@__okuyan94__
|
2.Bölüm
Memleketten geri döndüğümde bomboş evle karşılaşmıştım. Nasıl Doğanay’ın evlenmesini beklemiyorsam, evin içinde yeller de esmesini beklemiyordum. Halbuki kapıdan girer girmez –tabi uyanıksa- “Ben geldim,” diye kendimi ilan edecektim ama evde kimsecikler yoktu. Odası bomboştu. Yalnızca bavulu odasında duruyordu. O kadar. Arkadaşımdan iz yoktu. Sonra ise değişikleri fark etmiştim. Salonun köşesinde kaplar vardı. Küçük kaplar. Üç tane. Birinde su varken, diğerinde hayvan yemi gibi şeyler bulunuyordu. Son kap ise hepsinden alakasız kumluydu. Ben yokken evde ne olmuştu böyle? O an aklıma birkaç fikir gelmişti fakat hiç hoşlanmamıştım. Hem de hiç. Değişiklikleri boş verip ve üstümdeki montu çıkarmadan hemen Doğanay’ı aramıştım ve sürpriz. Kocasının evinde olduğunu söylemişti. Elbette kocasının evinde olacaktı. Sonuçta evlenmişti. Ama işte ben beklemiyordum. Bu kadar çabuk arkadaşımdan olacağımı düşünmemiştim. Benim en kısa sürede neler olduğunu öğrenmem gerekiyordu. Bu bariz bir gerçeklikti artık. Bu yüzden de kıza emri vaki yapıp, kocasını evden göndermesini ve ona geleceğimi söylemiştim. O da kabul ederek, konumunu atmıştı. Şimdi de Doğanay’ın gelecekte evi olacağı rezidansın önündeydim. Buraya gelene kadar da toplu taşımalarda sürünmüş, birden fazla aktarma yapmıştım. Cüzdanıma eksisi olmamıştı. Neticede aylık öğrenci akbiliyle geziyordum. Fakat şu da vardı ki İstanbul da bir ilçeden bir ilçeye geçmek demek, il değiştirmeye tekabül ediyordu. Olsun. Yine de bu şehre aşıktım. Başımı geriye atıp yukarıya baktım. Binanın katları bitmek bilmiyor gibiydi. Resmen gökdelen gibiydi. Yukarıdaki pençelerden birinden aşağıya bakmayı hayal bile edemiyordum. Yüksekti. Çok yüksek. Yükseklik korkum falan yoktu fakat böyle bir yer de yaşasam kesinlikle olurdu. Rezidansın girişine yönelmeden kulağımdaki kulaklıkları çıkarıp, çantamın içine attım. İçeriye girerken güvenlikten geçtim. Kendimi her an sorgulanacakmış gibi hissetmekten kendimi alamadım ama öyle bir şey olmadı. Hatta kocaman girişte dururken kime geldiğim bile sorulmadı. Hoş sorulsaydı, cevapta veremezdim çünkü bir şaşkınlık daha yaşama evresindeydim. Şimdi burası bina mı oluyordu? Burası binaysa bizlerin yaşadığı ne oluyordu acaba? Zenginlik böyle bir şeydi demek ki. Ama yukarıya çıkan asansörlere ilerlerken eksik bir zafiyet vardı. O da güvenlikti. İnsan ne için, kime geldiğimi sorardı. Doğanay direkt yukarıya çıkabileceğimi söylemiş olsa da yanlıştı. Elini kollunu sallayan herkes girebilirdi. İşte bu olmamıştı. Doğanay’ın mesajında söylediği kata geldiğimde kendisine mesaj attım. Koridorlarda otel koridorları gibiydi. Halı serilseydi hiç göze batmazdı. Söylenen kapı numaralarına bakıp doğrusunu bulmaya çalışırken koridorun sonuna doğru başımı çevirdim ve Doğanay’ı gördüm. Saçlarını desensiz tülbentle örtmüştü ve dairesini ben bulamadan o beni bulmuştu. Onu görünce ilk hissettiğim gergin olduğuydu. “Güzel yer. Giriş resmen Avm gibi,” dedim o tarafa doğru giderken, içeriye girdiğimden bunu düşünüyordum. Kesinlikle bu bina Avm olmalıydı. “Burası binaysa bizim yaşadığımız ne oluyor, bilemedim.” Güldüm. Gülünce o da gülümsedi. Gerginliği gider gibi oldu. Neden bu halde olduğunu da biliyordum. Bana karşı mahcuptu. Üstünden şu duyguyu sıyırsın diye harekete geçtim. “Özledim seni,” diyerek kollarımı uzattım. Doğanay sarılmaktan pek hoşlanmazdı. Kendisi dememişti ama ben bilirdim. Ne zaman sarılsak o çekingenliği hissederdim ama sarılmak her şeyi çözerdi. “Ben de,” diye karşılık verdi. “Üzgünüm. Gerçekten.” Habersiz evlendiğinden üzgündü. “Üzgün de olmalısın,” dedim çekinmeden. “Çünkü nikah şahidin olarak kendimi hazırlıyordum.” Geri çekilirken de devam ettim. “Yani yaparsın diye tahmin ediyordum.” Yalan yoktu. İstiyordum ama artık şahitliğim başkasına kalmıştı. Belki de kuzenlerimin birinin nikah şahidi olurdum. Şahidim olma ayrılacağını başkası yaşayacaktı maalesef. Yine üzgün olduğunu belirtince konuşmadım. Onun yerine “İçeriye davet etmeyecek misin?” diye sordum. Hala kapının önünde dikiliyordum. Söylediğimle hemen geri çekildi. Beyaz spor ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim. Arkamızdan kapıyı kapattı. Kapının karşısındaki salonu gördüm. “Galiba salon bu tarafta,” dedim işaret ederek. Başını salladı. Üstümdeki krem rengindeki ceketimi çıkardım. İçimde beyaz triko kazağım ve kot pantolonum vardı. Giresun’dan nasıl geldiysem öyle gelmiştim. Yalnızca montum yerine ceket giymiştim. Salon güzel dizayn edilmişti. İnceleyecek gibi oldum ama sonra vazgeçtim. Benim salonla işim yoktu. Ortada bulunan koltuğa ceketimi bıraktım. “Emri vaki yaptım sana, biliyorum,” dedim direkt. “Ama seni evde göremeyince, başına bir şey geldi, sandım. Evde kaldığını sanıyordum. Nikahtan sonra hemen taşınacağını sanmamıştım.” “Bavulumu gördün, taşınmadım. Sadece…” Durakladı. Görmüştüm evet ama bir yandan da onu da anlıyordum. “Anlıyorum,” dedim koltuğa otururken. “Evli bir kadın olarak kocanın evinde kalmak isteyeceğini gerçekten anlıyorum ama bu kadar kısa sürede olacağını tahmin etmemiştim.” Annemin dediği resmen gerçekleşiyordu. Doğanay evli biriydi artık ve evden tamamen gidecekti. “Sana anlatmadıklarım var,” dedi. Kesinlikle vardı. Koltuğa yaslandım. Doğanay hala ayaktaydı. “Ben de bu yüzden buradayım ya. Dinlemek için. Niye başımda direk gibi dikiliyorsun? Otursana.” Oturmadan önce saçlarını açtı. Üstünde sarı kazağı ile pijaması vardı. Sonra da yanıma oturup bana anlatmaya başladı. Her söylediğinde şaşırdım, afalladım. Doğanay annesinin kendisini bulmasından korkuyordu çünkü annesi serbestti. Geçenlerde teyzesinin bizim adresi öğrendiğini söylemişti. Annesinin