Yeni Üyelik
6.
Bölüm

6. Bölüm

@__kao__

Adrenalinin etkisi geçtiğinde bir başka şok sarmıştı bedenimi. İki kişiyi öldürmüştüm...

Öldüklerine üzülmüyordum ve hatta Dünya için iyi bir şey bile yapmıştım ama bu bir suçtu. Baha'nın da dediği gibi birini sırtından vurmuştum ve birini de silahsızken, üstelik aramızda hatırı sayılır bir mesafe varken öldürmüştüm. Kendimi koruyacak potansiyelimin olması da haneme yazılı bir eksiydi ve yine Baha Arat'ın dediği gibi nefsi müdafaa saymazlardı.

Hapse girmek istemiyordum, hele ki değmeyecek iki şerefsiz için ancak...

İşim şeffaflık sağlamakken ben kendim mi şeffaf olmayacaktım?

Sanki önceden çok şeffaftın!

O başkaydı ama...

Nesi başkaydı?

Hiç hoş gelmedin Narenciye... Ayrıca Beyazıt Arat'ın eline koz veremem. Bunu bana karşı kullanmaktan çekinmez.

Sen de onu kullan, asıl amacımız Dokuz Buçuk değil mi? Şu an Arat'ın nerede olduğunu merak etmiyor musun? Ya da tesadüflere inanmaya mı başladın?

"Aklımı karıştırıyorsun!" diye mırıldanırken yattığım yataktan doğruldum. Eş zamanlı olarak ağzımdan da bir inleme kaçmıştı.

Adrenalinin etkisiyle hissetmesem de şerefsiz çok sert vurmuştu karnıma ve karnım şu an mosmordu.

Tokadın etkisiyle sol yanağım hâlâ sızlıyor, ağzımı açtıkça da patlak dudağım acıyordu.

Arat'ın suyuna git, Dilem... Dokuz Buçuk'u bulalım, bu sırada Arat'a karşı bir koz da edinelim. Bir taşla iki kuş... Her türlü hapse girmekten iyidir!

Yataktan bacaklarımı sarkıtırken başımı aşağı yukarı salladım. Narenciye haklıydı. Hapse giremezdim.

Üstelik Dokuz Buçuk'a bu kadar yakın olduğumu da daha önce hiç hissetmemiştim.

Çıplak ayaklarım sıcak parkeyle buluştuğunda elim gayri ihtiyari boynumda olması gereken düş kapanına gitmek istemiş ama tekrar bir boşlukla karşılaşmıştı.

Büyük bir salaktım. Düş kapanımı şu an her şeyden daha çok istiyordum.

Ağır adımlarla kapıya ilerledim ve ardından da aşağıya. Bu ev annemlerin evinden de büyük olmalıydı.

Şatafattan uzak ve daha minimalist döşenmişti. Yine de çok boş durmuyor, aksine insanın içini açıyordu.

Geçerken gördüğüm pencereye bakılırsa saat bir hayli geç olmuş olmalıydı.

Neyse ki salondan ışık geliyordu ve Arat'lar uyanık olmalıydı. Salona girdiğimde iki kardeşi baş başa şöminenin başında viski içerken buldum. Aralarında tek çıt çıkmadan yalnızca karşılıklı bir şekilde viskilerini yudumluyorlardı.

"Dilem..." diyerek ilk tepkiyi veren Baha Arat'tı her ne kadar beni ilk fark eden Beyazıt Arat olsa da.

"Telefonum nerede?" dedim ayakta durmak zor geldiği için en yakınımdaki koltuğa çökerken.

Tereddütle abisine baktığını gördüğümde başımı yavaşça iki yana salladım.

"Merak etme, polisi aramayacağım. Annem merak etmiş olmalı..."

Hastaneden en son hiç bir şey demeden kaçıp gitmiştim ve annem muhtemelen bana oldukça kızacaktı.

Beyazıt Arat viskisinden bir yudum almış ve ceketinin cebinden çıkardığı telefonumu sehpanın üzerine bırakmıştı herhangi bir şey demeden.

Uzanıp almak çok zor gelirken neyse ki Baha savcı uzanıp almış ve doğrudan avcuma vermişti.

Yanlarında konuşmak tercihim olmayacak olsa da karnım acıyordu. Bir çok cevapsız arama vardı. Annem yazısının üstüne tıklayıp telefonu kulağıma götürdüm.

Daha ilk çalışta telefon açılmıştı.

"Dilem..!" dedi telaşlı, korku dolu ses.

