@__kao__
|
Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın. İyi okumalar... * 03.07.2023 “Nerede şimdi o?” Sanem Hanım gerçekten çok sinirli görünüyordu ve Ecem şu an önünde olsa kızını öldürebilecek gibiydi. “Kimse Ecem’in yanına gitmeyecek hala!” diyerek Beyazıt da birden çıkıştığında herkesin bakışları ona dönmüştü. Oysaki Sanem Hanım daha çok Tekin’e hitaben sormuştu. “Nasıl yani, abi?” dedi Efe de büyük bir şaşkınlıkla. Dile getiren Efe’ydi ama diğer herkes de aynı soruyu soruyordu. “Evin yolunu biliyor. Bir yerde zorla tutulduğu falan da yok. Kısaca eve dönmesi için hiçbir engeli yok. Peşinden koşup eve dönmesi için yalvaracak değiliz herhalde!” “Abi, ne olduğunu merak etmiyor musun? En azından bir gidip görseydik?” Baha da Beyazıt’a inanamazcasına bakıyordu. Beyazıt ise oldukça ifadesiz bir surat ifadesine sahipti. Sinirli ve kırgındı ama bunu iyi saklıyordu. Umursamadığını belirtircesine dudaklarını büzdü Beyazıt. “Ben düğünün son dakikasında bile ona emin olup olmadığını sordum, anlatacak adam anlatırdı. Zorlamanın bir manası yok. Şimdi herkes eve gidiyor. Hepiniz yorgunsunuz, benim de halledecek işlerim var.” Beyazıt’ın sözünü bitirmesiyle söze dalacaktım ki bunu fark ederek benden önce atıldı. “Sana gitme desem de gideceksin zaten. Ne istiyorsan onu yap. Fatih bıraksın, Ilgın da yanından ayrılmasın yeter.” Daha ağzımızı açmadan ne diyeceğimizi anlamaya başladı Dilem… Belli belirsiz gülümserken insanların olmasını da gram umursamadan parmak uçlarım üzerinde yükseldim ve yanağına bir öpücük bıraktım. “Çok oyalanmam!” dedikten sonra da diğerlerinin diğer arabalara yerleşmesini dahi beklemeden, Fatih’in kullandığı arabaya bindim. Tüm bu süreçte Beyazıt’ın onaylamadığını bana fazlaca belirten gözleri üzerimdeydi. Ilgın da yanıma yerleştiğinde Fatih arabayı çalıştırmış ve böylece de havalimanından çıkmıştık. “Kerem Bey’lere mi yenge?” Başımla Fatih’i onayladım kısaca ve uyumamak için odağımı bir şeylere vermeye zorladım kendimi. Acayip uykum vardı. Bir an için diğerleriyle eve dönmediğime bile pişman oldum ama görmeliydim. Hem Kerem’i hem Ecem’i. Yol boyunca Ilgın’ın gözleri de üzerimdeydi. Sebebinin farkındaydım ancak ikimiz de şoför koltuğundaki Fatih yüzünden bir şey diyemiyorduk. Ne zamanki arabadan indik ve diğer korumaların bizi duyamayacağı bir mesafeye geldik ancak ondan sonra Ilgın bana iyice yaklaşmıştı. “Şey… Dilem Hanım…” dedi tereddütle. Ilgın genel olarak sessizdi. Burnunu üzerine vazife olmayan bir şeylere sokmazdı aslında ama kısmen de olsa emirlere uymamak, Beyazıt’tan bir şey saklamış olmak onu rahatsız etmiş olmalıydı. “Hamile değilim.” dedim doğrudan. “Eczaneden basit bir ağrı kesici aldırmışım gibi düşünebilirsin. Beyazıt’a söylemek istiyorsan da söyleyebilirsin ama gereksiz olur.” Kesinlikle söyleme desem yalan söylediğimi düşünebilirdi. O yüzden ucunu da açık bırakmıştım Ilgın’a. Söylemeyeceğini umuyordum. Söylese de bir şey değişmezdi gerçi ama Beyazıt’tan zamanında niye söylemediğime dair bir azar yiyebilirdim. Bu sırada Kerem’in kapısının önüne de gelmiştik, bu yüzden tam kapının önünde duraksadık. “Söylemem, hamile olsanız da söylemezdim. Bu sizin güvenliğinizle alakalı ya da görevimi yapmama izin vermediğiniz bir durum değil sonuçta. Üzerime vazife değil ama sadece merak etmiştim…” Bu samimiyeti beni şaşırtırken birkaç saniye öylece Ilgın’a baktım. Yapılı fit bedeninin aksine, küçük bir yüzü vardı. Çenesine gelen düz, koyu kahve saçları ise parlak ve sağlıklı gözüküyordu. Gözleri hafif çekikti, düzgün bir burnu, küçük bir dudağı vardı. Genel olarak güzel bir kadındı. Görünce kendine hayran bırakan cinsten olmasa da ortalamanın bir hayli üstündeydi. Bunu da aklımın bir köşesine yazmıştım. Görevine sadıktı ama beni tehlikeye atmayacak konularda sır tutabilecek biriydi, ayrıca yardım da isteyebilirdim. Sara’nın da Ilgın’ın da sürekli peşimde dolaşması o kadar sinirlerimi bozuyordu ki onlara hiç de normal davranmadığımı o an fark ettim. Bu içimde bir pişmanlık yaratırken belki de ilk defa içten bir şekilde gülümsedim Ilgın’a. “İçerde uzun kalırım, burada ayakta bekleme boşuna. Arabaya dön istersen.” Beni başıyla onayladı ancak yapmayacağının ve burada bekleyeceğinin ikimiz de farkındaydık. Sadece belli yerlere girerken peşimden gelmiyordu, onun dışında her an peşimdeydi. Kerem’e mesaj attığımda garaj kapısı gibi olan kapısı büyük bir gürültüyle açılmaya başladı. Tam açılmasını beklemeden eğilip alttan geçtim. Kerem’i her zamanki gibi bilgisayarının başında bulmuştum. Yüzünü bana dönene kadar da her şey oldukça normaldi. Kerem arkamdan kapıyı kapatmak için tuşa basarken hızlı adımlarla yanına ilerliyordum ben. “Ne oldu yüzüne?” Kaşlarım çatık bir şekilde çenesinden tuttum ve daha iyi görebilmek için yüzünü kaldırdım. Biriyle çok kötü kavga etmiş olmalıydı. Elmacık kemiğinde bir adet çürük, dudağında bir patlak ve burnunda da bir pamuk vardı. “Yok bir şey!” dedi her zamanki huysuz şirin tavrıyla ve elimden kurtardı çenesini. “Ne demek yok? Kiminle kavga ettin sen?” Kerem’e ters bir bakış attıktan sonra banyodan ilk yardım çantasını almak için arkamı dönmüştüm ki, koltuklarda oturan Ecem’le göz göze geldik. Üzerinde bana ait olan oversize tişörtlerden biri vardı, altında ise paçaları ona fazlaca uzun olan Kerem’in eşofmanı. Bana attığı çekingen bakışlarla derin bir iç çektim. Yaşadığını bilmeden yargılamak istemiyordum ama gerçekten işlerin bu raddeye varmasına gerek yoktu. Beyazıt sadece benim gözümün önünde sayısız kez sormuştu. Benim olmadığım anlarda da sorduğuna emindim. Kerem’den yardım istemesi ise bambaşka bir meseleydi gerçekten