de kendisini bulmasından korkuyordu. Zaten bu yüzden evden biraz uzaklaşmış, abisinde kalmıştı. Eve geri geldiğinde de paranoyak olmaya başladığını, teyzesinin annesine telefonunu verdiğini ve annesinin kendisini aradığını söylemişti. Haliyle teyzesinin annesine adresini de vermesinden korkmuştu. Üstüne üstlük, abisi de annesiyle görüştüğünü öğrenmişti. Abisine güvenemezdi, evde de kalmak demek her gün aklını kaçırması demekti. Doğanay bu sıkıntıların içindeyken de sözlüsü nikah olayını erkene çekmek istemişti. Sonuçta mantıklıydı. Zaten evleneceklerdi. Sevdiği kadını yalnız bırakmamıştı. Enişte bey benden bir puan daha kapmıştı. Arkadaşımı benden alsa da. Olayı anlatınca hak veremeden edemedim. Olması gereken olmuştu. Kızgınlığım da uçup gitmişti. Havadaki üzüntülü hali dağıtmak için konuyu dağıtmaya çalıştım. “Tek mi kaldım ben şimdi?” dedim. “Taşınmadım daha,” dedi beni avutmak ister gibi. “Eşyalarımın çoğu evde duruyor.” Öyleydi ama taşınacaktı işte. “Yakında alırsın.” “Ne zaman alırım bilmiyorum.” “Gelmekten korkarsan söyle bana ihtiyacın olanları sana getiririm.” Üzgündüm ama en azından bir şekilde yardımım dokunsun istiyordum. Daireye gelmesi demek, risk alması demekti. “Teşekkür ederim,” dedi minnetle. Aslında teşekkür etmesine bile gerek yoktu. Tam o sıradaysa bir ses duydum. Bir şey miyavladı. Miyavlamak mı? Başımı çevirdim ve salona giren o şeyi gördüm. Beyaz minik kediyi! Kedi mi? Doğanay’ın kedisi mi vardı? Ve ikinci sürpriz, ben kedilerden hoşlanmazdım. “Bir dakika…” dedim evdeki kapları hatırlayarak. “Evde gördüğüm küçük kaplar bunun muydu yoksa?” Tabi ki de onundu ama ben teyit etmek istiyordum. Tahminlerimde doğru çıkıyordu ama Doğanay bu zamana kadar eve hiç kedi getirmemişti. İçimden bir ses hoşlanmadığımı bildiği için diyordu yoksa çoktan eve getirmiş olmalıydı. Bana kediyi evde misafir ettiğini, nasıl bulduğunu ama ailesini bulamadığını söyledi. Kendisi kocasının evine gelince de onu da getirmişti. Kedi bizim evde kalmıştı! Evin hangi köşelerinde tüyünü bırakmış olabileceğini hesaplarken, “Kedilerden hoşlanmam. Sen nasıl seviyorsun, anlamış değilim,” dedim. Yüzümü buruşturmamak için kendimi zor tutuyordum. Doğanay benim aksine kalkıp kediyi kucağına aldı. Ay nasıl da tutuyordu. BEN HAYATTA TUTUMAZDIM! “Sakın yanıma getirme.” Sırıttı. “Bir dokunsan seversin bence sen de.” “Aman kalsın. Kocan bir şey demiyor mu peki?” “Neden desin?” “Ne bileyim. Kılı var, tüyü var, tuvaleti var.” Var da vardı. Beyaz tüylerini okşadı. “İhtiyaçlarının olması istememe sebebi olabilir mi?” Bence olurdu. “Her neyse. Bana doğru getirme yeter.” Getirmedi. Onun yerine damat beyin karısının tek arkadaşını restorana yemeğe davet ettiğini söyledi. Adam Doğanay’ın hayatına girdiğinden beri bu anı bekliyordum. Hem o restoranı da internette görmüştüm. Mükemmel bir yere benziyordu. Bunu asla kaçıramazdım. *** Doğanay’ın evinden daireme gelirken yine birden fazla aktarma yaparak toplu taşıt kullanmıştım. Bana araba lazımdı. Hem de en kısa sürede. En acilinden. Şöyle ufak, her yere park edebileceğim bir araba olurdu. Tabi lüks olursa da, hayır demezdim. Sonuçta ehliyetim vardı. Babam sayesinde başarılı bir şoför olmuştum ve arabam olmadan ömrüm toplu taşımalarda geçerse çok yazık olurdu. Fakat bir sorun vardı. Bir araba için param yoktu. Odamı akşam ki yemek için kıyafet seçerken bir güzel dağıtmıştım. Bir türlü ne giysem karar verememiştim. Yaz mevsiminde olsaydık, cıvıl cıvıl renklerden oluşan bir kombin yapabilirdim ama biz soğuğu iliğimize hissettiğimiz kış mevsimindeydik. Giyinmeyi, süslenmeyi seven biriydim. Öyle çok abartmazdım ama kıyafetlerimin hepsini özenerek alırdım. Biraz kararsızda olabilirdim. Biriyle alışverişe çıkarsak benden usanabilirdi. Kendimin farkındaydım ama bir ürün alırken içime sinmesi gerekirdi. İşte bu demeliydim. Hal böyle olunca da bir ürün seçerken uzun uzun düşünürdüm. Hayatım hakkında bu kadar düşünseydim, belki de şu an minik burslu öğrenci olmazdım. Kısacası paramı boş yere savuramazdım. Hiçbir şeye boşuna para veremezdim. Annemlerden gelen belli bir miktar vardı ve üst seviyeye çıkılmayacağını bilirdim. Şu ana kadar da iyi gidiyordum. Üstümdeki bornozumla yatağımın üstündeki kıyafet yığınlarıma göz gezdirdim. Eve gelince duş almıştım. Üstümü giyinmemiş, dizlerime kadar bornozu bedenime geçirmiştim. Biraz rahatlamaya ihtiyacım vardı. Diğer yandan da zamanım olsaydı, evi temizlemek istiyordum. Kedilerden, kedi tüyünden cidden hoşlanmıyordum. Temizlikten de hoşlanmıyordum ama iş başa düşünce mecbur yapıyordum. Bugün ise yapacak bir şey yoktu. Artık yarın temizlerdim. Doğanay’ın kediyi odama sokmadığına güveniyordum. Akşam için aşırıya kaçan bir şey giymek istemiyordum. Restoranın iç tasarımını internette görmüşken oraya uygun giyinmeliydim. Mekan lüks bir yerdi. Tasarımını bunu bağırarak söylüyordu. Haliyle benimde oraya uygun olmam şarttı. Tabi ki de abartısız bir şekilde. Seçeneklerime bakarken dudaklarımı büktüm. Elbise ve etek giyemezdim. Bu havada donardım ve benim hasta olmaya niyetim yoktu. Hastalığım berbat geçerdi. Salya sümük olur, burnumu durduramazdım. Gözlerimde bir vampir gibi kırmızıya dönerdi. Eğer vampirler gerçek olsaydı, hastalandığım an vampir bu diyerek kalbime kazığı kesin yiyen biri olabilirdim. Sonra da boşuna ölürdüm. Hoş kazık yemek için vampir olmaya gerek yoktu. Tabi bahsettiğim kazık, sopa olmayandı. Her neyse. Zihnimde elbise ve etek kelimesinin üstünü çizdim. Elbise ve etek yoktu. Yatağın üstüne çıkardığım elbiseleri bir kenara çektim. İnce kumaşı olan herhangi bir kıyafeti de giyemezdim. Kumaş ince olmayacaktı. İnce kumaşı olan gömleklerimi, tişörtlerimi ayırdım. Kapalı