@__kao__
|
Bir sonraki bölümü milat sayabiliriz. 33.Bölüm itibariyle bambaşka bir Düş Kapanı okuyacağız. Şimdiden haberiniz olsun. Ayın 17'sinde tekrar görüşmek üzere. Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. İyi okumalar... * Sereyli tam karşıma kurulurken kenardaki bilgisayarı almış ve bana bakmadan onu açmıştı. Bir şeyler yaptı bilgisayarda ve en sonunda ekranı bana çevirdi. Bir video vardı ekranda. Anında hangi güne ait olduğunu anlamıştım videonun. Videoda boş bir koridor görünüyordu yalnızca ama anlamıştım işte. “Kapat şunu!” derken sesim varla yok arasında çıkmıştı. Bu görüntüyü nereden bulmuştu bilmiyordum. “Devamını merak etmiyor musunuz diyeceğim ama…” derken sesi üzgündü. “Siz bizzat yaşadınız değil mi?” Koridorda göründüğümde Sereyli beni dinleyip kapatmıştı bilgisayarı. İfademi olabildiğince sabit tutmaya çalışırken ağlamamak için yanan gözlerimle Sereyli’nin gözlerinin içine baktım. “Ne istiyorsun?” diye sorduğumda gülümsemesi genişledi. “Benim işimi baltaladıktan sonra o piç kocanın arkasına saklanıp öylece bu işten sıyrılacağını sanmadın, değil mi?” Gülümsemesi pis bir sırıtışa dönerken artık sadece midemi bulandırıyordu. “Ne istiyorsun?” diyerek tekrarladım sorumu. “Kocanın elinde Dokuz Buçuk için değerli bir şey olduğuna dair bir duyum aldım. Onu bul ve bana getir. Sen de görüntülerine kavuşursun.” Beyazıt’a ihanet etmemi mi istiyordu? Sereyli’nin gözlerinde anlık beliren korkuyla anlamıştım. “Davetiyen gelmiş sanırım?” dediğimde bana tersçe baktı. “Beyazıt görse mesela bunları? Ya da pek sevgili annen? İkisi de bilmiyor, değil mi? Ölmeden önce yapacağım son şey bile olsa bunu yaparım, Dilem. Dokuz Buçuk için değerli olan şeyi bulup en kısa sürede bana getireceksin! Ölsem de arkamda bunu yapacak birilerini bıraktığıma emin olabilirsin. Benim ölmem demek bunun ifşa olması demek. İkimiz için de geri sayım aynı anda başladı.” Ardından birden aradaki şoför paravanına vurdu. Araba bunun üzerine durup kapı açılırken Sereyli bilgisayar çantasıyla arabadan indi ve bana döndü. “Çocuklar seni aldığımız yere geri bırakacak ama benim burada ayrılmam gerekiyor, Dilem Hanım. Kusuruma bakmayın lütfen. Bana ulaşabilmeniz için güvenli bir yol ayarlayacağım en kısa sürede.” Başıyla da bana minik bir selam verdi ve kapıyı kapatarak başka bir araca ilerledi. Bu araç da tekrar çalıştı ve tıpkı Sereyli’nin dediği gibi beni aynen aldıkları yere bıraktılar. Arabadan indiğimde evet Kerem’i görmeyi bekliyordum ama Beyazıt’ı, adamlarını ve Tekin’i asla. Beyazıt yakasını kavradığı adamı dövmeye o kadar dalmıştı ki beni fark etmemişti bile. Bir an hazır fark etmemişken arkamdaki arabaya geri binmeyi bile düşündüm ama araba kapısını kapatma zahmeti bile göstermeden ben iner inmez yoluna devam etmişti. Derince yutkunurken beni ilk fark eden Tekin, Beyazıt’ın kolunu dürttü. Beyazıt “NE VAR AMINA KOYAYIM?” diye sinirle öyle bir bağırdı ki ciddi ciddi o an görünmez olmayı diledim. Sabahtan zaten gergindik. Bir de şimdi üstüne bu tuz biber olacaktı. Tekin çenesiyle beni işaret ettiğinde ateş saçan bakışları beni buldu ve ancak o zaman yakasını kavramış olduğu adamı öylece yere bıraktı. Bir şey olup olmadığını anlamak istercesine beni süzerken ben de Kerem’e döndüm sinirle. “Konumu sana atmamın bir sebebi var, değil mi? Niye haber veriyorsun?” diyerek yalnızca yanıma gelen Kerem’in duyabileceği bir ton kullandığımda gözlerini yuvarladı. “Kusura bakma, peşindeki korumaları atlatacak kadar geri zekalı olduğunu düşünemedim! Ne olduğunu öğrenmek için kocanı aradım ama bil bakalım kim o kadar geri zekalıymış?” Kerem’e ters ters bakarken bir cevap bile veremeden Beyazıt hiç beklemediğim bir şekilde kolumdan tutarak beni kendine çekti ve sıkıca sarıldı. Biraz önceki sinirinin aksine yumuşacık bir sesle “İyi misin?” diye sorduğunda ise afallamıştım. Benden ayrılıp yüzüme daha dikkatli bir şekilde bakarken de “Bir şey yaptı mı sana?” diye biraz panikle sormuştu. Bağırıp çağıracağına o kadar emindim ki ne diyeceğimi kısa bir an bilemedim. “İyiyim, hiçbir şey yapmadı…” diyebildim en sonunda. Yani fiziksel bir şey yapmamıştı. İyi olduğuma yeterince ikna olmuş olacak ki birden tekrar kaşları çatıldı. “Ne bok yemeye peşindeki korumaları atlatıyorsun sen?” Bağırmadan ama dişlerinin arasından öyle bir tonla konuşmuştu ki bağırmasını tercih ederdim. Sanırım erken konuşmuşuz, Dilem. Sanırımı fazla, Narenciye. Yutkunurken kısa bir an ne söyleyeceğimi düşündüm. Bir an suçu korumalara atmayı bile düşündüm ama zaten muhtemelen hırpalanacaklardı, bir de ölmelerini istemezdim. Birden “Senin yüzünden!” diyerek ben de sinirle kaşlarımı çattım. İşaret parmağımı da ona doğrultmuştum. “Sana bin kez kısas sevdiğimi söyledim! Saçma sapan bir şey için trip attın resmen. Telefonlarımı açmadın. Senden haber alamadım. Ben de senin de benden haber alamamanı istedim!” Beyazıt’ın hayretle havalanan kaşlarını umursamadan “Senin yüzünden!” diyerek büyük bir yüzsüzlükle bir kez daha üste çıktım. Tam anlamıyla yalan sayılmazdı ama korumaları asıl atlatma nedenim bu değildi. Oyuncuyu rahat rahat araştırabilmek için atlatmıştım. Öncesinde Başak’la kahve içmem biraz şov olmuştu tabii. “Nerede olduğumla ilgilenmiyordun diye hatırlıyorum! Hiç üste çıkmaya falan çalışma!” derken üzerime de gelmişti birkaç adım kadar. “Ay, iyi ki bir şey söyledik ya! Peygamber miyim ben? Her ağzımdan çıkanı öylece doğru mu kabul edeceğiz?” Sinirle ağzını açtı önce ama sonra dilini ısırarak kendini susturdu ve bana arabayı işaret etti. “Evde konuşacağız!” diyerek peşin peşin konunun kapanmadığını da belirtirken sıkıntılı bir nefes verdim. Şu an arkadaşlarımız ve korumalar var diye susuyordu tamamen ama o odaya çıkıp baş başa kaldığımızda beni gebertecekti. Beyazıt “Şu itleri toplayın, bir şey biliyorlar mı güzelce yoklayın? Sonra da götürün atın bir yere!” diyerek bir adamına emir verirken Kerem’le göz göze geldik. “Allah rızası için başka salaklık yapma, yapacaksan da önceden haber ver de sonra böyle patlama!” Bana ters bir bakış daha attı ve neden hâlâ burada olduğunu bilmediğim