Yeni Üyelik
30.
Bölüm

30. Bölüm

@__kao__

Ya dün yayımladım sanım yine taslakta bırakmışım kusura bakmayın. Hâlâ alışamadım sanırım bu uygulamaya...

Oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın.

İyi okumalar...

"Söz veriyorum görevim biter bitmez geleceğim ama şimdi gitmelisin."

Onu mecburen başımla onayladım ve tereddütle arkama baka baka dediği gibi dümdüz ilerlemeye başladım. Artık göremeyene kadar beni orada beklediğine de emindim. Geri dönmek istiyordum ama bir bildiği olmalıydı ve işini de bozmak istemiyordum.

Tıpkı dediği gibi dakikalar sonra karşıma bir yol çıkmıştı ama o dakikalarda en ufak seste korkudan aklımı yitirebilecek raddeye gelmiştim. Yol önümün açık olması sebebiyle kendimi bir miktar daha güvende hissetmeme neden olsa da yine de korkuyordum. Bir avucumda sıkı sıkıya tuttuğum yüzük, diğer avucumda ise yine sıkı sıkıya tuttuğum silahla bomboş ve ıssız olan yolda arada dönüp arkamı da kontrol ederek öylece yürüyordum.

Dakikalar önce Miraç'ın kendini vurduğu silah...

Elimde bir silahla jandarma komutanlığının önüne gelmemle tabii ki silahlar bana doğrultulmuştu ve en rütbelileri gelip durumu anlayana kadar da inmemişti çünkü Miraç o silahı babamdan başkasına vermememi istemişti.

Elimdeki silahla öylece bekleme koltuklarında otururken birkaç jandarmanın da göz hapsinde olduğumun farkındaydım. Ne zamanki babam gelmiş ve bana doğrudan sarılmıştı o zaman jandarmalar gözlerini üzerimden çekmişti.

Babam bana sarılsa da ben ona sarılmamış ve yalnızca geri çekilmesini beklemiştim. Geri çekildiğinde Miraç'ın verdiği silahı ona uzattım.

"Sana vermemi istedi."

Saniyeler boyunca yalnızca gözlerime baktı. Bu sürede gözlerinden bir çok şey geçti. Belki korku, belki telaş, belki pişmanlık, belki bambaşka bir şey. Bilmiyordum çünkü çok da ilgilenmemiştim. Babam en sonunda gözleriyle bir şeyler anlatmaktan vazgeçerek bir şey demeden elimden silahı alarak beline yerleştirdi.

Ben ise tam da bu esnada koridordan gelen dayımı görmüş ve koşar adımlarla yanına gitmiştim. Sıkıca boynuna da sarıldığımda o da bana sarılmış ve başımın üzerine bir öpücük bırakmıştı.

"İyi misin?" derken de benden uzaklaşmış ve hasar tespiti için gözleri vücudumda dolaşmıştı. Yanağımda hâlâ bir iz olmuş olacak ki en çok orada oyalanmıştı gözleri ve anlık olarak tehlikeyle parladığını da görmüş ve parmağı olan herkesin bir yanağının kalmayacağına da emin olmuştum.

Hastaneye giderken babam da bizimle aynı arabadaydı ancak bunu sorgulamadığım gibi neden bir şeyim olmamasına rağmen yine de hastaneye gittiğimizi de sorgulamamıştım.

Yolda aynı Miraç'a anlattığım gibi Ali'lerle çıktığımız yemekten başlayarak her şeyi anlatmıştım dayıma hızlı hızlı, tabii ek olarak Miraç'la yaşadıklarımızı da eklemiştim.

"Kendini vurdu manyak!"

Özellikle kendini vurmasını bir beş yüz kez söylemiş olabilirdim çünkü hâlâ aklım nasıl böyle bir şey yapabildiğini algılayamamıştı.

Hastaneye geldiğimizde hızlıca muayene etmişlerdi sözüme itimat etmeyerek ve ardından da babam tekrar tekrar git gel yapmamam için hastane polislerinin hemen orada ifademi almasını sağlamıştı.

Ve böylece de çıkıp eve gelmiştik. O kadar yorgundum ki arabayı kullanan yakışıklı askere göz ucuyla dahi bakmamıştım. Arabadan babamın da inmesi beklediğim bir şey değildi. Dayım hemen önümde oturduğu için bana daha yakındı ve iner inmez de kapımı açmıştı.

"Yürüyemem... Jandarma komutanlığına giderken çok yürüdüm!" diye huysuzca söylendiğimde dayım herhangi bir yorumda bulunmadan beni kucağına almış ve eve doğru ilerlemeye başlamıştı.