renkte giyemezdim zaten koyu renk insanı değildim. Çok koyu renk olmayacaktı. Gözüme beyaz boğazlı kazağım çarptı. Dümdüz, desensizdi ama sadelik bu akşam için istediğimdi. Hem üşümezdim. Sadeliğini de takı falan takar biraz alırdım. Önemli olan üşümememdi. Altıma hangi pantolonumu giysem diye düşündüm. Kot olmazdı. Çok spora kaçardı. Kot yok. Kumaş pantolonlarıma bakındım. İnce kumaşı olmayan pantolonlarımı eledim. En sonunda da kumaşı diğerlerinden biraz kalın olan kareli kahverengi pantolonda karar kıldım. Ardından da kazak ile ikisini üst üstte getirip, olur mu diye düşündüm. Bence olurdu. Çizmelerimi de giyersem hem sade hem de şık görünüm elde edebilirdim. Çalışma masamdaki masa saatime baktım. Zamanım vardı. Giyeceklerime karar verdikten sonra gerek olmayan kıyafetleri kaldırıp saçımı taradım ve kuruttum. Ardından mutfağa girdim. Kendime yiyecek aldım. Daha doğrusu atıştırmalık kepekli galeta paketinden iki tane alıp, mideye indirdim. Midemi doldurmayı akşam yemeğine saklıyordum. Mutfak masasında otururken eve geldiğimden beri bakmadığım telefonuma baktım. Mesajlar vardı. Birkaçı kuzenlerimden ne yapıyorsun, mesajıydı. Diğerleri de Can’dandı. Onunla en son sabah konuşmuştuk. Okulda karşına çıksam tepkin ne olurdu, diye yazmıştı. Arkasından yarım saat geçmiş, bir tane daha mesaj atmıştı. Cevap? Yatağımın ucuna otururken mesajına cevap verdim. Tanımazdım çünkü neye benzediğini bilmiyorum. Tanımazdım. Konuşuyorduk ama görüntü olarak nasıl biri olduğunu bilmiyordum. Adamın sosyal medyasında fotoğrafı yoktu. Hesabında manzara ve kampüse ait gönderiler paylamıştı. Kendisinin olduğu gönderilerde ise yüzü gözükmüyordu. Anında çevrimiçi oldu. Demek ki telefonu elindeydi. Haklısın ama emin ol, beni tanıman için bir ayrıntı verirdim. J Ne gibi bir ayrıntı? Gömleğinin cebine gül mü yerleştirirdin mesela? Neden olmasın? Olabilir ama önce senin nasıl tipli adamlardan hoşlandığını öğrenmek istiyorum. Sarışınsan, esmer mi olacaksın yani o zaman? Ya da esmersen sarışın? Kesinlikle. Ona göre saçlarımı boyatacağım. Sırıttım. İşin aslı nasıl tipte adamlardan hoşlandığımı ben de bilmiyordum. Her tür de insanla konuşmuştum. Yanlış anlaşılmasın, konuşmaktan ileriye giden bir ilişkim olmamıştı. Kimsenin elini tutmamıştım. Alanıma girmesine izin vermemiştim. Sadece konuşmuştum. Diğer yandan esmer, sarışın, kumral olması benim için galiba önemli değildi. Önemli olan bana ne hissettirdiğiydi. Kalbimi gümletmeliydi. Atışlarımın normalinden saptırmasıydı. Bu zamana kadar da böyle biriyle hiç tanışmamıştım. Bir an ne yazsam karar veremedim. Sonra da, Olduğun gibi kal, diye yazdım. Bir de gülücük emojisi attım. Arkasından eklemeye yaptım. Ya da bana bir fotoğrafını atabilirsin. Ben de seni böylece tanıyabilirim. Benim hesaplarımda fotoğraflarım vardı ve ayrıca büyük ihtimalle beni okuldan da tanıyordu. Benim konuştuğum kişiyi görmemem ise büyük haksızlıktı. Mesajımı okudu. Ne yazacak diye bekledim. Yazıyor, ibaresi belirdi. Sonra ibare gitti. Sanırım yazdığını silmişti. Tekrar yazmaya başladı ve mesajı geldi. Tanışmamız için biraz daha zaman diyelim mi? Zaman? Bence yeteri kadar zaman vermiştim. Şöyle bir düşününce onunla konuşmaya başlayalı bir haftadan uzun bir süre olmuştu ve bu benlik bir durum değildi. Kim olduğunu bilmeden mesajlar yazmak bazen duvara konuşmak gibi hissettiriyordu. Bir duvar vardı ama rengi belli değildi. Bazen de bu durumdan sıkılmaya başlıyordum ve hissediyordum ki böyle devam ederse kendisini engellemem an meselesiydi. Pekala. Sen bilirsin. Kimsenin peşinden koşacak değildim. İstemiyorsa, yapacak bir şey yoktu. Cevap yazmasını beklemeden telefonunun kilidini kapattım ve yanıma koydum. Yapacak işlerim vardı ve bunlardan en önemlisi kendimi hazırlamaktı. Bir saatte hazırlandım. Üstümü giyindim. Ucunda yıldız olan kolyemi taktım. Maddi değeri yoktu ama benim için değerli bir kolyeydi. Vefat etmeden önce anneannemin doğum günü hediyesiydi. Küçükken beni benim küçük yıldızım, diye severdi. Banyo haricinde genellikle de boynumdan çıkarmazdım. Kokusuna bayıldığım parfümümü sıktım. Ufak küpelerimi kulağıma taktım. Saçlarımı da doğal bıraktım. Saçlarım doğuştan pırasa gibi dümdüzdü ama ben saçlarımı seviyordum. Başkaları gibi düzleştirici gibi bir ürünün sıcaklığını saçlarıma verip, yakmıyordum. Tamam, arada maşa kullanarak dalga yapıyordum ama o da aradaydı. Genellikle düz halini kullanıyordum. Makyajımı da abartmadım. Hafif bir göz makyajı ile dudaklarıma nemlendirici sürdüm. Zaten cildim bebek gibiydi. Sivilce derdi ile dahi uğraştığımı bilmiyordum. Belki de bakımını göz ardı etmediğim içindi. Ama annemin yüzü de aynı benim gibiydi. Gençliğinde hiç bu dertlerle baş etmek durumunda kalmadığını övünerek söylerdi. Benim de kendimle övünme huyum ondan geçmişti. Aynanın karşısına geçtiğimde kendime baktım ve hazır olduğuma karar verdim. Duvardaki saate baktığımda zamanın geçtiğini gördüm. Doğanay’ın yeni evine toplu taşıma kullanmışsam da bu kez taksiye binecektim. Bu akşam otobüsü hiç çekemezdim. Siyah çantamın içine gerekli eşyalarımı koydum. Küçücük çantanın içine oldukça şey koymuştum. İğne ipliğim bile vardı. Sonuçta aniden iğne ve ipliğime ihtiyacım olabilirdi. Kıyafetim yırtılabilir ya da başka herhangi bir şey olurdu. Ne olur olmazdı. Her zaman da yanımda taşırdım. Evden çıkmadan önce binanın önüne taksi çağırdım. Yaklaşık on dakika sonra binanın önünde olacağını belirtilince kıyafet dolabımdan kısa yarasa kol gibi olan siyah kaban karışımı ceketimi alarak kapıya yöneldim. Çok kısa boylu sayılmazdım ama bir yetmişin üstünde biri de değildim. Bu yüzden topuklu çizmelerimi ayaklarıma geçirdim. Topuklular herhangi