"İyiyim..." diye mırıldandım ve kuruyan ağzımdaki o hissi götürmek istercesine art arda iki kez yutkundum.

"İyisin?" dediğinde sinirlendiğinde bıraktığı gülüşü de duymuştum.

"Kızım saatten haberin var mı senin? Evine gittim evinde yoksun, arıyorum açmıyorsun, arkadaşların nerede olduğunu bilmiyor, hastaneden desen kaçarcasına gittin. Bir de iki üç gün önce yok dikkat edin, yok önlem diye bir şeyler saçmaladın! Aklım çıktı sana bir şey oldu diye!"

Olmuştu zaten ve üstelik bu daha yeni bir şey de değildi. Olan çok önce olmuştu ve annem hâlâ görememişti.

"Polise bile gittim! 24 saat geçmeden bir şey yapamayız dediler!"

Araya girmesem daha da devam edeceğini anladım ve mecburen dudaklarımı bir kez daha araladım. Ben geldiğimde de aralarında çıt çıkmıyordu ama şu an iki kardeşi engelliyormuş gibi hissediyordum.

"Sadece biraz yalnız kalmalıyım..." dedim ancak der demez pişman oldum çünkü bu annemi daha da delirtmişti.

"NE DEMEK YALNIZ KALMALIYIM YA!" diye bağırdığında ses ahizeden dışarı gereğinden fazla taşmış ve iki Arat'ın da gayri ihtiyari bana bakmasına neden olmuştu.

"BABAANNEN ÖLDÜ! BÖYLE BİR GÜNDE ORTADAN KAYBOLUYORSUN ÖYLE Mİ? ABİN ALMAN-"

Devamı yoktu çünkü daha fazla buna katlanamamış ve annemin yüzüne kapatmıştım telefonu.

"Bana bir taksi çağırır mısın?" dedim ardından bu telefon görüşmesi hiç yaşanmamış gibi Baha'ya dönerek.

Telefonumu da bir yandan kapatmıştım çünkü biliyordum ki annem açana kadar ısrarla arayacaktı.

"Babaannenin öldüğünü bilmiyordum, başın sağ olsun..."

Baha savcının üzüldüğünü görebiliyordum ancak ben üzülmüyordum. Nesrin hanım babaannem bile değildi ancak şu an kimseye açıklama yapacak havamda değildim.

"İnsan hiç değilse duymamış gibi yapar savcım!" dedim alaya alarak.

"Bu gece burada kal!" dedi Beyazıt Arat.

İtiraz edecekken izin vermeden o devam etti.

"Söz dinlemediğin için dört ceset temizlemek zorunda kaldım. Söz dinle ve sana verilen odaya dön. Sabah bundan sonra ne yapacağımızı konuşuruz!"

*

Gördüğüm kabusla nefes nefese yatakta doğrulurken elim boynuma gitmiş ancak küçük ama benim için oldukça büyük bir boşlukla karşılaşmıştı.

Ani kalkışım nedeniyle karnımın acısı bedenime yayılırken gördüğüm kabustan aklımı uzaklaştırdığı için oldukça memnundum.

Bir süre bir elimi kalbime diğer elimi yatağın gerisine yaslayarak ağırlığımın bir kısmını vermiş ve nefeslerimin düzelmesini beklemiştim.

Yanılmıştım. Düş kapanı beni gerçekten de kabuslardan koruyormuş. Uzun zamandır o evde kalmadığım sürece kabuslar yanıma uğramıyordu ancak şimdi beni nefes nefese bırakacak kadar yakınımdaydı.

Düş kapanlarının beni koruyamadığı tek yer o evdi sanki.

Bu sırada çift kişilik yatakta tamamen yan döndüğümü ve enine uzandığımı fark ettim.

Omzumun gerisinden cama baktığımda güneşin daha yeni yeni doğduğunu gördüm.

Ardından da bakışlarım duvar saatini buldu. Saat 7'ye geliyordu. Uyuduğum saat düşünülürse oldukça az uyumuştum.

Bacaklarımı bir kez daha yavaşça yataktan sarkıttım ve ayaklarım sıcak parkeyle buluştu. Odanın içinde bulunan banyoya ilerledim.

Yüzümü yıkarken dudağımın kenarındaki yara sızlamıştı. Elimi yüzümü bulduğum bir havluyla kuruladıktan sonra odaya geri döndüm.