Kapıda bizi anneannemler karşılamıştı ve endişeli görünüyorlardı. Neyse ki dayımın kucağındaydım ve dayım aralarından beni kolayca sıyırarak bir üst kata yönelmiş ve benim odama çıkaramayacağı için annemin odasına çıkarmıştı. Yatağın ucuna bıraktığında eğilerek çizmelerimi çıkarmaya giriştim.

Üzerimde hâlâ o Davut'un verdiği elbise vardı.

Çizmelerimi benden alırken "Ben sana kıyafet getirip geliyorum." dedi dayım ve ben de onu başımla onayladım.

Dayım gelene kadar bir şey düşünmek istemediğim için bir şarkı mırıldanmaya başladım. Neyse ki çok geçmeden de bir pijama takımımla gelmişti. Onları yatağın üstüne bırakırken kendisi de ucuna oturdu ve yüzümü elleri arasına aldı.

"Laden... Seninle konuşmamız gereken şeyler var."

Ne olduğunu sorarcasına başımı hafifçe sallarken kaşlarımın çatılmasına da engel olamamıştım.

"Baban arayıp eve gelip gelmediğini sorana kadar evde olmaman çok normal bir şeydi bizim için. Kafana göre arkadaşında kalıyorsun, geç geliyorsun, geliyorsun ama kimseye görünmeden odana çıkıyorsun... Üzerine gitmeyeyim demiştim ama artık yeter!"

Sıkıntılı bir nefes verirken dayıma ayıp olup olmamasını umursamadan kapıyı işaret ettim.

"Yorgunum dayı! Azarını da, kurallarını da sonra söylersin."

Dayım da sıkıntılı bir nefes verirken burada kaldığı sürede uzamış olan sakallarını kaşıdı ve başını da aşağı yukarı salladı.

"Peki ama bu konuyu öyle geçiştiremeyeceğini bil. Evet eninde sonunda döneceğim ve uzaktan seni çok kontrol edemeyeceğim ama..." dedi ve duraksadı.

"Ama?" dedim hayretle. Düşündüğüm şeyi söyleyecek falan olamazdı.

Devam etmeyince emin olmuş ve kırgınlıkla tebessüm etmiştim.

"Babam burada, değil mi? Ne yapacaksın, babama gitmem için beni evden mi kovacaksın?"

"Bak!" dedi dayım da ciddileşerek.

"Babanı günahım kadar sevmiyorum ama Begüm öldükten sonra iyice elle tutulamaz oldun. Biriyle aynı evde yaşıyorsan ona gelip gelmeyeceğini, gelmeyeceksen nerede olacağını söylersin. Ben 40 küsur yaşında adamım (Bunu derken kendini göstermişti.), bu evde kalırken çıkacağım zaman haber veriyorum. Senin kimseyi bu şekilde merakta bırakmaya hakkın yok."

Ve bunu böyle söylemek yerine beni babamla tehdit ediyordu.

"Çık dayı!" dedim ağzımdan kırıcı bir şey çıkmaması için dudağımın iç kısmını da ısırırken.

"Laden!" dedi uyarırcasına.

"Sen benim kanımsın, canımsın, kardeşimin emanetisin, tek yeğenimsin... Ve seni kendinden dahi korumam gerekiyor. Şu an anlamıyorsun beni ama burada devamlı kalamayacağıma ve seni de kendimle beraber o küçücük şehre götüremeyeceğime göre gerekirse yaparım."

Başımı salladım aşağı yukarı.

"Gitmeden diğer evin anahtarını ver." dedim yüzüne dahi bakmadan.

"Madem birileriyle aynı evde yaşıyorsam onlara haber vermek zorundayım, ben de tek başıma yaşarım."

"Kalbini kırdırtma!" dedi dayım birden daha da ciddileşip sertçe.

"İstiyorsan hemen bugün tapuyu üzerine geçireyim ama o evde yalnız başına kalamazsın. Eline mesleğini alırsın, gerçekten büyüdüğünü, saçma sapan insanlarla takılmadığını gösterirsin o zaman istediğin herhangi bir şehirde, istediğin semtte gerekirse ben sana bir ev alır içini de döşerim ama bu çoluk çocuk tavırlarını bırakmadan olmaz. İzin vermem!"

Dayım mesleği gereği Türkiye'nin dört bir yanından insanlarla beraberdi ve tüm Türkiye'de tanıdıkları vardı. Yani o izin vermeden Türkiye sınırları içinde bir evim kolay kolay olamazdı.

"Çık!" dedim yalnızca ve neyse ki daha fazla üzerime gelmeden odadan çıktı. Haber verme konusunda haklı olduğunu biliyordum ama beni babamla tehdit etmesi ağrıma gitmişti.