bir problemim yoktu. İyi yürürdüm. Dengemi sağlardım ama topuk sesini ciddi anlamda sevmiyordum. Çıkardığı ses sanki beynime çekiçle vuruyormuş gibi bir his veriyordu. Bu yüzden topuklu ayakkabılarımın altına bunun için önceden önlem almıştım. Bir elimde çantam, bir elimde telefonumla kapıyı arkamdan kilitleyip aşağıya indim. Normalde her yere geç kalan biriydim. Dakik asla olamazdım. Bunu da pek umursamazdım ama bu akşam arkadaşımı bekletme taraftarında değildim. Bu yüzden kendimden beklemediğim şekilde evden erken çıktım ve taksinin gelmesini bekledim. Geldiğimi teyzemlere ne duyurmuş ne de görmüştüm. Taksiyi beklerken telefonuma baktım. Can’dan mesaj vardı. En son ki mesajıma “Kızdın mı? Sadece doğru zamanı bekliyorum,” diye yazmıştı. Hayır, kızmamıştım. Kızmam için o kişiyi tanımam gerekliydi. Şu an çevrimiçiydi. Her zaman telefon elinde miydi bunun acaba? Merak etmiştim. Kızmadım, yalnızca işim vardı. Mesajımı yine anında gördü. O an taksinin sarı yansımasını görerek, telefonumu çantama atmak durumunda kaldım. Restoranın konumu internette zaten vardı. Yol biraz uzundu ve bana biraz pahalıya da patlayacaktı. Ama şu anlık bu umurumda değildi. Derdim akşamın keyfini çıkarmaktı. Belirlenen saat akşamın sekiz buçuğuydu. Toplu taşıma ile gitseydim, otobüs şoförleri uzatmalı istikameti oynadıkları için bir saatim giderdi. Daha fazlası bile olabilirdi. Taksi ile bu yarım saat ile kırk beş dakika arası bir süre olacaktı. Taksiciye gidilmesi gereken adresi bildirip arkama yaslandım. Şoför orta yaşlarının sonunda bir adamdı. Ara ara siyah saçlarına ak düşmeye başlamıştı. Ne kadar zamandır direksiyon sallıyorsa da yüzü yorgun duruyordu. Belki de normal yüz hatları da olabilirdi, bilemezdim. Şoförden dikkatimi alıp camdan kararan dışarıya bakmaya başladım. Bir müddet dışarıdaki hayatı izledim. Sonra da telefonumu çantamdan çıkarıp karıştırmaya başladım. Can’dan mesaj vardı. Taksi beklerken cevap vermişti. Sakıncası yoksa ne işin vardı? Diğer zamanlara göre çevrimdışıydı. Arkadaşımla buluştum, yazıp yolladım. Çevrimiçi olmadı. Bende sosyal medya hesabıma girip, biraz kurcaladım. Paylaşımlara bakarken sınıfımızın hesabının gönderi paylaştığını gördüm. Bazı sınav sonuçlarının açıklandığı yazıyordu. Vakit kaybetmeden okulun sistemine girip sonuçlara baktım. Üç dersin sonuçları belliydi ve bütünlemeye kalmıştım. Nasıl üçünden de bütünlemeye kalmıştım, şaşırılacak durumdu ama nasılsa bütünlemelerde verirdim. Her zaman vermiştim. Moralimi bozmama gerek yoktu. Sonuçların açıkladığına dair bilgilendirmeyi Doğanay’a mesaj yoluyla yazdım. Fazla beklemeden mesajıma cevap geldi. Gelip gelmediğimi ve nerede olduğumu soruyordu. Geldiğimi yazdım. Arkasından da hemen ön kameradan kendimi çekip yolladım. Normal bir poz değildi. Kötü haberin üstüne neşeli bir fotoğraf çekmiştim. Dil çıkarmıştım. Haliyle taksi de olduğumu anlamıştı. Her şeyi kafasına takan arkadaşım bu sefer de fotoğrafımı çekerken şoförün görüp görmediğini takınca umurumda olmadığını belirten bir mesaj yolladım. Görsün. Bu deli kız ne yapıyor düşünür en fazla. Ne yaptın? Baktın mı? Bakmadım. Sen de durumlar nasıl? Moralimizin içine etmemek adına beyaz bir yalan söyledim, daha doğrusu yazdım. Sınırdan geçtiğimi yazarak yolladım. Biraz doğruydu aslında. Sınırdan geçmemiştim. Sınıra yakın kalmıştım. Doğanay bütünlemeye kalmaktan aşırı korkuyordu. Kaldığı an dersini veremeyeceğini düşünüyordu. Bu yüzden onu cesaretlenip bakmasını söyledim. Dediğimi yaptığını beş dakika sonra sonuçlarının iyi olduğunu yazınca anladım. Nerede olduğumu bir kez daha sormuştu. Camdan dışarıya baktım. Yol akıp gidiyordu. Tam olarak nerede olduğumu ben de bilmiyordum. Yaklaşmış olabilirim. Doğanay’dan cevap gelmeyince biraz daha telefonuma bakıp çantama attım. Camdan baktığımdaysa geniş bir cadde de olduğumuzu ve internette gördüğüm restoranın ileride olduğunu fark ettim. Gelmiştim. Sonunda. Taksi arabası yavaşlamaya başlarken gözüm taksi metreye gitti. Durduğunda da borcum belli olmuş oldu. Tahmin ettiğim gibi bir ücret çıkmıştı. Çantamdan cüzdanımı çıkarıp taksiciye borcumu uzattım. Saçımı kulağımın arkasına atmamın ardından da bulunduğum tarafı açtım ve açtığım anla gümbürtü duymam aynı an da oldu. Afalladım. Dışarıya kendimi atarken bir motosikletin yanlamasına zeminde uzandığını hatta bununla da kalmayıp zeminde yatan kafasında motor kaskı olan adamı görmüştüm. Ne yani adama mı çarpmıştım ben? Galiba öyleydi. O an panikledim. Adama bir şey olduğunu sanırken panikle ileriye atıldım. “Aman Allah’ım. İyi misiniz?” Kasklı sesimi duydu mu bilmiyordum ama ayağa kalkmaya çalışırken taksici de arabadan aşağıya inmişti. Bir kenarda görüntüsünden belli olan pahalı, kocaman bir motosiklet vardı. Diğer taraftan adam da bana cevap vermiyordu. Görünüşte bir şeyi yok gibiydi. Ayağa da kalkmıştı ve motoruna uzanıyordu. Beyin sarsıntısı mı geçirmişti acaba diye düşündüm. Ayağa kalkmış, kendi gibi motosikletini ayağa kaldırıyor olabilirdi ama herhangi bir cevap vermemesi normal değildi. “Oldu mu şimdi bu kardeşim? Arabanın haline bak,” diyen taksicinin sesini duydum. Bir an kime dediğini bile anlamamıştım. Taksiciye baktım. Bulunduğumu tarafın kapısını kapatmış, kazadan dolayı hasarı inceliyor ve kendince yakınıyordu. Motosikletinin zemine yapışması umurunda değildi. Adam arabasının derdindeydi. Arabanın haline bakmadan, kasklıya bir an gözüm kaydı. Motosikletini ayağa kaldırmış, kaskını başından çıkarıyordu. Zaman geçmedi ki kaskı başından çıktı ve içindeki yüz belirdi. Çarpışmadan dolayı bir afallama yaşadıysam da adamın yüzünü görünce daha büyük bir afallama yaşadım. Aklımdan böyle bir yorum geçmemesi gerekirdi ama