Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1.Bölüm

@__okuyan94__

İYİ OKUMALAR

 

1.Bölüm

 

Gel yine bul beni

Şehrin en güzel yerinde

Kimse görmeden

Koymuşsun gibi kendi ellerinle

Beni kimse bulmasını istemezdim. Aynadan kendime bakarak elimdeki saç fırçasını mikrofonum yapmış, kendi çapımda klip çekerken de bulmasa da iyi olurdu.

Kimi boş hayal kurar
Kimisi de imkansızın peşinde
Bana sade aşk yeter gerisi formalite

Ah, Gökhan’ım ne de doğru, güzel söylüyordu. O boş hayaller kurmuş kişi ben oluyordum. Kesinlikle. Aşk mı? O da kesinlikle formalite…

Söylesem ayıp olur
İçime atıp saklasam kayıp olur
Aşkın namına yazık olur
Fazla düşünme yoksa sabah olur

Gökhan’ım. Selena dizisini izlediğim ergenlik zamanlarımda gözüme kestirdiğim yakışıklımdı. Onunla beraber şu an şarkı söylerken saçlarımı savuruyor, bazen yerimde zıplıyor, bazen bedenimi kıvırıyordum. Tüm bunların içinde neşeli sesim müziğin içinden kulaklarıma geliyordu.

Bence kısık seste müzik dinlemenin anlamı yoktu. Kulaklığımla müzik dinlerken de yüksek ses tercih ederdim. Bir gün kulak zarım patlayacaktı ama o zamana kadar tam gaz devamdı. Bence müziğin içinde kaybolmak istiyorsan yüksek olmalıydı. Ancak o zaman tadı çıkıyordu. Hatta eğlenceli bir müzikse basta olsa fena olmazdı. Basım yoktu ama eski odamdaki masaüstü bilgisayarımdan yüksek sesle müzik çalıyordu. Ben de evde tek olmanın keyfini çıkarıyordum. Normal koşullar altında annem evde olsaydı bangır bangır çalan müzikten şikayetçi olur, kısmamı isterdi. Ama sürpriz! Annem markete gitmişti.

Evde benden başka kimse yoktu.

Binadaki diğer akraba üyelerini saymazsam memleketteki evimde kimse yoktu. Ailemin evi aile binasının en üst katındaydı ve pencereden bakıldığında Karadeniz gözüküyordu. Bu evin en sevdiğim özelliğiydi işte bu. Sonuçta kimin deniz manzaralı bir vardı ki? Bu konu da epey şanslıydım. Ama şöyle ki normalde Giresun’da yaşamıyordum. Tabi senelerdir burada yaşadığım gerçeğini değiştirmiyordu. Üç senedir İstanbul’daydım. Özel bir üniversitede öğrenim görüyordum. Çeyrek kadar bursumla üçüncü sınıfa kadar gelmiştim. Bu arada güz dönemi bitmiş, güzel okulum tatile girmişti. Hala sonuçlar açıklanmamış olsa da yakında açıklarlardı.

Çalan müzik aniden kesilince zınk diye durdum. “Ne oluyor ya?” diye hayıflanacakken annemin sesini duydum.

“Ne bu ses kızım? Sokağın başından duyuluyor! Bina zangırdıyor resmen! Bina!”

Abart anne, abart. O kadar da değil.

Bilgisayarımın başında dikilen anneme doğru dönerken “Eğlenmek suç mu anne ya?” diye hayıflandım. “Niye müziğimi kapattın?”

Annem ne zaman gelmişti ve ben nasıl duymamıştım? Ah, duymamam tabi ki de olasıydı. Odama kadar girdiğini de fark etmemiştim çünkü bir ara gözlerimi kapatmıştım. Ne üstündeki pardösüsünü ne de başörtüsünü çıkarmadığını fark ettim. Eğer yanıma geldiyse kapıdan girer girmez operasyonunu gerçekleştirmeyi kafasına koyduğu belliydi.

“İnsanları rahatsız etme diye kaç kere söyledim sana. Ama beni dinleyen kim?”

“Kim rahatsız oluyormuş ya?”

“Herkes.”

“Herkes kim?”

“Halanlar, amcanlar…”

“Amcamlar rahatsız oluyorsa ilk önce oğullarının arabayla gümbürdeterek mahallede dolaşmasını engellesinler. Bana karışmasınlar. Zaten yılın çoğu yokum.”

Kalabalık bir sülaleye sahiptim. Baba tarafından üç halam, iki amcam vardı ve hepsiyle bir binada yaşıyorduk. Bir de bunların çocukları eklenince bizim ev insandan geçilmezdi. Evi boş bulduğum zamanlar nadir olunca da bu zamanlar benim için bazen kıymetli olurdu. Bazen diyorum çünkü ben yalnızlığı pek sevmezdim. Yanlış anlaşılmasın, herkesle de anlaşıyordum. Kuzenlerimin bazıları gıcık olsa da iyilerdi. Anne tarafımın neredeyse hepsi İstanbul’daydı. Zaten bir teyzemle aynı apartmanın, üst katındaydım. Annemler sırf bizden birileri İstanbul da diye orada okumama izin vermişlerdi. Yoksa benim İstanbul hayallerini çoktan siyah poşete koymuş olurdum.