Gözümden bir damla yaş aktığında hızla onu sildim ve bunu yaparken de elimde hâlâ Miraç'ın verdiği yüzük olduğunu fark ettim.

Zaten ta o gün Miraç'a söylerken ben oldukça ciddiydim. O yüzden çok da düşünmeden yüzüğü sağ yüzük parmağıma geçirdim. Parmağımın ağırlığını garipsesem de oldukça hoş durmuştu.

Ayrıca sanırım benden başkası böyle bir evlenme teklifi alamazdı. Tamam Miraç'tan önümde diz çökmesini falan beklemiyordum ama böyle bir şey de beklemiyordum.

Daha fazla yüzüğe bakmayı bırakarak odadan çıktım ve banyoya girdim. Uzun ve ılık bir duşun ardından doğrudan kendi odama çıkmış ve kimsenin çıkamaması için de merdiveni yukarı çekmiştim.

Odamın çatı katında olmasına bu sebeple bayılıyordum.

Biraz uykuya ve yenilenmeye ihtiyacım vardı. Sonra uyanacak ve kendim olacaktım. Dün ve bu sabahı hafızamdan silebilirdim. Hiç yaşanmamış gibi davranabilirdim. Yüzük hariç...

Üzerime rahat bir şeyler giyindikten sonra bir şarkı açmış ve kendimi yatağıma, yorganıma bırakmıştım.

*

Gökyüzü kızıldan siyaha dönmek için an kollarken uyanmıştım. Yüksek sesle bir şarkı açmış ve önce kendime güzel bir maske yapmıştım, tırnaklarımdaki lacivert ojeleri çıkararak yerine turuncu ojeler sürmüştüm.

Üzerime de kot bir pantolon ve yakası oldukça açık bir gömlek giyinmiştim. Ardından da turuncu farlarım dışında abartısız bir makyaj yapmış ve saçlarımı da özenle şekillendirerek açık bırakmıştım. Tek kelimeyle mükemmel görünüyordum.

 Anneannemin yaptığı yemeğe göre ya burada yiyip dışarda yalnızca yürürdüm ya da direkt dışarda yerdim

Anneannemin yaptığı yemeğe göre ya burada yiyip dışarda yalnızca yürürdüm ya da direkt dışarda yerdim. Hava kararmaya yakındı ancak pek de önemli değildi sanırım. Süslenmiştim bir kere ve bu kombin heba edilemezdi.

Yerdeki kapıyı açıp merdivenleri aşağı sarkıttıktan sonra merdivenleri inmiştim ve kulağıma kalabalık sesleri geliyordu.

Evden kimseye görünmeden çıkmayı düşündüm ancak daha birkaç saat önce dayımla tartışmışken onu haklı çıkarabilecek her şeyden kaçınmalıydım. Bu yüzden salonu es geçerek ve de anneannemin mutfakta olmasını umarak oraya ilerledim.

Anneannem mutfaktaydı ancak yalnız değildi.

"Heh!" dedi beni ilk fark eden anneannem.

"Niye kapatıyon kızım kendini odana? Zaten yüreğimizi ağzımıza getirdin..."

Hilal, Elif ve Arda arasında mekik dokuyan bakışlarım anneanneme döndü.

"Vallahi inanır mısın benim de yüreğim ağzımdaydı anneanne. Hani ben yaşadım falan ya..."

Anneannem bana tersçe bakarken benim bakışlarım tekrar Hilal'e dönmüştü.

"Hoş geldiniz..."

Elif oturduğu yerden göz ucuyla beni süzerken lütfedercesine "Geçmiş olsun..." demiş ve hemen ardından da önüne dönmüştü haspam.

Arda ise onun aksine oturduğu sandalyeden kalkmış ve önüme kadar gelmişti.

"Sana geçmiş olsun demek için Ali abilerle geldim. Geçmiş olsun Bala abla."

"Teşekkür ederim balım." dedim uzanıp saçlarını da hafifçe dağıtırken. Neyse ki bu çocuk Elif gibi değildi ve çok tatlıydı.

Ancak neden cümbür cemaat geldiklerini asla anlamamıştım. Babam görmüştü ve bir şeyim yoktu işte. Ki Ali'nin de bacağından makas çıkarmışlardı.

Hilal beni şaşırtarak birden bana sarıldığında oldukça şaşkındım.

"Geçmiş olsun..." demeden hemen önce sırtımı hafifçe okşamış ve ardından da benden uzaklaşmıştı.

"Çok korkuttunuz bizi." diyerek de devam ettiğinde hafifçe gülümsemekten başka yapacak bir şey bulamamıştım.