kasklının tipi dehşetti bir kere. Kötü anlamdaki dehşetten bahsetmiyordum elbette. Tabiri caizse kasklı, taş gibi adamdı. Model ajanslarından fırlamışta olabilirdi. Keskin yüz hatlarına sahipti. Yanaklarını kaplayan hafiften fazla kirli sakalı, keskin yüz hatlarını sert göstermişti. Koyu kumral saçları kasktan çıktığından dolayı dağılmıştı. Adamın geniş omuzlarını kaplayan motorcuların giydiği siyah kırmızı karışımı monttan vardı. Sanki adamda hiçbir kusur yoktu ve ben de konuşsam mı konuşmasam mı bilemiyordum. “İyi misiniz?” dedim tekrardan. İşte o zaman sesimi duydu. Kaskı kolunun altındayken başını bulunduğum tarafa çevirdi ve bana baktı. Maviye çalan gözleri akşam karanlığına renk getirdi. Konuşmadan önce elindeki kaskı ayağa kaldırdığı motosikletinin oturma alanına bıraktı ve sonra da dudaklarını araladı. “Sorun yok hanımefendi.” Sesinin tonunda tuhaf bir titreşim vardı ya da esen rüzgardan dolayı farklı gelmişti. Bakışları yeniden beni buldu. “İyiyim.” Bana kalırsa da iyiydi. Hem sağlığı ile hem de görüntüsüyle. “Ama bir özür fena olmazdı.” “Ne?” dedim boş bulunarak. Demin ne demişti? Özür mü? “Özür… Hata yapılınca karşı taraftan dilenen kelime,” dedi özrün anlamını açıklar gibi. “Siz de hayatınızda duymuşsunuzdur.” Yüzüne bakakaldım. Kirpiklerimi kırpıştırdım. Adam sanki ben cahilmişim de beni bilgilendirmişti. Üste üstlük hatalı konuma beni yerleştirmişti. Kısa hayret dolu soluğumu dışarıya verdim. Kendimi göstererek “Hatalı ben miyim yani?” diye sordum tepkiyle. Nasıl oluyordu da hatalı ben oluyordum? Taksiden inmem gerekiyordu. Kapıyı açınca da kendisinin kullandığı motosiklet arabanın yanından geçmiş olmalıydı. Sonra da kaçınılmaz gerçekleşmişti. Benim ne suçum vardı? Tamam, belki diğer kapıdan inebilirdim ama o tarafa yakın bile değildim. Ve şimdi de suçlu ben mi olmuştum? “Saçmalamayın lütfen. Taksinin dibinden süren ben değilim, sizsiniz. Eğer durmuş taksinin dibinden sürmeseydiniz şu an bu konumda olmazdınız!” O çekici yüzünden söylediklerimden hoşlanmadığına dair sinyal oluştu. Belliydi bana da cevap verecekti ama veremeden araya taksicinin sesi girdi. Adam, “Bu masrafı şimdi kim ödeyecek?” diye yakınıyordu. “Ekmek teknemin haline bak kardeşim! Şuna bir bak!” Taksicinin sesini ikimiz birden duymuştuk ama başını çeviren ilk kasklı olduğunda ben hala ona bakıyordum. Oyuncu falan mıydı acaba? Değilse de bu tipte oyuncu olabilirdi. Ya da model de olabilirdi. Acaba hangisiydi? Beni sinirlendiren adam hakkında bunları düşünmem lazımdı ama yüzüne baktıkça öfkeden yoksun sorularım zihnimi buluyordu. “İlk bir sakin ol birader,” dedi kasklı taksicinin yanına giderek. Haliyle o hareket edince benimde gözlerim hareket etti. “Sakin mi olayım?” diye çıkıştı taksici. “Şunu görüyor musun sen?” Tüm bu durumun içindeyken taksinin haline bakmak aklıma gelmemişti. Kasklı arabaya bakarken bende onunla beraber gözlerimi çevirdim. Taksinin arka kapısının yüzeyi -yani benim indiğim kapı- motosiklet darbesi ile biraz içe çökmüş gibi duruyordu. Adam kasklıya baktı. “Senin maşallahın var iyisin, benim taksinin kapısı resmen yamulmuş.” Öncesinde taksicinin kasklının durumuna baktığını sanmıyordum. Kendi kendine ayaklanmış olması işine gelmişti. Adamın asıl derdi taksisiydi. Ben şimdi ne yapacağım? Söylesene. Emanet malın içinden geçtin!” Kasklının soluklandığını işitir gibi oldum. Elini yüzüne götürüp sıvazladı. “Neyse hallolur,” dedi kasklı adama sakinleşmesi adına. Sesinden bence adamın tavrına sinirlenecek boyuta gelmişti ama mantıklı davranarak sakin duruyordu. “Nasıl hallolacak kardeşim? Nasıl? Arabanın sigortası yok!” Gerçekten de nasıl hallolacaktı? Dediğine göre taksi arabası emanetti ve adamın zararı vardı. İşin içinde de zarar varsa da devreye zararı karşılama gelirdi. Karşılama da parayla olurdu. Üstüne üstlük sigortasının olmadığını söylüyordu. Sigortası olsaydı, zarar sigorta karşılardı. Ama bu hikayede sigorta yoktu. Olmayınca da ne olurdu? Parayı hatalı kişi karşılardı. Hatalı karşılardı! Hatalı! Aniden aydınlanma yaşadım. Beynimdeki floresan öyle bir yandı ki her yerim bembeyaz oldu. Kasklıya göre hatalı bendim ve ben bu adam bana zararı ödetirse biterdim. Kıt kanaat babamdan gelen maddiyatla geçinen biriydim. Bir de başıma bu çıkarsa aç kalır, aç kalınca da bizimkilerden para isteyemezdim. Hem öyle bir ay da aç kalmazdım. Daha fazla kalırdım. Ne de olsa araba bakımı, tamiri pahalı şeylerdi. Bedenim anında düşüncelerime karşılık vererek geriye doğru adımladı. İkisi konuşmaya devam ediyordu ama ne konuştuklarını o saniyeden sonra duymadım. Kulaklarımı iki adamın konuşmasına kapatmıştım. Yine geriye adımladım. Kulaklarımı kapatsam da bakışlarım hala ikisindeydi. Arabanın arkasına doğru geldim. Yine geriledim. Yanlarından ayrıldığımı şu ana kadar fark etmemişlerdi. Ne konuşmaya devam ediyorlarsa ben uzaklaştıkça sesler havada kayboluyordu. Ayakkabım kaldırıma değdi. Hala ikisi konuşuyordu. Niyetim beni görmeden de ortalıktan kaybolmaktı. O an özel bir yetenek hakkım olsaydı, görünmez olmayı ister, sırra kadem basardım. Ama böyle bir yeteneğim ne şimdi ne de sonra olacaktı. Burası gerçek dünyaydı ve beni gerçek dünyada da gerçek gözleriyle görmemişlerdi. Sadece restoranın içine girmem gerekiyordu. Sonrası görünmezliğim olmasa da kaybolmuş olacaktım. Kaldırımda diğer taraftan gelen valeyi gördüm. Restoranın önüne başka arabada gelmişti ama gördüğüm vale arabaya değil de geride bıraktıklarımın yanına gidecek gibi bulunduğum yere geliyordu. Tahminimde de yanılmadım ve ben Sonrasını görmedim çünkü önümden geçen valeyi kamufle olarak kullanarak arkamı döndüğüm gibi restoranın koridoruna girdim. Restoranın kapısının yanında