de. “Kuzenimle kavga ettim!” dedi bu sırada Kerem, söylemeden ona rahat vermeyeceğimi anlamış olacak ki huysuz bir tonlamayla. Bir kuzeni olduğu bilgisi yeniyken Ecem’in yanında sebebini de soramıyordum. Zira Dokuz Buçuk’un yanından döndüğünü biliyordum. O yaralar da oldukça tazeydi. Muhtemelen orada kavga etmiş olmalılardı. “Sen ve kavga?” demekten de geri kalmadım yine de banyodan dönerken. “Kim seni yerinden kaldıracak kadar sinirlendirmiş olabilir ki? Merak ettim o kuzeni!” İlk yardım çantasını bilgisayar masasının üzerine koydum ve kendim de Kerem’in oturduğu sandalyenin kolçağına oturarak yüzüne pansuman yapmaya başladım. “Sonra anlatırım, zaten sinirlerim tepemde. Şimdi darlama Allah rızası için güzelim!” Pamuğu dudağının kenarına sertçe bastırdığımda acıyla yüzünü buruşturdu. Bunun yeterli bir cevap olacağını umuyordum. “Beyazıt yok mu?” dedi Ecem bu sırada oldukça kısık bir sesle. Bir yandan Kerem’e pansuman yapmaya devam ederken diğer yandan da Ecem’e göz ucuyla baktım. “Yok, evin yolunu biliyormuşsun…” diyerek de kısaca Beyazıt’ın tavrını özetlediğimde yüzü asıldı. “Çok mu kızgın bana?” dedi varla yok arası bir sesle. Duyacaklarından korkarcasına. “Kırgın diyelim…” derken kaşının üstüne bant yapıştırıyordum Kerem’in. “Sebebini sorayım mı?” dedim işim tamamen bittiğinde ve kolçaktan kalkarak. Ecem ağlamaklı bir ifadeyle başını iki yana salladı. “Annem çok kızgın ama değil mi? Öldürecek beni. Ateş zaten sinirlidir, kavga etmemişlerdir umarım Beyazıt’la?” Ağır adımlarla Ecem’in yanına ilerledim ve yatıştırırcasına omzunu sıvazladım. “Beyazıt şu an evde değil. Eğer istersen Tekin’den tam olarak nerede olduğunu öğrenirim. Aranızı düzeltseniz de düzeltmeseniz de ne Sanem Hanım’ın ne de Ateş’in sana dokunmasına izin vermez.” Ecem bana tereddütlü bir bakış attı. “Ateş’ten dolayı kendi evine gidemezsin, burada kalman da Beyazıt’ı sadece daha fazla sinirlendirir ama tabii sen bilirsin…” Mecburen kabul ettiğinde tıpkı dediğim gibi Tekin’i arayıp Beyazıt’ın yerini öğrenmiştim. Ecem evden çıktığında da tıpkı istediğim gibi Kerem’le baş başa kalmıştık. “Söyle hadi!” dedi gözünü bilgisayarından çekmeden. 7/24 şu bilgisayarın başındayken hâlâ nasıl o bilgisayarda yapacak bir şeyler bulduğuna şaşıp kalıyordum doğrusu. Ve ne yazık ki Kerem beni çok iyi tanıyordu. Ecem’i neden evden gönderdiğimi tabii ki de anlamıştı. “Bana Dokuz Buçuk için önemli olan ama bir o kadar da gözden çıkarılabilir bir şey lazım!” dediğimde patadan şaşkınlıkla bana döndürdü sandalyeyi. Buraya gelmemin asıl sebebi buydu. Videoyu alana kadar Sereyli’yi ikna edecek bir şey olsa, Dokuz Buçuk üzerinde bir tesiri olduğunu görse yeterliydi. “Anlamadım?” derken hafifçe bana doğru eğimlenmişti daha iyi duymak istercesine. “Duydun işte! Bunu isteyebileceğim tek kişi de sensin!” Bir süre durdu ve ne diyeceğini nasıl bir tepki vereceğini düşündü. “Neden?” dedi en sonunda. “O gün… Hani benim adamları atlattığım ve Sereyli’nin beni misafir ettiği o gün… Beyazıt’ta baban için değerli bir şey olduğunu ve onu bulup kendisine vermemi istedi.” Kaşları çatılırken arkasına da yaslanmıştı, şimdi fazlasıyla otoriter duruyordu. Kerem’i ilk defa böyle görüyor olabilirdim, ayrıca bu hali kafamdaki Dokuz Buçuk’un oğlu konseptine daha çok uyuyordu. “Birincisi, kocandaki o şey ne? İkincisi, ne karşılığında? Karşılıksız yapmanı beklemedi herhalde?” İki sorunun cevabını da söyleyemezdim. Kerem bir kız kardeşi olduğunu bilmiyor olabilirdi. İkinci soru için Beyazıt’a verdiğim cevap da Kerem’de sökmezdi. “Bunları sonra konuşsak?” dedim cevaplayamayacağımı anlaması için. Kerem dilini dışarı çıkararak dudaklarını ıslattı, çenesini kaşıdı hafifçe ve ardından da dirseklerini dizlerine yaslayarak öne eğildi. “Tamam. Diyelim ki ben sana istediğini verdim. Her ne karşılığındaysa artık… Sereyli’nin sözünde duracağına emin miyiz?” Ne yazık ki bunun cevabını bilmiyordum. “Bilmiyorum ama denemek zorundayım…” dedim dürüstçe. O görüntülerin ortaya çıkmasını istemiyordum. Başını beni anladığını belirtircesine aşağı yukarı salladı. “Babamın Sereyli’yi aradığını biliyorum. Bunca zaman sonra geldiğine göre de seninle iletişime geçeceği yolu yeni bulmuş olmalı. Doğru muyum?” dediğinde başımı aşağı yukarı salladım. “Sana vereceği şey kopyalanabilir bir şey mi? Yani o şeyin onda kalmasını istemiyor musun, yoksa ondaki bir şeyi mi istiyorsun?” “Onda kalmasını istemiyorum, yok olmasını istiyorum.” Gözlerim de istemsizce dolduğunda Kerem birkaç saniye şaşkınlıkla baktı yüzüme. Sonra ayağa kalkarak hızlıca yanıma geldi ve çenemi nazikçe tutarak yüzümü kaldırdı. “Güzelim, sorun ne? Bana anlatmazsan yardımcı olamam. Hele ki kopyalanabilir bir şeyken. Sana verse bile bir kopyasının olup olmadığını, seni sürekli bununla tehdit edip etmeyeceğinin bir garantisi yok.” Ne yazık ki haklıydı. Bu gözümden bir yaş akmasına sebep olurken bu gerçek ilk defa dilimden birine karşı döküldü bir anda ve sanki o an daha da gerçek oldu. Daha öncesinde gördüğüm kötü bir kabustan ibaretken şimdi yaşanmış bir anıya dönüşmüştü. Her kelimemle Kerem’in bedeninin daha da kasıldığını hissettim ama anlatmaya devam ettim. En sonunda da hiçbir şey yapmaması için söz verdirdim. Bu mesele benim meselemdi ve ben halledecektim. İlk kez birine anlatmak ve o kişinin herhangi bir delil dahi istemeden yıllar önceki olaya hemen inanması ise o kadar iyi hissettirmişti ki her şeye rağmen… Dakikalar saatlere evrilirken ağlamak beni yorduğunda Kerem beni kendi yatak odasına taşımıştı. Arada burada da kaldığım için bu odada bir düş kapanı vardı. Zaten iki günün uykusuzluğuyla da hemen uyuyakalmıştım. Uyumadan