benim geldiğim taksiye ilerledi. “Çantan yenge…” diyerek Tekin bana çantamı uzattığında ona gülümsedim ve çantamı elinden aldım ama daha teşekkür edemeden Beyazıt elimden almış ve gerisingeri Tekin’e vermişti sertçe. “Sağını solunu güzelce yoklayın, Cevdet’in adamlarındaydı sonuçta.” Sonra bana döndü. O kadar ters bakıyordu ki… “Telefonun nerede?” “Çantamda.” diyebildim sadece. Bunun üzerine Beyazıt da tek kelime etmeden Tekin’e döndü. “Ne yapılacağını biliyorsun.” Tekin başıyla onaylayıp az ilerdeki bir adama doğru ilerlerken Beyazıt beni peşi sıra bir arabaya doğru ilerletti. Arka koltuğun kapısını açıp geçmem için ters ters bana baktı. Bir şey demeden arabaya bindiğimde sertçe kapımı kapattı ve yanıma oturmak yerine arabanın etrafında dolaşarak sağ ön koltuğa ilerledi. Binmeden hemen önce de Tekin’in adını seslenip anahtarı ona fırlattı. Bu beni az da olsa rahatlatmıştı. Yolda Tekin de bizimle olacaksa Beyazıt bana kızmazdı ve belki de eve gidene kadar az da olsa sakinlerdi. En azından öyle olmasını umuyordum. Birkaç dakikalık gergin bekleyişin ardından Tekin de geldiğinde yola çıktık. Uzunca bir süre de sessizlik hâkim oldu arabaya ama ondan sonra bir şarkı sesi yükseldi. Güleyirum hâluna katıla katıla Bi' sözünü geçiremedun karina Güleyirum hâluna katıla katıla Bi' sözünü geçiremedun karina Daha niye vermedun ağızının payını? Vermeyisun Gözlerimi sımsıkı yumdum. Ula, ula, ula, ula, sen bi' kalori bile etmeyusun Ula, ula, ula, ula, bu âlemin light erkeğusun Beyazıt “KAPAT ŞUNU!” diye bağırdığında azda olsa sakinleştiğini umduğum kocamı daha da sinirlendirdiği için Tekin’e içten içe sövmekle meşguldüm. Ne oldi sana, ne oldi boyle? “Kapat şunu!” diye daha normal bir tonda tekrarladı Beyazıt. “Yoksa tüm sinirimi senden çıkaracağım, Ozan!” Sesi o kadar tehditkardı ki Tekin yerine ben korkmuştum ama Tekin kocaman bir kahkaha attı ve sesi biraz daha açtı. Ardından sesini duyurabilmek için bağırarak “Bu kadar kasma, erken yaşlanırsın!” dedi ve üstüne bir de şarkıya eşlik etmeye başladı. Sinirle tam hoparlöre vurması ve sesin birden kesilmesini ise ikimiz de beklemiyorduk. Arka koltuğa daha da gömülürken nefes alışverişimi bile istemsizce yavaşlatmıştım. Görmesindi beni. “Elimde kalacaksın, Ozan!” diye de hırladığında ne kadar sinirli olduğunu yeni yeni kavrayan Tekin hiçbir şey demeden susmuştu. “Eve değil, barakaya sür!” dedi bir süre sonra sessizliği bizzat Beyazıt bozarak. Barakadan kastı neresi anlamamakla beraber halası ve diğerleri evde olduğu için her nereyse oraya gideceğimize emindim. Yolun geri kalanında Beyazıt birini aramış ve barakayı hazırlamalarını, oranın güvenlik çemberini de oluşturmalarını istemişti. Herkesle ama herkesle dövecekmiş gibi konuşması sinirinin geçmediğine işaretti. En sonunda araba durduğunda evlendikten hemen sonra geldiğimiz kulübeye geldiğimizi anlamıştım. “Evdekilere Dilem’le bir iş yemeğine katılacağımızı söylersin.” Beni beklemeden arabadan indiğinde dudaklarımı ıslattım. İnmezsem daha çok sinirlenecekti. Tam kapıyı açmıştım ki “Alttan al, gerçekten sinirli ve sana bir şey olacak diye korktu.” diyerek durdurdu beni Tekin. Her zamanki sarkastik tavrından oldukça uzaktı. Oldukça ciddi bir şekilde bana bakıyordu. Yalnızca Tekin’e tebessüm etmekle yetinirken Beyazıt’ı daha fazla bekletmemek ve sinirlendirmemek adına indim arabadan. Kulübeye olabildiğince küçük adımlarla ilerliyordum ki ilerlemek de zorundaydım. Toprak oldukça yumuşaktı ve buradan topuklu ayakkabılarla geçmek tam bir zulümdü. Neyse ki çok geçmeden kulübenin veranda gibi olan tahta basamağına ulaşmıştım. Kapı ardına kadar açık bırakılmıştı. Yutkunurken yavaşça içeri girdim ve ardımdam kapıyı kapattım. Beyazıt berjerde oturmuş ve sakinleşmek için olsa gerek sigara içiyordu. Suçumun gayet farkındaydım ve bu yüzden tek kelime etmeden L koltuğun ucuna oturdum. Beyazıt gözünü dikmiş alenen beni incelerken ben gözümü aşağıya indirmiş yerin desenlerini inceliyordum. Dakikalar sonra sert bir şekilde “Buraya gel!” dediğinde başımı kaldırdım. Gözlerimi kırpıştırarak ona bakarken gözlerimi delip geçmek istercesine bakıyordu bana. Sinirliydi ve suçluydum. Derince yutkunurken yavaşça ayağa kalktım ve birkaç adımla küçük salonda yanına ulaştım. Tek kelime etmeden bileğimden tutup çekti. Bacaklarını iki yana açmış bir şekilde oturduğu için sağ dizine düşmüştüm ve sol diziyle de bacaklarımı sıkıştırmıştı. Yakınlığımız ve ani hareketi nefeslerimin daha da hızlanmasına sebep olurken bir eli oturuşuma destek vermek istercesine sırt dekoltemden tenimi, diğeri çenemi bulmuştu. Çenemdeki tutuşu yüzünden doğrudan gözlerine bakmak zorunda kaldım. Öylece bana bakmaya devam ederken sırtımdaki elinin teması anlık olarak kesildi ve sigarasını dudaklarına götürerek derin bir nefes daha çekti içine. Ardından eli tekrar sırtıma gitti. Eş zamanlı bir şekilde de dumanı yüzüme doğru üflemişti. İstemsizce gözlerimi kırpıştırırken büyük bir dikkatle beni izlemeye devam ediyordu. Sigarası bitene kadar öylece durduk. Her seferinde tek kelime etmeden dumanı yüzüme doğru üflemiş ve sonrasında da büyük bir dikkatle gözlerimi kırpıştırışımı izlemişti. Ne zamanki sigarası bitti ve sehpaya zarar vermeyi gram umursamadan sehpaya bastırarak söndürdü ancak o zaman konuşmaya başladı. “Neden Kerem?” İlk sorusunun bu olmasını gram beklemezken şaşkın şaşkın da baktım bir süre yüzüne. “Anlamadım?” dedim en sonunda. Sigara içerken çenemden çekilen eli sertçe sakallarına gitmiş ve sinirle sıvazlamıştı sakallarını. “Hadi adamları atlattın, bunu geçiyorum ama madem birine haber verebilecek vaktin vardı, bu kişi neden kocan değil de Kerem?” İfadesi konuşması sırasında anbean sertleşirken bir kez daha yutkunurken buldum kendimi. Boynunda belirginleşen damarlara kaydı anlık olarak gözüm. Geri gözlerine bakamazken yavaşça omuzlarımı indirip kaldırdım. “Sen kızacaktın ve o da yardım edebilirdi. Dokuz Buçuk’un…” Bir an ‘oğlu’ diyecek gibi oldum ama sonra “… adamı sonuçta.” diyerek tamamladım. Sinirle güldüğünde yanlış bir cevap verdiğimi anlamıştım. Belimdeki eli