Aslında annemlere biraz sürpriz de olmuş sayılırdı. Üniversite tercihlerini yaparken tek babama söyleyerek şehir dışını yazmıştım. Anneme kalsa tercih zamanımda dahi izin vermezdi. Ama ben hem İstanbul’a gitmek istiyor, hem de üniversite bakımından çok fazla okul olması benim açımdan iyi bir şeydi. Neticede puanım yerlerde sürünüyordu. İkinci kez hazırlanıp bir baltaya sap olamamaktansa önüme hangi bölüm gelirse ona razıydım.

Babamdan onay çıkmıştı. Babam zaten hem sakin hem de her istediğime onay veren bir adamdı. Canım babam. Yani Bahtiyar Işık.

Tercihler açıklandığında ise evde kısa süreli kaos hakim sürmüştü. Doğrusu annem kaos çıkarmıştı. Haliyle annemi ikna etmekte babama kalmıştı.

Babam İstanbul’a gitmek istediğimi küçüklüğümden beri biliyordu. Bu şehre ilk kez küçükken babamla gittiğim zaman aşık olmuştum. Boğaz köprüsünü görünce ağzımın açıldığını, dudaklarımdan büyülenmiş bir halde “Wow,” kelimesinin çıktığını bile hatırlıyordum. Ayrıyeten gözlerimde hayranlıkla parlamış olabilirdi.

Tabi şimdilerde trafikte köprüde kalınıyordu. O ayrı bir mevzuydu.

Sonuç ise annemi babam ikna etmişti. Neticede İstanbul da akrabalarımız vardı. Annemden de sırf bu yüzden izin çıkmıştı. Yoksa İstanbul hayalleri benim için hayran olduğum boğazın köprüsünde gitmeden kendi başlarına atlamış olacaklardı.

“Tek çocuk olduğundan mı böyle şımardın, ben anlamıyorum ki,” diye hayıflandı annem odadan çıkarken. Yani Adile Işık.

Eh, doğruydu. Tek çocuktum. Kardeşim yoktu ama kardeşimin olmaması tek başına büyüdüğüm anlamına gelmiyordu. Kuzenlerimle dolu dolu bir çocukluk geçirmiştim. Hiç de kardeşsiz kalmamıştım. Hala da öyleydi. İnsanın kalabalık kuzenleri ve çoğunlukla da aynı yaşıtlarda olunca böyle oluyordu.

“Hayat enerjili olmak şımarıklık değildir,” dedim kendi kendime. Şımarık değildim. Annem öyle görebilirdi ama öyle değildim. Yaşamayı seviyordum. Anın içinde kalmaya bayılıyordum çünkü yarını düşünürsem hayatımın zehir olacağını biliyordum. Hem yarına çıkacağımızın da garantisi yoktu. Bugünden düşünmek demek zamanı boşa harcamak demekti.

Hayattaki ruh halim tam da buydu. Bazen bu ruh halim sarsılırdı ama genellikle böyleydim.

Annem ise böyle olmamı her zaman şımarıklık olarak algılıyordu.

Müziği tekrardan açmadan önce sesini kıstım. Bu sefer sesini yalnızca oda da duyulabileceğim şekilde ayarlamıştım. Arkada çalan müziği duyarken masadaki telefonuma mesaj sesi geldi. Telefonu elime aldım. Mesaj şu ara konuştuğum bir çocuktandı. Yani Can’dandı. Normalde huyum değildi ama kendisiyle sosyal medyadan tanışmıştım. Hesabıma istek atmıştı. Ben de kabul etmiştim. Neden bilmiyorum, önceden yaptığım bir şey de değildi. Galiba boşluğuma gelmişti. Bilgilerinde aynı okuldan olduğumuz yazıyordu. Ne kadar güvenilir olduğu tartışılırdı tabi. Sonra da mesaj atmıştı. Galiba yine boşluğuma gelmişti, ben de cevap vermiştim. Ama kampüsten olup sınıftan olmayan başkaları da ben de ekliydi. Bu yüzden de sorun görmemiştim. Tek sorun etmediğim bu değildi. Hesabında kendisine ait fotoğrafının olmamasını da sorun etmemiştim.

O günden beri her sabah günaydın mesajı atıyor, biraz konuşuyorduk. Akşamları da iyi geceler diyordu. O gün konuşsak da konuşmasak da bu sabah, akşam ki mesajları değişmiyordu. Şimdi de ne haber, yazmıştı.

Mesajına, “İyi, senden?” yazıp yolladım.

Şu ana kadar sohbeti bana iyi gelmişti. Önceden flörtlerim olmadı diyemezdim. Olmuştu. Ama hiçbirinde aradığımı bulamamış, en fazla bir hafta konuşmuş, uzaklaşmıştım. Bazı erkekler gerçekten sinir bozucuydu ya da bana böyleleri denk geliyordu. Bilemiyordum.

Can şu ana kadar canımı sıkan bir şey yapmamıştı. Sohbeti hoş, kelimeleri nazikti. Hoş o da canımı sıkarsa engeli basardım, olur biterdi.

Attığım mesaja ışık hızında cevap verdi. Benden de iyi. Günün nasıl geçiyor?