önce Kerem’in sorduğu sorulara belli belirsiz cevap verebildim ancak. “Beyazıt’taki şeyin ne olduğunu biliyorum, yani bir kız kardeşim olduğunu…” Yaptığım bu itiraf karşılığında sanki o da bana bir şeyler itiraf etmek istiyor ama yapamıyor ve acı çekiyordu. “Sen kız kardeşimin yerinde olsaydın…” Duraksamış ve gözleri kapandı kapanacak bana tereddütlü bir bakış atmıştı. “Birilerinin gelip ben senin abinim, babanım demesini ister miydin? Bir baban, bir abin olmasını?” Neden sesinin bu kadar çekingen çıktığına anlam veremiyordum ama hem ağlamaktan hem uykusuzluktan uyuşmuş beynim buna kafa yoracak halde değildi. Bilmem dercesine dudaklarımı büzüyorum elimden geldiğince. Bir miktar sarhoş hissediyorum kendimi. Zorlayarak bedenimi yan döndürüyorum ve Kerem’e kapanmak üzere olan gözlerim ardından bakıyorum. “Daha önce tatmadığın bir şeyi canın çekemez… Eğer kız kardeşinin yerinde olsaydım istemezdim. Kaç yaşında bilmiyorum ama çok da küçük olmasa gerek… Bunca zaman olmayan bu saatten sonra da olmasın…” Esnerken elimi ağzıma kapamıştım. Esnemem bitip tekrar Kerem’e baktığımda kırılmış duruyordu. “Ama eminim ki sen çok güzel bir abi olurdun, seni tanısam severdim ama ben tanımak dahi istemezdim sanırım.” Gözlerini kaçırdı benden. “Ya tanışıyor olsaydın, onu çok sevseydin ve sonradan abin olduğunu öğrenseydin?” Uykusuzluktan acıyan gözümü ovuştururken biraz daha Kerem’e doğru sokuldum. “Bu bambaşka bir durum oluyor. İşin içine yalan, sır falan giriyor… Çok değişken var…” Bir şeyler daha söyledi ama daha fazlasını dinleyemeden daha fazla uykusuzluğa direnemeyen gözlerim kapanmıştı. * 3. kişi ağzından (Yazar’dan) Beyazıt masaya doğru ilerlerken kaşları çatık, ifadesi hoşnutsuzdu her zamanki gibi. Beyazıt’ın sahip olduğu barlardan birindeydiler şu an. Yarısı restoran yarısı bar olan bu yerin şu an restoran tarafındaydılar ancak yemek saati olmaması ve de henüz saatin alkol tüketmek için erken olması sebebiyle hiç müşteri yoktu. Yalnızca çalışanlar akşam için hazırlık yapıyorlardı. En köşedeki masaya ulaştığında Haldun Bakırcı halihazırda oturmuş erken bir saat olmasına rağmen içkisini yudumluyordu. Beyazıt’ı fark eder etmez arkasındaki iki korumasına uzaklaşmalarını işaret etmiş ve kendisi de Beyazıt’ı karşılamak için ayaklanmıştı. Elini sıkmak için uzattığında Beyazıt görmezden gelerek karşıdaki sandalyeye kuruldu ve rahatça arkasına yaslandı. “Şimdi böyle mi olduk, eski damat?” dedi Haldun da alayla gülüp koltuğuna otururken ve evet, yarı kel bu adam Aslı’nın babasıydı. Beyazıt ise “İşlerim var Haldun Bey…” dedi tüm nemrutluğuyla ve bu alaylı söylemine müsaade etmeden. Zaten Ecem’e sinirliydi ve her an herhangi birinden sinirini çıkarabilirdi ama bu kişinin Haldun olmasını istemezdi. Aslı’nın istememesine rağmen ondan ayrılmasıyla Haldun’la kurduğu her türlü iş bağlantısı sekteye uğramıştı. Şu an olsa koymazdı ama o zaman daha yeni yeni tutunuyorken böylesi bir desteği kaybetmek Beyazıt için kötü olmuştu. Doğruyu söylemek gerekirse karşısında da durmamıştı ama öyle bir anda bırakmıştı ki pek de fark yaratmamıştı. Üstelik o zamanlar Beyazıt bu adama sadece Aslı’nın babası olduğu için de saygı duymuyordu. “Anladım… Sen hâlâ sinirlisin bana.” dedi Haldun, Beyazıt’ın ona hitap etme şekliyle emin olarak. Başını da bunu desteklercesine aşağı yukarı sallıyordu. Öne eğildi ve masanın üzerinde iki elini birleştirdi Haldun. “Seni çok da tutmaya niyetim yok zaten. Bir teklif yapmaya geldim.” Bu Beyazıt’ın kaşlarının daha da çatılmasına sebep olurken sorarcasına başını eğdi hafifçe. “Şu ölen kayınpederinden kalan şirket…” Lafın devamının nereye gideceğini anlayan Beyazıt bir saniye düşünmeden ayaklandı. “Böyle bir şeyin imkânı yok!” Ergenliğinden beri tanıdığı bu oğlanın ne kadar sinirli olduğunu bilen Haldun da hemen ayaklandı ve Beyazıt’ın kolundan yakaladı durdurmak için. “Dur, hemen celallenme! Önce bir teklifimi dinle.” Beyazıt sadece kafasından tam olarak neyin geçtiğini öğrenmek için durdu ve bir kez daha o sandalyeye oturdu. Bunun üzerine Haldun da yerine yerleşmişti. “Senin uyuşturucu işine girmeyeceğini biliyorum. Bana o şirketi satmanı istiyorum. Karşılığını parayla almak zorunda da değilsin.” Alayla güldü. “Atladığın bir nokta var, Haldun abi.” dedi bir an için ağız alışkanlığıyla ama çok da üzerinde durmadan devam etti. “O şirket benim değil, yönettiğim hisseler karımın ve baldızımın.” Ahmet’ten kalan o şirket hisselerini Beyazıt yönetiyordu. Onun da ilaç sektörüyle pek işi olmasa da Dilem ve Didem’den daha iyi yöneteceği kesindi. Ki şirketin toplamda %20’lik hisseye sahip yabancı ortakları vardı. Bir %20’si de Emir’indi. Beyazıt %60’lık kısmını yönetiyordu. 20’si Dilem’in, 40’ı Didem’indi. “Benim olsa dahi uyuşturucu işine gireceğini bile bile vermem o hisseleri sana!” Bunları karşısındaki adamın da gayet iyi bildiğini bilen Beyazıt, devamında ne geleceğini merak ediyordu. “O zaman tek seferlik göz yum ve bir üretim yapalım. Satışa çıkmadan polisin eline geçeceğini sana temin ederim.” Bu konu Beyazıt’ın daha da ilgisini çekti. Tam ilgiyle öne doğru eğilecekken Fatih girdi içeri. “Abi, Ecem Hanım’lar gelmişler.” dedi, Beyazıt’a doğru eğilip kulağına doğru. Beyazıt’ın ifadesini daha da büyük bir hoşnutsuzluk kapladı. Ecem Hanım’lar derken sadece Ecem’i mi kast etmişti, yoksa yanında Dilem de var mıydı? Dilem yoksa, hâlâ o evde o piçle bir başına mıydı, yoksa eve mi dönmüştü? “Odama al!” dedi sinirini Fatih’ten çıkarırcasına bir aksilikle. Haldun’un yanında daha fazla detay isteyememişti ama tüm bu detayları zaten ona Fatih’in vermesi gerekiyordu bir şey demesine