çekilirken koltukta arkasına yaslandı. “Bundan sonra evden ben olmadan çıkmayacaksın!” Büyük bir sakinlikle kurduğu cümleyi birkaç saniye algılayamadım. Şok etkisi yaratmıştı bende resmen. “Saçmalıyorsun!” diyebildim en sonunda algılayabildiğimde de. Geriye doğru yasladığı bedenini sertçe doğrulttuğunda refleksle kendimi geri çekmek istedim ve bu hareketim eli belimi bulmasa düşmemle sonuçlanacaktı. İyice bana yaklaşırken çenesinin gerginliği görülmeyecek gibi değildi. “Asıl saçmalayan sensin! Daha sabah eğer böyle bir şey yaparsan evden çıkamayacağını söylemiştim. Bunu sen istedin!” Kucağından kalkmak istedim ama diziyle bacaklarımı kıstırmışken, belimdeki eliyle beni sıkı sıkıya tutarken bunu yapamadım. Sözlerimle saldırdım ben de. “Seni korumak benim görevim demiyor muydun? Sereyli’nin adamları çıktığımı fark ediyor ama senin adamların edemiyor! Sereyli ortaya çıkmasa ruhun bile duymadan geri dönecektim!” Belimdeki eli gittikçe sıkılaştığında yanlış bir şey söylediğimi ancak kavramıştım. “Suçunu bil ve sus! Cevdet’in adamları seni takip etse fark edilirdi. Bunu bildiğinden telefonunu takip ettiriyordu muhtemelen! Sen de bir güzel istediği fırsatı verdin! Bundan sonra telefonunu takip ettireceğimden de şüphen olmasın!” Gözleri alev alev yanarken itiraz edecek gücü bir an kendimde bulamadım. Sesimi bulabildiğimde “Evde kalamam.” dedim. “Görürüz kalır mısın, kalmaz mısın?” O kadar kendinden emin söylemişti ki sanki şimdiden kendimi ev hapsinde gibi hissediyordum. Ağzımı açacakken “Sus!” diyerek sertçe araya girdi. “Şimdi Cevdet’in sana ne dediğini anlat!” Sustum. Ne anlatabilirdim ki? “ANLAT!” diye birden bağırdığında istemsizce irkilmiştim. Bir kez daha kucağından kalkmayı denedim ama bu kez çenemden de sertçe tutarak gözlerini gözlerime dikti. Çenemdeki tutuşu oldukça sertti ama canımı acıtacak kadar da değildi. “Anlatacaksın, karıcım! O şerefsizin karımdan ne istediğini anlatacaksın!” dişlerinin arasından konuşması, aklıma tekrar o görüntülerin gelmesi gözlerimin dolmasına sebep olurken “Bırak!” dedim sertçe. Göğsünden iteklemeye de çalışmıştım ama elleriyle ellerimi birleştirerek dizlerimin üstünde sabitledi. “Beni delirtme! Otur oturduğun yerde, adamakıllı anlat!” “İnsan gibi davran sen de ve bırak beni!” diyerek çenemi dikleştirdim ve meydan okurcasına yüzüne baktım. Ben de sinirleniyordum artık. Çok olmaya başlamıştı. Tamam hatalıydım ama bu kadar da değildi. “Cevdet sana ne söyledi?” derken sabır dilenir gibi de bir hali vardı. Ani bir hareketle ellerimi elinden kurtarırken topuzumdan sıyrılıp önüme düşen birkaç tutamı kulağımın arkasına kıstırdım. Sakinleşmek için derince nefes alırken bir an konunun kapanması için dudaklarına kapanmayı bile düşündüm ama o kadar sinirliydi ki buna izin vereceğini sanmıyordum. Sakin kalmalı ve mantıklı düşünmeliydim. Şu an anlatmadığımı farz etsek bile aynı evde yaşıyorduk, aynı yatağı paylaşıyorduk. Tanıdığım Beyazıt ne yapar ne eder ağzımdan laf alırdı. En azından bunu karşılıklı bir alışverişe çevirebilirdim geçen seferki gibi. “Tekin’le konuşurken duymuştum. Sende Dokuz Buçuk’a ait değerli bir şey olduğunu söylemiştin. Ne o?” diye ben de soru sorduğumda cevaplarsa cevaplayacağımı anlamıştı. Eğer söylerse anlatacaktım ama benden saklarsa kusura bakmasındı. Bir süre ne diyeceğini bilemezmişçesine baktı yüzüme. Tüm sinirini unutmuş gibiydi. “Kızı.” Bir an cevap vermeyeceğini bile düşünmüştüm ama bu cevabı da beklemiyordum. “Nasıl yani?” dediğimde şaşkınlıkla, çenesini kaşıdı hafifçe. “Kız başkasının nüfusuna kayıtlı, babasının Dokuz Buçuk olduğunu bile bilmiyor. Ben de tesadüfen öğrendim. Kızı her şeyden bir haber olduğu için de öylece yerini değiştiremiyor. Zaten biraz burnunun dikine giden bir tip. Muhtemelen öğrense himayesine girmeyi bırak, canına okur.” Kızı bu kadar yakından tanır gibi konuşması istemsizce beni rahatsız etti ama bu nüfus kayıt işini Kerem’den bildiğimden garipsemedim. Kerem en azından gerçekleri biliyordu ama kızda o da yoktu. Kerem’i de bilmiyor olmalıydı, hatta belki Kerem de bir kardeşi olduğunu bilmiyor olabilirdi. Bu yüzden Kerem’in hiç kardeşinden bahsetmemiş olması da mantıklıydı. Ayrıca yaşanmış mıydı yaşanmamış mıydı emin olmamakla beraber Dokuz Buçuk’un 2 çocuğu olduğunu söylediği bir ses de vardı kafamda. Üstelik Sereyli’ye o şeyi verme ihtimali de silinmişti kafamdan. Kanlı canlı, hiçbir şeyden haberi olmayan bir kızı alıp da Sereyli’nin önüne atamazdım. “Şimdi sende sıra?” diyerek Beyazıt çenesiyle beni işaret etti. Konuşmanın başından beri gözleri tepkimi ölçmek istercesine üzerimdeydi zaten. Sıkıntılı bir nefes verdim. “Dokuz Buçuk davetiye yollamış. Nasıl biliyordu bilmiyorum ama sende de Dokuz Buçuk için değerli bir şey olduğunu biliyordu. Benden onu bulup kendisine vermemi istedi.” Beyazıt bir süre şaşkınlıkla yüzüme baktı. Ardından daha önce attığını duymadığım büyüklükte bir kahkaha attı. Ben ona şaşkın şaşkın bakmayı sürdürürken uzun bir süre kahkahalarla güldü. Neye bu kadar güldüğünü anlamadım ama sonra birden bir şeyin farkına varmış gibi ciddileşti ve hatta kaşları çatıldı, gözleri tekrar beni buldu. “Tamam anlaşmalı bir evlilik yaptığımız için seni sevmediğimi düşünüyor. O yüzden seni aldıktan sonra benden senin karşılığında Dokuz Buçuk için değerli şeyi istemedi direkt. Bunu anlıyorum ama seni neyle tehdit etti ya da ne vaat etti? Öylece yapmayacağını biliyor sonuçta.” Bu noktada kısa bir an kalakaldım ama sonra aklıma bir yalan geldi. “Şu oyuncu… Onunla alakalı bir görüntü var elinde. Haberi yapmama yetecek bir görüntü. Sanırım bunun için bile sana ihanet edebileceğimi düşünüyor.” Doğru söyleyip söylemediğimi anlamak istercesine uzun uzun gözlerime baktı. En sonunda “Kızın adresini vermemi ister misin?” dediğinde birden bir anlam veremedim. Neyi kast ediyordu şimdi? Sanırım o da bunun için kendisine ihanet edip Sereyli’yle anlaşma yapabileceğini düşünüyor ve bunu kast etti, Dilem. “Ne demek bu şimdi?” derken kaşlarım da çatılmıştı. Umursamazca dudaklarını büzdü. “Beni kocan olarak kabul etmiyorsun demek. Eminim ki o