Sıradan? Sıkıcı? Normal? Hangi cevabı istersen onu alabilirsin.

Kapının zili çaldı. Annem “Betül, kapıya bak,” diye bağırdı. Nereden sesi gelmişti, emin değildim. Mutfaktan da olabilirdi. Salonda da olabilirdi. Sesinin desibeli her yer için aynıydı. Can’ın cevap vermesini beklemedim. Telefonumu kotumun arka cebine koyup kapıyı açmaya gittim. Zil aşağıdan çalınmamıştı çünkü koridorda ilerlerken kapıya da vurulmuştu. Böyle olunca kapıdaki büyük ihtimalle bizimkilerden biriydi.

Kapının deliğinden bakmadan direkt kapıyı açtım. Gelen küçük amcamın ikinci sıradaki, benden bir yaş küçük kuzenim Dilara’ydı. Kendisi buradaki üniversitede hemşirelik okuyordu. Son sınıf öğrencisiydi. Benden akıllıydı. Bunu da ilk kez girdiği sınavdan istediği puanı alarak kanıtlamıştı. Burada kalmayı seçmişti çünkü bir nedeni vardı.

Kenara çekileceğim vakit, “İşin var mı? Ne yapıyordun?” diye sordu. Çekilmekten vazgeçtim. Demek ki içeriye girmeyecekti çünkü arka arkaya bunu sorduğunda istediği başka bir şey olurdu.

“Duymadın mı yani?”

“Neyi duymadım mı?”

“Müziği!” Belki de o kadar akıllı değildi.

“İyi misin sen?”

“İyiyim sen nasılsın?”

Annem diğer taraftan “Kapıdaki kimmiş,” diye bağırıp araya girince içeriye koridora doğru “Dilara’ymış,” dedim. “Ve evet, ne istediğini bilmiyorum.” Annemin bir sonraki sorusu, “Ne istiyormuş,” sorusu olacağından peşin peşin cevap vermiştim. Dilara’ya döndüm. “Ne istiyordun? Ben bir şey tahmin ediyorum ama neyse.”

“Benimle bizim dükkana gelsene.”

Tam da tahmin ettiğim gibiydi. Amcamın baharat dükkanı vardı. Babamın minik şarküteri işyerinin aksine amcamınki bizimkinin üç katıydı. İkisi de aynı ki caddeydi ama yan yana değildi. Amcam işini iyi ilerletmişti, babam küçük dükkanında mutluydu. Küçüktü falan ama iyi işliyordu. Yoksa özel bir üniversitede çeyrek bursla ne okuyabilir, ne de İstanbul da kira da oturabilirdim.

“Ne yapacaksın dükkanda?” diye sordum öylesine.

“Biliyorsun işte,” diye kıvrandı karşımda. Biliyordum. Onun derdi başkaydı. Derdi babasının yanındaki çocuk Efe’ydi. Geçen sene de derdi oydu. Ondan önceki sene de derdi oydu çünkü kendi çapında platonik takılıyordu. Bugün de babasının dükkana gitmediği gündü. Onun yerine abisi Armağan oradaydı. O da genellikle hava soğuk olsa da olmasa da dışarıda otururdu. Dediğine göre kapalı alan kendisini basıyordu. Bence öyle bir şey yoktu. İşten kaytarmak için uydurduğu bir yalandı. “Hadi benimle gel. Lütfen.” Son kelimeyi uzatarak söylerken gözlerimi devirdim. Nedense etrafımda da hep platonik takılanlar vardı. Şaka gibi.

“İyi tamam.”

Gülümsedi. Ses çıkarmayarak ellerini çırptı. “Bir tanesin.”

Tabi tabi öyleyimdir. Vestiyere uzanırken içeriye “Anne,” diye seslendim. “Ben Dilara ile dükkanlarına gidiyorum. Bir şey istiyor musun?” Aslında demin marketten gelmişti. Boşuna sormuştum.

“İki ekmek al,” dedi annem.

“Almadın mı sen?”

“Almadım. Ekmek gelmemişti. İki tane al.”

Anlaşılmıştı. Halk ekmeğine kadar yürüyecektim. “Tamamdır,” dedim deri ceketimi üstüme geçirirken. Anahtarlıktan anahtarımı alıp spor ayakkabılarımı dışarıya çıkardım. Kapıyı arkamdan çekerken, “Gittim ben,” dedim.

Dilara ile dışarıya çıktığımızda evde hissetmediğim soğuğu hissettim. Sanırım ceketimi giyerek hata etmiştim. Bir kez daha merdivenleri çıkıp değiştiremezdim.

“Demin ne diyordun öyle?” dedi Dilara sokakta yürürken. Elimi ceketimin cebine sokmuştum. Dilara da koluma girmişti ve benim aksime üstünde siyah bir şişme mont vardı. Gidip gelirken bir taraflarım donmazsa iyiydi. “Müzik falan diyordun. Ne alaka?”

“Binada hiç müzik sesi duyulmuyor muydu?”

“Ben duymadım.” Amcamın evi bizim evin hemen altındaydı. Benim odanın altında da Dilara’nın odası vardı.

“Hmm.” Demek ki annem bilerek abartma düğmesine basmıştı.

“Hm mı?”