Üzerimde Baha'nın ayarladığı bana oldukça büyük gelen bir şort ve beyaz bir tişört vardı. Kendi kıyafetlerim kanlı olduğu için tekrar onları giyemezdim. Dün gece de zaten Arat'lar beni böyle görmüştü ancak üzerimde turuncu olmaması sinirlerimi bozuyordu.

Sadece tırnaklarımda yer yer soyulmuş turuncu ojeler vardı ve bu asla yeterli değildi.

Hizmetli kızlardan kıyafet rica etmek için odadan çıktım ancak çıt dahi çıkmayan bu koca evde dürtülerime engel olamadım.

Ben çalışma odasıyım diye bağıran koridorun sonundaki çift kapılı odaya ilerledim, çıplak ayaklarımın sessizliğinin verdiği güvenle.

Kapıdaki elektronik panel bana göz kırparken parmak izi olmaması bana cesaret vermiş ve parmaklarım tuşların üzerine gitmişti.

Babasının ölüm tarihini hatırlamaya çalışarak durdum. Muhtemelen bu işlere babasının ölümüyle tam anlamıyla girmişti ve böyle bir yeri ancak böyle bir şifreyle koruyacağını düşünüyordum.

110508...

Kapıdan gelen klik sesiyle beklediğim kadar beklemediğimi de fark ettim.

İçeri kısa bir tereddütün ardından girdim. Beni öldürecek olsa öldürmüştü şimdiye en nihayetinde ve evet biliyordum. Bu kadarı da şansımı zorlamaktı kesinlikle.

İlk işim çalışma masasının üzerindeki dosyalarda hızla göz gezdirmek olmuştu. Ardından da hızla çekmeceleri açıp kapamıştım.

Burada kayda değer bir şey bulamadığımda arkamdaki kitaplığa yöneldim. Oyma bir kaç biblo ve kalın dosyalardan oluşan rafları hızla taradım. Hepsi oldukça normal dosyalardı.

Buradan bana iş çıkmayacağını kavradığımda pes ederek yere oturarak baktığım dosyaları tekrar yerlerine bıraktım.

Ayağa kalkacakken kapı kenarına yaslanmış ve kollarını birbirine dolamış Beyazıt Arat'ı görmemle sıçrayarak gerisin geri tabiri caizse götümün üstüne oturmuştum.

"Beni hep şaşırtıyorsun..!" dedi ve bedenini kapıdan ayırarak olduğu yerde dikleşti.

"Şifreyi bilmeni beklemediğimi kabul etmeliyim, hele ki ilkinde ama beni daha çok şaşırtan odaya biri girdiğinde bana haberinin gidebileceğini düşünmemen..." dedi ve arka cebinden çıkarttığı telefonunu bana doğru havada salladı.

Düştüğüm yerden kalkarken tek çabam kuyruğu dik tutmaktı.

Gözlerimi kaçırmadan doğrudan gözlerinin içine baktım.

"Sence senin bir ihtimal dahi ulaşabileceğin bir yere işine yarayacak bir şey bırakır mıyım?"

Bilmem dercesine dudaklarımı büzdüm.

"Daha evvelsi gün delil bırakmadığınızı söylüyordunuz, şimdi ulaşamayacağım bir yerde bir şeyler olduğunu... Kim bilir? Belki bir kaç güne de ulaşırım!"

Gözleri kısıldı ve alaylı yamuk bir gülümseme bahşetti.

"Şansını zorlama ve çık dışarı hemen!" dedi dişlerinin arasından sertçe.

Hiç bir şey demeden dediğini yaparak çıktım oradan. Ben çıkar çıkmaz kendisi içeri girmiş ve suratıma kapıyı çarpmıştı.

Derin bir nefes alarak ilk hedefim olan aşağı yöneldim. Üzerime kızlardan giyecek bir şeyler isteyecek ardından da buradan defolup gidecektim.

Mutfağı bulabildiğimde üç kadını kahvaltı hazırlarken buldum.

Hafif kilolu ve diğerlerine göre daha yaşlı olan kadın beni ilk fark eden oldu ve gülümsedi.

"Buyurun, bir şey mi istemiştiniz?"

Ben de gülümsedim.

"Rica etsem bana giyebileceğim bir şeyler ayarlayabilir misiniz?"

"Ah!" dedi kadın hatırlamışçasına ve kenarda duran karton poşeti bana uzattı.

"Beyazıt bey aldırmıştı ancak odanıza çıkarmayı unuttum. Kusura bakmayın lütfen..."

Gülümserken kadının elinden poşeti aldım.