dikilen adamlar vardı. Galiba güvenlikti. Böyle kalıplı adamlar anca güvenlik, koruma işinde olurdu. O an beni ilgilendirmiyordu tabi. Derdim başkaydı. Koridorda ilerlerken hemen telefonumu çantamdan çıkardım. Doğanay’ı ararken bir daha da arkama bakmadım. Biraz sakinleştim. Rahatlamaya çalıştım. Doğanay telefonumu ilk çalışta açtı. “Geldin mi?” diye sordu. Gelmiştim de. Başıma gelmeyen de kalmamıştı. “Evet. Kapıdan içeriye gireceğim.” Kapıdan içeri çoktan girmiştim aslında. Restoranın koridorundaydım. “Neredesiniz?” “İçeri girince görebileceğin bir taraftayız.” “Tamamdır,” dedim resepsiyon kısmına ilerlerken. “Bulurum o zaman. Görüşürüz.” “Görüşürüz.” Yaşadığım adrenalinden dolayı sanki nefes nefese kalmıştım. Rahatla, dedim kendime. Geride kaldı. İkisi ne yaparsa yapsın, senden çıktı artık. Resepsiyonda bir kadın duruyordu. Rezervasyonum olup olmadığını sordu ama Öktem Kandemir’in davetlisi olduğumu söyleyerek etrafıma bakınırken benim çifti gördüm. Enişte bey doğal olarak resepsiyona bilgi vermişti ama kadın yerlerini söyleyemeden, aradıklarımı bulduğumu söyledim. Zaten Doğanay da bana bakıyordu. Kadına, “Teşekkür ederim,” diyerek Doğanay ve eşinin olduğu masaya doğru ilerledim. Restoranın içi kalabalıktı. İçerisinin tasarımını internette görmüş olsam da canlı olarak başkaydı. Şıktı. Lükstü. Tavandan sarkan dekorasyon küreleri tepede büyük balonlar gibi duruyordu. Genel olarak tasarımı kırmızı ve gri tonlarındaydı. İki renk öyle birbirine uymuştu ki kırmızı hiç cırtlak durmuyordu. Masaların çoğu da doluydu. İnsanlar sohbet ediyor, yemeklerini yiyorlardı. Elit insanlara benziyorlardı. Hoş ben de hepsini cebimden çıkarırdım. Doğanayların yanına vardığımda eşi yanındaydı. Adam uzun boyluydu. Patron gibi takım elbisenin içindeydi. Doğanay ise her zaman gibi çok güzeldi. Üstünde saten bir elbise vardı. Rengi sarının tonlarında, tuhaf desenleri vardı. Kabanını daha çıkarmamıştı ama elbisesi görünüyordu. Şalını da kahve tonunda takmıştı. Elbisesi yeni olmalıydı çünkü daha önce hiç görmemiştim ve kendisine çok yakışmıştı. İkisini yan yana daha önce de görmüştüm ama uzaktandı. Şimdiyse yakından görünce daha her şey belirgindi. Ciddi anlamda birbirlerine gerçekten yakışıyorlardı. “Hoş geldin,” dedi Doğanay bana sarılırken. Geri çekilirken, “İnşallah sizi bekletmemişimdir,” dedim mahcupça. Bundan emin olamıyordum. Dışarıda ne kadar kaldığımı bilemiyordum. Ah, kısa bir süreliğine demin neler olduğunu unutmuştum ama Doğanay kocasına doğru dönüp bizi tanıştırırken şimdi yine aklıma gelmişti. Doğanay’a anlatmamak için kendimi zor tutuyordum. Anlatmak için doğru zamanı beklemeliydim. Arkasından masaya geçerken birinin telefonu çaldı. Doğanay’ın ya da benim değildi. Çalan eniştenin telefonuydu. “Affedersiniz,” dedi telefonu cebinden çıkarırken. “Şuna bakıp hemen geliyorum.” Ben sandalyeye yerleşme derdindeydim. Ceketimi çıkarmış, kazağımla kalmıştım. Doğanay kocasının söylediğini başıyla onayladı. Sonra da yanımızdan ayrıldı. “Gerçekten güzel yermiş,” dedim o an. “İnternette göründüğünden daha güzel.” Öyleydi. Güzeldi. Beklediğim fırsatın geldiğini hissettim. Sonuçta yalnız kalmıştık. “Ayrıca dakikalar önce başıma gelene inanamayacaksın Doğanay. Motosiklete çarptım,” dedim. Dememle bana bakmayan daha doğrusu kocasını izleyen bakışları dediğimle bana çevrildi. “Ne?” dedi şaşırarak. “Motosiklete mi çarptın?” Adamın yüzü aklıma geldikçe gülesim geliyordu. Ortalıkta olmadığımı görünce ne düşünmüştü acaba? Sonuçta ona göre ben hatalıydım. “Yani ben değil, aslında taksisinin kapısı çarptı. Yine de dolaylı yoldan ben çarpmış oluyorum değil mi? Bence oluyorum.” Saçma sapan konuşuyordum ama adamın yüz ifadesini merak ederken doğal olamıyordum. Haliyle dediklerimden Doğanay da anlamadı. “Doğru dürüst ne olduğunu anlatır mısın lütfen?” diye sordu. Ben de anlattım. Tabi önce önemli ve büyük bir sırrı açıklayacakmışım gibi sandalyede öne doğru çıktım. Taksiciye parasını ödedikten kapıyı açtığımı ve o sırada motosiklete kapının çarptığını söyledim. Anlattıklarımla Doğanay’ı endişelendirdi. Kasklıya bir şey olup olmadığını sordu. “Yok,” dedim daha fazla endişelenmesin diye. “Adam sapasağlam.” Sapasağlam. Kelimeyi söylediğim an durakladım. Adamın yüzü aklıma gelirken gülümsedim. “Adam gerçekten de sapasağlamdı Doğanay,” dedim düşüncelerimi itiraf ederek. “Ben böyle bir şey görmedim.” Görseydim, kesinlikle hatırlardım. Adam taş gibiydi. Doğanay dediğimi anlamadı. “Neyi görmedin?” diye sordu. “Adamı.” “Nasıl yani? Hiçbir şey anlamıyorum.” Hayıflanmasına kendimi tutamadım. Sırıttım. “Tipinden bahsediyorum. Adam dehşet-ül vahşetti işte. Kaskın arkasında öyle bir yüz göreceğimi hiç düşünmemiştim ama kask bir çıktı, tam çıktı.” Konuştukça sanki o anı bir daha yaşıyordum. Adam kaskına uzanıyor, o kask yüzünden çıkıyor ve karşıma modelleri aratmayan bir yüz çıkıyordu. “Adama bir şey olmadı o zaman?” Doğanay’ın sesiyle kendime geldim. Hikayenin bir kısmını anlattığımdan şüpheleniyordu. Bunu yüzünden anlayabiliyordum. “Olmadığını söylüyorum ya,” dedim kapana kısıldığımı hissetmeye başlarken. “Sen doğru bir şekilde anlatmıyorsun ki. Sonra ne oldu?” Bir bilseydim. “Bilmiyorum.” Şüphesi biraz daha arttı. “Bilmiyor musun?” “En son taksiciyle konuşuyordu. Galiba anlaşmaya çalışıyordu.” Bu doğruydu işte. İkisi anlatmaya çalışıyorlardı. “Taksinin kapısı biraz çizilmişti.” Biraz mı? Gözlerimi kaçırdım. “Benlik bir durum olmadığından oradan ayrıldım.” Eh, ayrılmamış, olay mahallinden tüymüştüm. Bakışlarım masanın üstündeydi. Tabağa, çatala, bıçağa, masasının üstünde ne varsa ona bakıyordum. “Bence öyle olmadı,” dedi Doğanay beni tanıyarak. “Anlatmadığın ne var?” Peçeteye