Nefesimi dışarıya verdim. Soluğum dahi donmuştu. “Ya işte sen gelmeden evde müzik dinliyordum. Biraz yüksekti sesi. Annem de binadan duyuluyor diye kapattı işte.”

“Aman. Yengemin her zaman ki hali.”

“Evet, öyle. Her neyse. Şimdi sen söyle. Cidden ben yokken Efe’yi görmeye gidemiyor muydun?” Bir konuşmamız da böyle demişti. Biraz çekingendi. Biraz da yakalanmaktan korkuyordu. Haliyle tek başına risk alıp dükkana gidemiyordu. Altını çizmem gerek, kendi dükkanlarına gidemiyordu.

“Şey…” dedi üzüntülü bir sesle. “Arada gidiyordum ama annemin isteklerini alıp çocuğun yüzüne bakamadan geri dönüyordum.”

“Yanında ben olunca yüzüne bakabiliyorsun yani?”

“Ya siz konuşuyorsunuz. Efe senin arkadaşın zaten. Seninle konuşurken ben de bakabiliyorum işte.”

Efe benim liseden sınıf arkadaşımdı. Öyle lisede fazla samimiyetim yoktu. Merhaba, merhabaydı. Ama amcamın dükkanında işe girince merhaba merhaba olayı sohbet olayına dönmüştü. İyi çocuktu. Kötü bir tavrını görmemiştim. Hoş görseydim Dilara’nın bu kadar kapılmasına izin vermezdim.

“Ne zamana kadar böyle devam etmeyi planlıyorsun peki?” diye sordum, dükkana yaklaşırken.

“Bilmiyorum.”

“Bence harekete geç ya da sen harekete geçmeden iş işten geçmiş olabilir. Benden söylemesi.”

“Bu da ne demek şimdi?”

“Bir tavsiye sadece.”

Çünkü başımda İstanbul’daki kuzenimin olayı vardı. Aynı binada yaşadığım teyzemin oğlu Emre, ev arkadaşım Doğanay’a karşı olumlu duygu besliyordu. Hayır, ev arkadaşım değil. O benim kız kardeşimdi. Dostumdu.

Tabi Emre’nin duygularından Doğanay’ın haberi yoktu. Hiç de şüphelenmemişti. Zaten kız sözlüydü. Belki de yakında evlenecekti. Halbuki sözlendiğini duyunca aşırı şaşırmıştım. Nasıl şaşırmayayım? Sözlendiğini arkadaşımdan değil de sözlendiği kişiden öğrenmiştim. Adam ansızın Doğanay’ın telefonunu açmış, kim olduğunu söylemişti. Beni de şoklamıştı. Tamam, Doğanay öyle her şeyini bana anlatmazdı, biliyordum. Onu tanıdığım yıldan beri böyleydi. Ben de sıkmazdım. İçten içe anlatmadıklarının derinlerinde bir yerde yara olduğunu bilirdim. Haklı da çıkmıştım. Ailesinin durumu karışıktı. Bana sonradan anlatmıştı. Babasını, annesi öldürmüştü. Hiç böyle bir şey beklememiştim ama olan buydu. Bunu kızın anlatmaması çok doğaldı. Yaşadıklarını hayal bile edemezdim. Bir de abisi vardı. Kendisini hiç görmemiştim ama vardı. Sözlenmesi ise bu büyük bir olaydı. Doğrusu biraz alınmıştım. Biriyle görüştüğünü bile ne hissetmiş, ne de anlamıştım. Hal böyle olunca bunu öğrenen kuzenim Emre’nin duyguları çöküşe uğramıştı. Emre Doğanay’a karşı duygularının olduğunu söylediğinde Doğanay’ın flört eden biri olmadığını o da biliyordu. Biraz da düşündüğüne ben tasdiklemiştim. O da bekleme kararı vermişti. Mezun olmasına bir sene vardı ve mezun olunca Doğanay’a açılmak istiyordu. Araya Doğanay’ın ciddi ilişkisi çıkınca Emre de bana öfkelenmişti.

Ama ben nereden bilebilirdim ki? Kız bana da bir şey söylememişti. Üzücü bir durumdu fakat yapacak bir şey yoktu.

“Ben açılamam ya…” dedi Dilara. “Hem Efe’den karşılık alacağımı da sanmıyorum.”

“Onu bilemezsin.”

“Sen o zaman birine platonik olsan açılacaksın yani?” dedi ihtimal vermiyor gibi. “İlk adımı sen atacaksın. Cidden bunu yapar mısın?”

Yapar mıydım? Şu zamana kadar hiç böyle bir durumla karşı karşıya kalmamıştım. Konuştuklarım olmuştu ama kalbim hiç o anlamda atmamıştı. Zaten kendime en fazla bir hafta süre veriyordum. Tık yoksa hiç olmuyordu.

Ama platonik olmak? Hmm…

“Söylerdim,” dedim. “Eğer beni reddediyorsa da kendisi bilir ve kendi kaybeder. Ben değil.”

“Of, ben böyle düşünmüyorum. Açılıp reddedilirsem ben kaybederim.”

Ne dersem olmayacaktı galiba. “Saçmalama,” dedim kendine gelsin diye. “Dünyada başka adam mı yok?”

