksinin hangisi olduğunu sorarak geçip oturdum. Taksiciye karakola gideceğimizi söyleyerek arkama yaslandım ve kulaklıklarımı taktım.

Tam bu sırada Başak'tan gelen mesajla ise gülmeme engel olamamıştım. Ciddi ciddi ibanını atmıştı.

Onaylamazca cık cıklasam da durumunun pek iyi olmadığının farkındaydım. Muhtemelen yalnızca kahvelerin parasını göndermemi bekliyordu ve hatta ciddi ciddi para göndereceğimi düşünmüyor bile olabilirdi ama bileğimdeki bilekliğe kısa bir bakış atarak bir yirmi bin kadar yolladım hesabına.

Tam o anda ani bir frenle taksinin durmasıyla anlık bir öne savrulmuştum. Kulaklığın tekini çıkartırken çatık kaşlarımla taksiciye döndüm.

"Neden durduk?" diye de sordum ancak bir cevap almama gerek kalmadan gözlerim önümüzdeki arabayı buldu.

Garip bir ara sokaktaydık. Muhtemelen buraya bizi dolandırmak için sokmuştu taksici. Arabanın kapıları açılırken arkama baktım hızlıca. Orada da bir araba duruyordu.

Bugün başıma illa bir şey gelecekse lütfen öleyim yoksa Beyazıt'ın elinden kurtulamayacaktım.

İçimdeki korku önümüzdeki adamlardan ziyade olur da buradan sağ çıkarsam Beyazıt'ın yapacaklarındandı.

"Poli-"

Daha taksici sözünü tamamlayamadan kendisine doğrultulan silahla elindeki telefonu düşürmüş ve titreyen ellerini havaya kaldırmıştı.

Ben ise bir elimdeki telefona bir adamlara baktım. Beyazıt'ın beni öldürmesi mi, onların beni öldürmesi mi?

Yalnızca 2 seçeneğim olsa kesinlikle onların beni öldürmesini tercih ederdim ama neyse ki 3. bir seçeneğim daha vardı. Tek elimle alttan Kerem'e canlı konum attım ve telefonumu mecburen çantama koydum. Zira elbise giyecek günü bulmuştum ve ne bir cebim ne de bir sütyenim vardı.

Çantamı da alarak sakince arabadan indiğimde arkamdaki adamlar da bana silah doğrultmakla meşguldüler. Benim arabadan inmemle karşıdaki arabanın kapısı bir kez daha açıldı. Cevdet Sereyli'yi uzun bir süre sonra ilk görüşümdü bu. Bu kadar süre sessiz kalması hayra alamet değildi zaten.

"Dilem Akçay!" derken Sereyli'nin sesi oldukça dinçti. Saçlarına daha çok ak düşmüş gibiydi ama enerjisi aksine artmıştı. Ayrıca bu yaşına ve beyazlarına rağmen de garip bir çekiciliği olduğunu itiraf etmeliydim.

"Ah! Pardon!" dedi sonrasında da abartılı bir şekilde. "Artık Dilem Arat demeliyim, yoksa Dilem Akçay Arat mı? Hangisini kullanıyorsun?"

Bir cevap vermekten kaçınarak önüme düşen bir tutamı kulağımın arkasına kıstırdım ve topuklu ayakkabılarımın tıkırtıları eşliğinde ona doğru yürüdüm. Silahlardan biri taksicinin üzerindeyken kalanları doğrudan bana dönüktü.

"Bugün birilerini dövecek havamda değilim. Üzerim de buna pek müsait değil doğrusu. Yarın yine aynı saatte, tam burada buluşmaya ne dersin?" derken de tatlı tatlı gülümsemiştim.

Sereyli gülerken başını iki yana salladı.

"Her erkeğe istediğinizi yaptırabilecek bir güzelliğiniz, bir auranız var ama maalesef ki bu teklifinizi reddetmek zorundayım. Sizi yalnız yakalamak ne kadar zor tahmin edemezsiniz. Ama merak etmeyin, kılınıza bile zarar gelmeden tam buraya geri döneceğinizi size garanti ederim."

Ardından eliyle arabasını işaret etti.

"Yalnızca arabada bana bir yarım saatliğine eşlik etmenizi istiyorum. Bana katılır mısınız?"

Her ne kadar bu kibar bir soru gibi görünse de öyle olmadığının farkındaydım. Etmesem de zorla bindirilecektim. Ayrıca 10-12 silahlı adam etrafımı sarmışken pek şansım yoktu. Kendimi boş yere yoramazdım.

"Tabii ki eşlik ederim... Yol kesmene de gerek yoktu aslında. Arayıp söylesen yine gelirdim."

Sereyli bunu alaylı bir söylem olarak algılayarak gülmüş ve önden arabasına doğru ilerlemişti ama ben ciddiydim. Arasa ve sana önemli bir şey söyleyeceğim dese ciddi ciddi gelirdim.

"Çantanızı burada bırakalım, zaten hemen döneceğiz."

Tam arabaya binecekken Sereyli beni durdurmuş ve çantayı kendisine vermem için de elini açmıştı. Verdim çantayı ve arabaya bindim. Hemen peşimden Sereyli bindi, daha kapı tam kapanmadan da araba hareket etti.

Sereyli tam karşıma kurulurken kenardaki bilgisayarı almış ve bana bakmadan onu açmıştı. Bir şeyler yaptı bilgisayarda ve en sonunda ekranı bana çevirdi. Bir video vardı ekranda. Anında hangi güne ait olduğunu anlamıştım videonun. Videoda boş bir koridor görünüyordu yalnızca ama anlamıştım işte.

"Kapat şunu!" derken sesim varla yok arasında çıkmıştı. Bu görüntüyü nereden bulmuştu bilmiyordum.

"Devamını merak etmiyor musunuz diyeceğim ama..." derken sesi üzgündü.

"Siz bizzat yaşadınız değil mi?" Koridorda göründüğümde Sereyli beni dinleyip kapatmıştı bilgisayarı.

İfademi olabildiğince sabit tutmaya çalışırken ağlamamak için yanan gözlerimle Sereyli'nin gözlerinin içine baktım.

"Ne istiyorsun?" diye sorduğumda gülümsemesi genişledi.

"Benim işimi baltaladıktan sonra o piç kocanın arkasına saklanıp öylece bu işten sıyrılacağını sanmadın, değil mi?"

Gülümsemesi pis bir sırıtışa dönerken artık sadece midemi bulandırıyordu.

"Ne istiyorsun?" diyerek tekrarladım sorumu.

"Kocanın elinde Dokuz Buçuk için değerli bir şey olduğuna dair bir duyum aldım. Onu bul ve bana getir. Sen de görüntülerine kavuşursun."

Beyazıt'a ihanet etmemi mi istiyordu?

Loading...
0%