görüntüler benden daha işlevseldir senin için.” Gözlerindeki ciddiyet, buna kalpten inanması… Ben onun için, onu zorda bırakmamak için işimi bırakmıştım. Farkında mıydı bunun? Dizinden kalktım, bu kez beni engellemedi de zaten. Sinirden kanım kaynıyordu ama kırılmıştım da. Bir kartı almadım diye onu yok saydığımı mı düşünüyordu? Bu kadar mıydı yani? Parasını kullansam onu sevmiş, kocam olarak saymış mı olacaktım? O da bizi anlamıyor, Dilem… O da bizi anlamıyor, Narenciye… Dışarı çıkacaktım, adımlarım kapıyı buldu ama sonra duraksadım. Hiçliğin ortasındaydık. Taksi çağırabileceğim bir telefonum yoktu şu an. Bizi Tekin bırakmıştı ve muhtemelen o arabayla da dönmüştü. Yani dönebileceğim bir araç da yoktu. Beyazıt aramadan da adamları buraya gelmezdi. Düğünden sonra burada kaldığımızda 2 kilometrelik bir güvenlik çemberinden bahsediyordu. Ayağımdaki topuklularla bırak 2 kilometre yürümeyi, aşağıdaki düzlükten buraya 20 metreyi bile zar zor gelmiştim. Yağmur yağdığı için toprak çok yumuşaktı. O 2 kilometreden sonrasının düzgün bir yola çıktığı da muammaydı. Beyazıt’la muhatap olmak istemediğim için yatak kısmını ve salonu birbirinden ayıran yarım duvarı aşarak yatak kısmına geçtim. Dolapta geçen seferden kalan kıyafetlerim olduğunu biliyordum ama üzerimi değiştirmekle uğraşmak bile istemedim. Ne makyajımı çıkardım ne saçımı açtım. Yalnızca ayakkabılarımı çıkararak öylece elbisemle yatağın içine girdim. Saat muhtemelen daha 10 bile değildi ama neyse ki günün her saatinde uyuyabilecek potansiyele sahiptim. Uyuma çabalarımı adım seslerinden buraya geldiğini anladığım Beyazıt baltaladı. “Eve dönmeliyiz. Sabah kahvaltıda da yoktuk. Halamlara ayıp oluyor.” Sesi şu an bunu söylemekten ne kadar rahatsız olduğunu bana çok iyi bir şekilde yansıtıyordu. Bir zorunluluk barındırıyordu. Gözlerimi açma zahmetine dahi girmedim. Biraz daha üzerimdeki örtüye sığındım hatta. “Seni kocam olarak görmüyorsam aileni de saymak zorunda değilim. Çok istiyorsan sen gidebilirsin, ben bu gece burada kalacağım!” Görmesem de kaşlarının çatıldığını, boynundaki damarların sinirle kabardığını hissedebiliyordum. Nitekim çok geçmeden “Yalan mı?” diye çıkıştı. “Kocan olarak sayıyor musun?” İnatla gözlerimi açmazken alt dudağımı büzdüm hafifçe. “Aksini söylemedim zaten. Sen kocam değilsen, ailene ayıp olup olmaması da umurumda değil, dedim!” Tek kelime daha etmedi. Önce sert adım sesleri duydum. Ardından da evi sallayacak kadar sert bir kapı çarpma sesi. * 13.03.2023 Duvar saatine göre saat sabahın 5’iydi. Erkenden uyuduğum için erkenden de uyanmıştım ne yazık ki. Bir başımaydım. Beyazıt sanırım gerçekten eve dönmüştü. Ben söylemiştim gidebileceğini ama bir tarafım gitmesine de kırılmıştı. Uyurken bozulan topuzumu hırsla açarken küçük banyo kabinine ilerledim. Bu minik kabinde yalnızca bir klozet ve el yüz yıkamak için bir lavabo vardı. Duş da almak isterdim ama burada duşakabin yoktu. Jakuziyle de uğraşamayacaktım. Üzerimi değiştirdikten sonra dışarı çıkıp Beyazıt’ın adamlarından birini bulana kadar yürümeyi planlıyordum. Uyurken dağılan makyajımın tamamı çıkana kadar su ve sabunla güzelce yıkadım yüzümü. Sonra da minik dolabı açarak bulduğum bir taytı ve Beyazıt’ın gri bir tişörtünü geçirdim üzerime. Beyazıt’ın tişörtünün yakası dahi bana fazla bol olduğu için tek omzum düşmüştü. Neyse ki bir çift spor ayakkabım da burada kalmıştı da o kadar yolu topuklularla yürümek zorunda kalmayacaktım. Saçlarımı da tepeden güzelce topladığımda buradan çıkmak için hazırdım. Keşke bir ayakkabımın olup olmadığına da gece baksaymışım. Geceyi burada geçirmeme gerek kalmazdı. Kulübeden dışarı çıktığımda pek de beklemediğim bir manzarayla karşılaştım. Bu olduğum yerde duraksamama sebep oldu. Bir elim kapıda bir şekilde birkaç saniye boyunca hiçbir şey demeden izledim karşımdaki manzarayı. Ardından da ağır adımlarla, tek kelime etmeden ilerledim ve sırtımı verandanın korkuluklarına verdim. Öylece izledim bir süre daha. Altında siyah bir eşofman altı varken, üstünde hiçbir şey yoktu Beyazıt’ın. Şınav çektikçe kasılan kol ve sırt kaslarının her bir hareketini net bir şekilde görmemi sağlıyordu çıplaklığı. Kelimenin tam anlamıyla seyirlik bir manzaraydı. Hele ki sırtında birkaç gün öncesine ait tırnak izlerimin olması beni alev alev yakmaya yeterliydi. Derin bir iç çekmeme mâni olamadım. “Gittiğini düşünmüştüm.” dedim en sonunda dayanamayarak. Geldiğimin farkındaydı ama gram umursamamıştı beni. Pek ilk adımı da atacak gibi değildi. Yani iş başa düşmüştü. “Karımı dağın başında bir başına bırakacak kadar geniş bir mezhebe sahip değilim.” Sesinde en ufak bir tonlama yoktu, dümdüzdü. Muhtemelen bir süredir şınav çekiyordu ve hâlâ çekmeye de devam ediyordu ama nefes alışverişinde bile en ufak bir farklılık yoktu sanki. Önüne düşen kıvırcığa dönük saçlarına baktım. Sadece önüne kilitlenmiş bakışlarına, hareket ettikçe kasılan bedenine… Sıkıntılı bir nefes verdim. Kırgındım ve ne kadar böyle durursam durayım ne kast ettiğimi anlayacağa benzemiyordu. “Neden seni kocam olarak görmediğimi düşünüyorsun, paranı kabul etmedim diye mi bu tavrın?” Sinirle gözlerini yumdu kısa bir an için ama yüzü de bir o kadar ifadesizdi. “Karım, kocası dururken elin adamından yardım istiyor ama benim derdim para!” dedi alayla ve daha seri bir şekilde şınav çekmeye başladı. Sinirini atma yöntemiydi bu sanırsam. Asıl derdini bu kadar geç anlamak ise kısa bir an duraksatmıştı beni. “Bunun sebebini söylemiştim!” dedim hayretle birkaç saniye sonra. Buna bu kadar takılmasını pek beklemiyordum doğrusu. “Evet, kızarmışım!” dedi yine büyük bir alayla. Birden şınav çekmeyi bıraktı ve çevik bir hareketle ayağa kalkarak tam önümde durdu. “Kızarsam kızayım ya! Kızsam ne yapacağım ben sana? Dövecek miyim, sövecek miyim, işkence mi edeceğim? Ne yapacağım ben sana da kızmamdan bu kadar korkuyorsun? Ben sana benden bu kadar korkacağın ne yapmış olabilirim, Dilem?” El kol hareketleriyle de bana isyanını fazlaca geçirirken derince yutkundum ve gözlerimi yumdum bir süreliğine. “Sadece tartışmak istemedim, bunu