“Yok.” Sesindeki çaresizlik belli olmamalıydı ama belliydi. “Kalbimin sevdiği insanı pat diye nasıl değiştireyim?”

Yandan suratına baktım. Çocuğun karşısına bu yüzle mi çıkacaktı? “Pat diye değiştiremiyorsan, çat diye değiştirirsin,” dedim kolunu dürtüklerken.

“Dalga geçme ya.”

“Kendine gel o zaman. Dükkana geldik şu yüzünü topla.” Beklendiği gibi Armağan abi dışarıda bu soğukta oturuyor, elindeki sigarayı tüttürüyordu. Bizim geldiğimizi ise daha görmemişti. Bakışları diğer taraftaydı.

Kolumdan tutarak beni durdurdu. “Kötü mü görünüyorum?”

Dilara’nın bebek gibi yüzü vardı. Siyah saçları şapkasının içinden omuzlarına dökülüyordu. Benim gibi kahverengi gözlüydü ama hafif çekikti. Bu da yüzüne tatlı bir görünüm veriyordu ama bu güzelliğinin aksine morali bozuk duruyordu.

“Eh biraz,” dedim bu yüzden de.

“Biraz mı?” dedi telaşlanarak hemen. “Kötü görünüyorsam, hiç girmeyelim. Geri dönelim.”

“Saçmalama,” dedim ikinci kez. “Buraya kadar gelmişim. Hayatta geri dönmem ben.”

“Ama kötü görünüyorum.” Kolumu geriye doğru çekiştirdi. “Hadi gidelim.”

“Bir dur,” dedim kolunu ben de tutarken. “Anladığın gibi kötü görünmüyorsun. Yalnızca moralin bozuk görünüyorsun. Anladın mı şimdi? Çirkin değilsin yani.”

Söylediğimle durakladı. “Doğru mu dediğin?” diye sordu emin olmak ister gibi.

“Evet. Yanlış anladın beni.”

“Yani kötü görünmüyorum.”

“Görünmüyorsun.”

“Çirkin değilim değil mi ben?”

“Değilsin.”

“Betül, sence ben güzel miyim?”

“Güzelsin. Fıstık gibisin.”

“Ciddi misin?”

“Ciddiyim. Güzelsin.”

“Yani şimdi benim güzel olduğumu söylüyorsun değil mi?” diye bir kez daha sorunca sinirlerim takla atar gibi oldu. Deminden beri biz ne konuşuyorduk? Neredeyse gıcıklık olsun diye ters cevap verecektim.

Kendimi tuttum. Gülümsedim. “Güzelsin dedim ya. Daha ne kadar teyit edeceğiz?”

Sanki dediğimi duymadı. “Sence Efe de güzel olduğumu düşünür mü?”

Ben nereden bileyim şimdi?

“Kör değilse düşünür,” dedim olumsuz bir şey demekten kaçınarak. “Hadi gidelim.”

Bu kez dediğime uydu. Dükkan kapısına geldiğimizde Armağan abi bizi gördü. “Ooo abisinin gülü ile civciv gelmiş, hoş gelmiş,” diye bildiğiniz dükkanın önünde duyuru yapar gibi konuştu. Gözlerimi devirmemek için direndim. Cümledeki civciv bendim. Saçlarımın renginden dolayı küçüklüğümden beri civciv aşağı, civciv yukarı demesine alışıktım. Anneme çekmiştim. Annem doğal sarışınlardandı. “Hangi rüzgar attı sizi buraya? Hangi rüzgar olacaktı? Efe’nin rüzgarı atmıştı. “Yoksa civciv yem almaya mı geldi?”

İçimdeki kötü her şeyi patır patır söyle diyordu da, şu an ona uyumazdım.

“Ha ha,” dedim sahte bir sesle.

“Annemin baharatlarını almaya geldim,” dedi Dilara da abisine.

“Gelirken ben akşam getirirdim.”

“Şimdi lazımmış.”

“Sabah öyle bir şey demedi bana.”

“Ne uzattınız ya?” diye araya girdim birden. Sigarasının dumanı zaten rüzgardan yüzüme geliyor, midemi bulandırıyordu. Sigara kokusunu hiç sevmezdim. “Hava almaya çıktık işte. Çıkmışken yengemin baharatlarını da alalım dedik ve geldik. Biz içeriye giriyoruz.” Sonra da Dilara’yı içeriye sürükledim.

Dükkanda iki tane müşteri vardı ve buraya gelmemizin yegane sebebi olan Efe onlarla ilgileniyor, istedikleri baharatları küçük poşetlere dolduruyordu. Haliyle bizim geldiğimizi o an görmemişti.

“Ben konuşamam, öncekiler gibi sen konuş,” dedi Dilara fısıltıyla yanı başımdan. “Tamam mı?”

“İyi, tamam,” dedim. Benimle ne zaman buraya gelse böyle oluyordu zaten. Çocukla ben konuşuyordum. Dilara yanımda öyle direk gibi dikiliyorken, yalnızca radarlarını açıyor ve radyo dinler gibi kulağını veriyordu.

Yanımda sabırsızlıkla bekleyen Dilara’yı buram buram hissederken, Efe müşterilerin isteklerini hazırladı. Kasanın olduğu tarafa gelirken de bizi gördü. “Kolay gelsin Efe başkan,” dedim. “Sen işini hallet biz bekliyoruz.”