"Teşekkürler..." dedim hızla ve bu sırada da anneannemin çay bardaklarını doldurmuş olduğu tepsiyi almasıyla birlikte Hilal de hızla tatlı ve kuru yemişlerin olduğu tepsiyi almıştı eline.

"Hadi çocuklar..." dedi ardından da başıyla içeriyi işaret ederek.

"Sana şimdi bunlardan koymadım. Önce bir yemek ye. Taze fasulye yapmıştım sen seviyorsun diye. Hemen ısıtıveririm sana, olur mu yavrumun yavrusu?"

"Olur annean-"

Sözümün yarım kalmasının sebebi salonda gördüğüm kadındı. Kan beynime sıçramıştı resmen. Bu nasıl bir şuursuzluktu? Bu nasıl bir utanmazlıktı?

Hemen önümdeki anneannemin elinde çay olmasını umursamadan hızla yanından geçtim ve üç büyük adımla Selma'nın yanına ulaştım.

"Ne hakla buraya gelirsin?" derken kolundan tuttuğum gibi de kalkmasını sağlamış ve peşim sıra kapıya sürüklemek istemiştim ancak önünden geçerken ayağa kalkan Ali annesinin kolunu elimden kurtarmış ve çatık kaşlarıyla "Ne yapıyorsun?" demişti.

Onu umursamadan annesine döndüm ve "DEFOL!" dedim avazım çıktığınca.

"Bu kadar yüzsüzlük, bu kadar gurursuzluk da fazla! Defol bu evden!"

Kolumu biri tuttu ve kendine çevirdi.

"Çocuklar var!" dedi uyarırcasına. Kolumu elinden kurtarırken babamı da göğsünden itekledim.

"SEN HİÇ KONUŞMA!" diye bağırdım bu kez de.

"Sen hangi mantıkla karını bu eve getirebiliyorsun? Bu ev annemin! BU EVE BU KADIN AYAK BASAMAZ!"

Tekrar Selma'ya döndüm. Yalnızca babama bakıyor ve bir yandan da oğlunun kolunu tutuyordu.

"NE DURUYORSUN? LAFTAN DA MI ANLAMIYORSUN? DEFOL BU EVDEN! ÇIK DIŞARI!"

"Bala!" dedi uyarırcasına büyükbabam elini omzuma koyarken.

"NE?" dedim sinirle ona da dönerek.

"SİZ NASIL BU KADININ EVE GİRMESİNE İZİN VERİRSİNİZ?"

"Ben çağırdım!" dedi dayım bağırmadan ancak benim bağırmalarımı kesecek bir netlikle.

Başımı iki yana sallarken dayıma da büyük bir hayal kırıklığıyla baktım. Ne olursa olsun bu kadın annemin değdiği yerlere değip oraları kirletemezdi. Normalde ben gerçekleri bilmezken bile babamın bu eşikten içeri girmesine izin vermeyen anneannem babamı geçmişti bir de katil karısını mı içeri almıştı?

"ÇIK DIŞARI! Kim çağırdıysa çağırdı. Ben kovuyorum seni. Defol bu evden!"

"Anneme bir kez daha bağırırsan kötü olacak!" dedi Ali.

Ateş saçan gözlerim onu buldu.

"Sen de annenle birlikte defolabilirsin. Böylece annene de bağırmam gerekmez!" dediğimde sertçe, Ali gözlerime aynı sinirle bakmış ve ardından annesine çenesiyle kapıyı işaret etmişti.

Selma Ali'nin göğsüne doğru durmasını istercesine elini kaldırdı ve bana doğru bir adım attı.

"Benim suçum değildi! Aldatılmayı ben istemedim!" dediğinde alayla gülmeme engel olamadım.

"Sen hâlâ orada mısın? Evet, aldatılmak senin suçun değildi ama annemin birkaç ayda anladığı şeyi yıllarca anlamamak senin suçundu, öğrendiğinde hesabını gerçek muhatabına sormak yerine gelip anneme sormak senin suçundu, babamla boşanmaman senin suçundu, annemi öylece bırakman senin suçundu! Sen başlatmamış olabilirsin ama en az babam kadar hatta daha fazlasıyla sen de suçlusun! Böyle kadına böyle koca... Tencere kapak misali. Arada olan anneme oldu!"

Devam etmedim ama bana da oluyordu ve hatta Ali ve Can'a da. Tam o an gözüm köşedeki Can'a da ilişmişti. Bitse de gitsek der gibi büyük bir bıkkınlıkla yalnızca bekliyordu.

"Hadi anne!" Ali'nin annesinin sırtına elini koymasıyla Selma bendeki bakışlarını güç bela çekerek oğlunu başıyla onayladı. Onlar kapıya Ali'nin aksak adımları sebebiyle ağır ağır ilerlerken kapı aralığından çocuklar ve Hilal'in orada beklediğini görmüştüm.