"Sorun değil, kolay gelsin..!" diyerek de geldiğim gibi çıktım mutfaktan ve tekrar bana verilen odaya ilerledim.

Poşeti açtığımda beni krem, bej arası bir renkte etek, onun takımı olan blazer bir ceket ve beyaz boğazlı bir kazak karşılamıştı. Hepsinin etiketi üzerindeydi ve hatta beyaz bir bot dahi vardı. Tarzıma yakın olması tek stalklananın Beyazıt Arat olmadığını söylüyordu bana.

Hızlıca kıyafetleri üzerime geçirdim ve bu sırada siyah çantamın da odaya getirilmiş olduğunu fark ettim

Hızlıca kıyafetleri üzerime geçirdim ve bu sırada siyah çantamın da odaya getirilmiş olduğunu fark ettim.

İçine attığım ufak makyaj malzemeleriyle makyaj yapmak zorunda kalmıştım ve turuncu ojemi de çantama atmış olmak beni çok mutlu etmişti.

Tırnaklarımda yer yer soyulmuş ve bozulmuş ojeyi çıkararak yeniden turuncu ojelerimi sürdüm. Bir ara tekrar tırnak yaptırmaya gitmeliydim.

Ojelerim yeterince kuruduktan sonra tarak olmadığı için oldukça dağınık duran saçlarımı sıkı bir at kuyruğuyla gizlemiştim.

Dünden kalan küpelerimi ve saatimi de geçirdiğimde kanlı kıyafetlerimi burada bırakmak istemeyerek dün hemen camın önünde duran koltuktaki kıyafetlere hareketlendim ancak gitmişlerdi.

Yok etmek için mi alınmıştı yoksa bana karşı bir koz olarak mı bilmiyordum ama ha bir eksik ha fazlaydı. Arat'ın bana karşı yeterince kozu olduğuna emindim.

Mecburen aşağı salona indiğimde Arat kardeşleri kahvaltı masası başında buldum.

"Otur!" dedi Arat sertçe ve solunda kalan sandalyeyi işaret etti. Kendisi baş köşede oturuyordu ve sağında da Baha vardı.

Odasına girmemden ötürü hâlâ kızgın olduğunu görebiliyordum.

"Ne söyleyeceksen söyle! Gideceğim!" dedim onun işaret ettiği sandalyeye değil de diğer baş köşedeki sandalyeyi çekip oturarak.

"İnsan ilk kez ölü görmüş birinden daha farklı bir tavır bekliyor..." dedi Beyazıt elindeki çatal ve bıçağı tabağının kenarlarına bırakarak.

Dirseklerimi masaya yaslayarak ellerimi birleştirdim ve çenemi de ellerime yasladım.

"İlk defa ölü gördüğümü kim söyledi?"

İlk defe 13 yaşındayken bir ölü görmüştüm.

Beyazıt'ın gözlerinden herhangi bir ifade okunamazken dudağının kenarı hafifçe kıvrılmıştı. Pek inanılır gibi değildi ama sanırım memnun olmuştu. Baha ise abisi gibi duygularını saklamakta o kadar da başarılı olamamış ve bariz bir dehşetle bana bakmıştı.

Sanırım gerçekten de iki kişiliği vardı çünkü benim tanıdığım Baha savcı soğuk kanlıydı ve duygularını göstermemekte de oldukça iyiydi.

"Dilem Akçay... 24 yaşında." Ona ilgiyle bakarken gözlerini kaçırmadan devam etti.

"Çeşitli yakın dövüş dersleri almış. Annesi gibi gazeteci ve bir ajansları var. Babası henüz kundakta bebekken kanserden ölmüş. 3 yıl sonra annesi Yeliz Lodos ve Ahmet Akçay evleniyor. Çok sevdiği karısının kızını da kendi nüfusuna geçiriyor. Ahmet Akçay'ın bir oğlu var. Emir Akçay... Dünya evine girdikten 4 yıl sonra bir kızları daha oluyor çiftlerin, Didem Akçay... Dilem Akçay, anasının kızı dedikleri cinsten. Annesi gibi bir çok kişiyi rahatsız edecek haberler yapmış, gerçekler ortaya çıkarmış... Üstelik annesinin ortaya çıkardığı gerçeklerden en çok canı yanan oyken..."

Stresle bacağımı sallarken arkama yaslandım ve sıranın bana geçtiğini belirtircesine gülümsedim. O gece hakkında az çok bir şeyler biliyordu.