Tamam dercesine başını salladı. Müşterilerden parasını aldı. Kadınlar dükkandan çıktı. Kasanın diğer tarafında dikilirken “Ne haber?” diye sordu. Dilara tabi ki de üstüne alınmadı. Bildiğim kadarıyla ikisi hiç konuşmamıştı.

“İyi senden ne haber?”

“Bildiğin gibi. Çalışıyoruz.”

“Çalış, çalış,” dedim Dilara’nın yanı başımda kasanın önünde duran paketlere baktığını fark ettim. “Elin ekmek tutsun biraz.”

“Senin İstanbul da hayat nasıl asıl?

“Aynı bende de. Okul ev, ev okul. Bu kadar.”

“Rutin takılıyorum diyorsun. O da iyi.”

Efe’nin söylediğine bir an takılıp kaldım. Rutin. Cidden de öyleydi. Hayatım rutin, sıradan ilerliyordu. Hayatta aktif olmayı seven biriydim. Gezerdim, tozardım ama bunları tek başına yapmaktan da nefret ederdim. Çünkü insan tekse sessiz kalırdı. Ben de sessiz kalmayı sevmezdim. Tek başıma hayatta eğlenemezdim. Hemen sıkılırdım. Mesela bir süredir Doğanay benimle beraber evde kalmamıştı. Abisinde kalmıştı. Daha yeni geri gelmişti. O süre de kafayı oynatacakmışım gibi hissetmiştim. Belli etmesem de sıkıntıdan patlayacaktım. Neyse ki K-dramalarım vardı da beni patlamaktan kurtarmıştı. Tam on tane dizi bitirmiştim. Dizi izlemediğim zamanlarda da aşağıya teyzemlere inmiştim. Arada derede olduğum anlarda da ders çalışmıştım.

Ama artık Doğanay evdeydi.

“Aynen öyle,” dedim Efe’ye. Sonra Dilara’ya döndüm. “Annen hangi baharatlardan istemişti?” diye sordum. Onunla konuşmamı beklemiyormuş gibi bir irkildi. Bakışlarını paketlerden çekip far gören tavşan gibi suratıma baktı. Cevap vermeyecekmiş gibi duruyordu. Bakışlarımla konuşması için sinyal vermeye çalıştım yoksa rezillik diz boyu olacaktı. Gözlerini kırpıştırdı.

Annesinin listesini unutmuş olamazdı değil mi?

“Nurten ablanın her zaman ki listesidir.” Araya giren Efe’nin sesiydi. Yarım yamalak Efe’ye baktım. Halimize bakıyordu ve hala Dilara’dan ses yoktu.

Kız eror vermişti. Reset atılması lazımdı.

Dilara’ya dönerek, “Öyle mi, her zamankilerden mi?” diye sorduğumda hadi cevap ver diye sinyallere devam ediyordum. En sonunda başını ağırca salladı.

“Ev-ett.” Kekelemeseydi iyiydi.

Donmuş kalan kuzenimden bakışlarımı kaçırdım. Efe’ye döndüm. “Duydun,” dedim. Duyduğundan emin değildim. “Her zaman ki listeymiş. Hazırla da seni de alıkoymayalım işinden.”

“Koymuyorsunuz ama tamamdır,” dedi Efe. Kasanın diğer tarafından çıkıp bizden uzaklaştı. Her zaman ki liste neyse onu hazırlamaya gitti. Sesimizin duyulmayacağı alana varınca da kuzenime döndüm.

“O halin de neydi öyle?” dedim hemen.

“Duydun sen de öyle değil mi?” Sesi geri gelmişti. Demin konuşamayan kız kendisi değildi sanki. “İşinden alıkoymuyormuşuz.” Son söylediğini fısıldayarak söylemişti. “Konuşmaya beni de kattı. Gördün değil mi?”

O kadar heyecanlı, umutla yüzüme bakıyordu ki… Aşk böyle bir şey miydi? Normal olan durumları bile farklı bir gözle bakmanı sağlıyordu.

“Bir dahakine ne yapacaksın o zaman?”

“Ne?”

“Benimle konuştuğun gibi konuşacaksın. Ben yokken sen geliyorsun buraya. Tek başına. Anlaştık mı?”

Afalladı. “Tek başıma mı geleyim yani?”

“Evet. Tek başına.”

“Ama anormal olmaz mı?”

“Dükkan sizin Dilara. Nesi anormal olacak? Gelecek ve normal bir şekilde siparişlerini vereceksin işte.”

“Bilemiyorum Betül,” dedi kararsız gibi.

“Farkındaysan,” dedim o bu haldeyken. “Çocuk demin aramızdaki tuhaflığı kendi cevaplayarak kurtardı. Bence bu iyi bir şey.”

“Nasıl iyi bir şey?”

“Rezil olmamanı sağladı. Sen annenin istediklerini unutmuş gibiydin. Biraz daha sessizce dursaydın kesinlikle rezil olacaktın.”

“Yaa… Öyle mi?” Alt dudağını kemirdi. “Şey… Galiba haklısın. Sen öyle sorunca birden ne diyeceğimi bilemedim. O zaman şimdi dediğine göre de rezil olmadım değil mi?”