uzandım. “Hiçbir şey,” diyerek olayı kıvırmaya çalıştım. Doğanay blöfümü yemedi. “Betül!” diye çıkıştı. “Ne var?” dedim bu kez bakışlarımı kendisine yönlendirirken. “Anlatsana, bir şey var değil mi?” Kesinlikle kapana sıkışmıştım. “Bu kocan nerede kaldı?” diye konuyu dağıtmaya çalıştım. Pekala, yaptığımın yanlış olduğunu farkındaydım. Doğanay da bildiğimi yüzüme söyleyecekti. Farkındaydım. Ama ben yüzüme vurulmasını istemiyordum. Sonuçta geçerli sebeplerim vardı. Doğanay konuşamadı çünkü o sıra kurtarıcım yanımıza gelmişti. Kurtarıcım bir garsondu ve bize menü getirmişti. Sessizliğin içinde garsonun bardaklara su doldurmasını izledim. İşi bittikten sonra da yanımızdan ayrıldı. Ben de merak ederek menüye uzandım. Konunun kapandığını düşünerek gözlerimi anlamadığım isimlerin üstünde gezdirmeye başladım. Yemeklerin isimleri neden bu kadar tuhaftı? Ama sandığımın aksine Doğanay konuyu kapatmadı. “Söyle hemen,” dedi bu kez kesin bir şey olduğundan emin olarak. “Ne oldu? Suçlu senken nasıl senlik bir durum olmadığını söyleyebiliyorsun?” Suçlu. O adam da bana hatalısın demişti. Ona baktım. “Suçlu mu? Ben mi?” dedim hızlıca. “Adamın tam kapının önünden nereden geçeceğini bilebilirdim, söyler misin?” “Kontrol edebilirdin.” “Sen ediyor musun ki?” Kim kapıyı açacağı zaman dışarıyı kontrol ederdi ki? “Sakladığını söyler misin artık?” Sonunda pes ettim. Sıkıntıyla ofladım. Olacak gibi değildi. Konuşmadan önce elimdeki menüyü masaya bıraktım. “Of tamam ya,” dedim gözlerimi kaçırıp, tekrardan ona baktığım sırada. “Yanlarından ayrılmadım. Taksiciyle motorcu adam aralarından konuşurken yanlarından sıyrıldım. Taksici taksisini mahvettiğinden bahsediyor, kasklı da adamı ikna etmeye çalışıyordu. Kimse dönüp bana bir şey demeyince de oradan ayrılayım dedim.” Halbuki iki adamın konuşmalarından dolayı paçalarım tutuştuğu için yanlarından ayrılmıştım. “Yani kaçtın,” dedi Doğanay, tam da düşündüğüm gibi. Kaçmıştım. Ben de biliyordum ve duyunca insan rahatsız oluyordu. “Öyle demesek… Fırsattan yaralandım diyelim.” Bu cümle tamamıyla doğruydu. Fırsattan yaralanmıştım. Menüye tekrardan uzandım. “Ne yapsaydım başka?” diye sordum, hem kendime, hem de ona. “Faturanın bana kesilmesinden korktum.” “İnanamıyorum sana. Sorumluluktan kaçmışsın.” Doğanay bazen çok gerçekçi olabiliyordu. Karakteri gerçekçi bir karakterdi ama zaman zaman aşırı gerçekçi biriydi. Benim aksime. “Hiç ödeme falan yapamam bunun için,” dedim umursamazca. “Ben kendime zor bakıyorum.” “Ya adamında durumu yoksa. Bunu hiç düşündün mü?” Düşünmemiştim. Kaosun içinde düşünmekte aklıma gelmemişti. Ben kendimi düşünmüştüm. Bencillik miydi bu? Bana göre değildi. “Yani olabilir ama öyle birine benzemiyordu.” Bu nasıl menüydü böyle? Hangi yemeğin nasıl bir şey olduğu pek anlaşılmıyordu. “Ben bunlardan hiçbir şey anlamadım. Anladığım bir şey varsa yemeklerin fiyakalı isimleri olduğu.” “Adamın durumunun olduğunu nasıl anladın?” Doğanay’ın menüdekiler umurunda değildi. Direkt sorusuna aklımdan geçeni söyledim. “Havalı motosikletinden.” Aslında adamın durumunun olup olmadığını anlamamıştım ama düşününce durumu iyi olabilirdi. Neticede motosikleti güzeldi, pahalı bir şeye de benziyordu. “Sırf motosikleti güzel diye nasıl böyle bir kanıya varabiliyorsun? Şaşkınlıkla dinliyorum gerçekten.” Yine fazlasıyla gerçekçi bir Doğanay konuşması. Mantıklı bir gerekçe bulmalıyım, diye düşündüm. “Unuttuğun var,” dedim menüden gözlerimi çekerek etrafa bakınmaya başlayarak. Sıkıldığım zaman bakışlarımı tek bir noktaya sabitleyemezdim. “Adamın durumu olmasa taksiciyle anlaşmaya çalışmazdı Doğanay.” Bu biraz doğruydu. Adam taksiciyle anlaşmaya çalışıyordu. Tabi konuşmanın devamını dinlememiştim. Sorun anlaşırken beni ortaya atacak olma ihtimaliydi. Ben de aklıma ilk geleni yapmıştım. Omzundan arkama doğru bakındım. “Buradan anlıyoruz ki benim çıkarım doğru ve…” Birden durakladım. Gördüğümle zaten konuşamazdım. Şaka mıydı bu? Ya da hayal gücümün bir örneği miydi? Çünkü restoranın giriş tarafında şu kasklı vardı. Beni aramaya gelmiş olamazdı değil mi? Ona göre hatalı, arkadaşıma göre suçlu olan beni bulmaya gelmiş olması ne kadar olasıydı? Gözlerimi kırpıştırdım. Kapattım, açtım. Görüntü değişmedi. Buradaydı ve yanında enişte bey duruyordu. Aklım hızlıca çalışırken birden bir düşünce belirdi. “Oha,” diyen sesimi işitirken aceleyle sandalyeden ayaklandım. “Sen biliyorsundur, lavabo nerede?” Panikli sesimle Doğanay baktı. Ayağa kalktığımı görünce ne olduğunu anlayamadı. “Ne oldu birden bire?” diye sordu. “Duymak istemiyorum ama eniştenin yanındaki adam kim?” Doğanay kocasının nerede olduğunu bildiğinden, bakışlarını çevirdi. “Sedat abiyi mi diyorsun?” “Çok güzel tanıyorsunuz. Ben lavaboya gidiyorum.” Kahretsin. Tanıyordu. Tanıyorlardı ve beni oradan bir an önce bu ortamdan sıyrılmam gerekiyordu. “Neyin var?” Ama bir türlü gidemiyordum. Elim saçıma gitti, yüzümü kapatmaya çalıştım. Adamın olduğu tarafa bakmamaya bizzat özen gösteriyordum ve Doğanay ayağa kalktığımdan dolayı endişeli bir suratla bana bakıyordu. Ayağa kalkacağını anladığımda ise onu durdurdum. “Sen otur,” dedim hemen. “Ama sana anlattığım kasklı vardı ya… Enişte beyin yanındaki adamdı.” Doğal olarak afalladı. “Ya, şansa bak değil mi? Rezil olmadan ortalıktan baş dakikalığına kaybolmak en iyisi.” Belki de daha fazla kaybolmam. “Ama telefonum yanımda. Yanınızdan ayrıldıktan sonra bana mesaj atarsın, unutma.” Sonra da Doğanay’ın cevap vermesini beklemeden lavabonun olduğu koridora seri adımlarla ilerlemeye başladım. Kadınlar tuvaletini kolaylıkla buldum. Kendimi içeriye attığımda içeride iki kadın vardı ve makyajlarını temizliyorlardı. Ben içeriye bodoslama dalınca bir anlığına bana bakmışlar ve çekmişlerdi. Diğer taraftan da nefes nefese kalmıştım. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak sanki hiçbir şey olmamış gibi kadınların biraz uzağında durdum ve aynadan kendime baktım. Şu an burada tek olmayı tercih ederdim ama maalesef değildim. Telefonumu pantolonumun arka cebine yerleştirdim. Elimi yıkadım. Saçımı düzelttim. Kadınlar gidene kadar normal davrandım. En sonunda iki kadın da lavabodan çıktı. Rahat bir nefes aldım. Ne kadar zaman geçtiğine bakmak için telefondan saate baktım. Pek bir şey anlamadım. Geldiğim zaman ki saati bilmiyordum. Ama Doğanay’dan mesaj yoktu. Ofladım. Aklım almıyordu. Onca insanın arasından arkadaşımın kocasının tanıdığına nasıl denk gelmiştim? Şanssızlıktı resmen. Kendime yeniden aynadan baktım. Doğanay ne demişti? Sedat. Adı Sedat’tı. Güzel isim diye düşündüm. Ardından ekleme geldi. Adamın kendisi gibi güzeldi. Sonra kendime kızdım. Şu adamın yakışıklı ya da çekici ya da taş gibi olması en son ilgileneceğim şeydi. İlgilenmem gereken şey bu akşam bu adama – Sedat’a görünmeden- bitmesiydi. Birkaç dakika sonra beklediğim mesaj geldi. Gelmemi yazmıştı. Demek ki adam gitmişti. Fazla oyalanmadım. Masaya geri dönerken de aklımdaki tek düşünce aynıydı. Bu akşam yakalanmadan bitmeliydi. *** Yemek ciddi anlamda güzel geçmişti. Doğanay ve eşinin hali düşüncelerimi dağıtan yegane sebep olmuştu. Yemek boyunca adamın Doğanay’a nasıl baktığını yakalarken arkadaşım için sevinmiştim. O gözlerde parıltı, ışıltı vardı. Aşık olduğu, sevdiği, değer verdiği kadına duyduğu parıltı bakışlarındaydı. Çok belliydi. Doğanay’a düşüncemi söylemiştim. Yemek bitiminde beraber kadınlar tuvaletine gitmiştik. Biraz sıkışmıştım. Kabinlerden birine girmiştim. Çıktığımda da ne düşündüysem söylemiştim. Kendisi sanki hallerinin hiç farkında değil gibiydi ama dışarıdan görünüşleri daha farklıydı. Kısaca onlar olmuşlardı. Görünüşleriyle, bakışlarıyla birbirlerini tamamlıyorlardı. Ben de ona Can’dan bahsetmiştim. Afallamıştı. Normalde benim ağzımda bakla ıslanmış, hemen söylerdim. Bu sefer öyle olmamıştı. Bir de bunun üstüne Can ile nerede tanıştığım, onunla konuşma sürem ve sosyal medyadaki hesabının fotoğrafsız hali eklenince daha da şaşırmıştı. Daha önce sosyal medyadan kimse ile konuşmadığımı o da biliyordu. Söylediklerimle endişelenmiş gibiydi. Bence fazla kuruntuluydu. Arkasından konuyu dağılıp bir başka söylediğiyle de ben şaşırmıştım. Yine kasklının olayını açmıştı. Bazı sakladığım ayrıntıları biliyordu. Mesela kasklının motosikletten düştüğünü… Büyük ihtimalle de kocasından öğrenmişti. Ben de dayananmış, eşinin nereden tanıdığını sormuştum. Beklemediğimde o an gelmişti. Ben arkadaşı sanırken adam eşinin sütkardeşi çıkmıştı. Aman ne güzel. Bu da yetmezmiş gibi eşiyle beraber çalışıyordu. Hatta aylardır restoran işi için yurtdışındaydı ve şu an buradaydı. Neyse ki gittiğinden dolayı yemek boyunca kendisini görmemiştim. Bu akşamı öyle böyle atlatmıştım. Doğanay ile geri döndüğümüzde eşyalarımızı aldık. Restoranın kapısına geldiğimizde Doğanay “Seni biz bırakırız,” dediğinde reddettim. “Hiç gerek yok. Bana taksi çağırsanız ben giderim.” Tabi ki de söylediğimi kabul etmedi. Tam o sırada Doğanay’ın eşine biri seslendi ve hepimiz durakladık. Anında sesi tanımıştım. Afallamıştım. Kasklının gittiğini sanırken adam tam da karşımdaydı. Adamın Doğanay’ın eşine ne dediğini duymamıştım. Aslında duymuştum da o an korktuğumun başıma gelmesinden dolayı şaşırmakla meşguldüm. Tüm bunların içindeyse beni ilgilendiren adamında beni görmüş olmasıydı. Zaten görmese olmazdı. Tanımıştı da. O gözler yüzüme çevrildiği an beni tanıdığını, anlamıştım. Yüzümü saklamaya fırsatım dahi olmamıştı. Hem nasıl saklayacaktım? Şaşırtıcı bir şekilde o an hiçbir şey olmadı. Yalnızca iki adam yanımızdan ayrılmıştı. Belli ki durum neyse önemliydi. Adam Öktem enişte ile konuşmak istiyordu. “Bana gittiğini yazmıştın,” dedim Doğanay’a birden. Öyle demişti ama adam gitmemişti. “Hayır,” dedi o da. “Gelebilirsin yazmıştım.” Haklıydı. Öyle yazmıştı. Ben de saf gibi adamın gittiğini anlamıştım. “Eh, Doğanay,” dedim huysuzca. Aslında yanlış anladığımdan dolayı kendime kızgındım. “Ne diyeyim ben sana şimdi? Rezil oldum. Kesin beni tanıdı.” Olmuştum. Yüzde yüz olmuştum. “Ben gidiyorum.” “Ne?” Hareket etmeden durdum. Aklıma başka bir ihtimal gelmişti. “Ama senden rica ediyorum,” dedim direkt. “Bu konuyu benim için öğrendi. Belki de seninkiyle bu konuyu konuşmaya gitmişlerdir. Eğer öyleyse gerçekten rezillik.” Olur mu? Olurdu. “Saçmalama.” “Adam beni tanıdı Doğanay.” “Belki de tanımamıştır,” dedi o da tanıdığını biliyordu ama beni avutmaya çalışıyordu. “Tanıdı diyorum, bana inan.” Ofladım. “Her neyse. Bu kadar rezil olduğum yeter. Ben gidiyorum, akşamı bitireceğim.” Tam hareket edecektim ki koluma dokundu. “Seni bırakacaktık,” dedi. Başımı olmaz dercesine salladım. Kabul etmem demek burada beklemem demekti. Haliyle bu da kasklı ile bir daha karşılaşmama çıkıyordu ve ne kadar burada durmaya devam edersem de bu risk artıyordu. Hiç gerek yoktu. “Seninkine anlatıp anlatmadığını bilmeden sizin arabaya binemem,” dedim hareket etmeden önce Doğanay’a. Bu da doğruydu. Belki de adam olan biteni Öktem enişteye anlatacaktı. “Çok utanç verici ama benim için öğren, olur mu?” Sonra da hiçbir itirazı dinlemeden, Doğanay’ın konuşmasını beklemeden hareket ettim ve koridordan kendimi dışarıya attım. Dışarıya çıktığım an restorandan uzaklaştım. Beş dakika sonra boş bir taksiyi cadde de durdurdum ve eve gidene kadar zihnimden kasklıyı atmaya çalıştım. Ama atamadım. Yüzü zihnime zımba ile monte edilmiş gibiydi. Gitmemişti. |
0% |