"Beyazıt Arat... 29 yaşında. Annesi 3. çocuklarına hamileyken birden ortadan kaybolmuş. Ne olduğunu bilen yok. Babası bir inşaatın altında kalarak ölmüş. Bilinen bu ama patlatılmış, üstelik çocukları da oradaymış. Babası Sami Bozok... Babasından ne kadar nefret ediyorsa mahkeme kararıyla annesinin kızlık soy adını almış. Bir çok şirketi var. Sözüm ona iş adamı..."

O da benim gibi arkasına yaslanırken ben yeni fark ettiğim ayrıntıyla şaşkınlıkla gözlerine daha dikkatli bakmaya başladım.

"Servet Bozok amcan mı?"

Bunu nasıl daha önce fark edemediğimi sorgularken Beyazıt ifadesizliğini korumuş ancak Baha onu ele vermişti. Öyleydi.

"Baha dışarı!" dedi sertçe Beyazıt onu ele verdiği için kardeşine kızarak.

Baha bana tedirgin bir bakış attı. Ailesi hakkında bildiklerimin onu rahatsız ettiğini görebiliyordum.

"Baha dışarı dedim!" dedi Arat tehdit dolu bir tonlamayla.

Baha masadan kalkıp dışarı ilerlerken gözlerimi bir saniye olsun Arat'dan çekmemiştim. Keza kendisi de aynı şekilde.

"Çok şey bildiğini sanıyorsun değil mi?" dediğinde başımı iki yana salladım yavaşça.

"Her cuma saat 9 ve 10 arasında ne yaptığını bilmiyorum."

Söylediklerimi desteklercesine de dudaklarımı bükmüştüm.

Alaylı bir kahkaha bıraktı. Sinirlerini gerçekten bozmuş olmalıydım.

"Ya da şu an neden hâlâ hayatta olduğumu?"

Beyazıt'ın beni şu an hayatta tutması için hiç bir sebep olmadığı gibi öldürmek için de çok sebebi vardı. Belki de sınırlarını görmek için bu kadar damarına basıyordum.

"Karım olacaksın çünkü!" dediğinde bu sefer alaylı bir kahkaha bırakan bendim. Kafayı çok temiz yemişti.

"Hangi hayal alemindeysen çık Arat!" dediğimde başını iki yana salladı.

"Ya hapse girersin ya da benimle nikah masasına oturursun!"

Ciddi olduğunu anladığımda şaşkınlıkla ona döndüm. Ancak ağzımı tekrar aralayabilmem için hatırı sayılır bir süre geçmesi gerekmişti.

"Neden bunu istiyorsun?"

"Cevdet sana ne teklif etti?" dedi soruma soruyla karşılık vererek. Tabii ki Sereyli'nin malikanesine gittiğimi biliyordu.

Cevapsız kaldığımda başını aşağı yukarı salladı.

"Son kez söylüyorum. Yarına kadar düşün taşın. Ya dünyaevi ya cezaevi..."

"Neden?" dedim bir kez daha.

Ancak yine ve yine bir cevap alamadım.

"Seni Fatih evine bırakır. Yarın akşam uğrarım yanına. Cevabın evetse eşyalarını toplamış ol."

Masada beni bir başıma bırakarak bahçeye açılan kapıdan dışarı çıktı. Öylece kalakalırken beynim durmuştu sanki.

*

Her ne kadar kendim dönmek istesem de adamları buna izin vermeyeceğini belli etmişti ve mecburen Fatih'in kullandığı arabanın arka koltuğuna yerleşmiştim.

Yol boyu bu evlilikten nasıl bir çıkarı olabileceğini düşünmüştüm. Ona bir yararı olmayacağı gibi aksine zararları vardı.

Bir kere yakınında olmam demek çok dikkatli olmasını gerektirirdi. En ufak açığında ona acıyamayacağımı bilecek kadar beni tanıdığını düşünüyordum.

Kaldı ki karısı olarak ifadem bile yeterli bir delil olacaktı.

Beni geçtim, evlendiğimiz an annemi de başına saracaktı. Annem benden kat ve kat iyi aynı zamanda da tecrübeli bir gazeteciydi.

Eve yaklaşırken işin içinden çıkamayacağımı fark ederek arabayı kullanan Fatih'e kısa bir bakış attım.

"Kaç yıldır Arat'la çalışıyorsun?"

Fatih dikiz aynasından bana baktı.

"10 yıl olacak, Dilem hanım."

Arat 29 yaşındaydı ve de Fatih de genç duruyordu.