“Son an da yırttın.” Efe’nin bize doğru geldiğini fark ettim. “Geliyor, sakin ol bak,” diye de Dilara’yı uyardım. “Unutma, poşeti sen alacaksın.”

“Ne?”

Başka tepki de veremedi çünkü o an “İşte buradalar,” dedi Efe. Ben de tam da poşeti uzatacakken pantolonumun cebindeki telefonumu elime alarak bakışlarımı kaçırdım. “Dilara alsın poşeti. Ben önemli bir iş üstündeyim.”

“Al… ayım,” diyen Dilara’nın sesini işittim. Bakışlarımı kaldırır gibi oldum. Efe poşeti Dilara’ya veriyordu. Kendimi gülümsememek için zor tuttum.

Bakışlarımı telefon ekranına değdirdim. Yalancı çıkmamalıydım. Mesaj gelmişti. Oysa titreşimi hissetmemiştim. Can cevap vermişti.

Senin olduğun bir yer sıkıcı olamaz bence.

Eh, bence de öyleydi.

***

 

İnanamıyordum.

Doğanay evlenmişti.

Ev arkadaşım evlenmişti.

Benim bundan nasıl yeni haberim olabilirdi? Eve ekmeği almış, Dilara ile geri döndüğümde Doğanay’ı ne var ne yok anlamında aramıştım ve bana evlendiğini söylemişti. Fazlasıyla afallamıştım. Nasıl sözlenmesini beklemediğim gibi bu haberini de beklemiyordum ama evlenmişti. Sözlenme olayını atlatmıştım ve bunu duyduğumdan beri kendi çapımda nikah şahidi olurum diye düşünüyordum. Ciddi anlamda heveslenmiştim. Şu yaşıma kadar kimsenin nikah şahidi olmamıştım. Her neyse. Şahitliği bir kenara koyarsam Doğanay’ın bir tek arkadaşı ben vardım. Bensiz nasıl evlenebilirdi? Aklım almıyordu.

Nasıl? Nasıl? Nasıl?

Ve bana dün evlendiğini söylüyordu.

Tuhaftı. Gerçekten tuhaftı çünkü o kadar şaşırmıştım ki kanıt istemiştim. Bu nikahından bir fotoğraf olabilirdi. Ya da herhangi bir şey. Yeter ki şaşkınlığımı üstümden atabileceğim bir şey olsundu. Ama o da olmamıştı. Sonra da nikah cüzdanını atmasını istemiştim. Belki saçmaydı. Belki abartıyordum. Bilemiyordum. Benim bir kanıt görmem gerekiyordu. Ama bu da olmamıştı. Yanında değildi. Benimle konuşurken bizim evdeydi. Arkasından da düğün yapılacağını söylemişti.

Tamam, nikah bazen düğünden önce yapılabiliyordu.

Bu mantıklı olabilirdi.

Mantıklı olmayan arkadaşımın bensiz evlenmesiydi. Daha müstakbel eniştemle tanışamamıştım bile.

Yani Öktem Kandemir ile.

Bir kez fotoğrafını görmüştüm. Adam yıkılıyordu. Doğanay ile yan yana düşününce de bu sefer ikisi birden yıkılıyordu. Sonra bir de müstakbel eniştemi Doğanay’ı kampüsten almaya geldiğinde görmüştüm. Normalde gider kendimi tanıtır, Doğanay’ın yalnız olmadığını gösterirdim. Ne olur olmazdı. Netice de adamı bir kere tanımıyordum. Arkadaşım da benim değerlimdi. Ama bunu da yapamamıştım. Emre’nin her an bir yerden çıkma ihtimali vardı çünkü o gün dersinin olduğunu biliyordum. Haksız da çıkmamıştım. Kaldırımda Doğanay ve sözlüsü Öktem’i izlerken Emre’yi görmüştüm. Gerisin geri kampüse girmiş ve onu oyalanmaya çalışmıştım.

Şükür ki elime yüzüme bulaştırmamıştım.

Şimdi de öğrenmiştim ki ev arkadaşım evlenmişti. Eğer annem mutfağı toplamam için bana seslenmeseydi her ayrıntıyı telefonda öğrenecektim ama annem sağ olsun, izin vermemişti. Hiçbir ayrıntıyı bilmiyordum ve ben ayrıntı bilmeden yapamazdım.

“Ben yarına uçak biletimi aldım,” dedim bizimkilere akşam birden. Salonda oturuyorduk. Daha biraz önce iki halam ve çocukları bizdeyken yeni gitmişlerdi. Çay bardaklarını toplarken de İstanbul’a bilet aldığımı söylemiştim. Doğanay ile konuşmamın ardından zihnimdeki meraklı kemirgenler beni rahat bırakmamıştı. Ben de en mantıklı şeyi yapmayı tercih etmiştim.

Yarına İstanbul’a uçak bileti almıştım.

“Ne demek biletimi aldım,” dedi annem. Babam tekli koltukta oturuyordu. Annem de benim gibi ayaktaydı. Koltuğa oturacakken söylediğim yeni bilgiyle vazgeçmişti. Ben de elimde boş bardakların tepsisi ile salonun ortasında dikiliyordum. “Kızım, bizim niye bundan haberimiz yok?”