İkisinin gözünde de gördüğüm korku daha da sinirlenmeme neden oldu ve babama döndüm.

"Sen de!" dedim sertçe.

"Kır, dök!" dedi babam bir adım kadar sağa kayarak tam önümde dururken.

"Bana istediğini yap ama bu şekilde yapma! Kendine de zarar verme!" derken uzanıp ne zaman tırnaklarımı geçirdiğimi bilmediğim avuçlarımı açmıştı.

Gözlerimin dolmaması için büyük bir mücadele verirken başımı da iki yana salladım.

"Git!" dedim ardından bir kez daha.

Bu kez ikiletmedi ve o da karısı ve oğullarının peşinden dışarı çıktı. Bunun üzerine benim ateş saçan bakışlarımın hedefine de doğrudan dayım girmişti.

Tek kelime etmedi ve sehpanın üzerinde duran bir flash'ı bana uzattı. Sorarcasına ona baktığımda avucumu açmış ve içine bakmıştı.

"Sen uzun süre onlarla beraber kalınca sorun olmayacağını düşünmüştüm. Geçmiş olsun demek için de geleceklerdi zaten..."

"Evet!" dedim dayımı başımla onaylarken.

"Senin beni göndermek istediğin evde uzun süre beraber kaldık. Hatta daha gitmemişlerdir! Beni de sen kovmak ister misin dayı?"

Dayım sıkıntılı bir nefes verirken hızla ben devam ettim.

"Bu evin her bir köşesinde annemin izi var. O kadının bu eve gelip o izlere dokunması başka, iki yabancı gibi rastgele bir yerde yaşamak başka! Babamı bile sokmuyordunuz ya siz bu eve! Bilmiyorken kaç kez size bu yüzden küstüm ben! Ne değişti şimdi?"

"Bir şey değişmedi!" dedi dayım da kaşlarını çatarak.

"Sanki daha önce hiç bu eve girmemiş gibi konuşma! Sen hastayken, ayağını kırdığında o adam kaç kere gerek bu eve, gerek annenle evinize girip çıktı. Ha zaten annen yumuşaktı da. Sana kıyamıyordu. Senin ısrarların üzerine diğer evde defalarca hiçbir sebep yokken de yatıya kaldı o adam! Şimdi de anormal bir durumun içinden çıktın. Baban olarak yanında olmak istedi ve diğerlerinde olduğu gibi içerdeydi. Fazlası yoktu ve bunu o da biliyordu! Selma da bunu almak için geldi!"

Son cümlesiyle elimdeki flash'ı işaret etmişti.

"Ama gerek kalmadı! Sen ona zaten Begüm'ün söylediği, söyleyebileceği her şeyi söyledin!"

Flash'ın içinde ne olduğunu kavradığımda mutlu olmuştum. Annemin o yumuşak tonlaması, o nahif sesini unutmaya yüz tutmuştum ve bu video bana yeni kelime tonlamalarını hatırlamamda yardımcı olacaktı.

Bir şey demedim ve adımlarımı yukarı çevirdim. Yine kimsenin girememesi için merdivenleri yukarı çekerken hızla dizüstü bilgisayarımı kapmış ve flash'ı takmıştım.

*

Begüm başparmağını yavaş hareketlerle ileri geri yaparak kırmızı elbisesinin üzerinden büyümüş olan karnını okşarken bir anda kameraya dönmüş ve gülümsemişti. Ardından da kendi düşüncesine hafifçe gülmüş ve kendine gelebilmek adına başını iki yana sallamıştı.

"Kocandan hamileyim ve kamerayı gülümseyerek açıyorum... Sanırım üzerindeki ilk izlenimim pek hoş değil."

Ardından omzunu indirip kaldırdı genç kadın ve iç çekerek karnındaki elini sabitlerken diğerini de hasta kalbine götürdü.

"Çok küçük yaşlardan beri kalbimle ilgili sorunlarım var ve doktorlar normal bir doğumu kalbimin kaldıramayacağını söylediler. Yani kızımı normal bir şekilde, sağlıklı olan şekliyle bile doğuramayacağım. Gerçi sezaryenden de çıkıp çıkamayacağım meçhul."

Yine de ölümden bahsetmiyormuşçasına gülümsemesi sabitti.

"Biliyorum, şu an annem ve babam, evli bir adamdan hamile olduğum için beni evlatlıktan reddetti ama yine biliyorum ki kızıma sahip çıkarlar. Kardeşlerim de çıkar ama zaten annesiz büyümesi çok muhtemelken bir de babasız büyümesini istemem. İyi bir eş olmayabilir ama iyi bir baba... Ali'yle nasıl ilgilendiğini, ona nasıl baktığını gördüm... Ali de çok tatlı bir çocuk bu arada... Gerçi sadece uzaktan gördüm ama..."