"Kaç yaşındasın peki?" diye sordum bu sefer.

"24..." derken ki memnuniyetsizliğini saklama çabası gözümden kaçmamıştı. Ona sorular sormam pek hoşuna gitmemişti.

"14 yaşından beri?" dedim sorarcasına şaşkınlığımı gizleme gereği görmeden.

"Tam olarak ne iş yapıyorsun sen? Okula gittin mi?"

Çocuk işçi çalıştırması bile onu karalamam için yeterdi.

"Bir yandan okula gittim tabii. Yarı zamanlı çalıştım. Ancak pek o taraklarda bezim yoktu hiç bir zaman. Liseden itibaren başka şekillerde eğitilmemi sağladı."

Bu eğitimlerin silah tutmak, dövüşmek, korumak gibi içerikler barındırdığına emindim.

Tam evli olup olmadığını soracakken evin sokağına geldiğimizi fark ederek vazgeçtim. Araba evin önünde dururken kemerimi çözmüştüm. Ben kemerimi çözerken de Fatih hızla inmiş ve arabanın etrafında dolanarak kapımı açmıştı.

Arabadan inerken ona hafifçe gülümsedim.

"İyi günler, Fatih..." Saat henüz öğlene yeni yeni geliyor olmalıydı.

Fatih saygılı bir şekilde başını eğerken ben yanından geçip stüdyo daireme ulaştım. Anahtarı deliğe sokarken şaşkınlıkla gözlerimi kırpıştırdım. Kapı koluna asılmış düş kapanı kolyemi görmemle hızla etrafı taradım.

Etrafta kimseyi göremezken hem kolyem bana döndüğü için sevinmiş hem de tedirgin olmuştum. Bu kolyeyi hastane otoparkına fırlatmıştım öylece. Biri hem attığımı görmüştü hem de ev adresimi bilecek kadar beni tanıyordu.

Tüylerim diken diken olsa da kolyeyi boynuma geçirdim hızla ve kazağımın altına sakladım. Ardından hali hazırda yuvasına sokmuş olduğum anahtarı çevirerek kapıyı açtım.

Girer girmez koltukta oturan annemin kehribar gözleri, yeşil gözlerimi buldu.

Sıkıntılı bir nefes bırakmama engel olamazken anahtarı kapıdan çıkartarak girişteki konsolun üzerine fırlattım.

Annem sabit bir ifadeyle bana bakmayı sürdürürken çantamı da konsolun üzerine bırakmıştım. Koltuklara doğru ilerlerken de üzerimdeki krem kabanı çıkarıyordum.

Önce koltuğun kol koyma yerine kabanımı atmış ardından da L koltuğun tam birleşim yerine geçip oturmuştum.

"Şu an benim nerede olmam gerekiyor Dilem? Dün nerede olmam gerekiyordu Dilem?"

Oldukça sakin bir tonlamayla sormuştu ancak sinirli olduğunu görebiliyordum.

"Dün bütün gün her yerde seni aradım..." derken gözünden bir damla düşmüştü ve bu beklediğim bir şey değildi.

"Anne?" dedim şaşkınlıkla.

Susmam için elini kaldırdı ve başını iki yana sallayarak burnunu çekti.

Annem, kendi annesi öldüğünde bile doğru düzgün ağlamamış bir insandı. Ağladığını en fazla 2-3 kere falan görmüşümdür şu koca 24 yıllık hayatımda ve bu oldukça şaşırtıcı bir şeydi benim için.

"Gecenin bir yarısı ulaştım, 'Yalnız kalmalıyım!' deyip kapattın suratıma. Şu saatte yeni eve dönüyorsun. Hastaneden desen kaçarcasına çıktın gittin! Ne oluyor, ne yapıyorsun? Seni anlamakta zorlanıyorum. En bırakmaman gereken zamanda gittin. Dün ajansa mı, Ahmet'e mi, cenaze işlemlerine mi, yoksa çocuklara mı, sana mı yetişeceğimi şaşırdım!"

"Yetişebildin mi?" diye sordum istemsizce. Bana hâlâ yetişememişti de... Herkesin bir bakışından, bir fısıltısından bir çok anlam çıkaran annem, benim feryatlarıma sağır, derbeder halime kör olmuştu.

Ve o an anladım anneme neden hâlâ söylemediğimi. Yalnızca diğer herkes gibi beni de kendisinin görmesini bekliyordum.

"Yetiştim!" dedi en nihayetinde sakin tavrını kenara bırakıp sert bir tavırla.