“Yeni aldım.” Ve yine şükür ki yarına da bilet bulmuştum.

“Biraz daha kalmayacak mıydın kızım sen bizimle?” Soruyu soran babamdı. Babam hafif göbekli, esmer bir adamdı.

Normal koşullarda kalacaktım ama koşullar normal değildi. Arkadaşım evlenmişti. Tekrar ediyorum, bir de bensiz evlenmişti.

“Evet, öyleydi ama Doğanay evlenmiş.” Doğanay’ı annem de babam da tanıyordu. Annem hatta bana her zaman arkadaş olarak iyi birini seçtiğimi söylerdi. “Düğün hazırlıkları olacakmış. Bensiz o düğün hazırlıkları olamaz.” Düğünün ne zaman olacağı belli değildi ama Doğanay’ım ansızın evlendiyse de ansızın düğün de olabilirdi. Asıl gerçek ise ne olduğunu, nasıl olduğunu öğrenmek istememdi.

“Kızın ciddi düşündüğü biri mi vardı?” diye sordu annem. “Bana hiç söylemedin.”

Söylememiştim.

“Evet, vardı. Söylemeyi unutmuşumdur.” Annemle, babama baktım. “Lütfen bana kızmayın. Kızın ailesinden kimsesi yok. Yanında olmak istiyorum.”

Doğanay’ın bana ailesi ile ilgili söylediği gerçeği anneme söylememiştim. Söylemezdim de. Doğanay’ın annesinin aynı benim gibi öldüğünü, onu da babaannesinin büyüttüğünü ve abisinin olduğunu biliyordu. Önceleri Doğanay’ın abisiyle görüştüğünü dahi bilmiyordum ama sonra görüştüğünü söylemişti. Hatta şu zaman içinde artık kocası olmuş kişiyle de böyle tanışmıştı. Eniştem, abisinin patronuydu.

Ama annem Doğanay’ın abisiyle aynı benim gibi pek görüşmediğini biliyordu. Değiştirilen doğruyu daha anneme söylememiştim. Eminim söyleseydim, abisinin bizim eve gelip gelmediğinin sorgusunu yapardı. Annem biraz pimpirikli bir kadındı.

En önemlisi ise bizimkilere bu durum tersti. Sonuçta kızlar evinde erkeğin ne işi vardı? Hayatta izin vermezlerdi. Netice de haklılardı ama ben pek o kadar derin düşünmüyordum. Netice de bu durumla hiç karşı karşıya da gelmemiştim. Zaten Doğanay’ın belli bir başlı sınırları vardı.

Ne abisini ne de enişteyi görmüştüm.

“Ol tabi yanında,” dedi babam makul karşılayarak. “Arkadaşın senin.”

“O zaman şimdi ne olacak?” diye sordu o arada annem düşünceli bir sesle. “Kız evleniyorsa, eşinin yanına taşınır. Sen de tek kalacaksın. Yalnız başına evde nasıl kalacaksın?”

Eyvah. Bunu hiç düşünmemiştim. Galiba tek kalmıştım.

Ayrıca Doğanay’ın bir müddet evde benimle olmadığını da bilmiyorlardı.

“Şimdi sorunumuz bu değil ki anne,” dedim. Verecek cevap bulamamam benlik değildi. “Kız evden tamamen taşınsın, o zaman düşünürüz. Bakalım ne zaman düğün oluyor, ne zaman temelli gidecek? Bunların hiçbirini bilmiyorum.”

“Düşüneceğiz tabi. Sen bizim kızımızsın. Koskoca İstanbul da tek başına kalmana nasıl izin vereceğiz?” Durakladı.

“Yalnız değilim ki… Aşağıda teyzemler var.”

“Aynı şey değil,” dedi annem. “Evde tek olacaksın. Dairenin kira durumunu söylemiyorum bile şu an.”

Ah, doğruydu. Dairenin kira olayı da vardı. Bu da hiç aklıma gelmemişti ama şu an düşünmekte istemiyordum. Elbet bir çıkar yolu bulurdum.

“Kızı sıkma Adile,” dedi babam anneme. “Dediği gibi her şey bir netleşsin. O zaman düşünürüz.” Elimde tepsiyle dikilmeseydim, gider babama benim tarafımda olduğu için sarılırdım. Babam bana baktı. “Yarın biletin kaçta?”

“Sabaha bulabildim.” Giresun, İstanbul hattı bir buçuk saat falan sürüyordu. Otobüsle de gidebilme seçeneğim de vardı fakat çok uzun sürüyordu. Param varken bilet işini halletmiştim. “Beni götürürsün değil mi babam?”

“Götürecek tabi,” dedi annem. “Sabah sabah nasıl gideceksin?”

Babam anneme cevap vermedi. Bana başını tamam dercesine salladı. Annem ayakta durmaktan vazgeçerek büyük koltuğa oturdu.

“Tamamsak, eşyalarımı toplamaya gidiyorum ben.”

Tamamdık. Elimdeki tepsiyle salondan çıkacakken annemin babama söylediğini duydum. Gözlerim irice açıldı.

“Olmadı, biraz ben yanında kalırım,” demişti ve böyle bir şey kesinlikle olmamalıydı.

 

Loading...
0%