Gözünden akan bir damla yaşı hızla sildi.

"Parkta. Üç gün önce." diye devam etti genç kadın. Artık yüzüne yakışan gülümsemesinden de eser kalmamıştı.

"Seninle birlikteydi. Yanına gelip söylemek istedim. Kocan seni aldatıyor demek istedim, beni kandırdı demek istedim, kısaca şu ana kadar söylediğim ve birazdan söyleyeceğim her şeyi yüzüne söylemek istedim. Mustafa'yı affeder misin, affetmez misin, ben ilk miydim, son olur muyum, sen bunların farkında mısın, değil misin..? Hiçbirinin cevabını bilmiyorum ve doğrusu bilmek de istemiyorum."

Dudaklarını ıslattı ve hemen ardından da tekrar gülümsedi.

"Eğer hayatta kalırsam planım belli. Boşandık bilecek bizi. Mustafa yalnızca kızına babalık yapacak bu sayede. Başka bir şey olmayacak... Ama ölürsem babasız büyümesi mi yoksa babasıyla büyümesi mi daha iyi bilemiyorum, hâlâ karar vermedim. Bu arada Mustafa'nın evli olduğunu öğrendiğim günden beri onu görmedim. Yani henüz hamile olduğumu bile bilmiyor. Eğer planım babasız büyümesi yönünde olursa zorluk çıkarmaması için."

Ardından başını iki yana salladı ve hafifçe kaşlarını çattı.

"Kusura bakma, yarın doğum olacak ve hem doğumun stresinden hem bir karar verememe stresinden aklım çok bulanık. Oradan oraya atlıyorum ve belki o gün verdiğim karar da bulanık zihnimin bir ürünü ve ilerde yüzüne karşı söylemediğim için pişman olacağım... Ama şu an değilim!"

Bunu tasdiklercesine de ağır ağır başını iki yana sallamıştı genç kadın.

"İtiraf etmek gerekirse bazı şüphelendiğim noktalar olmuştu ama hani insan başta bir konduramaz ya... O sebeple inanamadım. Yüzüğü bulduğumda hayatım karardı resmen... Çok geçmeden de kızıma hamile olduğumu öğrendim ve benim birkaç ayda anladığımı senin anlamaman benim sorunum değil, anlıyor musun beni? Nasıl bir insan olduğunu bilmiyorum. Belki kocama kuyruk salladın diyerek tüm suçu bana yıkacaksın ama yemin ederim ki bir suçum yok. Bilmiyordum. Belki olması gerektiği gibi Mustafa'dan boşanacaksın. Belki suçu tamamen kendinde bulanlardan olacaksın. Yeterince güzel değilim falan filan..."

Derin bir nefes çekti kadın ve yumuşakça gülümsedi.

"Yeterince stresliyken bir de bu strese giremezdim. Önce kızımı ve kendimi düşünmeliyim ve bu yüzden de senden özür falan dilemeyeceğim ama eğer ki olur da bana bir şey olursa ve babasıyla büyümesi kararını alırsam bir ihtimal de olsa kızımın hayatında olacaksın. Zaten bu videoyu da bu yüzden çekiyorum. Tek suçlunun Mustafa olduğunu ve en masumlarımızın da çocuklarımız olduğunu unutma olur mu?"

*

"Sonunda!" dedim doğrudan kollarımı Miraç'ın boynuna dolayıp ona sıkıca da sarılırken. Hafifçe gülümsemiş ve benden biraz uzaklaşarak alnıma uzun bir öpücük bırakmıştı. Kendini vurduğu günün üzerinden tam 1 hafta geçmişti.

1 haftadır görmüyordum ve çok özlemiştim. Saçları ve sakalları her zaman kullandığı boyuttan daha uzun ve dağınıktı. Elmacık kemiğinin üzerinde sararmaya yüz tutmuş bir morluk ve de kaşının üstünde minik bir yarık vardı.

Normalde dün akşam üzeri bitmişti görevi ama hem Miraç, Arda'ya söz verdiği için hem de benim yetiştirmem gereken bir tez olduğu için yalnızca telefonla görüşebilmiştik. Tabii onu görememek de oldukça zor gelmişti ve önceki gibi hemen yan yana olan evlerde olmamamız ilk kez bana batmıştı.

Ayrıldığımızda direkt elim vurduğu kolunun üzerine gitti ve montun üzerinden anlayabilecekmişim gibi elimi orada gezdirdim.

"İyi misin?"