"Yorgunum anne..." derken eğilip botlarımı da çıkartmaya girişmiştim. Dün iyi uyuyamamıştım ve uyuyup uyanıp şu evlilik işini sağlam bir kafayla düşünmek istiyordum.

Ben annemin üzerime gelmesini beklerdim ama itiraz etmeden başını aşağı yukarı salladı.

"Yarın sabah cenaze var. Gecikme. Kardeşinin, babanın yanında ol."

Ne Ahmet abi için ben onun kızıydım , ne de benim için Ahmet abi babamdı ama annem için baba kızdık. Annem kalkıp zaten çok da uzakta olmayan kapıdan çıkarken ben de bir süre daha öylece oturmuş ve ardından da yukarı ilerlemiştim .

Yapmam gereken o kadar çok şey vardı ki...

*

Her ne kadar yorgun olsam da yalnızca yarım saat kadar uyuyabilmiş ve yine her ne kadar kabus görmesem de yüksek bir yerden düşme hissiyle sıçrayarak uyanmıştım. Ve sabahı yatağımda tavanı izleyerek etmiştim.

Cenazeye gitmem gerekiyordu. Ahmet abiye de sormam gereken bir hesap vardı ancak yalnızca ölüye saygımdan yarına kadar bekleyecektim.

Kendime gelebilmek adına bu dondurucu havada buz gibi bir duş almış ve şimdi de bornozuma sarınmış bir şekilde kendime kahve hazırlıyordum.

Hâlâ eğilip kalktıkça karnım acıyordu ve bu sebepten bugün ne spor yapmış ne de koşuya çıkmıştım. Bu da kendimi bok gibi hissetmem için başka bir sebepti.

Kahvemi de alarak tekrar yukarı çıktım ve makyaj masamın köşesine kahvemi bıraktım. Uykusuzluktan pandaya dönmüş göz altlarım için bir göz altı maskesi paketi açmıştım.

Cenazede renkli giyinmem sırtaracağı için bugünlük yalnızca turuncu ojelerimle idare etmek zorunda kalacaktım.

Özenle turuncu ojelerimi sürdükten ve kuruttuktan sonra maskenin de yeterince kaldığına karar vererek onu da çıkarmış, ardından kumral saçlarımı özenle yukardan toplamış ve de tokanın etrafına saçımdan bir tutamı sararak tel tokayla tutturmuştum.

Dudağımdaki patlağı ve yanağımdaki morarmaya dönmüş kızarıklığı saklamaya yönelik bir makyajın ardından bol paça koyu kahve bir pantolon ve siyah boğazlı bir kazak giyindim.

Belime yine siyah olan kemeri takmış, ayağıma siyah botlarımı giymiştim

Belime yine siyah olan kemeri takmış, ayağıma siyah botlarımı giymiştim. Son olarak gümüş kordonlu saatimi takmış, yine siyah olan kabanımı ve siyah çantamı da alarak evden çıkmıştım.

Biraz hava almaya ihtiyacım olduğu için taksi durağına kadar yürümüştüm.

Sabaha kadar tavanı izleyerek düşünmemişim gibi yürürken ve takside mezarlığa giderken de benimle evlenmesi için mantıklı tek bir sebep aramış ama bulamamıştım.

Ancak bu adam salak değildi ya? Bir sebebi olmalıydı.

Geldiğimizde taksiciye parasını ödeyerek indim. İner inmez de caminin önünde Ahmet abiyi gördüm.

Göz göze geldiğimizde bana seslenecek gibi oldu ancak az ilerde gördüğüm banklarda oturan Didem'le ona doğru ilerledim.

"Abla!" dedi beni fark ettiğinde ve gelip sıkıca sarıldı.

"Sana bir şey oldu diye çok korktum, neredeydin?"

"Özür dilerim..." dedim fısıldarcasına.

Gözüme Ahmet abinin yanına doğru giden Emir çarptığında hızla gözlerimi sımsıkı kapatmış ve Didem'in yanağına minik bir öpücük bırakmıştım.

"İyi misin?"

Beni başıyla onaylayan Didem'i bir kez daha kendime çekmiş ve sıkıca sarılmıştım.

Cenaze namazı sırasında annemin bana verdiği şalı gelişi güzel sarmıştım başıma. Namazdan sonra defnedilirken de yalnızca Didem'in yanında durmuş ve olabildiğince Emir ve Ahmet abiden uzak durmuştum.