kalmadan. Ayrıca Fatih’in Dilem’in yanında olması gerekiyordu. Umuyordu ki Dilem de buradaydı, yoksa çok fena haşlanacaktı birazdan fatih. Fatih yeterince uzaklaştığında Beyazıt ilgisini tekrar Haldun’a verdi. “Kimi yakalatmak istiyorsun?” “Dikkat dağıtmak istiyorum aslına bakarsan. Güven’le durumum malumundur. Beni bir hayli zora soktu. İflasın eşiğindeyim. Yapmam gereken bir sevkiyat var.” Güven, Aslı’nın ablasına takık bir psikopattı. Adam kızıyla evlenmesine izin vermedikçe onları zora sokuyordu. Beyazıt da bunu biliyordu ama işlerin bu raddeye geldiğini bilmiyordu. “Kusura bak ya da bakma ama ne için olursa olsun karımın adına olan bir şeyi bu şekilde kullanmam!” Haldun imayla güldü. “Bu korumacılığını unutmuşum…” Ardından ayaklandı Haldun. “Yine de bir düşün derim.” Bu imalı söylemi karşısında Beyazıt’ın aklına birkaç dakika önce söylediği şey düştü. “Ödemeyi parayla almak zorunda değilsin derken neyi kast ettin?” “Yeterince bilgi paradan kıymetlidir. Annen desem mesela… Yerini biliyorum desem…” Beyazıt bir an için vücudundaki tüm kanın çekildiğini hissetti. “Anlamadım?” dedi birkaç saniyenin ardından ancak Haldun, Beyazıt’ın sonrasında kendi ayağıyla geleceğinin bilinciyle çoktan gitmişti ve Beyazıt da o an bunu fark edebildi. Dakikalarca o sandalyede oturmaya devam etti. Aklından milyon tane farklı düşünce geçti, sonra hepsini kendi kendine yalanladı. İşin içinden kurtulmak için yalan atıyor diye düşündü başta, kendisi bile o kadar aramışken bulamamıştı, o nasıl bulacaktı sonuçta ama sonra bu mantıksız geldi. Anını kurtarsa ve Güven belasını geçici süreliğine askıya alsa dahi sonrasında Beyazıt’ın bir kâbus gibi daha beter üzerine çökeceğini bilir, cesaret edemezdi. Zaten tahtı sallanan Haldun’un Beyazıt’la başa çıkabilmesinin imkânı yoktu. Annesi hayattaysa neden bunca zaman eve dönmemişti, bir yerde tutsak mıydı? Ya da Haldun’un kastı bir mezar taşı mıydı? Annesini en son gördüğünde hamileydi. Bebeğe ne olmuştu? “Bu kadar mı kızgınsın bana? Yanıma gelmeyecek kadar…” Ecem’in ağladı ağlayacak sesini duyduğunda irkilerek kuzenine döndü. Haldun’un ayağına gidecek değildi ama onu nasıl ayağına getireceğini de iyi biliyordu. Şimdilik asılsız olma ihtimali olan bir şeye kafasını yoramazdı. Haldun ona bir kanıt vermeden de yormayacaktı. Şimdilik sadece emin olmalıydı ama bunu da sonraya saklama kararı alarak kuzenini baştan aşağı inceledi. Altında bir erkeğe -muhtemelen Kerem’e- ait bir eşofman altı vardı ve paçaları birkaç kez kıvrılmıştı. Üstünde ise bir kadına ait olduğu belli olan bir tişört vardı. Berbat, ürkmüş ve oldukça da üzgün görünüyordu. “Tek bir şeyi öğrenmek istiyorum!” dedi Ecem’in, sessizliğini yanlış yorup sessiz göz yaşları dökmesini umursamadan. “Ateş sana kasıtlı bir şekilde fiziksel bir zarar verdi mi?” Ecem’in ağlaması hızlandı. Ağzından tek kelime dökülmedi ama Beyazıt cevabını almıştı. Hem bu öfkeden kanının kaynamasını hem de kırgınlıkla gözlerinin belli belirsiz dolmasına neden olmuştu. Kuzeni, kız kardeşi piçin birinden şiddet görüyordu ve o bunu gelip söylemek yerine, şiddete boyun eğmeyi mi seçiyordu? Ateş’ten bunun hesabını çok pis soracaktı elbet ama her şey gibi bunun da bir sırası vardı. Bir alevle yerinden kalktığında Ecem telaşla Beyazıt’ın kolunu yakaladı. “Yalvarırım bir şey yapma! Ateş diğerleri gibi değil ki! Söylersem onu öldürmenden korktum! Ailesi rahat vermezdi! Zaten başında bin tane bela var! Sen beni en başında uyarmana rağmen Ateş’le sevgili olarak hak ettim ben bunu!” “SEN ONU ÖLDÜRME, O BENİ ÖLDÜRSÜN MÜ DEDİN?” diye öyle bir bağırdı ki Ecem istemsizce Beyazıt’ın kolunu bırakmış ve korkuyla bir iki adım gerilemişti. Sitemle de elini ileri doğru savurmuştu Beyazıt. “Şimdi ne değişti? Adam hâlâ hakkı var gibi, düğün masasında bırakıp gittin diye her yerde seni aratıyor. Bulsa öldürecek! En başında söylesen hazırlığımı yapardım! En bilemedin abileriyle konuşur, yurt dışına sürdürürdüm! Şimdi haklıyken haksız durumuna düştün! Artık abileri de babası da arkasında! Mesele senle Ateş arasından çıktı! Sülale meselesi yaptılar bunu!” Zar zor titreyen dudaklarıyla “Özür dilerim!” dedi ve orada hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Ecem. Omuzları sarsılıyor, bacakları titriyordu. “Özür dilerim…” dedi bir kez daha inlercesine ve bacaklarının daha fazla kendisini taşımayacağını anladığında biraz önce Haldun’un oturduğu sandalyeye bıraktı bedenini. Bir hıçkırık daha kaçtı dudakları arasından. “Kuzenlerinden birine ona göre fazla samimi davranmışım. Dans ederken, düğünümüzde dahi beni tehdit edince yapamadım… Her gün aynı evin içinde olmazdı… Daha önce söylemediğim için de başladığım işi bitirecek cesaretim olmadığı için de özür dilerim.” Ecem karşısında bir kuş gibi titremeye başladığında siniri saman alevi gibi söndü. Kıyamadı daha fazla ama kırgınlığı da o kadar büyüktü ki… Hızlıca düşündü. Yasemin düğüne gelmemiş olsa Ecem’i saklamak için iyi bir seçenek olabilirdi. Hem savcıydı hem de aileden sayılmadığı için bakmak akıllarına gelmezdi ama düğünden sonra baktırırdı Ateş biliyordu. Beyazıt’ın ya da herhangi bir yakınının evi olmazdı en azından bir süreliğine ama daha fazla Kerem’le kalmasını da istemiyordu. Bir çözüm bulana kadar Ecem’e güvenli bir yer bulmalıydı. Ateş’le o kadar uzun süredir arkadaş ve aynı zamanda da ortaklardı ki ikisi de birbirlerinin hamlelerini az çok tahmin edebiliyordu. Bu yüzden Beyazıt’a başka bir bakış açısı, başka bir çözüm lazımdı. Kendi tarzı bir çözüm değil. “Eve dönüyoruz ve bir süreliğine bahçeye bile çıkmıyorsun!” dedi uzun bir düşünmenin ardından Beyazıt. En güvenli ev kendi evleriydi