Sorumla bakışlarımı gözlerine çıkarmıştım ama onun gözleri daha çok elimde daha doğrusu parmağımdaki yüzükteydi.

Kolundaki elimi kavradı ve dudaklarına götürdü. Öptükten sonra elimi bırakmış ve yanındaki sandalyeyi oturmam için çekmişti. Zaten ona yakın olmak istediğim için bu daha çok hoşuma gitmişti.

Sabahtan dersim olduğu ve de tezi teslim etmem gerektiğinden buraya okuldan çıkıp gelmiştim ki zaten Miraç da gelirken zorlanmamam için yakın bir yer seçmişti çünkü nedense beni alma isteğine şiddetle karşı çıkasım gelmişti.

Ben üzerimdeki montu çıkartıp sandalyeme asarken sakince işimin bitmesini beklemişti.

Üzerimde kahverengi mini, askılı bir elbise ve onun takımı olan sweat vardı. Ayağımda da uzun kahverengi çizmelerim ve son olarak da biraz önce çıkardığım siyah şişme montum...

 Ayağımda da uzun kahverengi çizmelerim ve son olarak da biraz önce çıkardığım siyah şişme montum

"Bu kabul ettiğin anlamına mı geliyor?" diye sorduğunda başımı iki yana salladım ve "Cık!" dedim.

"Kaybetmemek için taktım."

Miraç'ın ifadesi değişirken gülmeme engel olamadım.

"Tek taşı senin alman bir şeyi değiştirmiyor. Önce ben evlenme teklifi ettim!" de değimde derin bir nefes almış ve hafiften de bir gülümsemişti.

Dudaklarını içe doğru bükerken kolunu da benim sandalyeme doğru atarak beni kendine çekmiş ve başımın üzerine de minik bir öpücük bırakmıştı. Bu beni gülümsetirken Miraç benden uzaklaşmamış ve çenesini başımın üstüne yaslamıştı. İçine derin bir nefes çektiği sırada kulağımı kalbine dayamış ve ritmik kalp atışlarını dinlemiştim uzun uzun.

"Ne yersin?" derken hâlâ çenesi başımın üzerine yaslıydı.

"Pizza!" dedim gereksiz bir heyecanla ve geri çekilerek yüzüne baktım.

"Buranın pizzası çok güzel. Sen de denemelisin."

"Sevmiyorum ben pizza." dediği esnada basit bir el hareketiyle garsonu yanımıza çağırmıştı.

"Nasıl?" dedim büyük bir hayretle.

"Nasıl bir insan pizza sevmez!" dediğimde de hafifçe burnuma vurdu.

"Öyle saçma sapan hamburger, pizza falan çok hoşuma gitmiyor. Ayrıca pide varken pizza ne?" dedi beni kınarcasına. Alenen yüzümü buruşturdum.

"Pizzanın yeri ayrı pidenin yeri ayrı bir kere!"

Miraç bana cevap vermek yerine yanımıza gelen garsona dönmüştü.

"Bir pizza ve bir de mantı..."

Başını hafifçe eğerek bana baktı.

"Ne içersin yavrum?"

Kısa bir an duraksadım ve ardından doğrudan garsona döndüm.

"Limonlu soğuk çay."

"Ve bir de sade soda." diyerek Miraç ekleme yaptığında garson siparişlerimizi not almış ve başka bir isteğimiz olup olmadığını sorarak yanımızdan ayrılmıştı. Bir kez daha baş başa kaldığımızda elim önce sol elmacık kemiğinin üzerindeki morluğa gitmiş ve parmak uçlarımla dokunmuştum. Tabii bunu yaparken uzun tırnaklarımın yüzünü çizmemesi için de özen göstermek zorunda kalmıştım.

Elim elmacık kemiğinden kaşının üzerindeki yaraya çıktı ve sanki dokununca bir şey değişecekmiş gibi oraya da tüy kadar hafif bir şekilde dokundum. Beklediğimden daha az hasarı olduğunu söyleyebilirdim ve de neyse ki öyleydi.

Ellerim omuzlarına inerken sandalyemden doğrulmuş ve elmacık kemiğinin üstündeki morluğa bu kez de dudaklarımı değdirmiştim. Miraç ben tüm bunları yaparken bir saniye olsun gözünü üzerimden çekmemiş ve her hareketimi gözleriyle takip etmişti.

"İyi misin?" diye sordum bir kez daha bir önceki sorum havada kaldığı için.

"İyiyim... Çok iyiyim hem de..." derken bana pek alışık olmadığım geniş gülümsemesini sunmuş ve yüzüğü taktığım elimi elleri arasına alarak bir kez daha öpmüştü.