yaşamak, aramızın bozulmasını istemedim. Konu senden ya da Kerem’den yardım istemek değil ki Kerem de elin adamı değil. Ama yine de özür dilerim… En başından adamları atlatmamam gerektiğinin farkındayım.” Alayla dudaklarını büzerken başını da iki yana salladı. “Özür dileme, karıcığım. Bana ulaşamayınca, benim de sana ulaşamamam gerekiyor(!) Kısas seversin sen!” Dünkü sözlerimi iade ettiğinde omuzlarım düştü. İşaret parmağını bana doğrulttu ardından sertçe. “Ama ben bunu yaparken ne senin bana ulaşabileceğin tüm yolları kapattım ne de kendi canımı tehlikeye attım, Dilem! En basitinden şirketi ya da Ozan’ı arasan bana anında ulaşabilirdin. Aklım çıktı Kerem aradığında!” Ellerimi arkamdaki korkuluğa dayarken başımı hafifçe omzuma doğru eğdim. “Özür dilerim…” dedim bir kez daha. Bunun bir hile olduğunun farkındaydım ama umursamadım. Gözlerimi de tıpkı saçım girmiş gibi kırpıştırırken önüme düşen birkaç tutamı da kulağımın ardına kıstırdım. Nedenini anlamadığım bir şekilde gözlerimi kırpıştırmam hoşuna gidiyordu ve yine tam da öyle oldu. Bir şeyler söylemek için açılan ağzı gerisin geri kapanırken öylece durdu ve kırpıştırdığım gözlerimi izledi. Ardından derin sıkıntılı bir nefes verdi. “Eğer bir daha böyle bir şey olursa, sana ne kadar kızacağımı düşünürsen düşün… İlk bana geleceksin!” Hafifçe gülümserken hızlıca başımı aşağı yukarı salladım. “Söz!” de dediğimde derin bir nefes daha aldı. “O kartı da alacaksın!” Bir an boş bulunarak “Söz!” diyecek gibi oldum ama yalnızca ilk iki harf ağzımdan çıkmışken söylediği şeyi algılayarak duraksadım. “Buna durumu kullanmak denir!” diye çıkıştığımda umursamadan bana doğru bir adım daha attı ve beni korkulukla kendisi arasında kıstırdı. “Bir işe başladığında istersen tekrar kullanmazsın ama aktif bir gelirin olana kadar o kartı kullanmanı istiyorum. Bu konuşmayı yapmamız bile çok gereksiz. Benim olan her şey zaten senin. Neden ısrarla reddettiğini gerçekten anlamıyorum. Mantıklı bir sebebi varsa dinlemek isterim.” Sorarcasına da gözlerime baktığında bir an ne diyeceğimi bilemeyerek duraksadım. Bana iyice yaklaşırken cümlelerimi toparlamanın daha zor olduğunu fark ettiğimde ise kollarımı göğsüne dayayarak aramıza minik bir paravan çektim. “Sadece param var, buna ihtiyacım gerçekten yok.” Bir eli yanağıma gidip yüzümü avuçlarken beni yumuşatmak istercesine başparmağıyla da hafif hafif yanağımı okşamaya başladı. “Karımın ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacaksam, istediği en ufak şeyi dahi alamayacaksam niye bu kadar çalışıyorum ki? Hem mesele senin paranın olması ya da olmaması değil. Paran olmasa zaten almalısın ama varken de birikmiş bir paraya dokunmanı istemiyorum.” Duraksadı ve kısa bir an bunu bana nasıl anlatabileceğini düşünmeye koyuldu. “Çok riskli bir hayatım var. Bugün iyiyiz ama yarın ne olacağını kim bilebilir? Kendini garantilemelisin. Bana bir şey olsa en başta amcam gram zaman kaybetmeden tüm ailemin üstüne karabasan gibi çöker. Benden ayrı, hiçbir şartta akrabalarımın gerek yasal gerek yasadışı yollarla el uzatamayacağı bir paranın da olması gerekiyor. Bugün buna gerek yokken o paraya dokunmanı istemiyorum. Aksine üzerine koymayı istiyorum. Eğer öyle bir durum olursa da önceliğin kendin olmak şartıyla ailemi amcama bırakmamanı istiyorum. Anlıyor musun?” dediğinde kast ettiği şeyi anlamıştım. Malının mülkünün büyük bir çoğunluğunu biz evli değilken edindiğini düşünürsek amcasının onları yasal yollarla dahi elde etmesi çok zor değildi. Beyazıt’tan alacaklarıyla iyice gücüne güç katardı. Başımı istemeye istemeye aşağı yukarı salladığımda “Kartı alacak mısın?” diye sordu. Derin, sıkıntılı bir nefes verdim ama başımı da aşağı yukarı salladım bir kez daha. Beyazıt içimi ısıtacak bir gülümseme sunarken bana doğru eğildi ve dudaklarıma hızlı ama tutkulu bir öpücük bıraktı. “Teşekkür ederim…” dedi ardından da. Ben de belli belirsiz gülümserken göğsündeki ellerim çıplak omuzlarına çıktı. “Seni spor yaparken izlemeyi sevdim.” derken başımı hafifçe yana eğmiş ve biraz da arsız arsız gülmüştüm. “Sporuma dahil olmaya ne dersin?” demiş ve hemen ardından da dudaklarıma hızlı bir öpücük daha bırakmıştı. “Şınav çekecek havada değilim, daha çok yüzesim var bugün. İzleyici olmak beni daha mutlu eder sanırım.” “Ağırlık olacaksın zaten.” dediğinde ne dediğini tam olarak anlamamıştım ama çok geçmeden kendimi Beyazıt’ın sırtında bağdaş kurmuş bir şekilde bulmuştum. Adam ciddi ciddi ben sırtında otururken şınav çekiyordu. Az uz bir şey de değildim hani. 60-65 arası bir kiloya sahiptim. Yine de etkilenmediğimi pek söyleyemezdim ve bu kendisiyle uğraşma isteği doğuruyordu bende. Yeni barışmışken, adamla uğraşacağım diye aranızı tekrar bozma da, Dilem… Narenciye’ye kulaklarımı kapatarak “Ben sanırım kariyerime ne yönde devam edeceğime karar verdim…” dediğimde birden Beyazıt’ın hareketleri birkaç saniyeliğine duraksamıştı. “Neymiş o?” diye sordu sakince. Kasılan sırtından pek de hoşlanmayacağı bir şey söyleyeceğimi anladığını anlamıştım. Bir alçalıp bir yukarı çıkmak dikkatimi toplamamı güçleştirse de genişçe gülümsedim. “Hosteslik!” diye neşeyle şakıdığımda şınav pozisyonunda öylece kalakaldı. Ben ise neşeyle devam ettim. “Gerçekten tam bana göre bir meslek ve tüm şartları da sağlıyorum. Yeterince dil biliyorum en basitinden. İş ayağına farklı farklı ülkeler gezeceğim ki buna bayılırım. Gerçekten mükemmel bir meslek.” Belki kısa vadeli yapabilirdim gerçekten ama uzun vadede benim için bile fazla düzensizdi. “Hosteslik?” dedi emin olmak istercesine. Ben ise onu duymamış gibi “Nasıl başvuru yapacağım acaba? Bunu bir araştırayım!” dedim daha çok kendi kendime konuşurmuşçasına. Birden sırtından düştüğümde ağzımdan bir çığlık da firar etmişti. Kendimi Beyazıt’ın altında bulduğumda ise şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. “Çalışma saatleri uzun ve düzensiz olacak…” dedi beni vazgeçirmek istercesine. Omuzlarımı indirip kaldırdım umursamazca. “Çok düzenli bir insan olduğum söylenemez zaten.” “İstediğin yerleri gezmek için bunu yapmana gerek yok. İnsanların kaprisleriyle falan uğraşmana…” Başımla onayladım Beyazıt’ı. “Biliyorum ama düşünsene: Uçakta birkaç saat insanlara bir şeyler ikram edeceğim, kemerlerini nasıl bağlayacaklarını göstereceğim, bunun karşılığında beni istediğim yerlere götürüp üstüne bir de para verecekler. Mükemmel bir meslek!” Ciddi olup olmadığımı anlamak istercesine derin derin baktı gözlerime. Ben ise gülmemek için zor duruyordum. “Yani cidden bunu mu istiyorsun?” diye sordu ardından da tereddütle. Bir kez daha başımla onayladığımda Beyazıt da başını aşağı yukarı salladı. “Peki… O zaman ilk iş teklifin benden. Gel ve özel uçağımda yap ne yapacaksan.” Bu çabasına ve yüzündeki ifadeye daha fazla dayanamayarak kıkırdadım ve ellerimi omuzlarına çıkararak okşarcasına orada gezdirdim. “Şaka yapıyorum! Ama direkt kesin bir dille ‘Hayır!’ diyeceğine neredeyse emindim. Şaşırttın beni!” Yüzü bir anlık rahatlamayla gevşedi ama ardından daha beter bir şekilde çatıldı. “Şaka yapıyorsun?” dedi sorarcasına. Gerilen yüz kasları alt dudağımı ısırmama sebep olurken başımı da aşağı yukarı salladım. Bakışları dudaklarıma kayarken “Bence bir cezayı hak ettin!” dedi ve ardından da hırsla dudaklarıma kapandı. Bu cezayı büyük bir memnuniyetle karşılarken orada öylece öpüştük. Hoyratça bedenimde gezinen dudaklarını zevkle kabul ettim. Dudakları boynumu yer yer ısırıyor, yer yer öpüyordu ve bu çok güzeldi. Dudakları ağır ağır aşağı inerken en son yakası zaten açık olan tişörtünden görünen göğsümü sertçe ısırdı. Ağzımdan çığlıktan hallice bir inleme kaçarken Beyazıt geri çekildi. “Eve dönmeliyiz.” dediği sırada dirseklerim üzerinde doğrulmuş ona bakıyordum. “Tabii hâlâ beni kocan olarak saymıyorsan ayrı.” İmasına herhangi bir çekince göstermeden doya doya gözlerimi yuvarladım. Halasına gerçekten ayıp olduğu ise bir gerçekti ne yazık ki. Onlar geldi diye gitmiş gibi bir şey olmuştuk. Ne kahvaltıya katılmıştık dün ne de akşam evdeydik. En azından bugün kahvaltıyı evde onlarla yaparsak iyi olurdu. Yine de burada kalıp Beyazıt’la sevişmek kesinlikle daha cazipti. “Hiç mi vaktimiz yok? Saat daha erken…” diyerek şansımı denedim tamamen ve neyse ki de işe yaradı. Tıpkı ilk seferki gibi jakuzide birlikte olduk. Tabii ilk seferkine göre hareketleri daha hoyrat, daha sertti. Bunda biraz dünün acısının da olduğunun farkındaydım ancak genel olarak tepkimi ölçmek istercesine, ne kadarını hoş karşıladığımı anlamak istercesine sevişmelerimizi adım adım sertleştirdiğini bugün fark edebilmiştim. Şimdi ise arabada makyaj yapmak durumundaydım. Sert olmasından şikayetçi olmasam da boynumu morartmasından fazlaca şikayetçiydim. Bu havada boğazlı bir şey giyemeyeceğime göre iş kapatıcıma ve fondötenime kalmıştı. Boyun ve yüzümde ton farklılığı olmasın diye de yüzüme de makyaj yapmak zorundaydım. Sevişirken yeterince vakit kaybettiğimiz için de bunu arabada yapmak zorundaydım. Bu ise Beyazıt’ın zerre umurunda değildi ve keyfi gayet yerine gelmişti. “Makyajsız halinin daha çok hoşuma gittiğini söylemiş miydim hiç?” dediği sırada kırmızı ışıklarda durmuştuk ve Beyazıt da doğrudan bana dönerek makyaj yapışımı izlemeye koyulmuştu. “Hayır ve senin yüzünden makyaj yaparken söylemek için en kötü zamanı seçtiğini üzülerek belirtiyorum.” Attığım ters bakışı gram umursamadan arsız arsız güldü bir de. “Makyajlı halini de seviyorum aslında. Makyajlıyken daha kadınsı oluyorsun. Sana daha ayrı bir olgunluk katıyor yaptığın makyaj. Biraz da yaşını büyütüyor. Makyajsızken de yaşından daha küçük gösteriyorsun ama daha tatlı, duru bir güzelliğin oluyor. Yine de her iki halin de nefes kesici.” Belli belirsiz gülümserken omuzlarımı indirip kaldırdım. İltifatı da hoşuma gitmişti. “Üniversite son sınıftayken proje için röportaj yapmaya gittiğimde asistan ‘Lise için biraz büyük bir ödev değil mi?’ diye sorduğundan beri bilerek makyajla yaşımı büyütüyorum. Aksi takdirde pek ciddiye alınmıyorum.” Beyazıt minik bir kahkaha atarken ister istemez ben de gülümsemiş ve kaldığım yerden makyajımı yapmaya devam etmiştim. Rujumu sürmem ve eve ulaşmamız ise eş zamanlardaydı. Saat de 7.30’a geliyordu. Yani tam vaktinde gelmiştik. Yeni yeni kahvaltıya inmeye başlamış olmalıydılar. Beyazıt’ın önceden adamlarına birkaç parça eşya daha getirtmiş olması işimize yaramıştı kesinlikle. Üzerimi değiştirmeme de gerek yoktu. Siyah kot pantolonum ve bordo saten gömleğim gayet yeterliydi. Gömleğimin ilk birkaç düğmesini açık bırakmıştım üstelik ve bu da minik bir göğüs dekoltesi vermeme sebep oluyordu. Tıpkı tahmin ettiğim gibi insanlar yeni yeni kahvaltı masasına geçmiş olmalıydı. Zira biz Beyazıt’la el ele salona girdiğimizde henüz Baha masada yoktu. Bu iyi miydi, kötü müydü tartışılırdı tabii. Nitekim Baha da olmayınca ev sahiplerinden herhangi biri olmamış oluyordu. “Günaydın…” dedi Beyazıt yan yana olan sandalyelerimizi eş zamanlarda çektiğimiz sırada. “Günaydın.” dedi normalde bizim Beyazıt’la paylaştığımız başköşeye oturmakta olan Sanem Hanım da. Peşi sıra Ecem ve Efe de demişti. Ela ise yalnızca bize göz ucuyla bakmış ve bir yandan elindeki tabletinden bir şeylere bakmaya devam ederken bir yandan da kahvesini yudumlamıştı. Beyazıt’ın “Pas yok mu cadı?” demesi ise pek beklediğim bir şey değildi doğrusu. Ela kendisine dendiğinin gayet farkında olmasına rağmen başını tabletinden kaldırmadı. “Vakıfbank-Eczacıbaşı maçına en önden iki biletim olduğunu söylesem de mi?” diyerek şansını bir kez daha denediğinde bu kez başarılı da olmuştu. Ela hevesle başını kaldırdı. Bir şey söyleyecek gibi de oldu ama sonra bakışları bana değdiğinde sustu ve çenesiyle Beyazıt’ı işaret etti. “İşlerimi ayarlayabilirsem seninle bizzat ben gelmek isterim ama ayarlayamazsam da kiminle gideceğine sen karar verirsin.” Ela gülümsedi ve başıyla Beyazıt’ı onayladı. “Biz üveyiz sanırım.” dedi Efe de bunun üzerine Ecem ve kendisini işaret ederek. “Sen voleybol sevmiyorsun, Ecem de düğün hazırlığında diye almadım ama istiyorsanız alırım.” Sorarcasına da bakışlarını Efe ve Ecem’in üzerinde gezdirdi. Ecem, Beyazıt’ı doğrularcasına “1 ay sonra tekrar gel bu teklifle.” dedi, doğrudan. Efe