Artık insanların tamamı gittiğinde ve beşimiz kaldığımızda kusacak gibi hissediyordum.

Emir'in bakışları her üzerime değdiğinde anneme fark ediyor mu diye bakıyordum ama gözü Ahmet abiden başkasında olmuyordu.

"Hadi, hayatım..." dedi annem yumuşak bir sesle. "Evimize gidelim."

Ahmet abi çöktüğü yerden kalkarak annesinin mezarına son kez baktı ve anneme döndü.

"Gidelim..."

Ahmet abi önden ilerlemeye başlarken annemin elini yakaladım.

"Arabanı verir misin?"

Annem dönüp uzaklaşmakta olan Ahmet abiye bir bakış attı.

"Dün araban da yoktu senin... Ne oldu?"

"Serviste..!" dedim hızla.

"Yarın servisten çıkana kadar ajansın arabalarından birini alırım ama bugünlük seninkini alayım."

Annem beni başıyla onayladı ve çantasından arabasının anahtarını çıkardı.

"Eve gelmeyeceksin anladığım kadarıyla..."

Israr etmemesine şaşırırken başımla onayladım annemi. Annem, Didem ve Ahmet abi Yusuf'un kullandığı arabaya geçerken ben de annemin mavi Citroen'ine ilerledim.

Kapıyı açıp bindiğimde çantamı yanımdaki koltuğa bırakacakken gördüğüm bir buket sarı mimozalarla şaşkınlıkla duraksadım.

Buketi elime alıp içinde bir not var mı diye bakındım ancak bir not bulamamıştım.

Sarı mimozalar pek Ahmet abinin tarzı değildi ki şu an anneme çiçek alacak bir mentaliteye sahip olduğunu da düşünmüyordum.

Arada yaptığı bazı haberler için tebrik ya da teşekkür adı altında çiçek alırdı ancak sarı mimoza bunun için oldukça ilginç bir seçimdi. Kadınlar gününe de daha vardı.

Daha fazla sorgulamayı sonraya bırakarak çantamı ve mimozaları yerine bıraktım.

Başımı kaldırmamla da az ilerde tam arabanın önünde dikilen Emir'i görmüştüm.

Umursamadım ve arabayı çalıştırdım. Zaten bu gidişle Arat'ın teklifini kabul edecek gibiydim ve müstakbel karısı için bir cesedi daha temizleyebilirdi.

Ben arabayı doğrudan üzerine sürerken başta onu ezeceğime ihtimal vermemiş ve duruşunu bozmamıştı ancak durmadan ve hatta hızlanarak üzerine sürdüğümü fark ettiğinde kendini son anda yana attı ve ben de son hız mezarlığın kapısından çıktım.

Şimdi ise gün batımına karşı denize sıfır bir kafede oturmuş kahve ve sigara içiyordum.

Dünyaevine giriyoruz değil mi? Benim fikirlerim cezaevinde hayatta kalmak için harcanamayacak kadar güzel de...

Hayatta kalmak mı?

Sigara dumanını üflerken sigaramı da küllüğe bırakmıştım.

Evet hayatta kalmak akıllım! Kaç kişi seni şişletmek için ölüp bitiyor ve kaç kişinin cezaevinde adamı vardır düşün bakalım...

İşin bir başka boyutu da buydu ve daha önce düşünememek kaşlarımın çatılmasına neden olmuştu.

Tamam, Arat'ın da bir çıkarı vardır elbet Dilem ama senin çıkarların daha fazla. Bir, adamın karısı olacaksın ve sadece racon gereği bile kimsenin sana dokunmasına izin vermez. İstediğimiz her şeye burnumuzu daha rahat sokarız. İki, Arat'a daha yakın olacağız ve bir koz bulur bulmaz servetinin yarısını da alıp boşarız. Üç, sadece Arat'a değil onun çevresine de yakın olacaksın. Dört, eğer şimdi Arat'la evlenmezsen evde kalırsın, zaten aşk evliliği yapacağın yok. Bari mantık evliliği yapalım.

"Daha 24 yaşındayım!" diye homurdanırken Narenciye'ye, rüzgarın kendi kendine bitirmekte olduğu sigaramdan son bir nefes çekerek küllüğe bastırdım ve söndürdüm.

İçtiğim kahve fincanının altına parayı sıkıştırarak kalktım oradan ve bir kez daha annemin arabasına binerek evin yolunu tuttum.

Arat akşam geleceğini söylemişti ve belki de çoktan gelmişti.

 

Loading...
0%