ve Ateş o evde olduğunu öğrense bile zor girerdi. Tabii yine de o eve götüreceğini düşüneceğini sanmıyordu. “Hayır!” dedi Ecem korkuyla başını kaldırarak. Gözünden akan yaşları da hızlıca elinin tersiyle silmişti. “Annem gebertir beni! Beyazıt lütfen!” Sıkıntılı bir nefes verdi Beyazıt. Bir de işin bu boyutu vardı. Halasıyla ne kadar konuşursa konuşsun Ecem’e kızacağının o da farkındaydı. Kuzeninin yüzündeki ifadeyi gördüğünde Ecem hızla bir kez daha söze atıldı. “Sen başka bir yer bulana kadar birkaç gün daha Kerem’de kalsam?” Beyazıt’ın sert bakışlarıyla karşılaşır karşılaşmaz başını eğdi ve dudağını ısırdı sertçe. “Hap kadar evde, tanımadığın bir adamla kalmaktan mı bahsediyorsun?” Yine de annesinin yanına dönmektense şu an Beyazıt’tan azar yemek daha cazip geldi Ecem’e. “Karın güveniyor ama… Ayrıca o da daha önce kalmış belli ki.” Üzerindeki tişörtü hafifçe çekiştirdiğinde Beyazıt o tişörtün Dilem’e ait olduğunu ve Kerem’in evinde kaldığını anladı. Bu kaşlarının daha da çatılmasına sebep olurken Ecem gözlerini kaçırarak devam etti. “Ayrıca kaba falan duruyor ama dün gece yatak odasını bana verdi, kendi salonda kaldı…” Ecem’in bilmediği şey ise Kerem’in bunu centilmenlikten değil, o uyurken bilgisayarlarını ya da masadaki eşyalarını karıştırma ihtimaline karşın yaptığıydı. “Üstelik Ateş’in aklına en son gelecek yer Kerem’in evi. Onun varlığından bile haberdar olduğunu sanmıyorum…” Beyazıt’ın ifadesi iyiden iyiye hoşnutsuzlaştı ancak bir yandan da hak veriyordu. Yine de Ecem’in orada kalmasını istemiyordu. “Dilem nerede?” dedi bu konuyu kendi içinde tartışmak üzere rafa kaldırarak. “Ben çıkarken hâlâ Kerem’deydi.” Ecem’in sözünün bitmesini bile beklemeden “FATİH!” diye sertçe bağırdı. Bu bağırtının ne anlama geldiğini bilen Fatih ise koşar adımlarla Beyazıt’ın yanına gelmişti. “Buyur abi!” dedi hemen. “Karım nerede ve sen neredesin Fatih?” Sinirinin aksine sakince sormasıyla Fatih yutkundu. Konuyu anlamıştı ve bu yutkunmasına sebep oldu. “Dilem Hanım bir süre daha orada kalacaklardı, evden bir araba daha istedim. Ecem Hanım’ın peşinde de Ateş Bey olduğundan onu bizzat getirmemin daha iyi olacağını düşündüm. Dilem Hanım’ın yanında zaten halihazırda bir araba koruma vardı ve ikincisi de yoldaydı…” Yine de bu açıklama dahi Beyazıt’ın kızmasına engel olamadı. “Aceleniz neydi? Bekleyemiyor musunuz 5 dakika, diğer araba gelene kadar?” Fatih başını eğdi ve ellerini önünde birleştirdi. “Düşünemedim abi…” “Düşün diye değil, emirlerime uy diye para veriyorum. Beni arayıp sorsaydın, düşünmene gerek kalmazdı!” “Özür dilerim abi…” dedi bu kez Fatih. Neyse ki herhangi kötü bir şey olmamıştı yoksa Fatih’i kimse Beyazıt’ın elinden alamazdı. “Kaybol!” dedi Beyazıt daha fazla sinirlenmemek için. Kaşlarını o kadar çok çatıyordu ki sırf bu yüzden zaman zaman başı ağrıyordu. Fatih gider gitmez Beyazıt’ın gözleri bir kez daha Ecem’i buldu. Göz altları kıpkırmızıydı ve ağlamaktan gözleri şişmişti. Yüzü oldukça solgun görünüyordu. Ecem’e baktıkça hem sinirleniyordu hem de içinde bir yerler kolundan tutup sarılmak istiyordu. Yine de kırgın tarafı ağır bastı ve kuzenine her zamanki çatık kaşlarıyla tek bir kelime söyledi. “Arabaya!” Direkt Kerem’e götürmedi ama Beyazıt. Çok sinirliydi ve sinirini Dilem’den çıkartmak istemiyordu. Elin adamının evinde daha önce kalmış olması ve şu anda da o adamla aynı evde olması onu sinirden köpürtüyordu ama kalbini kırmak da istemiyordu. Bu yüzden önce biraz sakinleşmeliydi. * Gözlerimi gelen seslerle zar zor aralarken kendimi çok sersemlemiş hissediyordum. Başım çatlıyordu. Dilim damağım da kurumuştu. Sesler biraz olsun zihnimde netleştiğinde aradan Beyazıt’ın sesini seçmiştim. Panikle kolumdaki saate baktım. ‘Çok oyalanmam!’ demiştin, değil mi Dilem? Saat gecenin 11’iydi ve buraya öğlen 1’de gelmiştim. Kerem beni niye uyandırmamıştı ki? Yatağın kenarında duran spor ayakkabılarımı hızla ayağıma geçirdim. Kapıya ilerlerken kapı benden önce açıldı ve Ecem girdi içeri. “Ben de seni uyandırmaya geliyordum…” dedi doğrudan. Öğlen buradan gittikten sonra bir hayli ağlamış olacak ki gözleri daha da kızarmış ve şişmişti. “Beyazıt çok mu sinirli?” dedim buradan onu görebilecekmiş gibi içeri doğru bakarak ama yatak odasının kapısının önünü kapatan bir paravan vardı. “Her zamanki kadar… En azından henüz kimseyi öldürmedi.” Umursamazca da omuzlarını indirip kaldırdığında sıkıntılı bir nefes verdim. Elimle saçlarımı geriye atarak olabildiğince düzelttim ve Ecem’i beklemeden içeri girdim. Kerem her zamanki gibi bilgisayar koltuğunda oturuyordu ancak yönünü berjere oturmuş Beyazıt’a dönmüştü. Kerem’in koltuk takımı bir adet L koltuk ve bir adet de berjerden oluşuyordu. Koltukların ortasında bir sehpa, L koltuğun bir tarafının karşısı duvara dönükken ve televizyon varken diğer parçası Amerikan mutfağa bakıyordu. Koltuk takımının sol tarafında da Kerem’in oldukça geniş olan çalışma masaları ve üzerlerindeki bilgisayarlar vardı. Şu an çıktığımız kapı da hemen bilgisayar masalarının bitiminde bir paravanla kapatılmıştı. “Ben senin kuzenine değil, yardımı ihtiyacı olan bir kadına yardım ettim, Arat! Aile meseleleriniz beni bağlamaz! Onu bizzat kuzeninle çözeceksin!” diyordu Kerem tam içeri girdiğimiz sırada. Odadan çıkan bizim farkımıza varmış olacak ki sandalyesini hafif yan çevirerek arkasında kalan bana baktı. Beyazıt’a bakan gözleri ne kadar sert ve sinirliyse bana döner dönmez yumuşadı. Bu yumuşamanın bir sebebinin de anlattıklarım olduğunu, bana acıdığını bilmek rahatsız olamama ve olduğum yerde rahatsızca kıpırdanmama neden olmuştu. Bakışlarımı rahatsızca Kerem’den çektiğimde