de “Yok, abi. Gerçekten yapışık ikiz olduğumuzu falan düşünmeye başladım. Az uzaklaştır benden.” derken yanındaki ikizinden uzaklaşmak için birkaç santim kenara kaydırmıştı sandalyesini. Ela ise ikizine yalnızca gözlerini yuvarlamakla yetindi. Bu sırada da Baha girdi içeri. Bizi fark ettiğinde ise bir duraksadı. Benim yaptığım o haber yüzünden Beyazıt’la araları iyice açılmıştı. Baha dosyayı devretmekten hiç hoşlanmamıştı, dolayısıyla da kavga etmişlerdi. Ecem buna üzülmememi, Sanem Hanım’ın gitmeden muhakkak aralarını düzelteceğini söylemişti. Ve umuyordum ki gerçekten düzeltirlerdi. Dolaylı yoldan da olsa iki kardeşin arasını açmak istemezdim. Diğer yanıma kurulurken yarım ağız da bir “Günaydın.” demişti. “Ozan yok mu?” diye sordu bunun üzerine Sanem Hanım. Benim aklımdan da tam olarak bu geçiyordu. “Bir ön görüşmesi var onun. Kahvaltıyı onlarla yapacak.” diyerek de Beyazıt cevapladı. “Herkes tamam o zaman… Afiyet olsun!” Sanem Hanım’ın başlamasıyla diğerleri de başlarken bunu da biraz garipsemiştim doğrusu. Canım ise hiç kahvaltı yapmak istemiyordu. O yüzden yalnızca portakal suyumu yudumlamaya koyuldum. “Bugün evde kalmak istemiyorsan benimle işe gel.” Beyazıt birden bana doğru eğildiğinde gözlerimi kırpıştırarak ona döndüm. “Sebep?” dedim şaşkınlıkla. “Dünden sonra pek güven vermiyorsun. Bugün ya evde kal ya benimle şirkete gel. Yarın ve sonrası için bir hal çaresine bakacağım.” Anlam veremeyerek kaşlarımı çattım. “Yarının, bugünden farkı ne olacak tam olarak? Ayrıca beni evde tutamayacağının farkındasındır umarım?” “Sen de beni zorlamaman gerektiğinin farkındasındır umarım. Bugün ya evde kal ya benimle işe gel. Yarının bugünden farkını da ben düşüneyim.” Uyarıcı bir bakış da attığında sıkıntılı bir nefes koyuverdim. Bugün Beyazıt’ın istediği gibi olabilirdi ama yarın ne beni evde tutabilirdi ne de peşinden çocuk gibi şirkete sürükleyebilirdi. “Oyalanmam için önüme kağıt kalem de verecek misin?” demekten de geri kalamadım yine de. Alaylı söylemimi gram takmadan gülümsedi. “Neden olmasın? Hatta istersen gitmeden renkli kalemler falan da alırız.” “Bir git ya!” diye sinirle homurdandım. “Ayrıca yarın ne seninle gelirim ne evde kalırım haberin olsun. Aklındakini anlamadım ama bu bugünlük bir şey. Dünün diyeti sayabiliriz!” Kaşları ‘Öyle mi?’ dercesine havalanırken dudaklarını da iki yana doğru germişti. “Dünün diyeti bu kadar basit değil, normal şartlarda seni gerçekten bu evden dışarı çıkarttırmazdım da… Dua et kendime verdiğim sözler var!” O sözler ne merak etmekle beraber söylediklerini pek ciddiye aldığımı da söyleyemezdim. Evde kalamazdım. Ucunda ne olursa olsun bir şekilde çıkardım bu evden. “Gelin Hanım…” Bakışlarım Beyazıt’tan çekilerek Sanem Hanım’ı buldu. Sorarcasına baktım kendisine. “Annenleri de ağırlamak lazım burada, bir konuşup müsait oldukları zaman beklediğimizi ilet.” Niye burada ağırlamamız gerektiğini asla anlamamıştım ama sorgulamadım da. Zaten yakın zamanda böyle bir şeyin mümkünatı yoktu. “Yakın zamanda annemlerin gelebileceğini sanmıyorum. Ezgi’yi bırakıp da gelmez annem. Mümkün olduğunca işe bile gitmiyor, evden çalışıyor.” “Ezgi’nin nesi var ki?” dedi Ecem annesinden önce. “Ameliyat olmuş. Beyninde tümör vardı.” diyerek Beyazıt beni cevaplama zahmetinden kurtardı. “E, oğlum niye söylemiyorsunuz?” Çatık kaşları Beyazıt ve benim aramda dolanırken ben gerçekten Sanem Hanım’ı anlamakta zorlanıyordum. Ezgi’yi toplasan yarım saat bile görmemişti belki de. Ameliyat olup olmaması onun için ne ifade edecekti ki? “Müsaitler midir? Biz bir geçmiş olsuna gidelim.” dedi bu kez de. Sanırım illa birileri birilerine gidecekti. “Müsaitlerdir. Annem zaten dediğim gibi evde oluyor şu sıralar, Ezgi zaten evde.” “Küçük kızı vardı, değil mi?” diye soran ise Efe’ydi. Kendisiyle pek sohbet etmişliğimiz yoktu ama ikizinin aksine o kadar da sessiz, sakin bir tip değildi. “Evet, Buse.” diyerek onayladım Efe’yi. “İnsan cidden söyler ama yani…” derken Baha bana kınayıcı bir bakış atmıştı. “Ay, ne biliyim? Bizim çok akrabamız yok, hatta neredeyse hiç yok. Söylemem gerektiğini düşünmemiştim.” Ayrıca bir insan kötü bir şey olduğunda sadece en yakınını aramaz mıydı? Arayacağım en yakınlarım da benim kadar o kötü şeyin derdine düşerdi zaten. Neden 3. Kişileri arayıp anons etmemiz gerekiyordu ki? Ne gereği vardı yani? “Biz halktan kesim yengecim, böyle şeyleri paylaşıyoruz. Bilgin olsun… Ayrıca en azından bana söyleyebilirdin. Buse’yle o kadar mesaimiz var.” Gülerken gözlerimi yuvarlamadan da edemedim. “Seni unuttu bile, hayatım…” dediğimde ise bu kez Baha gözlerini yuvarlamıştı. Kahvaltının geri kalanında daha çok Ecem’in oldukça yaklaşan düğünü konuşuldu. Onunla iki gün sonra gelinlik bakmaya gelmemi de rica etmişti bu sırada. Annesi, Ela ve diğerlerinin zevkine pek de güvenmiyormuş. Annesi malummuş, Ela da erkek olarak dünyaya gelecekken son anda karar değiştirmiş. Mecburen kabul ettim ben de. Daha sonra da Beyazıt’la şirkete gitmek üzere evden çıkmıştık. Şirkete ulaşır ulaşmaz da kendisi işe gömülmüştü adeta. Önce yeni asistanıyla bir işe alım hakkında konuşmuş, günlük planın üzerinden geçmişler, hemen ardından da bir toplantıya girmek üzere beni odasında bir başıma bırakarak çıkmıştı. En son ortaokulda falan annemle ajansa gidip orada annemin ofisinde oyalanmıştım. Şimdi de Beyazıt sağ olsun kendimi 10-11 yaşlarında hissediyordum. Yarının bugünden ne farkı olacağını ciddi ciddi anlamıyordum ama buraya kadar gelmiştik artık bir kere. Bugünlük buna katlanabilirdim. Canım sıkıldığında ofisindeki televizyonu kapatarak Beyazıt’ın masasına doğru ilerledim. Masanın kenarında gördüğüm fotoğraf ise beni istemsizce gülümsetmişti. Baha ve Beyazıt’ın çocukluklarından kalma bir fotoğraftı. Sanırım her zamanki gibi kavga etmişlerdi, ikisi de oldukça hoşnutsuz görünüyordu ve birbirlerine kaçamak, ters bakışlar atıyorlardı. Bir kolu Beyazıt’ın, öteki Baha’nın omzunda olan kadın ise sanırsam anneleriydi. İlk kez fotoğrafını görüyordum. Bir önceki geldiğimde çok kısa kalmıştım ve Buse dikkatimin çoğunu üzerinde