"Doğrusu gerçekten kabul etmeni pek beklemiyordum..." derken dirseğini oturduğu sandalyenin sırt koyma yerine dayamıştı ve çenesini de eline. Diğer elini ise önüme doğru dökülen saçlarımı omzumdan geriye atmak için kullanmıştı.

"Neden? Seninle gönül eğlendirdiğimi falan mı düşünüyorsun?" dediğimde alayla, bana pek de hoş olmayan bir şekilde bakmıştı. Neyse ki bu sırada garson siparişlerimizi getirmişti de bir şey diyememişti.

Ayrıca nedense Miraç'ın mantısı gözüme daha güzel gelmişti. Bastıra bastıra pizza sevmediğini söylememiş olsa kesinlikle tabakları değiştirirdim. Neyse ki pizzam da güzeldi.

"Tadına bakmak ister misin?" diye sordu ağzımdaki lokmayı yuttuğum sırada ve mantı dolu kaşığı bana uzattı.

Bunu beklemiyormuş gibi kısa bir duraksamanın ardından başımla onaylamıştım. Ağzıma dağılan tatla bir tık mest de olmuştum. Mantısını bu kadar güzel beklemiyordum.

"Çok güzel..." dediğimde gülmüş ve başını da iki yana sallamıştı.

"Ortak da olabilirsin, tekrar söyleyebiliriz de..." dediğinde nice edeceği iltifatlarından daha çok kalbimi fethetmişti.

Ancak yenisini istesem de hem pizza hem mantıyı aynı anda yememeliydim. Zaten dün sabah Kardelen'le bir tık kaçırmıştık ve iki gün önce yoga yapmamıştım.

"Böyle iyi..." dedim gülümseyerek ve pizzamı yemeye arada da Miraç'ın mantısından tırtıklamaya döndüm. Benim yüzümden aç kalmamış olmasını umuyordum ancak onu bana açık çek sunmadan önce düşünmeliydi ve de aç olsa tekrar söylerdi sanırım.

"Eee..." dedim karnım fazlaca şiştiği için sandalyemde adeta erirken.

"Evliliğin ne olduğunu öğretmeyecek misin?"

"Hımmm..." derken bana doğru eğilmişti. Yüzünde de belli belirsiz bir gülümseme vardı.

"Öncelikle aramızda olan aramızda kalır. Üçüncü bir kişiye anlatmamalısın."

"E zaten!" dedim göz devirerek ancak o ekledi.

"Kardelen de dahil." Duraksadım ve birkaç saniye neyi kastettiğini algılayamadım. Kardelen?

"Kardelen de dahil?" dedim şaşkınlıkla. Yüz ifadem nasıl bir şekil aldıysa güldü ve burnuma hafifçe vurdu.

"Yemek yemek yok desem daha az şaşırırdın Bala!"

"Hiç mi yok?" dedim iri iri açtığım gözlerimle ona bakarken.

"Kardelen'in yerini tutar mı bilmem ama beni bana şikayet edebilirsin." Eğlendiğini gizlemeden gülüyordu bir de.

Tatlı tatlı gülümserken ona doğru eğildim ve dirseğimi dizine çenemi de elime yaslayarak alttan alttan ona baktım.

"Umarım ki daha çok seni sana överim, sevgilim..."

Düzgün dişlerini görebileceğim bir şekilde gülerken dudağının kenarını ısırarak başını da ağır ağır iki yana sallamış ve "Şebek!" demişti. Omuzlarımı indirip kaldırırken tekrar doğrulmuştum da.

"İnsan müstakbel karısına şebek demez!" diye yalandan kızdığım sırada hâlâ gülüyordu. Diğer insanlara karşı tavrını da görmüştüm ve onu güldürebiliyor olmak çok hoşuma gidiyordu.

"Bunun dışında rutinimiz dışına çıktığımızda da birbirimize nerede olacağımız ve ne yapacağımızı da söylememiz gerekiyor. Onun dışında kurallaştırabileceğimiz bir şey yok. Beraber yaşayıp öğreneceğiz..." derken ciddileşmiş ve yüzümü elleri arasına almıştı.

Gülümserken başımla onayladım onu. Ancak aklıma gelen şeyle kaşlarım çatıldı.

"Ütü yapmam!"

Birden çıkışmam üzerine Miraç şaşa kalırken ben tasdiklercesine başımı iki yana sallıyordum. Diğer tüm işleri yapabilirdim ama ütü olmazdı. Hele ki yaz sıcağında...

Miraç idrak ettiğinde nadir duyduğum, gördüğüm kahkahasını bahşetmiş ve beni kendisine çekerek kollarını etrafıma dolamıştı.

"Ütüyü ben yaparım..."

Loading...
0%