Beyazıt’ın sinirli gözleriyle karşılaştım. Kerem’in acıyan gözlerinden ziyade bu sinirli gözleri tercih ederdim ama aslında her ikisini de tercih etmezdim. Beyazıt burada uyuya kalmama oldukça sinirlenmiş görünüyordu. Tek kelime etmeden ayaklarımı sürüye sürüye bir çocuk gibi yanına ilerledim ve sinirini görmezden gelmeyi seçerek oturduğu berjerin kol koyma yerine oturdum. Bu sırada da burnuma bir koku gelmişti. Güzel bir şey kokuyordu. Bir yemek… Normalde sessizce köşemde oturmayı planlıyordum ama koku o kadar güzeldi ki dayanamadım. “Ne sipariş ettin?” diye sordum Kerem’e doğrudan. Odadaki kimse böyle bir soru beklemiyor olacak ki herkesin şaşkın bakışları bana dönmüştü. Hatta Ecem L koltuğa oturacakken yarı yolda duraksamıştı. “Ne?” dedi Kerem şaşkınlıkla. “Çok güzel bir şey koktu, bir yemek…” derken bir yandan da buradan mutfak tezgahının üzerine bakmaya çabalamıştım ama üzerinde herhangi bir şey var gibi durmuyordu. “Kendime iskender söylemiştim, hatta öncesinde de seni uyandırmayı denedim ama uyanmadın. 2-3 saat kadar oluyor.” İskender mi? Kırmızı et pek sevmezdim ama şu an aşırı iyi kokuyordu. Yüzümde ne gördü bilmem ama şaşkınlığı sabitti. “Sana da söyleyeyim mi diyeceğim ama hem sevmiyorsun hem saat geç oldu, kapanmıştır. Başka bir şey söyleyeyim ister misin?” İstemsizce dudaklarım büzüldü. Başka bir şeyi değil, bu kokan şeyi istiyordum. Sanırım sabahtan beri bir şey yemediğim için bu kadar güzel gelmişti ama yine de iskenderse de iskender istiyordum. “Yok.” dedim en sonunda Kerem’e hitaben. Kazara başımı eğmiş ve Beyazıt’la da göz göze gelmiştim bu sırada. Biraz bu sorularıma şaşırmış gibiydi ama siniri hâlâ daha baskındı. Hızla gözlerimi çektiğimde elimi kavradı ve kendiyle beraber beni de kaldırdı. “Geliyor musun, kalıyor musun?” Bu sorusu Ecem’eydi ve bunun üzerine ben de dönüp Ecem’e baktım. Gözlerini kaçırmıştı hızlıca. Sanırsam bu kaldığı anlamına geliyordu. Beyazıt tek kelime etmedi, zorlamadı ve bizi normal kapıya ilerleterek oradan çıkardı. Buradan girip çıkmaya pek alışık olmadığım için garip hissettirmişti. Tam Beyazıt’ın arabasının yanında Kerem’in “Arat!” diye seslenmesiyle ikimiz de dönüp ona baktık. Kerem gözüyle beni işaret ettiğinde Beyazıt da bana döndü. “Arabaya geç, geliyorum!” Sesinin bana karşı da aksi çıkmasıyla yutkundum ama salak da değildim. “Dokuz Buçuk’la alakalı olduğunu anlayacak kadar beynim var!” diye çıkıştım Kerem’e hitaben. Kendisi daha dün Dokuz Buçuk’un yanından gelmişti. İçerde söylememişti çünkü Ecem vardı. Burada da beni göndermek istemişti. Yine de benim olmamı o kadar da umursamamış olacak ki omuzlarını indirip kaldırdı. “Senin bir çözümünü bulacağından şüphesi yok ama sen çözümünü bulana kadar onun canı da tehlikede.” Onun canı da mı tehlikede? Adamın kim olduğunu bilen yokken canı nasıl tehlikede olacaktı ki? Kerem’in kaçamak bakışları anlık olarak beni buldu ve ardından tekrar Beyazıt’a döndü. “Yarın şirkete bir hediye yollayacak, ona güvenebilirsin. Dediği her bir kelime gerçek.” Beyazıt’ın kaşları çatıldı ama Dokuz Buçuk’un canını nasıl tehlikeye attığını sorgulamadı. “Hani sen artık Dokuz Buçuk’un adamı değildin?” Bu sorusu benim de kaşlarımın çatılmasına sebep oldu. Bensiz de konuşmuşlardı. Beyazıt tabii ki Kerem’i sorgulamıştı. “Değilim zaten!” dedi Kerem de aksi bir tavırla. “Ecem’e yardım ederek ister istemez karışmış bulundum, kuzenini oradan çıkarabilmek için de birkaç bağlantı gerekti. Bağlantılarını kullanmamın borcunu ödüyorum, hepsi bu kadar.” Beyazıt alayla güldü. “Hâlâ Dokuz Buçuk’un kendisini görmüş birinin böylece ortalarda gezinmesine izin vereceğini düşünmek aptalca geliyor. Bana kalırsa ya sana karşı elinde bir kozu var ve bir anlaşma yaptınız ya da onun için değerli birisin… Ki yaşın düşünülürse ikincisi daha büyük bir ihtimal.” Kerem de alayla güldü ve arkasındaki evi işaret etti. “Sana ortalarda geziniyor gibi mi geldim? Ayrıca aynı yaşta sayılırız Arat! Sen Dokuz Buçuk için değerli misin?” “En yakınında geziniyorsun ama!” dedi Beyazıt da karşılık olarak ve o an benim bilmediğim bir şeyin döndüğünü anladım aralarında. Benim bilmediğim bir şey vardı. İkisinin bildiği ama benim bilmediğim… Ben varım diye üstü kapalı konuşuyorlardı. Kerem’in gözü gayriihtiyari bana döndü anlık olarak ama hemen sonra tekrar önüne döndü. Beyazıt’ın hafifçe arkasında kaldığım için o da omzunun üzerinden bana dönüp kısa bir bakış atmış ama tıpkı Kerem gibi geri önüne dönmüştü. Kerem zaruri bir gülümseme sundu. “Öğrendiğindeki yüz ifadeni görmek isterdim ama ne yazık ki öğrenemeyeceksin!” dedi alayla. Bu sefer neyi kast ettiğini ben anlamıştım ama Beyazıt anlamamıştı. Kerem’in Dokuz Buçuk’un oğlu olduğuna ihtimal vermeyeceğini biliyordum. Kerem’in kastı da buydu. Bana döndü Kerem. “İyi geceler diyeceğim ama sen uykunu fazlasıyla aldın. Görüşürüz, güzelim…” Kerem arkasını döndü ve eve girdi. Bu gönderme Beyazıt’ı kızdırmak içindi. Zira işe yaramış Beyazıt’ın elimi tutan eli sinirle sıkılaşmıştı. Tek kelime etmedi, yüzüme bile bakmadı ve yalnızca arabaya binmem için ön koltuğun kapısını açtı. Ben de sessizliğine ortak oldum ve arabaya bindim. Beyazıt da arabanın etrafında dolanıp şoför koltuğuna geçti. Eve süreceğini sanmıştım ama uzun ve sessiz geçen bir yolun ardından ıssız ama doğayla iç içe bir yere getirdi bizi. Tabelada Davut’un Yeri yazıyordu. O an geçmişten bir anı geldi gözümün önüne. İlk evlendiğimiz zamanlarda, ajansta sabahlarken yemek getirmişti. Davut abi diye birinden bahsetmişti o gün, oradan aldığını söylemişti. O zaman da pek kırmızı et sevmesem de hem açtım hem de düşünüp getirdiği için kendimi