topladığı için pek de dikkatimi çekmemişti. Güzel kadındı anneleri ama süt gibi beyaz tenine ve kızıl kıvırcık saçlarına bakılırsa her ikisi de annelerine çekmekten oldukça uzaklardı. Baha’nın gözleri yine annesi gibi açık kahveydi ama Beyazıt annesine o kadar bile benzemiyordu. En benzer özelliğine saç şekli diyebilirdim ama Beyazıt’ın saçları bu denli kıvırcık değildi. Zaman zaman dalgalı, zaman zaman da kıvırcık gibi duran çok arada bir saç şekline sahipti. Kadının yumuşak yüz hatlarına bakarken adını anımsamaya çalıştım ama anımsayamadım. Bir yerlerde okumuş olmalıydım, yine de o an aklıma gelmedi. Fotoğrafı incelemeyi bırakarak masanın üzerindeki çeşitli evraklara baktım. Bazıları Türkçe değildi. Tamamen oyalanmak için bildiğim dillerde olan bazılarını çevirmeye koyuldum. Bu sırada hafızamı yoklamak ise iyi gelmişti. Uzun zamandır şu mektup arkadaşı olayını da yapmıyordum. Bilgilerim tazelenmiş gibi hissetmemi sağlıyordu her bir kelimeyi çevirmek. Bazı terimleri anlamakta zorlansam da aşağı yukarı bir fikir sahibi de olmuştum işleriyle alakalı. Muğla’da bir otel açma planları vardı anladığım kadarıyla. Oteli bölüm bölüm ayırıp her bir bölümü farklı milletlerin kültüründen oluşturmak istiyorlardı. Bu yüzden de her milletten kendi kültürlerini aktaracak birer ekip arıyorlardı. Bu sağlam bir bütçe demekti ama iş bittikten sonra iyi bir kazanç getireceği de bir gerçekti. Rus temsilcilerden gelen bilgilerde yapılabilecek oda tasarımlarından tut da sunulabilecek yemeklerden, bazı akşamlar olacak gösterilerde Rusya’ya ait geleneksel danslara, şarkılara kadar birçok şey yazılıydı ve bayağı da ilgimi çekmişti doğrusu. Ensemde hissettiğim nefesle irkilerek arkamı döndüğümde Beyazıt’ı gördüm neyse ki. “Ödümü kopardın!” “Geldiğimi fark etmeyecek kadar neye daldığını merak ettim…” derken sandalyenin sırt koyma yerine elini yaslamış ve destek alarak öne doğru eğilmişti. Beyazıt her ne kadar baksa da ben de sözlü olarak cevapladım kendisini. “Şu otel işi ilgimi çekti. Bir de can sıkıntısı tabii…” Bir benim elimdeki orijinal kopyaya bir de İngilizceye çevrilmiş haline baktı. Rusça bilgilerimi yad etmek adına orijinalinden okuyordum. “Rusça biliyor musun?” dediğinde başımla onayladım. “Ne aşamada bu otel? Bayağı maliyetli olmalı.” Başıyla onayladı beni Beyazıt. “Maliyetli. Temsilcilerle görüşüp kaba taslak bir rakam belirlemeye çalışıyoruz şu an. Tabii otelde olmasını istediğimiz ama henüz bir temsilci ekibi oluşturamadığımız ülke ve kültürleri de var. Muhtemelen de bir yatırımcıya daha ihtiyacımız olacak.” Normal şartlarda Beyazıt’a ait olan ancak şu anda benim oturduğum sandalyenin sırt koyma yerinden tutarak dönen sandalyeyi kolayca kendisine çevirdi. “Fransızca da biliyorsun, İngilizceyi zaten biliyorsundur. Başka bir dil de biliyor musun?” “İspanyolca ve Almanca var bir de.” dediğimde kaşları şaşkınlıkla havalandı. “Henüz bu kadar genç yaşta bu kadar çok şeyi biliyor, yapabiliyor olman beni korkutuyor...” Yine de gözlerinde korkudan çok hayranlık vardı ve bu bende buruk bir gülümsemeye sebep oldu. Bu kadar çok şeyi bilmemeyi dilerdim oysaki… Eve gitmemek için tabiri caizse tüm tuşlara basmıştım ve ne kadar kurs varsa boş vakitlerime uyan her şeyin eğitimini almıştım. Ne kadar saçma olduğu ya da yararlı olduğu umurumda değildi. Kendi evime çıkana kadar o eve gitmemek için almadığım ders, gitmediğim yer kalmamıştı… Üniversitede de lisedeki kadar aktif olmasa da yine de alışkanlıkla bazı şeylerin eğitimini almaya devam etmiştim. Ancak tamamen iş hayatına atıldığımda biraz duraksamıştım. Şimdi tekrar boştaydım ve zaten ilk yaptığım şey de bir İtalyanca kursuna yazılmak olmuştu. Tekrar bir iş bulamazsam yine tüm tuşlara basmaya devam ederdim sanırım. “Bunu samimi bir şekilde soruyorum, burada çalışmak ister misin? Özellikle şu otel projesinde. Birden çok milletle içli dışlı olmak gerekiyor ve böyle birçok dili aynı anda biliyor olman işimizi fazlasıyla kolaylaştırır.” Oturduğum yerden kalktığımda Beyazıt da bana alan tanımak adına bir adım kadar gerilemişti. Ayağa kalktığımda yavaşça sağ omzumu indirip kaldırdım, ardından da kollarımı boynuna doladım. “Bunun için burada çalışmama gerek yok. Lazım olduğunda karın olarak da pekâlâ sana eşlik de ederim yardım da. Ama genel olarak devamlı masa başı çalışmak pek bana göre değil. O yüzden reddedildi.” Beyazıt’ın kolları da belime dolanırken hafifçe de bana doğru eğilmişti. “Oysaki sana hep bu kadar yakın olmak çok işime gelirdi.” Dudaklarını dudaklarıma değdirip geri çekildiğinde genişçe gülümsedim. “Şu anki yakınlığımızın tadını çıkarmaya ne dersin?” Bu kez ben dudaklarımı dudaklarına değdirip hemen geri çekildiğimde Beyazıt başını aşağı yukarı salladı. “Haftalar öncesinden kalma bir kısas borcum vardı hatırlıyor musun? Sen beni ofisinde ağırlamıştın ve sevişmiştik…” Başımı aşağı yukarı salladım. “Borcunu kesinlikle ödemelisin…” dediğimde bir kez daha dudaklarıma kapandı ama bu sefer değdirip çekmedi. Hoyratça dudaklarımı ezerken sırtımı da sertçe masaya yaslamıştı. * “Sara ve Ilgın’la tanış…” Gözlerim Beyazıt’ın bana takdim ettiği iki kadındayken pek bir anlam verebildiğim de söylenemezdi. İkisinin de dinç, kaslı bedenleri vardı ve spor yaptıkları fazlaca belliydi. Duruşları dik ve de oldukça ciddiydi. Büyük bir resmiyetle Beyazıt’a bakan gözleri kızları bana takdim etmesiyle beni buldu. İster istemez bunun ürkütücü olduğunu düşünmüştüm. Kızlardan gözlerimi alabildiğimde bakışlarımı sorarcasına Beyazıt’a çevirmiştim. “Evden çıktığında ve de yanında ben yokken Sara ve Ilgın dönüşümlü olarak sana eşlik edecek.” Şaşkın şaşkın gözlerimi kırpıştırdım. “Anlamadım?” “Dün yaşananların tekrarlanmaması için aldığım önlem, yavrum. Bu kadar yakınında bir erkek koruma barındıracak kadar gavat olmadığımdan Sara ve Ilgın’ı bulmam biraz zaman aldı ama buldum. Bundan böyle evin dışına adımını attığın an bir gölge gibi peşinde olacaklar. Kelimenin tam anlamıyla tuvalete bile seninle gelecekler.”
Dünden sonra öylece konuyu orada bırakmayacağını bilmeliydim. Yine de bunu beklemiyordum. |
0% |