yemek zorunda hissetmiştim. Ki itiraf etmek gerekirse diğer yerlerdeki gibi değildi, daha güzeldi. “O gün yemeği buradan mı getirmiştin?” diye sordum çenemle mekânı işaret ederek. Bu sırada da hem kemerimi çözüyordum hem de sessizlik yeminimizi bozmuştum. “Böyle her söylediğimi aklında tutuyor musun diyeceğim de tutmadığın herkesin malumu…” diyerek tabii ki kendileri laf sokma fırsatını geri tepmedi. Laf sokmamış gibi şirince gülümsediğimde aksi bir tonla “Burası!” diyerek beni onayladı. Beraber arabadan indiğimizde mekânı daha bir dikkatle inceledim. İçerden cılız bir ışık geliyordu ama o kadardı. Pek açık gibi durmuyordu. Yine de bir şey demedim ve biraz çekinmiş gibi yaparak Beyazıt’ın koluna yapıştım. Daha inandırıcı olması için de etrafa şöyle bir bakındım. “Allah’ın unuttuğu bu yerde kebapçının işi ne?” diye de sordum. “İnsan eti kullanıyorlar, saklamak için bire bir!” dedi Beyazıt da alayla. Gözlerimi yuvarladım. “Çok komiksin!” dediğimde sitemle, hafifçe burnuma vurdu. “Beni böyle bir yerden korktuğuna inandıramazsın karıcım. Hele ki yanımızda onlarca koruma varken ki tekken bile korkmazsın sen!” Doğruya doğruydu. “Ama bana sinirli değilsin artık?” dedim sorarcasına. “Hayır, sadece önce karımın karnını doyuracağım. Yemeğin üzerine azar daha iyi gider!” dediğinde samimiyetsizce sinirle kolundan çıktım ve hafifçe itekledim kolunu. Ancak Beyazıt kendisinden çok uzaklaşmama izin vermeden elimden tutup kendine çekmiş, hızlıca da kolunu belime sarmıştı kaçmamam için. Bir iki dirensem de tabii ki sonuçsuz kalmıştı. Kapıya ulaşmamızdan mütevellit de boştaki eliyle bize kapıyı açtı. Ben hafifçe önde olmak üzere içeri girdik. Kapının üzerinde bir zil asılıydı, onun sesine olsa gerek mutfak olduğunu tahmin ettiğim yerden yaşlıca bir adam çıkageldi. Adam oldukça kısa ve kiloluydu. Tam anlamıyla yuvarlak bir adamdı ama bu çok tatlı duruyordu. “Hoş geldiniz…” dedi büyük bir neşe ve sevecenlikle. Gecenin bu saatinde muhtemelen Beyazıt’ın ricası üzere gelmemiş gibi olan bu tavrı biraz garipsememe neden olmuştu. “Hoş bulduk, abi…” dedi ve hiç beklemediğim bir şekilde eğilip adamın elini öptü. Beyazıt’ın elini çekmesine izin vermeden babacan bir tavırla da iki kez elinin üzerine baktı. Beyazıt’a bakarken gözlerinin içi gülüyordu resmen. Beyazıt’tan gözlerini çekebildiğinde bakışları beni buldu. Hafifçe gülümserken bir adım kadar daha yaklaştım. Beyazıt da tekrar belimi sarmış ve biraz daha kendisine çekmişti beni. “Karım Dilem…” “Memnun oldum, Davut Bey.” derken elimi de adama uzatmıştım. “Ohoğğğ!” dedi Davut Bey hiç olmamış gibi ve tepkisi gerçekten biraz çekinmeme yol açmıştı. “Anlattığın kadar varmış!” Beyazıt’a hitaben konuştuktan sonra tekrar bana döndü. “Öyle beymiş hanımmış hoşlanmam ben. Beyazıt neyse sen de osun benim için. Abi de sen de.” Benim gözlerim ise bir Beyazıt’a bir Davut’a kayıyordu. Ne anlatmıştı acaba benim hakkımda? Herhangi bir cevap vermediğimde Beyazıt gülerken Davut Bey onaylamaz bir bakış attı bana. Neyse ki başka bir şey demeden tüm ilgisini Beyazıt’a verdi. “Yemeklerinizi hazırladım. Çocuklar da senin masana servisi açmıştır. Beni hanım bekler, bir ihtiyacınız olursa çocuklardan istersiniz.” “Çocukları da gönder istersen abi. Ben kapatır, anahtarları da bizimkilerle yollarım yarın. Saat geç oldu zaten.” Ben Davut Bey’in kabul edeceğini düşünmemiştim ama direkt cebinden bir anahtar çıkardı ve Beyazıt’a uzattı. “E iyi o zaman, çocuklara söylerim. Size de afiyet olsun…” “Selam söyle Sultan ablaya.” dedi Beyazıt. Davut Bey mutfak tarafına dönerken Beyazıt da bizi mekânın arka tarafına ilerletmişti. Sadece oturacağımız masanın üzerindeki ışık açıktı ve masa oldukça güzel görünüyordu. Koku beni şimdiden mest etmişti üstelik. Sandalyeme hızlıca kurulurken “Benim hakkımda ne anlattın?” diye sordum Beyazıt’a. Cümlem biter bitmez de yemeğimden büyük bir lokma almıştım. Tadı da çok güzeldi… Nasıl bu kadar güzel yapabilirlerdi ki? Üstelik ben iskenderi hiç sevmezdim. Yine köfte falan baharatlı olduğu için bir tık daha tolere edilebilirdi ama iskenderi nasıl bu kadar sevebildiğime şaşmıştım. Beyazıt bir süre şaşkın şaşkın baktı halime ama tek kelime etmedi, hatta soruma bile cevap vermedi ve o da yemeğinden bir lokma aldı ancak lokmasını yuttuktan sonra tüm odağını bana verdi. “Sadece gerçekleri…” dediğinde gözlerim kısıldı. Ağzımdaki lokmayı zar zor yuttuktan sonra “Hangi gerçekler?” diye sordum. “Yalancılık, söz dinlememe, burnunun dikine gitme, inatçılık, hanzade olma…” ‘Daha sayayım mı?’ dercesine kaşlarını kaldırdığında gözlerimi yuvarladım. Ayrıca farklı şekilde de olsa kardeşi ve o arkadaşı gibi kraliyet soyundan geldiğimi ima etmişti. “Sırf tanıdığım birinin tanıdığı biri diye kimseye samimi davranacak değilim. Belli bir süre hatta mümkünse her zaman belirli bir mesafe iyidir ve bu beni ne ‘hanzade’ ne de soğuk biri yapmaz!” Hanzade kısmına vurgu yapmamla başını hafifçe eğmiş ve bıyık altından bir gülüş bırakmıştı. Bu kadar yakışıklıyken kızmak çok zor ama, Dilem… Sen kızma, Narenciye! Ben kızarım… Ama evet, çok güzel gülmüştü. “Ayrıca yalan falan söylemedim! Sadece uyuya kaldım. Üstelik sen bu kadar dediğim dedik ve baskın olmasan ben de her konuda bu kadar inat etmek ve burnumun dikine gitmek zorunda kalmam. Etki-tepki meselesi hayatım...” Sinirle ağzıma bir lokma daha atarken Beyazıt da ciddileşmişti birden. Bu da ağzıma lokma aldığıma beni pişman etmişti, ağzımdaki lokma büyümüştü. “Mesele şu ki: Benim elin adamının evinde uyuyamazsın dememe gerek olmaması gerekiyor. Karımın zaten bir bekar erkeğin evine gidip de orada uyuması, uyuya kalacak kadar kendini rahat hissetmesi gerekiyor, mesele bu! O adamın evindeki eşyalarından bahsetmiyorum bile! Ne sıklıkla onda kalıyordun ki eşyaların var orada?” Sıkıntılı bir nefes verdim. “Neden Kerem’den kıskandığını hâlâ anlamıyorum. Bak çok erkek tanıdım ve çok fazla da erkek olan arkadaşım oldu. Bana karşı hisleri değiştiklerinde de arkadaşlıklarımı bitirdim. Kerem bana ne o gözle bakıyor ne de daha önce o gözle baktı. Baksa anlarım. Benim görmediğim bir şey gördüysen söyle de bileyim? Sadece ‘Sana güzelim diyor.’ deyip duruyorsun. Ne bileyim Ela’ya ya da Ecem’e hiç mi iltifat etmedin, hiç mi güzel bir şey söylemedin?” “Aynı şey değil!” diye çıkıştı sertçe. Bıkkın bir nefes daha verdim. “Doğru bizim kan bağımız yok! Unutmuşum! Keşke kuzenim, uzaktan akrabam falan olsaydı da şunu sürekli yaşamasaydık. Elinde kıskanmak için bir şey de yok. Sürekli aynı şeyleri konuşmaktan gerçekten çok sıkıldım!” “Adam sana yıllarca yalan söylemiş. Birkaç hafta konuşmadın. Sonra kaldığınız yerden devam ettiniz. Başkası yapsa affedeceğini hiç sanmıyorum…” Başkasından kastının kendisi olması beni duraksattı. Biraz da yumuşattı. Haklı olup olmadığını düşündüm ama bu böyle düşünerek cevabını bulacağım bir şey değildi. Yalanın boyutuna ve nedenine göre değişirdi. “Ben olsam ben de bunu saklardım çünkü… Evet, başta kızdım ama sonra hak verdim.” Beyazıt’ın alevlenmiş halinin aksine benim sesim yatıştırıcı ve sakindi. “Allah aşkına! Nasıl bir sebep 6 yıldır sana yalan söylemesini, olmadığı biri gibi davranmasını sağlayabilir? Dokuz Buçuk’un adamı olması mı? Üstü kapalı da mı anlatamıyordu?” “Adamı değil, oğlu…” diye boş bulunduğumda hızla elimi ağzıma kapattım ama çok geçti. Ben nasıl ağzımdan kaçırdığımın şaşkınlığını yaşarken Beyazıt söylediğimin şaşkınlığını yaşıyordu. “Anlamadım?” dedi daha büyük bir şaşkınlıkla. Panikle başımı iki yana salladım. “Bak bunu kimseye söyleyemezsin, bunu kullanamazsın! Bu Kerem’in bana güvenip söylediği bir şeydi. Lütfen, bunu hiç duymamışsın var say!” “Oğlu mu dedin sen? Emin misin?” diye sordu Beyazıt da beni duymamış gibi bir şaşkınlıkla. Sıkıntılı bir nefes verdim. Kerem benimle bir daha konuşmasa bana tek bir sır vermese yeriydi. “Evet, oğlu ama lütfen! Kimseye söyleme bunu. Son 5 dakikayı unutalım!” Beyazıt sinir bozukluğuyla olsa gerek gülmeye başlarken ben de şaşkınca duraksamıştım. Neye bu kadar şaşırmıştı ki? Daha birkaç saat önce kendisi Kerem’in Dokuz Buçuk için değerli biri olduğunu ima etmemiş miydi? Tamam oğlu olması biraz abartıydı ama sadece birazcık. Gülmesini durdurabildiğinde bir kez daha “Oğlu?” dedi sorarcasına. Sakallarını eliyle ovuştururken bunun olma ihtimalini düşünür gibi de bir hali vardı. “Söz ver bana!” dediğimde bir kez daha en sonunda ilgisini çekebilmiştim. “Tamam, ne bunu duydum ne de sen böyle bir şey söyledin. Seni zor durumda bırakacak değilim.” Rahatlayarak derin bir nefes verdim. Beyazıt’ın sözünü tutacağını umuyordum. Hem kızının yerini biliyordu ve ona zarar vermemişti. Kerem’e de verecek değildi herhalde. Yine de bunu Kerem’e söylemem gerektiğini biliyordum. “Yemeğini bitir hadi…” dedi bana tabağımı işaret ederek ancak kendisi yemeğine dönmemiş, bir şeyleri düşünmeye başlamıştı. Yine de suçlulukla bir şey demedim ve tabağıma döndüm. İskender güzeldi en azından. Kerem bunu başka bir şekilde öğrenmeden ya da anlamadan benim bunu ona söylemem gerekiyordu. Umarım bana çok kızmazdı. * 04.07.2023 “Yapman gereken tek şey Sereyli’nin sana verdiği telefonu kullanarak istediğini bulduğuna dair bir mesaj atmak. Seni buluşmak için bir yere çağıracak ve oradan aldıracak muhtemelen. Doğrudan kendisi aldıramaz çünkü bu Beyazıt’ın dikkatini çeker. Gerisini ben halledeceğim…” Kerem gözünü bilgisayardan ayırmadan Sereyli’nin bana verdiği o minik tuşlu telefonu uzatmıştı bir yandan da. “Nasıl halledeceksin?” derken telefonu da almıştım elinden. “Sana mesaj attığı numaradan ulaşmaya çalıştım ama tabii ki bir şey çıkmadı. Babamın korkusuna da gayet iyi saklanıyor. Çıkması için sağlam bir ihtimal gerekiyor ona…” Bilgisayardan son bir tuşa bastıktan sonra bana döndü doğrudan. “Doğruyu söyleyeceksin. Beyazıt’ın elinde Dokuz Buçuk’un çocuğu olduğunu yani. Cinsiyet belirtme. Dokuz Buçuk’un yaşını tahmin edemediğinden elinde oldukça geniş bir liste olacak, skalayı geniş tutacağız bu sayede. Gerçekten küçük bir çocuktan da hatta bir bebekten de bahsediyor olabilirsin, 20’lerinde birinden de.” Son cümlesiyle bir yandan da kendini işaret etmişti. Sonra elime bir kâğıt tutuşturdu. Bir adres yazılıydı. “Adres olarak da bunu vereceksin. Evi ayarladım ben. Etrafını da çoktan korumalarla çevreledim. Kuşkulanmayacağı şekilde ayarladım. Elindeki tek şansı saçma sapan adamlarla harcamak istemeyecektir. Gerçekten sağlam ve güvendiği birilerini yollayacaktır. Birkaç tanesi yakalanacak ama şans bu ya birkaçının da şansı yaver gidecek ve kaçacaklar. Bizi doğrudan Sereyli’ye götürecek olan bunlar. Ne kadar sağlam korunduğunu görünce sana inanacaktır. Tabii biz bu sırada evi değiştireceğiz. Yine sana gelecek ama bu kez bir yamuk yapmayacağından emin bir şekilde. Sen onu oyalarken ben de evine sızmanın bir yolunu bulacağım. Bilgisayarına sızdıktan ve tüm verileri sildikten sonra evi de patlatacağız. Artık güvenli bir sığınağı kalmayan Sereyli’yi de babam halledecektir. Çenesi de kapalı kalacak yani.” Teori de iyiydi ama yaşanırken o kadar çok aksilik çıkabilirdi ki… Yine de denemek zorundaydım. Hem bugün Beyazıt’la bir organizasyona katılacaktım hem de yarın Kerem’le planı işleme koyacaktık. Birkaç gün benim için oldukça stresli ve adrenalin dolu geçeceğe benziyordu… |
0% |